İşçi sınıfının burjuvaziye karşı kazandığı ilk büyük zafer olan Sovyet Ekim Devrimi 88. yıldönümünde yolumuzu aydınlatmaya devam ederken...
İşçi sınıfının burjuvaziye karşı kazandığı ilk büyük zafer olan Sovyet Ekim Devrimi 88. yıldönümünde yolumuzu aydınlatmaya devam ederken; Bu zafer sayesinde proleterler ve ezilenler sömürünün bir kader olmadığını pratikte yaşarak görüp anlamışlardır.
Sovyet Ekim Devrimiyle, onlarca ulus ve etnik grup
özgürlüğüne kavuşurken, Uluslarda kendi kaderlerini tayin etme hakkını elde
ettiler. Bu sayede ezilen ulusların
gerçek kurtuluşunun ancak emperyalist-kapitalist burjuva sistemden koparak,
proletaryanın safında yer almaktan geçtiğini gördüler. Ve Ekim Devrimi kadın, sağlık, eğitim, konut, dil, vb bir çok sorunun tümünü çözerek proletarya ve
ezilenler için insanca yaşam koşullarını yarattığı gibi, nasıl yaşanması
gerektiğini de gösterdi.
Emperyalist talan ve sömürünün altında inim inim inleyen
ülkemizde işçi ve emekçilerin alacağı maaştan tutunda, hangi kamu malının
özelleştirilmesi gerektiğinin kararını bile sömürücüler verirken, işçi ve emekçilerin yasamı giderek çekilmez
bir hal alırken, işsizlikte alabildiğine artmakta ve yaşam gün geçtikçe daha da
kötüye gitmektedir.
Ama bu bir kader ve alın yazısı değildir. Sovyet ekim
devrimiyle bunun böyle olduğu ispatlanmıştır.Ve yeni ekim devrimleriyle bu
kaderi değiştirmek elimizdedir.Onun
içinde işçi sınıfının öncüsü olan partimiz
TDKP’nin saflarında birleşerek devrime ve iktidara yürümeliyiz.
Kurtuluşun yolu buradan geçmektedir.
Revizyonist Sovyetler Birliğinin çöküşüyle birlikte emperyalistler yoğun bir karşı propagandayla anti-komünist
rüzgar estirerek o kokulu rüyayı bir daha yaşamamak için hemen kolları sıvayarak Sosyalizmin yenilgisini
kapitalizmin zaferine bağladılar. Hatta hızın da alamayarak kendi içinde ki ekonomik
buhranı ve çelişkileri bir yana bırakır gibi görünerek kapitalist sistemin
güzelliğini ve dünyayı nasıl kurtaracağından dem vurmaya başladılar.
Bütün bu anti-komünist propagandanın karşısında dünya
komünist hareketlerinin de güçsüz olması ve sesini yeterince duyuramaması ve bu
anti-propagandayı etkisizleştirmenin araçlarını da yaratıp, geliştirememesi
burjuvazinin zaferinin tuzu biberi olmuştur.
Dünyada ki bu esinti, Ülkemizde eylül sonrası gerçek anlamda bir türlü
toparlanamayıp kendine gelemeyen devrimci grup ve komünistleri tasfiyecilikle
karşı karşıya bıraktı. Sözde M-L adına oportünist-tasfiyeci düşünceler etkili
olurken, kimisi illegaliteden kaçıp legalizm de soluğu aldı, kimisi ulusal
hareketin kuyruğuna takılarak politika üretemez oldu, kimisi de sinsice işçi,
emekçi ve devrimcileri aldatarak adım adım tasfiyeyi gerçekleştirdi. Sonuçta
bugün gerçek anlam da proletarya ve emekçiler öndersiz kaldı. Ama Lenin'in
dediği gibi yenilen sosyalizm değildi.
“Muhaliflerimiz sosyalizmin çöküşünü
haykırıyor... şu anda ölen genel olarak sosyalizm değil, sosyalizmin bir
markasıdır; idealizm ruhu ve ihtirası olmayan, bir hükümet görevlisi
tavırlarına ve saygıdeğer bir aile reisinin göbeğine sahip çok şekerli
(sakarin) bir sosyalizmdir. Cüreti ve coşkusu olmayan, istatistiklere sadık,
boğazına kadar kapitalizmle dostane anlaşmalara sahip bir sosyalizmdir. Sadece
reformlarla ilgilenen, kötü bir sebze çorbası için doğuştan sahip olduğu
haklarını satan, burjuvaziye yardım etmek için halkın sabırsızlığını denetim altına
alan, cüretkar proleter eylem üzerinde bir tür otomatik fren işlevi gören bir
sosyalizmdir."[1]
Evet bu anlamda çöken ve yenilgiye
düşen gerçek sosyalizm degildi! SSCB revizyonizmdi. Bunun gerçek anlam da Lenin
ve Bolşevik komünit partisi önderliğin de işçi ve köylülerin kurdukları ve
Stalin yoldaşla büyük bir atılıma gerçerek 2. dünya savaşında Nazi faşizmini
yenilgiye ugratan SSCB ile ilgisi yoktu.
Onlar bunu yaparken M-L dünya
görüşünün bilimsel gerçekliğini ve bu ideolojini saglamlığını , işçi sınıfı ve
ezile halkların kararlılığını, mücadele azmini dahası savaşmaktan başka
kaybecekleri bir şeylerinin olmadığını , komünist partilerinin varlıgını
unutmuşlardı. Ama biz mücadelemize kaldığımız yerden mücadele atılmak için
partimiz TDKP’ye sahip çıkarak onu yeniden sınıf mücedelsinde gerçek yerini
almasını sağlarken, bize bu mücadele de Marx, Engels, Lenin ve Stalin
yoldaşların öğretileri rehberlik etmektedir..
Bütün bu zorluklara ragmen Türkiye
işçi sınıfı ve emekçileri için tünelin uçunda ki ışık görmeye başlamıştır. Daha
işin başındayız ve alaçagımız çok yol var. Ama yavaş yavaş taşlar yerine
oturmaya başladı. Partimiz açısından bu olumlu bir gelişme. Artık geleçek daha
aydınlık ve güzel olacak….
YAŞASIN EKİM DEVRİMİ
YAŞASIN MARKSİZM-LENİNİZM
YAŞASIN SOSYALİZM
GÜNÜMÜZDE
DURUM
Marksizm’i
öncellerinden ayıran tarih düşüncesi, sınıf mücadelesinin zorunlu olarak
sınıfsız toplumla sonuçlanacağını, “Bireylerin, belirli sınıflara bu
bağımlılığı, özel bir sınıf çıkarını artık egemen sınıfa karşı üstün kabul ettirmek
zorunda olmayan bir sınıf oluşmadıkça ortadan kaldırılamaz.”[2]
diyerek belirlediği ve bireylerin sınıf mücadelesinden bireysel kurtuluşları
dışlanmasıdır.
Sınıf
analizlerine yönelik ikinci saldırı, sınıfın aslında sadece kültür tarafından
belirlenen öznel bir olgu, entelektüel bir yapı olduğu iddiasıdır. Dolayısıyla,
toplumu ayrıştıran “nesnel sınıf çıkarları” diye bir şey yoktur; bunlar sadece
özneldir ve her kültür kendi önceliklerini savunur.
Üçüncü
noktası, ekonomide ve toplumda eski sınıf ayrımlarını ortadan kaldıran kapsamlı
dönüşümler olduğu iddiasıdır. Buradan çıkan sonuç: “Sanayi sonrası” toplumda,
sanayi işçileri, yüksek teknolojiyle birlikte “yeni orta sınıflar”a dönüşerek
ve “alt sınıflar” biçiminde marjinalleşerek ortadan kaybolmakta ve yeni bir
topluma doğru gidilmektedir.
Lenin’in
“Emperyalizm çürüyen kapitalizmin en yüksek aşaması ve proleter devrimler
çağının arifesi” olarak belirlediği bilimsel önermenin gerçekliği yanında ne
yazık ki son yıllarda kapitalizmin kendi
içindeki gerçekleştirdiği ilerleme ve
yeniden yapılanma, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin yeniden
örgütlenmesi ve gelişmesinden daha hızlı olmuştur. Kapitalizmin gelişimi ve
yeniden yapılanması kapitalist üretimin bunalımlarının daha da artmasına neden
olurken burjuvazinin proletaryaya karşı
tutumunda büyük bir değişiklik yapmaktadır. Kutsanan özel mülkiyetin ve
rekabetin yaşamın her alnında hayata geçirilmesinin mutlak bir özgürlük
olduğunu ve bunun dokunulmazlığının savunmaktadır. Burjuvazinin ideologları ve siyasal önderleri, onlar
eliyle, sosyalizmin artık yenildiğinin ve işçi sınıfının bu yenilgiyi
kabullenmesini istemektedir. Saldırılar
sosyalizmin temel ilkelerine karşı doğrudan bir savaşımdan çok, toplumsal devrim
düşüncesine karşı, toplumsal reformları, giderek artan bir biçimde savunmak ve
hayata geçiriyormuş gibi davranmak yoluna gidiyorlar. Sosyalizme karşı
reformculuk, sosyalistlere karşı da reformcular, işçi sınıfının karşısına
sürülüyor. Kraldan çok kralcı kesilen bu kesimler "en yeni" burjuva
sloganları var oluşlarının temeli olarak gördükleri için canı gönülden atmaktan
ve propaganda etmekten çekinmiyorlar. Bütün çabalar devrime karşı reform,
burjuva düzeninin devrimci yolla alaşağı edilmesine karşı, çalışan sınıfı
bölmek ve zayıflatmak ve burjuvazinin egemenliğini sürdürmek amacıyla yıkılması
kaçınılmaz olan düzenin kısmen de olsa onarılması.
Sosyalizm
bugün herhangi bir ülkede yaşamasa bile 1917 EKİM devrimi, kapitalizmin karanlık dünyasına bir ışık
olarak kendisini dayatırken bir güç olduğunu ve tüm dünya işçi sınıfının
umudu olduğunu dünyaya göstermiştir.
Artık bütün dünyada işçi sınıfı için umut olma özelliğini daha da güçlü
vurgulamaktadır. Artık bu noktadan geriye düşüş söz konusu olamaz. Proletarya
bir çok yerde iktidarını kurulabileceğini somut olarak yaşadı artıp sosyalizmi
bir ütopya gibi tartışması gerekmiyor. Şimdi iktidar uğruna savaşıyoruz.
Kapitalizm, yaşadığı ekonomik krizlerin yarattığı politik krizlerle bir yandan
merkezileşirken bir yandan çözülmektedir. Kaçınılmaz sonunu bilen burjuvazi,
kısmi ve yüzeysel ödünler karşılığında bu günü geciktirmek ve bu yeni koşullar
altında da iktidarını sürdürmek için her türlü çabayı harcamaktadır.
İşçi sınıfı içinde sosyalistlere karşı reformcu savaşımın
yoğunlaştırılması, dünyanın her yerinde, tüm ekonomik ve siyasal durumdaki
değişmelerin kaçınılmaz bir sonucudur. “İşçi sınıfı hareketinin büyümesi,
zorunlu olarak, saflarına, belli sayıda küçük-burjuva unsurları, burjuva
ideolojisinin büyüsüne kapılmış, bu ideolojiden kendilerini kurtarmayı
beceremeyen ve sürekli olarak bu ideolojiye kayan kimseleri çekmektedir. Bu
savaşım olmaksızın, oportünist küçük-burjuva unsurlar ile proleter, yeni
tarihsel gücün devrimci unsurları arasında bir kopma olmaksızın, proletarya
tarafından toplumsal devrimin gerçekleştirilmesini düşünemeyiz.[3]”
Sınıf
savaşımının iktidar perspektifinden uzaklaştırma çabaları ideolojik
sürdürülürken. Burjuva ideologlar tarafından sınıf mücadelesine karşı ezilenler
mücadelesi dikilmek istenmektedir. Ezilmişlik kavramının bütünlüğü içinde işçi
sınıfının iktidar perspektifi karartılmaktadır. Söz konusu ideologlarca, komünistlerin kafası emekçi ve ezilenler
kavramı ile işçi sınıfına yönelişi arasına perde çekme çabaları oldukça hız kazanmış
durumdadır. İşçi sınıfı ve ezilenler veya emekçiler özdeş tutulmaktadır . Bu
bakış açısı bile bir komünist oportünist arasındaki farkı belirlemede kıstas
oluşturur. Zira kapitalist toplumda
ezilenler de çeşitli sınıflara tekabül eder. “sınıfların karşı karşıya gelmesi
ilkesi”; eğer iktidarı hedefleyen bir sınıf mücadelesi ise hangi sınıfların
karşı karşıya gelmesi olarak sorulmalıdır. Kapitalist üretim ilişkisi altında
sınıf mücadelesinin faklı bir çok biçimi vardır. Kapitalistler arası mücadelede
bir sınıf mücadelesidir ama iktidarı hedeflemez zira iktidar genel olarak o
sınıfa ona aittir ve bu mücadele elindeki sermayeyi arttırmak ve buna bağlı
olarak kar elde etmek bu amaç için kendi aralarında rekabeti birisi diğerini
yok edinceye kadar sürdürmektedirler. Bu kendi aralarındaki çelişkilerin
getirdiği mücadelenin bir biçimidir.
Emekçi kavramında ki genellik de aynı biçimde iktidar perspektifinden
yoksundur. Emekçi, işçi sınıf dahil olmak üzere sınıf ve katmaları kapsar. Bu
kapsayıcılık proletarya diktatörlüğünü yadsır.
Diğer
durumda siyasal mücadelenin sosyalizme taşıyıcısı olan işçi sınıfı ve bunun
karşısında duran kapitalistler olacağı gibi ezilen tüm sınıflar ve
kapitalistler olarak da adlandırılabilir. Ama bu mücadelenin temelindeki ilişki
de antagonist olmaz. Toplumsal üretim ve bu üretimin birey veya bireylerin
elinde toplanmasının getirdiği çelişki işçi sınıf ile kapitalizm arasındaki
mücadelenin özünü belirler. Bu mücadelede Proletarya diktatörlüğü ve sınıfsız
topluma gidişi ifade eder. Kapitalizme karşı mücadeleye ezilenler üzerinden
yürütmek sınıfsız toplum düşüncesini ret
ettiği gibi, tamda post-Marksistlerin dediği Kapitalist toplumsal düzenin
dayandığı özgül ilişki, sermaye ile emek arasındaki sömürü ilişkisi değildir.”
sonucuna varır.
Kapitalizm
Günümüze
kadar bütün sınıflı toplumların
tarihi sınıf mücadeleleri tarihi
olmuştur. Sınıfların ortaya çıkması ile değişik zamanlarda ve toplumlarda
sömüren ile sömürülen, ezen ile ezilen sınıflar arasında kimi zaman açıktan
açığa kimi zaman alttan alta aralıksız bir mücadele sürmüştür. Bu sınıf
mücadelesi toplumsal değişme ve dönüşümün ana
kaynağıdır.
Önceki toplumlar sınıf ve katmanların karmaşık
hiyerarşisine dayanmaktaydı. Modern kapitalist toplum sınıfsal bölünmeleri
sadeleştirmiştir. Günümüz toplumu mesleklerin çeşitliliğine ve geniş işbölümüne rağmen çatışan ana sınıflar,
proletarya ve bunun karşısında dikilen burjuvazi ve toprak sahipleridir.
Sınıflar arası mücadele, işçiler ile kapitalistler çevresinde örgütlenmiştir.
Bu iki ana sınıf arasındaki karşıtlık en temel düzeyde var olan toplumdaki
bütün ekonomik, politik, entelektüel, kültürel çatışmaların çeşitliliğinin ana
kaynağıdır. Bugün sadece toplumun ekonomik ve politik yaşamı değil insanlığın
sınıfların üstünde ve sınıflardan bağımsız görünen kültürel, entelektüel ve bilimsel
yaşamı da modern kapitalist toplumdaki bu merkezi kamplaşmanın damgasını
taşımaktadır. Proletaryanın, işçilerin kampı, içindeki bütün düşünce, ideal,
parti çeşitliliğine rağmen sistemi
ezilenlerden ve yoksullardan yana değiştirme isteğini temsil etmektedir.
Burjuvazi kampı ise içindeki bütün farklı düşünce, politik parti, düşünür ve
önderlere rağmen işçilerin özgürlük ve eşitlik itkilerine karşı burjuvazinin
ekonomik, politik iktidarını, ayrıcalıklarını, kapitalist sistemi ve kurulu
düzenin korunmasını temsil etmektedir.
"Makine, ayrıca,
daha önce karşılıklı ilişkilerini saptamış olan işçi ile kapitalist arasındaki
sözleşmede de baştan sona bir devrim yapar. Meta değişimini temel alan bizim
ilk varsayımımız, kapitalist ile işçinin, serbest kişiler ve bağımsız meta
sahipleri olarak karşı karşıya geldikleri ve birisinin parayla üretim aracına,
diğerini ise emek-gücüne sahip olduğu idi. Ama şimdi kapitalist, çocukları ve
reşit olmayan gençleri de satın almaktadır. Daha önce işçi, serbest bir kimse olarak
şeklen sahip bulunduğu kendi emek-gücünü satardı, şimdi ise karısını ve
çocuğunu satmaktadır. Artık o bir köle tüccarı olmuştur. Çocuk işçi aranırken
verilen ilanlar çoğu zaman, eskiden Amerikan dergilerinde çıkan zenci köle
aranırken verilen ilanlara biçim olarak pek benzer. Bir İngiliz fabrika
denetmeni şöyle yazıyor: "Bölgemdeki en önemli sanayi kentlerinden birinin
yerel gazetesinde şu ilân dikkatimi çekmiştir: 12 ile 20 yaşları arasında
gençler aranıyor; 13 yaşından küçük görünmemeleri şarttır. Ücret haftada 4
şilindir. Başvurma vs..". '13 yaşından küçük görünmemeleri şarttır'
ifadesi, fabrika yasasında yer alan 13 yaşından küçük çocukların günde yalnızca
6 saat çalışabilecekleri hükümle ilgilidir. İşçilerin yaşlarını resmen atanmış
bir hekimin saptaması da şarttı. İşte bunun için fabrikatör, 13 yaşındaymış
gibi görünen çocuklar aramaktadır ... Londra'nın mahut Bethnal Green semtinde
her pazartesi ve salı günü her iki cinsten 9 yaşında ve daha büyük çocukların,
ipek fabrikatörlerine kendilerini kiraladıkları açık bir pazar kurulur ...
Yasalara karşın, Büyük Britanya’da canlı baca temizleyicisi olarak kullanılmak
üzere (bu iş için bir yığın makine olduğu halde) ana-babaları tarafından
satılan çocukların sayısı 2.000'i aşar...”[4]
Hemen her gün, şu ya da
bu televizyonda karşınıza çıkan Adidas ya da Reebok gibi spor malzemeleri
üretenlerin reklamlarında gösterilen her ürünün üzerinde Pakistanlı bir çocuğun
emeği, canı, kanı ve tüm yaşamı bulunmaktadır. Ve sadece bu tekeller televizyon
reklamları için milyonlarca dolar harcayabilirken, Pakistanlı çocuklara, sadece
birkaç dolar vermektedir. Onların ince parmakları ile tuttukları iğne iplikle
dikilen toplar, kimi zaman bir futbol maçında, kimi zaman bir basketbol maçında
milyonlarca dolar alan oyuncuların ayaklarında ve ellerinde dolaşmakta ve
milyonlarca insan bunları izleyerek kendi heyecanlarını yaşamaktadırlar. İşte
kapitalizm böylesine insanı insan olmaktan uzaklaştırmakta ve insanı kendisine
yabancılaştırmaktadır.
Kapitalist sömürünün
çocuklarla kadınlar üzerinde yol açtığı ahlak yozlaşması, F. Engels'in İngiltere'de
İşçi Sınıfının Durumu adlı yapıtıyla ve diğer yazarlarca, o kadar enine
boyuna anlatılmıştır ki, ben, burada, yalnızca değinmekle yetiniyorum. Ama,
henüz olgunluk çağına erişmemiş insanları, salt bir artı-değer yaratma makinesi
haline getirmenin yapay olarak yarattığı entellektuel yozlaşma -bu, aklı,
gelişme ve olgunlaşma yeteneklerini bozmadan kısır bir halde tutan
bilisizlikten tamamen farklı bir durumdur- en sonu İngiliz Parlamentosunu bile,
fabrika yasalarına giren sanayi kollarında 14 yaşından küçük çocukların
'verimli' bir şekilde çalıştırılmaları için ilk öğrenimi zorunlu hale getirmek
zorunda bıraktı." [5]
Üretimin
rekabete dayanması ve her bir kapitalist işletmenin ayakta kalabilmek için daha
çok artı değere el koyma zorunluluğu, bir taraftan emek sömürüsünü
derinleştirmeyi, diğer taraftan da yeni teknolojilere ve daha büyük sermayeye
sahip olmayı gerektiriyor. Kapitalistler arasındaki toplam artı değerden pay
alma yarışı, teknolojinin sürekli yenilenmesini zorluyor. Kapitalizmle birlikte
emek üretkenliği, kapitalizm öncesi dönemin insanlarının havsalasının
almayacağı boyutlara ulaşmış bulunuyor. Bu da bu günkü teknik seviyenin insan
ihtiyaçlarını 'büyük bir rahatlıkla' karşılama potansiyeline sahip olunduğu
anlamına gelir. Kapitalist üretim ilişkileri altında teknolojik gelişmenin
birincil veya aslî amacı artı-değeri artırmaktır...
Bu niteliği
itibariyle kapitalizm 'müthiş yaratıcı' bir sistemdir. Ama aynı zamanda 'müthiş
yıkıcı' bir sistemdir de. Ücretli emek sömürüsü ve her seferinde üretim
sürecine sokulan yeni teknolojiler zenginliği artırıyor ama üretilen bu
zenginlik giderek dar bir kapitalist sınıfın ve çevresinin (burjuva sınıfının)
elinde toplanıyor. Bunun anlamı her ileri aşamada “zengin-yoksul” farkının
mutlak olarak büyümesidir. Fakat, sadece dar anlamda kapitalist sınıf ile işçi
sınıfı arasındaki yoksullaşma derinleşmekle kalmıyor, buradan bakıldığında
dünya ölçeğinde emperyalist merkezlerle 'bağımlı ülkeler’ arasında da daha
kapsamlı bir kutuplaşma ortaya çıkıyor. Söz konusu kutuplaşma ancak işçi sınıfı
ve 'bağımlı ülkelerdeki' emekçilerin mücadele ve müdahaleleriyle ortadan
kaldırılabilir ki, bu da sınıfsal güç dengelerinin kısmen veya tamamen
sömürülen sınıflar ve halklar lehine döndüğü durumda mümkündür.
Üretim
araçlarının kapitalist sınıfın elinde toplanması, zenginliği üreten işçi
sınıfının da hem üretmek hem de yaşamak için gerekli araçlardan yoksun olması,
yaşamını sürdürebilmek için, işgücünü kapitaliste satma zorunluluğu, kapitalizme
özgü bir yeniliktir.
Kapitalistler
arasındaki rekabet üretim tekniklerini yenilemeyi zorluyor ve bu durum gelir
bölüşümünün sürekli olarak doğrudan üretici olan işçi sınıfı aleyhine
bozulmasıyla ve kapitalist sınıfın işçi sınıfı üzerindeki egemenliğinin
artmasıyla sonuçlanıyor. Velhasıl her ileri aşama, sınıflar, bölgeler ve
ülkeler arasındaki kutuplaşmanın, zenginlik-yoksulluk farkının derinleşmesi
anlamına geliyor. Bu durum kapitalizmin yapısında ve mantığında bulunan eşitsiz
gelişmenin bir tezahürüdür. Fakat, sorun sadece eşitsiz ilişkilerin
yaygınlaşması değildir. Aynı zamanda melez üretim ilişkileri de ortaya çıkıyor
ki, bu sadece ekonomik bir kategori değildir. Sosyal ve kültürel yaşamı da aynı
biçimde angaje eden bir şeydir. Marksist literatürde eşitsiz ve bileşik gelişme
denilen süreç veya eğilim.
Bir ücretli kölelik rejimi olan kapitalist üretim tarzı
varolabilmek için, üretim araçlarını sürekli yenilemek, devrimcileştirmek
durumundadır ve yayılma ve genişleme eğilimi onun için yaşamsal önemdedir.
Sosyalizm ve Sınıfsız toplum ideali bu sınıf
mücadelesinden doğmaktadır ve proletaryaya aittir. sosyalizm kapitalist sistemi
yok etmeyi ve sınıfsız, sömürüsüz yeni bir toplum yaratmayı amaçlayan işçi
sınıfının devrimci hareketidir.
İnsanlık
tarihinin son 500 yılı kapitalist gelişmenin ve kapitalist egemenliğin de
tarihidir.Kapitalizm kendini önceleyen üretim tarzlarından, ya da 'uygarlık
modellerinden' önemli farklılıklar içermektedir. Zira, Kapitalizm, üretim
araçlarının özel mülkiyetine, rekabete, yüksek teknolojiye, ücretli emek
sömürüsüne dayanıyor ve bir artı-değer mekanizması olarak işliyor. Farklı
üretim tarzlarını dönüştürüyor, kendine benzemeyen ne varsa kendi ihtiyaçları
doğrultusunda biçimlendiriyor-biçimsizleştiriyor. Bu niteliği itibariyle
kapitalist üretim tarzı başka üretim tarzları veya uygarlık modelleriyle 'barış
içinde' bir arada yaşayamıyor. Hem yatay hem de dikey olarak gelişiyor.
Kapitalizm kendisine yabancı
ve kendinden önceki üretim biçimlerini ve toplumları, etkisi altına alarak,
yatay; diğer yandan kapitalist üretimin etkisi altına girmiş olan alanda da
üretim ilişkilerini kendisine uygun hale getirerek ve Pazar savaşını
hızlandırarak dikey olarak genişliyor veya yoğunlaşıyor Kapitalist üretimde,
kendisinden önceki üretim tarzlarından farklı olarak, üretim pazar içindir,
dolayısıyla amaç doğrudan insan ihtiyaçlarını karşılamak değildir. İnsan
ihtiyaçlarıyla kapitalistlerin ürettiği mal ve hizmetler arasındaki bağ ancak
dolaylı olarak pazarda kuruluyor. Amacın kâr etmek ve kârı büyütmek olduğu ve
toplumsal ihtiyaçlarla üretim arasındaki doğrudan bağın koptuğu koşullarda,
üretim sistemi toplum karşısında özerkleşiyor. Pazar için, dolayısıyla kâr
amacıyla üretim, giderek sermaye üretimi, sermayenin yeniden üretimi biçimini
alıyor ki, sonuç pazar için üretimdir...
İnsanlığın bütün sıkıntılarının arkasında kapitalist
sistem vardır. Yoksulluk, ayrımcılık, eşitsizlik, politik baskı, cehalet,
bağnazlık, kültürel gerilik, işsizlik, evsizlik, ekonomik ve politik
güvensizlik, yolsuzluk ve suç bu sistemin kaçınılmaz ürünleridir. Burjuva
sözcüleri sömürünün, baskının,
ayrımcılığın, kadınlara baskının, cehaletin ve önyargının, din ve fahişeliğin
az ya da çok insan toplumu kadar eski olduklarını ve kapitalizm tarafından icat
edilmediklerini söylemektedirler.
Burada gizlenen, birinci olarak, bu sorunların
kapitalizmin ihtiyaçlarına bağlı olarak yeni bir anlam kazandığıdır. Bunlar
modern kapitalist sistemin bütünleyici parçası olarak yeniden üretilmektedir.
20. yüzyılın sonundaki yoksulluğun, açlığın, işsizliğin, evsizliğin ve ekonomik
güvensizliğin kaynağı 20. yüzyılın sonundaki ekonomik sistemdir. Yüz
milyonlarca insanın hayatını tanımlayan kanlı diktatörlükler, savaşlar,
soykırımlar ve baskılar bu dünyada belli amaçlara hizmet eden ve dünyayı
yöneten sistemin ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır. Kadınlara yapılan baskı
bugün ortaçağ ekonomisi ve ahlakının sonucu değil, bugünkü sistemin ekonomik,
sosyal ve ahlaki değerlerinin ürünüdür.
İkinci olarak, bu sorunların üstesinden gelmek ve bunları
yok etmek için çaba harcayan insanlara sürekli ve acımasızca direnen burjuvazi
ve kapitalist sistemin kendisidir. Yaşam koşullarını ve sivil hakları
ilerletmek için mücadele eden işçilerin önündeki engel burjuvazi, onun
hükümetleri, partileri ve özürcülerinden başkası değildir. Ne zaman yoksul
bölgelerde insanlar kendi yaşamlarının sorumluluğunu üstlense, karşılaştıkları
ilk engel yerel ve uluslararası burjuvazinin silahlı kuvveti olmaktadır. Kuşakların gerici ve önyargılı zihniyetini
şekillendiren burjuva devleti, dev medya
ve propaganda makinesi, din kurumu, gelenekleri, ahlakı ve eğitim sistemidir.
Hiç kuşku yok ki, kenara itilmiş milyonların daha insana yakışır bir toplum
için sistemi değiştirme çabalarında yollarına çıkan engel kapitalizm ve burjuvazidir.
Bugün, 20.
yüzyılın sonunda, kapitalizmin globalleşmesinin zirvesinde, büyük teknolojik
devrimlerin ortasında insanlık kendisini tarihinin en kritik döneminde
bulmaktadır. Fiziksel olarak yaşamda kalma, Afrika ve Asya’nın
yoksullaştırılmış ülkelerinden Batı’nın başkentlerine kadar milyonların
karşılaştığı en temel meydan okuma olmuştur. Daha geri ülkeler için ekonomik
gelişme umudu tamamen sona ermiştir. Ekonomik gelişme rüyası sürekli açlık,
kıtlık ve hastalık kabusuna dönüşmüştür.
Kapitalist
üretimde genişleme ve yayılma eğilimi, yine kapitalist üretimde bulunan başka
bir eğilimin doğrudan sonucudur ki, bu merkezileşme ve yoğunlaşma eğilimidir.
Birbirinden bağımsız binlerce, yüzbinlerce kapitalist işletme, keskin bir
rekabet ortamında varolmak durumunda ama daha önce de değindiğimiz gibi,
rekabete karşı koyabilmek ancak sürekli büyümekle mümkün. Zayıflar güçlüler
tarafından yutuluyor. Daha güçlü olmak için firmalar birleşiyor veya anlaşmalar
ve uzlaşmalar yoluyla rakipleri karşısında üstünlük sağlama yoluna gidiyorlar.
Bu eğilim, giderek sermayenin belirli ellerde toplanmasıyla sonuçlanıyor. Bir
taraftan merkezileşme ve yoğunlaşma, diğer taraftan genişleme ve yayılma
eğilimi ve dinamiği, kapitalist sistemin daha baştan bir dünya sistemi, küresel
bir sistem olarak sahneye çıktığı anlamına gelir. Bu yüzden de ne emperyalizm
ne de şimdilerde küreselleşme olarak sunulan yeni ve orijinal değildir.
Dolayısıyla, kapitalist
birikimin her ileri aşaması tekelleşmenin yoğunlaşmasıyla ve az sayıda tekelin
dünya pazarına hakim olmasıyla sonuçlanıyor. Bu durum, başlangıçta ulusal
ölçekte (ulus-devletin sınırları içinde) faaliyet gösteren kapitalist
işletmelerin neden uluslararası arenada boy göstermek zorunda olduğunu, giderek
bütün dünyada her alanda faaliyet gösterdiklerini de açıklar. Şimdilerde 200
kadar çokuluslu şirketin dünya pazarına yön verecek güce ve etkinliğe ulaşması,
sözünü ettiğimiz eğilimin bu gün ulaştığı düzeyden başkası değildir.
Bilim ve teknoloji sayesinde
en iyi hayvan ırkları yaratıldı. Sulama, gübreleme ve tohum ıslahı sayesinde
toprağın verimliliği onlarca kat arttı. İstenilirse çölün ortasında bile tarım
alanları yaratılabiliyor. Cep telefonlarını, yani uzaydaki uyduları kullanmak
gündelik yaşamımızın basit bir parçası haline geldi. Aynı uydularla her yıl
dünyada yetişmekte olan tarım ürünlerinin miktarları bile saptanabiliyor.
Ancak öte yandan çağımız,
insanlık tarihinin en derin çelişkilerinin yaşandığı en akıldışı çağdır.
Kapitalizm bir yanda inanılmaz bir zenginlik diğer yanda ise ölümcül bir
yoksulluk üretiyor. Dünya Bankası ve Dünya kalkınma raporu verilerine göre;
Dünya nüfusunun yarısı, yani 3 milyardan fazla
insan günde 2 dolardan daha az, 1,5 milyar insan da 1 dolardan daha az bir
gelirle “yaşıyor”. Buna karşılık dünya nüfusunun yüzde 10’u, dünya toplam
gelirinin yüzde 70’ini alıyor. 800
milyon insan aç yaşıyor. Yılda 11 milyon çocuk açlıktan ölüyor. Afganistan’da günlük ortalama gelir 44 sent,
Etiyopya ve Kongo’da ise 27 sent. Doğu Asya ve Pasifik ülkelerinde yaşayan 267,1
milyon kişi, Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkelerinde yaşayan 17,6 milyon kişi,
Latin Amerika ve Karayipler’de yaşayan 60,7 milyon kişi, Orta Doğu ve Kuzey
Afrika’da yaşayan 6 milyon kişi, Güney Asya’da yaşayan 521,8 milyon kişi, Sahra
altı Afrika’da yaşayan 301,6 milyon kişi, günde 1 dolardan daha az gelirle
yaşamını sürdürüyor.
Dünya Bankası’nın, kardeş
kuruluşu IMF ile birlikte faaliyete geçtiği 50 yılı aşan sürede yoksulluk
giderek arttı. Raporda, dünyada günlük geliri 1 doların altında kalan
insanların sayısının 1987’de 1,2 milyarken bugün 1,5 milyara çıktığı
belirtiliyor. Bu sayının 2015 yılında 1,9 milyara ulaşması bekleniyor. Geçen 50
yılda, zenginlerle yoksullar arasındaki gelir uçurumu daha da arttı. Dünyanın
en yoksul ülkelerinde kişi başına düşen gelir, 1970-1985 yıllarında zengin
ülkelerdeki kişi başına gelirin yüzde 3,1’i düzeyindeyken, bu oran 1990’ların
sonunda yüzde 1,9’a dek düştü. Bu oranların ülkeler arası ortalama gelir
uçurumunu yansıttığı unutulmamalıdır. Yoksul ülkelerde de zengin-yoksul
uçurumunun olduğu hesaba katılırsa durumun çok daha vahim olduğu görülür.
Gelişmiş Avrupa ve ABD’nde durgunluk yıllarını izleyen
“istihdamsız büyüme” vaadi on milyonlarca işçi sınıfı ailesi için aynı kabusu
yaşatmaktadır. Dünyada savaş ve soykırımlar yıkım ve karışıklıklara sebep
olmaktadır. Kitlesel entelektüel ve kültürel
yozlaştırmalar sürmekte: Dinsel fanatizmin yeniden canlanmasından erkek
şovenizmi, ırkçılık, kabilecilik ve faşizmden toplumda bireyin hakları ve
statüsünün çöküşüne, genç ve yaşlı milyonların yaşamının pazarın kaderine
terkedilmesine kadar. Birçok ülkede örgütlü suç toplumun ekonomik ve politik
işlerliğinin bütünleyici bir parçası ve yaşamın sürekli gerçeği haline gelmiştir. Uyuşturucu bağımlılığı
ve uyuşturucu üretimi ve trafiğiyle ilgilenen suç ağlarının büyüyen gücü
çözülemeyen ana uluslararası sorunlardandır. Kapitalist sistem ve karın
önceliği çevreyi ciddi tehlikelere ve onarılmaz zararlara maruz bırakmaktadır.
Burjuva düşünürleri ve analistleri dahi bu sorunlara çözüm önerememektedir. Bu
insanlığa korkunç bir gelecek vadeden bugünkü kapitalizmin gerçekliğidir.
Kapitalizmin temelleri
Günümüz toplumu kapitalizmin gelişmeleri ve kendini
yenilemeleri sonucunda üretimde işbölümünde yaşanan değişiklikler oldukça
karmaşık yapılar ortaya çıkmış gibi görünmektedir. İletişimin geçirdiği devasa
değişiklikler kafa emeğindeki yoğunluğun artması sonucunda; Milyarlarca insan ekonomik, sosyal ve politik
ilişkiler içinde sürekli etkileşim halindedir. Teknoloji ve üretim dev
boyutlara ulaşmıştır. İnsanlığın entelektüel ve kültürel yaşamı, sorunları ve
zorluklarıyla, genişlemekte ve farklılaşmaktadır. Ancak bu karmaşıklık
kapitalist dünyanın ekonomik ve sosyal yapısını oluşturan basit ve
anlaşılabilir gerçekleri gözlerden saklamaktadır.
Diğer sınıf sistemleri gibi, kapitalizm de doğrudan
üreticilerin sömürüsüne, emeklerinin ürünlerinin bir kısmına egemen sınıflar
tarafından el konmasına dayanır. Farklı tarihsel çağlarda her toplumsal
sistemin aldığı özgül karakter, bu sistemde sömürünün gerçekleştirilme yoluna bağlıdır. Kölelikte
yalnız kölenin ürünü değil kölenin kendisi de köle sahibine aittir. Köle, köle
sahibi için çalışır ve karşılığında onun tarafından hayatta tutulur. Feodal
sistemde köylüler ya üretimlerinin bir bölümünü feodal lorda verir ya da
belirli saatler zorunlu ve ücretsiz çalışır. Kapitalizmde sömürü oldukça farklı
temellere dayanır. Ana üreteciler, işçiler, özgürdür, kimseye ait değildir, bir
feodal lordun kölesi değildir. Kendi bedenlerine ve emek güçlerine sahiptirler.
Ancak işçiler başka bir anlamda da özgürdürler: Üretim araçları sahipliğinden
de özgürdürler, bu yüzden yaşamak için üretim araçlarına sahip ve onları kendi tekeline almış küçük bir
azınlık olan kapitalist sınıfa ücret
karşılığında belli bir süre için emek güçlerini satmak zorundadırlar. Daha
sonra işçiler kendilerinin ürettiği kendi geçim araçlarını pazarda
kapitalistlerden satın almak zorundadır. Kapitalizmin özü ve bu sistemde
sömürünün temeli emek gücünün meta olması ve üretim araçlarının kapitalist
sınıfın özel mülkiyetinde olmasıdır.
Yeni ürünler yaratan ve çalışmak için emek araçları
üreten canlı emek olmaksızın insan toplumunun varlığı, insanların yaşaması ve
ihtiyaçların tatmini düşünülemez. Bu herhangi bir sistem için doğrudur. Ancak
kapitalizmde emek gücü ve üretim araçları birbirinden özel mülkiyet duvarıyla
ayrılmıştır; bunlar metadırlar ve sahipleri pazarda karşılaşmak zorundadır.
Görünüşte, bu metaların sahipleri özgür ve eşit bir mübadeleye girmektedir:
İşçiler belli dönemler için ücret karşılığında üretim araçlarının sahibi olan
kapitalist sınıfa emek gücünü satmakta; kapitalist bu emek gücünü
çalıştırmakta, kullanıp yeni ürünler üretmektedir. Bu metalar daha sonra
pazarda satılmakta ve elde edilen gelir sermaye olarak üretim sürecini tekrar
başlatmaktadır.
Bununla birlikte, emek ile sermaye arasındaki görünürdeki eşit mübadelenin altında temel
bir eşitsizlik yatmaktadır; bu, bugün insanlığın alınyazısını belirleyen ve
ortadan kaldırılmadan toplumun hiçbir zaman özgür olamayacağı bir
eşitsizliktir. İşçiler ücretlerine karşılık ne satmışlarsa -çalışma ve pazarda
tekrar bulunma yeteneklerini- onu geri almaktadırlar. Günlük çalışmayla işçi
sınıfı varlığını sürdürmeyi ve emek gücünün günlük satıcısı olarak yaşamını
güvence altına almaktadır. Ancak bu süreçte sermaye büyür ve birikir. Emek gücü
yaratıcıdır; alıcısı için yeni değerler üretir. Herhangi üretim sürecinde işçi
tarafından üretilen metaların ve hizmetlerin değeri işçilerin toplam payından
ve ürünlerin, tükenen ve aşınan, yıpranan araç
gereçlerin yerine konmasına ve onarılmasına ayrılan kısmından büyüktür.
Muazzam bir meta yığını biçimini alan bu artık değer kapitalist sınıfın üretim araçlarına sahip
olmasından dolayı kapitalist sınıfa aittir ve onun sermayesini arttırır. Emek
gücü sermaye ile değişiminde sadece kendini yeniden üretirken sermaye emek
gücüyle değişiminde büyür. Emek gücünün yaratıcı kapasitesi ve işçi sınıfının
üretici etkinliği kendisini kapitalist
sınıf için yeni sermayenin doğuşunda yansıtır. İşçi sınıfı daha çok ve daha iyi
çalışırken sermaye daha fazla güç elde eder. Bugün sermayenin dev gücü ve
sermayenin dünyada yaşayan milyarların üzerindeki ekonomik, politik, entelektüel yaşamındaki
genişleyen egemenliği emeğin ve çalışan insanlığın yaratıcı gücünün ters
çevrilmiş görüntüsünden başka bir şey değildir.
Kapitalist toplumda sömürü üreticilerin boyunduruk
altında ve prangalara bağlı olmasıyla gerçekleşmesi yerine pazar aracılığıyla
ve metaların özgür ve eşit mübadelesiyle gerçekleşir. Bu kapitalizmi özde
önceki sistemlerden ayıran temel özelliktir.
İşçi sınıfının sömürüsünden elde edilen artık değer pazar
mekanizması, devlet maliyesi ve para politikaları aracılığıyla kapitalist
sınıfın farklı kesimleri arasında bölüşülür. Kar, faiz, rant bu sömürüsünün
meyvelerinden farklı biçimleridir. Pazardaki sermayeler arasındaki rekabet, her
sermayenin payını belirler.
Bu artık, burjuva devlet makinesinin, ordunun, yönetimin,
onun ideolojik ve kültürel kurumlarının ve bu kurumlar aracılığıyla burjuva
iktidarını sürdürenlerin bakımını öder. İşçi sınıfı çalışmasıyla burjuvazinin
işçi sınıfı ve toplum üzerindeki politik, kültürel ve ekonomik egemenliğini ,
devamlı artan sermaye birikimini ve egemen sınıfın masraflarını öder.
Sermaye birikimiyle burjuva toplumun zenginliğini
oluşturan meta yığını büyür. Birikim sürecinin kaçınılmaz sonucu sürekli ve
hızlanan teknolojik ilerleme ve işçi sınıfının her üretim sürecinde harekete
geçirdiği üretim araçlarının kitlesinde ve kapasitesinde artıştır. Ancak
toplumdaki zenginliğin ve üretici güçlerin büyümesine karşılık işçi sınıfı
sürekli göreli olarak yoksullaşmaktadır. Tam olarak işçilerin yaşam
standartlarındaki tedrici ve sınırlı ilerlemeye karşın işçi sınıfının toplumsal
zenginlikten aldığı pay hızla düşmekte, işçi sınıfının yaşam koşulları ile
işçilerin çalışmasıyla mümkün olan yüksek yaşam standartları arasındaki boşluk
genişlemektedir. Toplum daha çok zenginleşirken işçiler daha fazla
yoksullaşmaktadır.
Teknolojik gelişme ve emek üretkenliğindeki artış canlı
emek gücünün makinelerle ve otomatik sistemlerle yer değiştirmesi demektir.
Özgür ve insani bir toplumda bu herkes için daha fazla boş zaman demektir.
Ancak emek gücünün ve üretim araçlarının meta olduğu kapitalist toplumda
insanların makinelerle değiştirilmesi, yaşam olasılığının dahi yadsındığı işçi sınıfının bir kesimi için, kendini
sürekli işsizlik olarak açığa vurmaktadır. Emek güçlerini satma olasılığı dahi
olmayan yedek işçi ordusunun varlığı sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucu
ve aynı zamanda kapitalist üretimin bir
şartıdır. İşçi sınıfının çalışan kesimi tarafından desteklenen bu yedek işsiz
ordusunun varlığı işçi sınıfı saflarında rekabeti arttırmakta ve ücretleri
toplumsal olarak olası en düşük düzeyde tutmaktadır. Bu yedek ordu aynı zamanda
sermayenin pazarın ihtiyaçlarına göre çalışan işgücünün büyüklüğünü kolaylıkla
ayarlamasını sağlamaktadır. Kitlesel işsizlik pazarın yan etkisi ya da
hükümetlerin yanlış politikalarının sonucu değildir. Sermaye birikim sürecinin
ve kapitalizmin asli öğesidir.
Dönemsel ekonomik krizler ve bunların sonucu olan
ekonomik ve toplumsal felaketler kapitalist sistemin kaçınılmaz özelliğidir. Bu
krizler birikim sürecindeki temel çelişkiden kaynaklanmaktadır. Emek artık
değerin ve karın kaynağıyken birikim süreci ve
kaçınılmaz teknolojik ilerleme emek gücünün üretim araçlarına oranını
azaltır. Üretilen artık değer, mutlak olarak artmasına rağmen, sermayedeki
büyümeyle aynı hızda artmaz. Birikim sürecinin maddi yasaları sonucu, kar oranı
kaçınılmaz olarak düşme eğilimindedir. Özellikle sömürüyü yoğunlaştırarak ve
işçi sınıfının ücret, kamu hizmeti vb. biçimlerde toplumsal zenginlikten aldığı
payı azaltarak bu eğilimi dengede tutmak ve kar oranını korumak kapitalist sınıfın, onun hükümetlerinin,
burjuva ekonomistlerinin, yöneticilerin ve uzmanların günlük işleridir.
Sermayenin iç çelişkileri ve kar oranlarının düşme
eğilimi dönemsel olarak ortaya çıkmakta ve bütün ekonomik sistemi derin bir
krize sokmaktadır. Durgunluk ve kriz dönemleri sadece sermayenin iç
çelişkilerinin yoğunlaşmasının göstergesi ve semptomları değil sermayenin
yeniden yapılanması için pratik bir mekanizmadır da. Sermayenin farklı
kesimleri arasındaki rekabet büyümekte ve birçokları iflasa sürüklenmekte ve
geride kalanlar için karlılık koşullarını
güçlendirmektedir. Diğer bir deyişle, kapitalist sınıf ve devleti işçi
sınıfının yaşam standartlarına karşı geniş çapta saldırıya girişmektedir.
İşsizlerin safları genişler ve bütün işçi sınıfının sömürüsü yoğunlaşır.
Her krizden sermaye daha merkezileşmiş olarak çıkar.
Böylece bir sonraki kriz daha derin ve geniş boyutlarda gerçekleşir ve
kapitalist sınıf içinde daha keskin rekabet ve çatışmalara yol açar. Her
kriz sermayenin daha geniş boyutlarda yeniden yapılanmasını
gerekli hale getirir. Aynı derecede, toplumun geleceği daha karanlık ve korkunç
hale gelir.
Kapitalist sınıfın iç çelişkileri ve krizlerin sonuçları
sadece ekonomik alanla sınırlı değildir. Global ve bölgesel savaşlar,
militarizm ve askeri saldırılar, otokratik ve polis devletleri, insanların
sivil ve politik haklarının ellerinden alınması, devlet terörizminin yükselişi,
aşırı sağ ve dinci, milliyetçi, ırkçı ve kadın karşıtı grup ve eğilimlerin
güçlenmesi çağdaş kapitalizmin özellikle kriz dönemlerindeki gerçeklikleridir.
EMPERYALİZM
Emperyalizmin
ideologlarınca, 1980 yılında ortaya atılan "neo-liberalizm"in en
büyük iddiası, günümüz koşullarında klâsik anlamda bir bağımlılık/bağımsızlık
olgusunun söz konusu olmadığı, bunun yerini "karşılıklı bağımlılık"
ilişkisinin aldığı olmuştur. "Neo-liberalizm"e göre,
"global" olarak ulusal ekonomiler birbirleriyle ayrılmaz bağlar
kazanmıştır ve bu bağlar "3. dünya ülkeleri"nin
"metropollere" bağımlılığı yanında, "metropoller"in
"3. dünya ülkelerine" bağımlılığını da getirmiştir. Bu
"karşılıklı bağımlılık", "3. dünya ülkeleri"nin
"metropoller"e sanayi malları ihracını artırarak,
"metropoller"deki sanayilerle rekabet edebilme koşullarını da
yaratmıştır. Üretim için gerekli girdilerin bir kısmının dış ülkelerden
gelmesi, bu tür sanayilerin dışa bağımlılığını kaçınılmaz kıldığı gibi (uluslararası
işbölümünün bir sonucu olarak), ürünlerin "metropol" ülkelere satılma
zorunluluğu, aynı zamanda "metropol" ülkelerinin bu ürünleri satın
alma zorunluluğu ile birlikte gelişmiştir. Bu koşullarda, tekil ulusal
ekonomilerin kendi başına yeterli olması ve gelişebilmesi olanaksızlaşmıştır.
Bu
"neo-liberal" iddialar, 1990 sonrasında “Sovyetler Birliği”nin
dağıtılmışlığı koşullarında, daha büyük ölçüde ileri sürülmeye ve propagandası
yapılmaya başlanmıştır. Artık bu iddialar yeni bir kavramlar ortaya
çıkarmıştır: "Globalizm" ve "yeni dünya düzeni".
"Neo-liberalizm", emperyalist hegemonya altındaki ülkelerin içinde
bulundukları sömürü ilişkilerini "karşılıklı bağımlılık" söylemiyle
meşrulaştırırken, diğer yandan bu yeni kavramları, bu meşruiyetin yeni
destekleri olarak kullanmaya başlamıştır.
Tüm bu
söylemlerin amacı, emperyalist sömürü altındaki ülkelerin bağımsızlık
istemlerinin "günümüz dünyasında" hiç bir değere sahip olmadığını ve
"globalleşen dünya"da, bu dünyadan bağımsız olarak yaşamanın ve
kalkınmanın olanaksız olduğunu kabul ettirmektir. Sovyetler Birliği'nin
dağıtılmışlığından Küba'nın emperyalist ambargo koşullarında karşı karşıya
kaldığı ekonomik sorunlara, Nikaragua'da Sandinistlerin iktidarı yitirişlerine,
Vietnam'ın Amerikan emperyalizmiyle ve IMF ile ilişki kurmasına kadar her somut
olgu, bu amaç için kullanılır olmuştur.
Kapitalist
sermaye birikiminin bu tarihsel gelişimiyle birlikte ortaya çıkan
"ekonomik kaynaklar", günümüzde emperyalist-kapitalist olmayan bir
ülkenin sahip olabileceği kaynaklar değildir ve aynı biçimde sağlanabilmesi de
olanaksızdır. I. ve II. yeniden paylaşım savaşlarıyla görüldüğü gibi, dünya
emperyalist ülkeler tarafından toprak olarak paylaşılmıştır ve yeniden
paylaşılması gündeme gelmektedir. Herhangi bir "3. dünya ülkesi"nin
bu paylaşım içinde yer alabilmesi ve paylaşımdan "pay" kapabilmesi,
bazı istisnalar dışında, olanaksızdır. Çünkü söz konusu olan, bu ülkenin
emperyalist ülkeler tarafından paylaşılmasıdır. Bir başka deyişle, günümüz
koşullarında, herhangi bir geri-bıraktırılmış ülkenin, kendisi için gerekli
sermaye birikimini başka ülkeleri sömürgeleştirerek sağlayabilmesinin koşulları
mevcut değildir. (Tarihsel olarak sömürge sahibi olmuş ülkeler için de
geçerlidir.)
Lenin,
sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların bitmesinin
imkansız olduğunu yazar. Bugün emperyalizmin en büyük “barış” savunucusu olduğu
söyleniyor. Peki o zaman değişen ne? Emperyalizmin kendisi mi değişti yoksa
sömürgecilik siyasetinden mi vazgeçti? Soygun ve sömürü düzeni ortadan kalktı
mı? Ya da silah pazarlamaya ve bunun için çıkardığı savaşlara son mu verdi?
Artık silah üretmiyor mu? Evet değişen nedir? Emperyalist paylaşım savaşlarının
ve bu savaşlarda ölen milyonlarca insanın sorumlusu ve de binlerce bölgesel
savaşa neden olan ve hala savaş şakşakçılığı yapan emperyalizm barışçı olabilir
mi? Yüzyıllık tarihi boyunca emperyalizm hiç değişmedi.*
Emperyalizmin
olabildiğince açık ve tam bir tanımıyla başlamalıyız. Emperyalizm, kapitalizmin
özgün bir tarihsel aşamasıdır. Bunun özgün niteliğinin üç yönü vardır:
emperyalizm,
(1) tekelci kapitalizmdir;
(2) asalak, ya da çürüyen kapitalizmdir;
(3) can
çekişen kapitalizmdir. Serbest rekabetin tekel tarafından ayağının
kaydırılması, emperyalizmin temel ekonomik özelliği, özüdür. Tekel kendini başlıca beş biçim altında ortaya koyar:
(1)
Karteller, sendikalar ve tröstler —üretimin yoğunlaşması, kapitalistlerin bu
tekelci birliklerinin doğmasına yol açacak bir düzeye ulaşmıştır;
(2) büyük
bankaların tekelci konumu— üç, dört ya da beş dev banka, Amerika, Fransa,
Almanya'nın tüm ekonomik yaşamını denetim altına almaktadır;
(3) hammadde kaynaklarının tröstler ve mali
oligarşi tarafından ele geçirilmesi (mali sermaye, banka sermayesi ile tekelci
sanayi sermayesinin kaynaşmasıdır);
(4)
dünyanın uluslararası karteller tarafından (ekonomik) bölüşümü başlamıştır. Daha bugünden, bütün dünya pazarına komuta eden ve bu
pazarı kendi aralarında —savaş onu yeniden paylaştırıncaya kadar—
"dostça" paylaşan böyle yüzden
fazla uluslararası kartel vardır. Tekelci olmayan kapitalizm ortamındaki meta
ihracından farklı olarak sermaye ihracı, oldukça ilginç bir olaydır ve dünyanın
ekonomik ve toprağa değgin siyasal bölüşümüne yakından bağlıdır;
(5)
dünyanın toprak bölüşümü (sömürgeler) tamamlanmıştır.
Kapitalizmin Amerika'da ve Avrupa'da, ve daha sonra da dünyada.”[6]
Kapitalizmin
kendi kültürünü yaratmadaki etkinliği Enternasyonalizm sözcüğü yerine ikame
etmeye çalıştığı “globalizm” de görülmektedir. “Globalizm”, özü itibarı ile
“evrensel bir dünya, gerçekten küresel düzeyde bir düzen kurma anlamına
geliyordu. Öteki kavramlar gibi
evrenselleşme fikri de modern güçlerin verimliliği ve modern zekanın
tutkularının yükselen dalgası üzerinde ortaya atıldı.”[7]
Böylelikle Enternasyonalizm sözcüğünün çağrıştırdığı ideolojik etkiyi kırma ve
sınıf mücadelelerinin yok sayılması çabalarının altı “globalizm” ve
“küreselleşme” terimleri ile doldurulmaya çalışılmaktadır. Oysa Pekala Marx’ın
Komünist Manifesto’da kullandığı “küreselleşme” tanımı kullanılabilinir. “eski
yöresel ve ulusal yalıtıklık ve kendi kendine yeterlik yerine her yönde
ilişkilerle ulusların birbirlerine evrensel bağımlılığı”[8]
“sayısız ulusal ve yöresel edebiyattan bir dünya edebiyatı doğuyor.”, “Çin
seddlerini dağıtıp yıkan” “boyun eğmeye zorlayan”, tek bir sözcükle burjuvazi
kendisine tıpatıp benzeyen bir dünya kurmaktadır.”[9]
Marksizm belirlediği kapitalizmin yasaları geçerliliğini koruyor. Bu anlamda
güneşin altında kapitalizmin yasalarının
işleyişinde “yeni bir şey” yok
Dünyayı bir
ahtapot gibi saran bu dev tekellere Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ) adının verilmesi
de yanıltıcı aslında. Çeşitli ülkelerin tekellerinin ya da sermaye
birikimlerinin birleşmesinden oluşuyorlar belki ama, bu ülkeler de dünyanın
efendisi rolündeki G-7’lerden ibaret. Örneğin bugün dünyanın en büyük 200
ÇUŞ’nin sermaye merkezine baktığımızda; 62’sinin Japon, 53’ünün ABD, 23’ünün
Alman, 19’unun Fransız, 11’inin İngiliz kökenli olduğunu görürüz. En büyük 500
şirket ele alındığında ise 222’sinin ABD, 145’inin ise Avrupa kökenli olduğu
görülmektedir. “1800’lü yılların sonu ve 1900’lü yılların başında kendi
devletlerini arkalarına alarak dünyayı yeniden paylaşma yarışına giren büyük
firmaların yerini 1990’larda devletleri önüne katıp kovalayacak güce ulaşmış
çok uluslu dev firmalar almış bulunuyor.”[10]
Devletler
üzerinde tam bir hakimiyet kurmaya başlayan bu ÇUŞ’lar hükümetlerin ekonomik,
sosyal, siyasal kararlarında da belirleyici durumdalar. Bununla da
yetinmiyorlar. Siyasi partiler, medya, sendikalar, sivil toplum örgütleri vb.
kurumları da etkisi altına alarak sosyal yapıda da rol oynuyorlar. Ellerinde
tuttukları bu güçle tüm dünya halklarının geleceği hakkında kararlar alıyorlar.
Aralarında oluşturdukları konsey vb. birliklerle Dünya Ticaret Örgütü (WTO),
Dünya Ekonomik Forumu (WEF-Davos Zirvesi) gibi dünya ekonomisini belirleyen
entegrasyon örgütlerinin kararlarını şekillendirebiliyorlar. NAFTA, ASEAN, APEC
benzeri bölgesel ticari bloklar üzerindeki belirleyicilikleri ise tartışmasız.
İşte küreselleşme bu çokuluslu şirketlerin egemenlik alanlarının tüm dünyayı
içine alacak şekilde genişlemesi, sömürü ağının sarmadığı hiçbir bölgenin
kalmamasıdır.
Küreselleşme,
Tek Kutuplu Dünya, Yeni Dünya Düzeni Emperyalizmin Yalanları
“Küreselleşme”,
“Globalizm”, “Tek Kutuplu Dünya”, “Yeni Dünya Düzeni”... Bu kavramlar 1990’dan
günümüze, dünya genelinde en sık kullanılan kavramların başında geliyor ve her
biri sınırları çizilmeyen, neyi ifade ettiği belli olmayan aynı ya da benzer
şeyleri anlatmak için kullanılıyor. Bu yanıyla da, kavramları ortaya süren ve
kabul edilmesini isteyen emperyalistlerin amacına uygun düşüyor.
“Globalizm”
ve “küreselleşme” kavramlarının kullanımının bir amacı da kavram kargaşası
yaratarak, kavramların içini boşaltarak, ve somut tarihsel gelişmeler, yaşanmış
olaylar da dahil, gerçekleri ters-yüz ederek halkları aldatmaktır. İşte, son
yılların bu en popüler kavramları da aynı amaca hizmet etmektedir. Ve bugüne
kadar yaşanan onca şeye rağmen, hala bu kavramların içeriği tüm gerçekliğiyle
anlaşılamamışsa, üzerinde çok çeşitli şekillerde yorumlar yapılıyorsa, burjuva
ideologların ve izleyicilerinin başarılı olduklarını söyleyebiliriz. Kuşkusuz
bu kavramlar durup dururken gündeme sokulmadı. En başta bir ihtiyacın ürünüydü
ve demagojiyle de olsa, arkasına gizlenilebilecek gerekçeler vardı. İhtiyaç
sahipleri emperyalistlerdi. İhtiyaç duymalarının nedeni ise, dünya halkları
nezdinde açığa çıkan emperyalizm gerçeğini “yeni” tezlerle ambalajlayarak
krizlerini atlatabilmekti...
Emperyalistler
piyasaya sürdükleri bu kavramlarla halkları “çağ değişti” ve “biz de değiştik”
yalanına inandırmak, krizlerini atlatabilmek için uygulamaya koydukları
sömürüyü arttırıcı “tedbir”lerini meşrulaştırmak istiyorlardı. Oysa
Devletlerarası çatışmaların ve şirketler arası rekabetin anlaşılmasında anahtar
kavram küreselleşme değil, emperyalizmdir.
“Sosyalizm
öldü”, “ideolojiler bitti”, “tarih bitti”, “kapitalizm sonsuzluğunu
kanıtladı”... Emperyalistler artık istedikleri düzeni kurabilirlerdi. Bu düzen,
emperyalizmin dünyaya hakim olmasını sağlayacak, en ücra köşelere bile bu
hakimiyeti taşıyacak, sömürüyü alabildiğine arttıracaktı. Adı da konulmuştu:
“Yeni Dünya Düzeni”... YDD için çağrılar birbirini izledi: “Herkes bu düzene
uymalı, üzerine düşen görevleri yerine getirmeliydi”. Uymayanlar ise bir
şekilde uydurulacaktı.
Çağrıların
sadece emperyalist kapitalist ülkelerden yapılmasının yeterli inandırıcılığa
sahip olmayacağını düşündüklerinden olsa gerek, ilk çağrıyı yeni-sömürge
ülkelerin “hükümet dışı” güçlerinden oluşan ve emperyalizmin işbirlikçi
örgütlerinden biri olan, Güney Komisyonu’na[11]
yaptırdılar. Emperyalizmden yakınan ve “Güneyin ikinci sınıf statüsü”nü daha da
kurumsallaştırdığını, “yeni tip bir yeni-sömürgecilik biçimi”ne geçildiğini
vurgulayan komisyon; “Dünya toplumu içinde Güneyin adalet, eşitlik ve demokrasi
isteğine cevap verilmelidir” diyerek “Yeni Dünya Düzeni” çağrısı yapıyordu.[12]
Adalet, eşitlik ve demokrasi istenilen ve “Yeni Dünya Düzeni”ni kurması için
çağrı yapılan güç, emperyalizmdi. Emperyalistler elbette böyle bir “çağrı”ya
kulak verecek ve hakimiyetlerini ezilen halklara kabul ettirmek için YDD’nin
kurulacağını ilan edeceklerdi.
“Dünyanın
efendileri”, yeni dünya düzenini Churchill’in ağzından şöyle ifade ediyorlardı:
“Dünyanın yönetilmesi, sahip oldukları dışında kendileri için hiçbir şey
beklemeyen tok uluslara bırakılmalı. Dünyanın yönetimi aç insanların eline
geçerse tehlike her zaman kapımızda olur. Oysa hiç birimizin daha fazlasının
peşinden koşmak için bir nedeni yok... Gücümüz bizi ötekilerin üstüne
yerleştirdi. Kendi malikanesinde huzur içinde yaşayan zengine benziyoruz.”[13]
Küreselleşme
ve YDD’ yi birkaç emperyalist ülkenin dünyayı denetime alma isteği olarak ifade
edersek, emperyalizmin bu isteğinin yeni olmadığını da söylemeliyiz. 1. ve 2.
Emperyalist Paylaşım Savaşları’nın çıkış nedenleri de farklı değildir. 2
Paylaşım Savaşı’nın baş aktörlerinden olan ve emperyalist tekeller tarafından
desteklenen faşist Hitler de dünyaya hakim olmak istiyor ve kuracağı düzeni
“Yeni Düzen” olarak ilan ediyordu. “Dünya kapitalist sisteminde 1990’lı yıllarda emperyalizm kavramını
işlevsiz kılacak boyutta gelişmeler gerçekleşmiş midir? Ticaretin, sermaye
hareketlerinin ve finans sistemlerinin artan boyutlarda liberalleşmesinin
gerçekten yeni dönüşümler olduğunu söylemek güçtür.”[14]
Emperyalistler arası çelişki ve çatışmalar da, emperyalistlerin dünyaya
istedikleri gibi hükmedebilmelerinin önünde hala bir “engel” oluşturmaktadır.
Dünya
ekonomisinin içine girdiği kriz; aşırı üretim, daralan pazarlar ve kâr
oranlarının düşmesiyle karakterize oluyor. Sermaye aşırı kar hırsının
beraberinde getirdiği aşırı üretimle ortaya çıkan krizler kriz sermayenin
sınırsızca gelişimine ağır darbeler indirmektedir. Sermayenin durmaksızın
genişleme ihtiyacıyla bu söz konusu krizler arasındaki çelişki, üretimin yüksek
düzeylerde toplumsallaşması ile mülkiyetin özel mülkiyet olarak tekellerde
yoğunlaşmasının oluşturduğu çelişki, emperyalist-kapitalist sistemin giderek
büyüyen krizlerini yaratmaya devam ediyor. Bugün de derinleşen kriz, emperyalistler arası çatışmalar ve
hegemonya mücadelesi keskinleşmektedir.
19 Eylül 1992 tarihli World Economy (Dünya Ekonomisi) dergisi şu
değerlendirmeyi yapıyordu: “1980’lerde dünya ekonomisinde çok önemli bir
değişiklik yaşandı. Bu dönemde ulusal mali piyasaların aralarındaki sınırların
çoğu ortadan kalktı ve gerçekten global bir sermaye piyasası oluşmaya başladı.”[15]
Derginin bahsettiği “global sermaye”, emperyalizmin “küreselleşme”
demagojisinin ekonomik temelidir. Emperyalizm “küreselleşme” demagojisi
yaparken iki temel üzerinde hareket etmektedir: 1- Sermayenin kendi arasında
birleşmesi ve tüm dünyayı bir ağ gibi sarması.2- Bilim ve teknolojideki
gelişmelere paralel olarak, iletişim alanında katedilen mesafe... Bu iki
gelişme elbette, birçok başka gelişmeyi ve sonucu da yaratmaktadır. Burada
önemle vurgulanması gereken yan şudur; emperyalist sermayenin birleşmesi ve
dünya üzerinde hakimiyetini arttırmaya yönelik girişimleri, 2. Paylaşım Savaşı
sonrası gerçekleştirilen emperyalistler arası entegrasyonun yeni bir biçim
almasından başka bir şey değildir.
Dünyayı belirleyen
temel ekonomik ilişkilerin bütünü emperyalizm ile ilgilidir. Ne var ki bunlar
günümüzde “küreselleşme” terimi ile
açıklanmaktadır. “Küreselleşme”, kavram olarak emperyalizmin yerine geçmiştir,
ve bu terminolojik değişim, aynı olgulara iki farklı biçimde bakmak anlamına
gelmektedir. “Küreselleşme” terminolojisini kullanan çözümlemeler emperyalizmi
stratejik bir kavram olarak kullananlardan ayrılır.”[16] Leninist emperyalizm çözümlemeleri
Marksistler için geçerliliğini halen korumaktadır; ancak bu analizler süregelen
Marksizmcin krizine bağlı olarak, post-Marksist ve post-modernistlerin
dünyalarında “küreselleşmeyi” terminolojik olarak kullanmaları bunun önüne
geçilmez bir süreç olduğu bunda “iyi yönler aramak” gerekliliği üzerinde
dururken ideolojik teslimiyetlerini pekiştirmektedir. Düzenin devamından yana
olan güçlerin elinde ise kapitalizmin yenilmeyecek tek güç olduğu ve
alternatifinin ise yalnızca yine kendisi olduğu üzerinedir. Birincilerin
düştüğü durum ikincilerin savunusunu güçlendirirken bu tür teslimiyetleri ve kavramları
emperyalist ideologların gözlükleri ile algıladıklarındandır. Bu algılama
Marksizm adına reddedilmelidir.
Pazarlar üzerinde
yürütülen hegemonya mücadelesi kendini
istikrarsızlık olarak açığa vuruyor. Emperyalistlerin istikrarsızlaştırma ve
nüfuz alanlarını kendi çıkarları doğrultusunda yeniden düzenleme politikası,
çeşitli yerel çatışmalarda ifadesini buluyor. İşte bazı örnekler: Ortadoğu’da
İsrail-Filistin, Irak; Kafkasya’da Rusya-Çeçenistan, Gürcistan-Abhazya,
Azerbaycan-Ermenistan; Uzak Doğuda Çin-Uygur; Asya’da Afganistan, Keşmir,
Pakistan-Hindistan; Latin Amerika’da Kolombiya, Peru; Afrika’da Ruanda-Kongo,
Eritre; Balkanlarda Sırbistan-Bosna-Hersek, Hırvatistan-Sırbistan,
Sırbistan-Kosova, Makedonya-Kosova vb.
ABD’nin yüksek
askeri gücünün yanında, dünya pazarındaki üstünlüğünün sarsılması bir çelişki
oluşturuyor. ABD, bu makasın daha da açılmasını durdurmak, ekonomik düzlemde
gerileyen konumunu dünya jandarmalığı altındaki askeri politikasıyla ortadan
kaldırmaya çalışıyor. Tek başına kaldığı halde, rakip emperyalistlere meydan
okuma cesaretini de silahlı süper güç oluşundan alıyor. Bu gün için askeri
hegemonya alanlarının başlıca stratejik noktasını Irak ve Ortadoğu oluşturuyor.
Ortadoğu ve Irak’ta eski hegemonik dengenin değişmesi, dünya genelinde
emperyalist hiyerarşik dizilimi etkileyecektir. Dünya ekonomisinin durağanlığı,
Amerikan ekonomisinin krizi, bölge üzerindeki hakimiyetinin sarsılması,
1990’dan günümüze kadar ki değişikler ve daha bir çok etmen ABD’yi savaş
alanına çekiyor.
Bugün dünyada
sürdürülen emperyalist it dalaşının temelinde petrol olduğu söyleniyor. Oysa
emperyalistlerin amacı sadece petrol rezervlerini kontrol altına almak değil,
içinde bulundukları ekonomiyi kriz kurtarmak ve yeni pazarlar açmaktır. Dünya
ekonomisinin krizi, pazarların emperyalist tekellerin ihtiyaçlarına göre
yeniden paylaşımını zorunlu kılıyor. Pazarların kontrolünde siyasi yapılanmanın
önemi son derece artmaktadır. ABD ve onun karşısında konumlanmaya çalışan
AB’nin sürece müdahalesi farklı düzeylerde gerçekleşiyor. ABD emperyalist
sistemin ekonomik efendisi konumunu yitirmenin baskısıyla sürece savaşla
müdahale etmeye çalışıyor. AB ise pazarlara derinlemesine nüfuz ederek siyasi
üst yapıyı da belirleyecek olan ekonomik hegemonyasını örgütlemeye çalışıyor.
ABD ve hala hem
ekonomik hem askeri güç olarak emperyalist piramidin tepesindeki yerini
korurken, diğer emperyalist güçler bu durumu bozmaya çalışmaktadırlar. ABD,
Irak’ı önceleyen ve bölgeyi istikrarsızlaştırıp yeniden kendi egemenliği altına
almayı amaçlayan bir plan çerçevesinde, İsrail’in Filistin’i işgal etmesini
onamış ve desteklemiştir. Ancak bu süreç asıl olarak Irak'ın işgali ile devam
etmektedir. Irak'ın işgali, veya genel anlamda savaş, siyasetin başka araçlarla
yani silahlar aracılığıyla sürdürülmesidir. Ya da politikanın yoğunlaşmış
halidir. Sınıflı toplumlar tarihinin her döneminde, egemen sınıflar, kendi
çıkarlarını korumak ve geliştirmek üzere sayısız savaşların başlatıcısı
oldular.
Dünyada
şuan 60.000 çok uluslu şirket bulunmaktadır. Bu şirketlerin dünya bağlamında,
çevre-merkez ülke ayrımı olmaksızın
Sınır ötesi
şirket birleşmeleri ve şirket yutmaları, rakamlarla somutlanan bu
merkezileşmenin mekanizmasıdır. BM’ in raporunda; 1997 yılında 342 milyar dolar
olan sınır ötesi birleşmelerin 1991 yılına göre yaklaşık 4 kat arttığı
belirtiliyor. En son veriler ışığında, 32 trilyon dolara ulaşan dünya gayri
safi gelirinin %25’i 200 büyük şirket tarafından üretildiği belirtilmektedir.
Yine
aşağıda aktaracağımız veriler sürecin karakterini belirleyen uluslar arası
sermayeyi anlamada katkı sağlayacaktır.
*Dünyadaki
en büyük 100 ekonomik birimin
*En büyük
200 şirketin satışları toplamı, en büyük 10 ülke dışında kalan tüm dünya
ülkelerinin satışlarının toplamından daha fazla.
*Bu 200
şirket içindeki 4 büyük uluslar arası şirket, tüm Afrika kıtasının ürettiği
gayri safi gelirden daha fazlasını gerçekleştirmektedir.
*1983-99
yılları arasında söz konusu şirketlerin karlarındaki artış %362 olurken,
istihdam ettikleri işgücündeki artış sadece %14
*Uluslararası
mali piyasaların %80’ den fazlası 20 bankanın elindedir.
*Sayıları
10’u geçmeyen medya şirketi, uluslararası kamuoyu oluşturmada belirleyicidir.
*Sayıları
* En önemli
veri ise; 1983-1999 yılları arasında 200 şirketten hizmet ticareti alanında
faaliyet gösterenlerin toplam satışlar içindeki payı %34 den %47 yükselmiş
Rakamlarla
daha net tanımlayabildiğimiz uluslar arası sermayenin tüm merkez ve çevre
ülkelerde, 90’lı yıllarla birlikte hizmet sektörleri üzerinde etkinliğini
yoğunlaştırdığını da görüyoruz. Öyle ki 1997 verilerine göre hizmet sektörü,
uluslar arası yatırım-ticaret hacmi içinde %59’luk bir oranla başı çeker duruma
gelmiştir. Sermaye, hizmet sektörü içinde önceliklerini, su, elektrik dağıtımı,
posta ve haberleşme, bankacılık, sigortacılık ve yatırım danışmanlığı, sağlık,
eğitim, mühendislik ve tarım alanlarında yoğunlaştırmıştır. Bu alanlarda
ülkemizde ve tüm dünyada özelleştirme programlarının eş zamanlı olarak
uygulanması bu yoğunlaşmanın somut sonuçlarıdır.
Uruguay
Raundu kararlarından biri olan GATS(Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) hızla ve
genişletilerek hayata geçirilmektedir. Uluslar arası sermayenin egemenliğinde
yaşanacak uluslararası hizmet ticareti, finansal liberalizasyonla birlikte, uluslar
arası emperyalist sermaye egemenliğinin ve buna uygun yapılanmanın en önemli
zeminlerinden biri olmaktadır. İkili, bölgesel anlaşmalar (AB, NAFTA, APEC.
vb)ve örgütlenmelerle(IMF, DB, DTÖ,OECD vb) sağlanan egemenlik, hizmet
sektörlerinin GATS ile sömürü alanları haline getirilmesiyle, genişleyerek ve
derinleşerek güçlenecektir.
Emperyalist
ülkeler arasındaki bloklaşma, emperyalistler arası uzlaşmaz çelişkilerin
yaşanmadığı anlamına gelmiyordu. Savaş sonrası temel egemen gücü olan Amerikan
emperyalizminin belirlediği emperyalist politikalar çerçevesi içinde, diğer
kapitalist ülkelerdeki egemenler de emperyalist egemenlikte geri düşmelerine
rağmen, dünya pazarlarından kısmen de olsa paylanabiliyor, rekabet koşullarına
direnebiliyorlardı. Aynı dönemde, “bağımsızlık” zemininde ortaya çıkan ulus
devletler, işbirlikçi egemenleri ile emperyalist sömürü ilişkilerinin önemli
unsurları olmuşlardır.
Eski
düzenin çatışmalarını ise yine kabaca ifade edersek: ABD hegemonyasında
belirlenen ulus-devlet emperyalist hiyerarşi, bu hiyerarşinin güç dengeleri
içinde şekillenen yeni sömürge, (“bağımsız”) ulus devletler, eski dünya
düzeninin zorunluluğunu belirleyen Sovyet Bloğu gerçeği. Bu saflaşmalar ve
çatışmalar, eski dünya düzeninin ulus devletler üzerinden gerçekleşmesinin ve
daha dolayımlı ilişkilerle yürütülmesinin nesnel zorunlulukları idi.
İkinci
Dünya Savaşı öncesi, özellikle Avrupa’da 17 Ekim Devrimi sonrası kapitalizmi
ciddi anlamda tehdit eden Devrim Deneyimlerinin yenilgisiyle, daha da
yoğunlaşan emperyalistler arası çatışmalar dizginlerinden boşaldı ve
milyonlarca insanın ölümüne yol açan bir dünya savaşına vardırıldı. Bu kanlı
hesaplaşma içinde henüz bir devlet olan SSCB’nin de imhası planlanmıştı. Savaş
devam ederken, 1941 yılında uluslar arası emperyalist sermayenin en etkin gizli
örgütlerinden olan Dış İlişkiler Komisyonu(The Council of Foreing Relations),
savaş sonrasının rotasını belirlemek için çalışmalarını başlatmıştı. Rota, SSCB
nin imhasına göre belirlenmişti. Nitekim 1944 yılında Bretton Woods Konferansına
getirilen White Ekonomik Planı bu rotanın programı olarak kabul edildi. Plan
gereği üç önemli sermaye örgütünün; Uluslar arası Para Fonu IMF(1947), Dünya
Bankası(1948) ve Dünya Ticaret Örgütü oluşturulması karar altına alındı. Bu
örgütlerden Dünya Ticaret örgütü konjonktür gereği kurulamamış fakat
işlevlerini yerine getirecek Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması(GATT)
imzalanmıştır. Bu anlaşma 1995 yılında kendini Dünya Ticaret Örgütü ne
taşımıştır.
1950lerin
ikinci yarısından itibaren SSCB’ nin sosyalist bir devlet olmaktan çok
özellikle Doğu Avrupa üzerinde etkinliğe sahip bir blok olarak (Doğu Bloku)
varlığı, Sosyalizmden geri dönüşün somutlanmış hali idi. Bu gerçeklik
karşısında sistem kendinde dönüşümü zorunlu hale getirdi. Koşullar, yeni ekonomik
yapının öncelikle nufuz alanındaki devletler üzerinden yürüyecek bir
emperyalist sermaye birikim ilişkisini zorunlu kılmaktaydı. Ayrıca dünya,
kapitalizmin dışında hala çok geniş coğrafyaya sahipti ve mevcut koşullar bu
coğrafyaların fethine elverişli idi.
Yeni gelişmeler sovyetlere emperyalist sermayeye olarak zorunlu bir
genişlemeyi dayatmaktaydı. Emperyalist sermayeler içinde dünya pazarlarının
yeniden paylaşımının sonunda varılan yer pazarın tekrar daralması ve yeniden
Pazar kavgasının kızışmasıydı. Sovyetlerin kendi pazarı içindeki sıkışıklığın
atlatılması ve genişlemeye dönük ortaya konulan White Planı katlanılmak zorunda
olan bu maliyetin aşılmasının, yeni yoğunlaşmanın ve merkezileşmenin de
programı olarak uygulandı. Bu süreçte, devlet kapitalizmi yapılarının
güçlendirilerek kapitalist pazarların yaratılması, geliştirilmesinin en önemli
parçasıdır.
1945
sonrasının bu statükosu, 1970lerin ikinci yarısından sonra ve özellikle Sovyet
Blok’u diye tanımlanan devlet kapitalizmine dayanan burjuva diktatörlüklerinin
çözülmesinin de etkisi ile ekonomik, politik ve sosyal gelişmelerle çözülmeye
başlamış, mevcut düzeni işlevsizleştirmiştir.
Emperyalist
sermayenin en son projesi olan GATS’ a varan süreci tersinden geriye doğru
takip ettiğimizde; Millenium Round, MAI, WTO, NAFTA, Uruguay Raundu, Tokyo
Raundu, AB, GATT, IMF, DB, Bretton Woods, ICC (Uluslar arası Ticaret Örgütü),
gibi kurum ve anlaşmalara ve sermayenin stratejileri ve planlarının yapıldığı
gayri resmi sermaye örgütleri olan; Dış İlişkiler Komisyonu(1941), Bilderberg
Komisyonu (1954), Üçlü Komisyon(1973), Davos Dünya Ekonomik Formu(1972 ) tanık
olmaktayız.
Lenin’in de dediği gibi, “ne tür biçimler altında sağlanırsa
sağlansın, ister biri diğerine karşı bir emperyalist koalisyon oluştursun veya
bütün emperyalist güçleri bünyesinde toplayan genel bir ittifak olsun, bunlar,
savaşlar arasındaki bir «ateşkes»ten başka bir şey değildir kesinlikle.
Barışçıl ittifaklar savaşların zeminini hazırlar ve zamanı geldiğinde de
savaşlar çıkar.” Emperyalizmin karakteri Lenin’i doğrulamaya devam
ediyor. Emperyalistler arası iktisadi güç dengeleri bakımından bakıldığında
Dünya ekonomisi kapitalizmin yasası gereği bir bütün olarak büyük bir gelişme
hızı sergilemektedir. Bu gelişmenin doğası kendi içinde, eşitsiz gelişme
yasasıdır.
ABD’nin desteğiyle ayağa kalkan Almanya ve
Japonya bu süreç içinde ABD’den çok daha hızlı ve dinamik bir biçimde gelişti.
ABD’nin dünya üretimindeki payı sürekli olarak azaldı. %57 olan 1945’teki pay,
daha 1950’de %40’a, bundan 30 yıl sonra Reagan yönetiminin başlarında ise
%20’ye geriledi. Bunun anlamı ABD’nin payının nispeten kısa bir süre içinde
neredeyse üç kat daralmasıydı. Aynı olgu ithalat ve ihracat dengesi açısından
da görülmektedir. 1950’lerin başında ABD, ithalatının %34,2’si kadar dış
ticaret fazlası verirken, ilk kez 1974/76’da bu oran eksi %6,3’e dönüştü ve her
yıl artarak 1985/87 döneminde eksi %40,1 gibi muazzam bir rakama ulaştı; bu
açık 1988/89’da ancak %28 düzeyine gerileyebildi. Buna mukabil aynı dönemde
özellikle Almanya ve Japonya’nın üretim ve ticaretteki payları sürekli olarak
arttı. Dolayısıyla, ABD’nin hegemonyasını sürdüğü dönem aynı zamanda bu
hegemonyanın aşınma sürecidir.
Kapitalizmin
içine düştüğü krizlerin büyümesi, çeşitli burjuva kesimleri ve grupları
arasında rekabetin, çatışmaların, yani pazarların yeniden emperyalist paylaşım
savaşlarıyla sonuçlanması kaçınılmazdır. Ekonomik krizler nasıl kapitalizmin
içsel işleyişinden kaynaklanıyorsa, kapitalizmi bu krizlerden kurtarmak mümkün
değilse, emperyalist savaşlar da doğrudan kapitalizmin ekonomik krizlerinden ve
yeniden-paylaşım kavgasından türerler. Savaşsız bir kapitalizm
düşünülemez. Lenin, Marx’ın Kapital’de
dile getirdiği temel tezlere dayanarak ve kapitalist ülkelerdeki ekonominin
yeni olgularını genelleştirerek, emperyalizmi, kapitalizmin son aşaması ve
proletaryanın sosyal devriminin arifesi olarak tahlil eder. Kapitalizmin bu
evresini, önceki rekabetçi kapitalizmden ayıran şeyin tekelleşme olduğunu
gösterir. Emperyalizmin temel özelliklerini ve tekellerin egemenliğinin somut
biçimlerini ayrıntılı olarak ele alan Lenin, emperyalizmi, aynı zamanda “asalak
ve çürümüş kapitalizm”[17]
olarak da tanımlar.
Emperyalizm
Teorisi’nde Lenin, kapitalizmin tekelci gelişme aşamasındaki çelişkilerini,
dünyanın yeniden paylaşılması için savaşların kaçınılmazlığını, halkların
baskıya ve köleliğe karşı kurtuluş mücadelelerinin haklılığını, kapitalizmin
eşitsiz gelişme yasasını, emperyalist zincirin en zayıf halkasından
koparılacağını ve sosyalizm bir ya da birkaç ülkede mümkün olduğunu,
proletaryanın müttefiki olarak köylülüğün önemini, Ulusal Kurtuluş Savaşları
ile proletarya hareketinin birleşik mücadelesinin zorunluluğunu, sosyalizmin
zaferi için proletarya diktatörlüğünün kaçınılmazlığını vb. ortaya koyar.
“Marksizm “çağdaş kapitalizme bilimsel açıdan yaklaşabilme konusunda esas unsur
olarak kalmaya devam etmektedir.”[18]
Lenin’in bu
bütünlüklü teorisi, aradan geçen bunca yıla ve emperyalist-kapitalist sistemde
yaşanan onca gelişmelere rağmen temel özünü korumuş, geçerliliğini sürdürmektedir.
Ancak, o günden bugüne, Lenin’in emperyalizm analizine dönük eleştiriler, hatta
karşıt teoriler de ileri sürülmektedir. Pek çok kişi, kurumlar tarafından bazen
açık, bazen sahtekarca dile getirilen bu eleştirilerin, teorilerin maddi kimi olaylarla
da ilişkisi vardır. Özellikle; I. Paylaşım Savaşı, SBKP’nin 20. Kongre
Kararları ve yakın dönemde yaşanan sosyalist ülkelerdeki karşı-devrimlerin,
yüzyıllık emperyalizm tarihindeki bu teorilerin pek çoğuna kaynaklık ettiği
aşikardır.
Bugün
için, emperyalizme karşı mücadelede olumsuz etkiler yaratmış bu teorilerin
belli başlılarına eğilmek gerektiğinde, Lenin’in yürüttüğü polemikleri
öncelikle hatırlatmak gerekir.
Bugün
için reel sosyalizmin
çöküşü ile (tam olarak nedeni olmazsa bile) “yeni bir çığır açıldığını,
yeni bir çığırın doğduğunu, kapitalist gelişme sürecindeki basit değişimlerden
farklı büyük bir niteliksel sıçrayış yaşadığını söyleyen “sol
entellektüellerin” çoğunluğu şaşırtıcıdır. Bu “sol entellektueller”, Marksist
iktisatçılar veya post-modernist kültür teorisyenleri olabilirler; ve yeni çağa
değişik isimler takabilirler en yaygın olarak küreselleşme” çağı ya da
“post-modernite” süreci bazen de her ikisi”[19]
Buna göre,
dünya kocaman bir köydü ve herkes bu köyün içinde serbestçe dolaşabilecekti.
“Soğuk Savaş” döneminde dünya ticaretinin önüne koyulmuş olan gümrük duvarları
kalkacak, tek bir dünya pazarına geçilecekti. Sermaye ve mal akımlarının,
teknoloji ve kültür aktarımlarının serbestleşmesiyle de, geri kalmışlık, baskı
rejimleri ortadan kalkacaktı. Bu durumda sınırların, ulusal bağımsızlığın,
bağımsızlık savaşlarının, artık bir önemi kalmamıştı. Emperyalizm aşılmıştı ve
bağımlılık yerine “karşılıklı bağımlılık” dönemi başlamıştı.
Ekonomik
yönden emperyalizm tekelci kapitalizmdir. Tam tekele ulaşmak için, tüm dünyada
her türlü rekabet saf dışı edilmiş olmalıdır. "Mali-sermaye çağında"
yabancı bir ülkede rekabetin saf dışı edilmesi rakibin ekonomik bakımdan mali
bakımdan bağımlı hale getirilmesiyle, hammadde kaynaklarının ve sonunda bütün
işletmelerinin ele geçirilmesiyle yapılır. “Burada söz konusu olan kapitalizmin
şu ya da bu evresi değil kapitalizmin hareket yasaları, onun değişim sürecine
başlangıçtan itibaren sürekli hükmeden kuralların mantığıdır. Durum
kapitalizmin 21. Yüzyıl eşiğinde, 19. Yüzyıl ortalarındakinin aynı olup
olmaması değildir. Tam tersine durum kapitalizmin değişmesi, ama bu değişimin
baştan beri anlaşılır bir “süreç mantığı” ile yönlendirilmesidir hem küresel
genişlemesinde hem de toplumsal koşulları alt-üst etmesinde kendisini gösteren
süreç mantığı.”[20]
Bir ülkenin
büyük mali-sermayesi, bir başka ülkedeki, siyasal bakımdan bağımsız olan bir
ülkedeki rakiplerini her zaman kapatabilir ve sürekli olarak böyle yapmaktadır.
Ekonomik bakımdan bu tam olarak gerçekleştirilebilir. Siyasal ilhaka
başvurmaksızın ekonomik "ilhak" tam
olarak
"gerçekleştirilebilir" ve bu yola geniş ölçüde başvurulmaktadır. Bunu
devlet ve devlet görevlileri aracılığı ile de gerçekleştirmektedir. Çok uluslu
şirketlerin denetimine giren devletler “Küreselleşme sahneye çıktığında, devlet
striptiz yapmaya başlar, gösterinin sonunda üzerinde yalnız çıplak
zorunluluklar, yani baskı güçleri kalır.Maddi temeli tahrip olduğundan,
egemenliği ve bağımsızlığı iptal edilmiş, politik sıfatı silinip kaybolmuş ulus
devlet mega şirketlerin basit bir güvenlik birimleri haline gelir. Dünyanın
yeni efendilerinin doğrudan yönetmeye ihtiyaçları yoktur. Ulusal hükümetler
onlar adına işleri yoluna koyma görevini üstlenmiştir.”[21]
Burjuva
ideologların aksine emperyalizm, Lenin’in formüle ettiği tezlerdeki özünü,
aradan geçen 85 yıla rağmen korumaktadır. Siyasi gericilik demek olan
emperyalizm, bugün dünyaya demokrasi değil; tersine şiddet, zorbalık, halkların
hegemonya altına alınması, sömürün yoğunlaşması siyasetini dayatmaktadır. Yeni
Dünya Düzeni ile birlikte yeni sömürgelere ekonomik, politik ve askeri bakımdan
doğrudan müdahale edişinin en bilinen örneklerini Bosna’da, Somali’de, Irak’ta
ve Kosova’da dünyanın birçok bölgesinde vermektedir. Onun bunun bölgelere
“barış”ı taşıdığı propagandası, tam anlamıyla bir sahtekarlıktır. Çünkü O,
askerileştirmiş olduğu ekonomisinin krizini hafifletmek, büyük silah
tekellerinin çıkarlarını gözetmektedir.
Emperyalizm,
dün olduğu gibi bugün de üretici güçlerin gelişiminde en büyük engeldir. Çünkü,
sömürü, baskı ve insanın köleleştirilmesine dayalı niteliğiyle önce üretici
güçlerin başında gelen insanın gelişmesini engellemektedir.
Daha çok
kar, daha çok sömürü hırsı, emperyalist ülkelerdeki toplumların bütün değer
yargılarını alt-üst etmektedir. Yolsuzluk, rüşvet, ahlaksızlık hırsızlık vb.
sorunlar toplumları kökünden sarsmış; insanların devlete, düzene ve geleceğine
olan güvenleri alt-üst olmuştur. Metropollerin insanı, fiziksel yönden olduğu
kadar moral yönden de çöküntü içine girmiş, bireyci ve yalnızlığın karanlık
çukuruna itilmiştir. Ruh ve sinir hastalıklarının, tecavüzün, uyuşturucu
maddelerin kullanımının, orta ve dengi okullara kadar inmesi, akıl almaz
cinayetlerin emperyalist ülkeleri, önü alınmaz bir afet gibi saran somut bir
gerçekliktir.
Lenin’in asalak ve can çekişen kapitalizm
olarak tanımladığı emperyalizmin kendini yıkıma götüren zaafları, yalnızca
bunlar değildir. Teknolojiyi halklar aleyhine kullanması, doğal kaynakları yok
etmesi, çevreyi yaşanmaz hale getirecek düzeyde tahrip etmesi ile o, insanlığın
yalnızca bugününü değil, geleceğini de tehdit etmektedir. Bunalımlar içinde
kıvranan sistemin ürettiği enflasyon, işsizlik, hayat pahalılığı, ağır
vergiler, tüm kesimleri etkilemektedir. Kısacası emperyalizm, içte ve dışta vaat
ettiği “barış”ı sağlayamadığı için, geleceğe güvenle bakamamakta, devrim ve
sosyalizm korkusu içinde yaşamaktadır.
Kapitalizmin, yani hareketlenişine karşı, bir örgütleniş gerekiyor. Emperyalizme karşı mücadele, kapitalizme karşı mücadeleden başka bir anlam taşımaz; sermaye kendi açısından ulus/devleti “yıkarak” yoluna devam etmektedir. Marksistlere düşen görev ise “Sosyalist ulus devlet” şiarını güçlendirmektir. Kapitalizmin elindeki “globalizm” (enternasyonalizm) kasabın elindeki bıçaktır; Bu bıçak hem kasaba hem de koyuna hizmet etmez. Emperyalizm ideolojisi ile tüm sınıfları etkilemekte ve onları kendi safına geçmeye zorlamaktadır. Ezilen sınıflarla, ezen sınıflar arasında aşılamaz “Çin seddi” yoktur. Emperyalizme karşı mücadelede, yerel ve ulusaldan başlayan, ama onların darlığı içine hapis olmayan enternasyonalist bir örgütleniş ''daha insanca bir dünya''nın kuruluşuna götürecek olan yolun taşlarını döşeyecektir. Çünkü, kapitalizmin her yeni gelişimi, yeni krizlerinin de nededir. Krizden kurtulmanın eski yöntemleri Kapitalizmin “global” döneminde giderek geçersizleştiği için, kapitalizmin bu kadar “evrenselleşmesi” nedeni ile yeni ve şiddetli şekilde yeniden ortaya çıkacaktır. Bütün Ulus ve halklar için şiar yine aynıdır “Bütün Ülkelerin işçileri ve ezilen halkları birleşiniz.”
ULUSAL
DEVLETİN DURUMU VE MÜCADELE
Dünyada
emperyalizmin ekonomik hakimiyeti emperyalizme bağımlı ulus devletlerin
ekonomik olarak da emperyalist sermayenin gereklerini yerine getirme amacına
uygun olarak yeniden şekillenmesine yol açtı. Kapitalizmin kendini yenileme
çabası sonucu olarak “küreselleşme”kavramını ortaya sürdü. Küreselleşme kavramı
ile birlikte artık kapitalizmin eski kapitalizm olmadığı ve bunun sonucu olarak
ulus devletlere gerek kalmadığı “küreselci teorisyenlerce” savunulmaya
başlandı. ulus devletlerin artık işlevini tamamladığı savı emperyalist
devletleri gizleme için ideal bir ortam sergilemektedir. Böylelikle bu gelişme tartışmalarında ortaya çıkan
sonuç, tek taraflı olarak sadece bağımlı ulusların devletlerindeki bir değişim
olarak kendini ortaya koyuyor. Ulus-devlet kavramından sadece bağımlı ulusların
devletlerini anlayan post yapılanmalar her nedense emperyalist ülkelerin ulus
devletlerini görmezlikten gelirler. Bu devletleri ulus kavramına sığdıramamaktadırlar.
Bir yandan dünyada hakimiyetini pekiştiren emperyalist devletler diğer yandan
emperyalist sermayenin tahakkümündeki bağımlı ulus devletler.
Emperyalizmin yeni yapılanmalar doğrultusunda
oluşturmaya çalıştığı “küreselciliğe” kendini ideolojik olarak kaptıranlar iki
ulus devlet arasında hangisinin yok olduğunu söylemeye dilleri varmıyor. Zira
emperyalist devletlerin güçlenmesi ve faaliyet alanlarını genişletmelerini izah
edememektedirler. Ulus-devletlerin ortadan kalkması bağımlı ulusların devletlerin
ekonomideki yaptırımlarının ortadan kalktığı anlamına mı geliyor? yoksa bu
ulus-devletlerinin yapılanmalarının uluslar arası sermayenin gerekliliklerine
uyumumu sağlanıyor.
''ulus-devletsiz
dünya'' tezi; post yapılanmaların (Post yapılanmalar kavramından kastedilen
post-modern ve post Marksist vb. gibi post kavramını kullanan yapılardır.)
dünyalarından çok Marksistlerin düşüncelerini süsleyen temel tezlerden biridir.
Uzunca bir dönem Marksizm’in bu düşüncesine saldıran her türlü kapitalist
teoriysen “küreselleşme” düşüncesine bağlı olarak bu teze sıkı sıkıya
sarılamaya başladılar.
Tekelci
rekabetin kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan tekelci birleşmeler, yalnızca
ulusal sınırlar içinde gerçekleşmez. Sermayenin uluslararası yapılanması,
çeşitli krizlere gebe olan çok çelişkili bir süreçtir. Bir yandan sermaye,
gerek yapılanmasının tarihsel kökleri ve gerekse, sırtını bir ulus-devlete
yaslama güdüsünden kendisini büsbütün kurtaramaz. Ama öte yandan, devasa
yatırımlara ortaklaşa giren farklı ülke sermaye gruplarının varlığı da çok
somut bir gerçekliktir. Ayrıca, büyük kriz dönemlerinde zor duruma düşen
sermaye gruplarının, “sermayenin vatanı yoktur”u kendilerine daha güçlü
“yabancı” ortaklar aramaları kapitalist işleyişin dayattığı bir zorunluluktur.
Mali sermaye
birleşmelerinde de hiçbir zaman tekeller ortak paylarla bir araya gelip
ortaklıklar kuramazlar bu sermayenin iç işleyiş yasasıdır. Her işleyişte
sermayeler payları oranında birliklerde söz sahibidirler ve sömürüden de bu
oranda pay alırlar. Kökenleri bir ulusa dayanan her bir sermaye veya sermaye
grubu, Pazar savaşı içerisinde diğer ulus devletlere kafa tutan tekeller, içine girdikleri her çıkmazda
kendilerine destek olarak ve diğer uluslar üzerinde aracı olarak ilk anda ait
oldukları ulusun devletini imdada çağırırlar. Bu anlamda da Hem birleşme, hem rekabet emperyalizm
aşamasına yükselmiş kapitalizmin kendi içindeki çelişik karakteri devam eder.
Sermaye karakteri
gereği sınır tanımazlığını her yerde ortaya koyarak bunu hem ulus-devletin dar
sınırlarını aşma hem de milliyetine bakmaksızın gerçekleştirilen uluslar arası
çapta birleşmelerle gösterir. Yani, sermayenin bütünleşme eğilimine rağmen,
ulusal kimliğini kullanır. Burjuvazinin halkları, işçi sınıfını milliyet ve
ulus temelinde bölerek hakimiyetini kolaylaştırır. Kapitalistlere göre ulusal
kimliğinden tamamen kopmuş, kendine ait ulus olmayan sermaye yoktur. Bu işleyiş
içinde ve çok yönlü ekonomik ilişkilerin sonucunda, büyük mali sermaye grupları
yine de ayaklarını askeri ve ekonomik olarak güçlendirdikleri bir “ulusal
devlet” zeminine basarak hareket ederler. Ulusal devlet (ler) burada onların
dünyadaki baskı aracıdır.
Bu konuda
verilecek uluslar arası bazı sermaye gruplarını incelediğimizde, hemen her
sektörde birkaç dev şirket üretimin tamamına yakın kısmını kontrol ediyor ve
yönetiyor. Uluslar arası otomobil üreticilerinden dünya üretiminin % 76’sını en büyük 10 şirket
gerçekleştiriyor. General Motors ve Ford’un toplam gelirleri Afrika’nın
güneyindeki bütün ülkelerin ulusal gelirleri toplamından daha fazla. Dünya
kahve üretiminin % 80’ini iki şirket
gerçekleştiriyor. Dünya tütün sektörünün %
Dünya ölçeğinde
tüm teknoloji ve üretim patentlerinin %
Uluslararası
sermaye nitelik olarak belli bir ulusa tam anlamıyla bağları olan yapılanmalar
değil bir çok ulusu ve bu ulusların sermaye gruplarının oluşturdukları dev
kartellerdir. Bu dev kartellerin yönetimlerinin ve merkezlerinin en güçlü
emperyalist ülkelerde olması sermaye sahiplerinin kendilerini güvende
hissedecekleri merkez seçmelerinden kaynaklanmaktadır. Diğer yandan üs
devletlerin siyasal ve askeri koşullarının yapılanmaları sermayenin güven ve
yayılma gerekliliklerine göre düzenlenmektedir. Çokuluslu şirketlerin
merkezleri ile emperyalist devletlerin
temsilcileri arasındaki bağlar incelendiğinde, bunların sermaye grupları olarak
çok ulusludurlar. ama içerikte her bir grubun bir biçimde ulusal bir tabana
kendilerini oturtmaya çalışırlar. Emperyalist ülkelerdeki devletleri kendi
egemenlikleri için kullanırlar. Küreselci teorisyenler, uluslararası sermaye
gruplarının gücünü ifadelendirirken emperyalist devletleri özellikle gizlemeye
çalışırlar. Devletlerarası çatışmaların altında yatan gerçeklik sermaye
gruplarının çatışmasıdır ve tekeller arası rekabetin anlaşılmasında anahtar
kavram küreselleşme değil, emperyalizmdir.
Emperyalist devlet ve bağımlı devlet
ilişkileri birbirine sıkı sıkıya bağlı geniş bir ekonomik ve politik ilişkileri
ağının parçasıdır. Sermayenin karakteri gereği her sermaye artı değerden
sermayesinin toplam sermaye içerisindeki payı kadar pay alır daha fazlası diğer
sermaye grubu için zarar demektir. Emperyalist Pazar kavgası da bu orandaki
değişimlerin bir ifadesi olarak ortaya çıkar. Belirleyici olan uluslar arası
planda bağımlılık ilişkisinin temelindeki ekonomik zordur.
Emperyalizm döneminde büyük kapitalist
güçlerin daha güçsüz ulusları dize getirebilmesi için, onları
sömürgeleştirmeleri, siyasal bağımsızlıklarından, kendi ulus-devletlerinden
yoksun bırakmaları gerekmiyor. Emperyalist sömürü ve hegemonya mekanizması,
siyasal bağımsızlığını kazanmış, kendi devletini kurmuş ulusların varoluşuyla
çok da güzel uyuşuyor. Bu gerçekliğin kavranması için, 20. yüzyılın ikinci
yarısında ve son dönemlerinde cereyan eden olaylara kısaca göz atmak
yeterlidir. Örneğin, eski sömürge ülkelerde ulusal bağımsızlığın kazanılması,
emperyalist sömürü mekanizmasını hiç de sekteye uğratmamıştır. Keza emperyalist
çıkarlar uğruna çıkartılan bölgesel savaşlarda ulusal ayrılıklar körüklenmiş,
daha önce tek bir ulus-devlet çatısı altında yaşayan uluslar birbirlerine
düşürülmüş, fakat sonuçta yeni sömürgeler değil, çeşitli emperyalist
devletlerin nüfuz alanına giren yeni ulus-devletler biçimlendirilmiştir.
Dünyada ki
ulus devlet bağımlılıklarının sadece ekonomik zorla açıklanamayacağını iddia
edenlerin varsayımlarının ortaya attığı “imparatorluk” tam da buna denk
gelmektedir. “Tüm uluslardan azade bir yapılanma ve güç ortaya çıkmıştır. Bu
yapılanma hem ekonomik hem de insanın insan olmaktan kaynaklanan ihtiyaçlarının
çözümü için (ekonomik özgürlük, sosyal özgürlük,) bio-politik yapılanmaya doğru gitmektedir.” Biz bunu
şöyle okuyabiliriz. uluslararası sermaye, emperyalist devletlerin iktidarını
büyütüp, genişletmektedirler. Böylelikle ulus devletlerin anlamı kalmamış dünya
global bir kapitalist çerçeveye büründüğünden kapitalistler arası rekabet ve
devrim olanakları ortadan kalkmıştır.
Post
Marksistler bu konuda haklıdırlar. Ulusal devletler kapitalizm eliyle
kapitalist bir biçimde ortadan kaldırılmaktadırlar. Tarih ne gariptir ki bir
dönem burjuvazi eliyle tarihe sokulan uluslar yine burjuvazi tarafından tarihe
gömülmektedir. Burada Emperyalizmin dayanakları olan ulusal devletler burjuva anlamda
ulus devletlere tekabül etmemektedir. Zira her şeyi ile emperyalizme bağımlılık
onlarda bağımsızlığın kırıntısını dahi bırakmamıştır. Her ne kadar politik
olarak bir bayrağa veya toprağa sahip olmak bağımsızlık anlamına gelmemektedir.
Emperyalizm her ulus devleti her yönü ile bağlayarak onları kendisinin yerel
ajanları haline getirmektedir. Buradan bakıldığında ulusal devletler yoktur ve
onları savunmak anlamsızdır. Diğer yandan politik olarak, bağımlı ulus-devletler emperyalizmin yerel
ajanları olarak, işçi sınıf ve ezilen halklar karşısında konumları güçlenmiş,
daha da güçlendirilmektedir. Zira
uluslar arsı sermayenin ulusal görünüm altında kapitalist devletlerin gücüne
hala ihtiyaçları vardır.
Ulus
devletlerin yok olduğu savı devletin niteliğini gözlerden saklamaya
çalışmaktır. Bu tartışmalarda asıl hedef politik mücadelede savaşın merkezinde
yer alan burjuva devleti gizlemek ve iktidar perspektifini yok etmektir.
“Yalnızca burjuvaziye doğrudan bağımlı olan insanlar değil, yalnızca sermayenin
boyunduruğu altında yaşayan, ya da sermayenin hizmetinde pek çok, her türden
bilim adamı, sanatçı, din adamları insanlar yanında, sadece burjuva
önyargısının etkisi altında bulunan insanlar bile, sosyalizme karşı
savaşmaktadırlar. Özgür devlet, özel mülkiyet var olduğu sürece, devlet,
demokratik bir cumhuriyet bile olsa, ezilenleri “baskı altında tutmak için
kapitalistlerin kullandığı bir makineden başka bir şey değildir ve devlet ne
denli özgür ise, bu, açık-seçik bir biçimde ifade edilmektedir.”[23]
Teknolojik gelişmelere , dünyadaki
iletişimin artmasına bağlı olarak ulus devletleri ortadan kaldıran mantık.
Teknolojinin, kapitalizmi de dönüştürdüğünü ; ezen ezilen (sömüren sömürülen )
ilişkisinin ortadan kalktığını; her bireyin bu ilişki içerisinde aynı yerde durduğunu
ifade etmektedirler. Üretim araçlarının gelişimindeki her aşama mutlak olarak
üretim ilişkilerinde de bir takım değişikliklere yol açar.
Ortaya çıkan değişikliklerde bakılması
gereken nokta temelde sömüren ve sömürülen
ilişkisinde sınıfların üretim araçları karşısındaki konumları temel alınır. Kapitalizmin değişip
değişmediği ve değişim varsa nasıl olduğu daha rahat tanımlanabilir.
Ulus devletlerde emperyalizmin
hakimiyeti altında yok olup olmadıkları ve bun şekillenmede nasıl bir yerde
durdukları da buradan bakılarak tanımlanabilir. Her teknolojik gelişme sömürüyü
daha da artırırken sermayenin niteliği gereği egemenlik aracını daha da
güçlendirmesine neden olmaktadır.
Bağımlı devletlerin konumu uluslar arası sermaye karşısında “ulusal
sermayeyi” koruma kapasitesi olmayan devletler olarak betimlenir.
Aslında bağımlı uluslardaki devlet, halkçı devlet ya da refah devleti kadar
aktif bir şekilde düzenlemeci ve müdahalecidir, ancak onun aktifliği, kuralları
ve müdahalesi yabancı sermaye ve uluslararası sermayeye hizmet etmeye
yöneliktir.
Bağımlı
ulus-devlet, uluslararası sermaye
kuruluşlarının talepleri karşısında zayıf görünmesine karşın, onun
gerekliliklerini ulusal politikalarla yerine getirmekte oldukça güçlüdür. Bağımlı
devletin, emperyalist devletin politikalarını paylaşması ve kendi ülkesindeki
çokuluslu şirketlerin de bu sermayenin ortaklarından oluşmasından onların
politikalarını uygulamada, zayıf devlet gülünç bir değerlendirme olarak kalmaya
mahkum olacaktır.
Bağımlı devletin, özelleştirme, sendikalara
baskı yapılması işçilerin işten atılması, işletmelerin borçlarının toplumun
sırtına yıkılması, uluslar arası sermaye kuruluşlarının “tavsiyesinin” alınması
ve buna uygun düzenlemelerin yapılması
gibi ekonomik ve politik tutumlar
devlet müdahalesini gerektirir. Krizlerin
sıklığı ve artan yoğunluğu, devleti polislikten finans yangınlarını söndüren
itfaiyeciye çevirmiştir.
Sömürge devletin izlediği politikalar incelendiğinde, devlet müdahalesinin çapı
ve derinliğinin eskisinden daha da güçlü olduğu açıkça görülür. Bütün bu
politikaları dayatan ve uygulayan güçlü bir devletten söz etmek gerekir.
Uluslar arası sermayenin talepleri için ekonomi ve toplumun inşasında ulusal
devlet faal ve müdahaleci temel bir rol oynar.
ULUSAL
SORUN
Ulus sorunu, kapitalist gelişme ve burjuvazinin tarih
sahnesine çıkmasıyla bağlantılı bir sorun olarak, proleter hareketin gelişimini
doğrudan etkileyen bir rol oynamıştır. Proletaryanın devrimci bir ideolojsi
olarak komünizm açısından, ulus sorunu her zaman ikincil önemde bir sorun
olmakla birlikte, burjuva bilincin proleter hareket üzerinde etkili olan en
önemli yansımalarından biridir. Proletaryanın kendisi için bir sınıf olmasında,
en belirleyici faktörlerden biri, kendisini bir ulusal kimlikten soyutlayarak,
bağımsız bir sınıf olduğunun bilincine varmasıdır. Burjuvazinin politik
örgütlenmesinin en gelişkin hali bir devlet olarak örgütlenmesiyse ve bu da
ulusal bir devlet olarak tarih sahnesinde yerini aldığına göre, proletarya en
başta ulusallık bilinciyle zehirlenmekte ve bu sayede burjuvazinin ideolojik hegemonyasının
etkisi altına girmesine neden olmaktadır. Proletaryanın, kendi tarihsel
amaçlarına varmak için, öncelikle ulusal planda, kendi burjuvazisiyle
hesaplaşmak durumunda olması, kendisi dışındaki tüm ezilen ve sömürülen
yığınları, egemen ulusun temsilcisi burjuvazinin bayrağı altından kendi bayrağı
altına almak zorunda kalması da, ulusal soruna özel bir ilgi gösterilmesini
gerektirir. Ulusların kendi kaderini tayin hakkından, bağımsız bir ulusal
devletin kurulması hakkı anlaşılıyorsa, doğaldır ki, bu durum mevcut devlet
sınırlarının da parçalanmasını kabul etmek anlamına gelir.
Lenin’in
ulusal harekete karşı tutum söz konusu olduğunda, gerek Marks’a atfen, gerekse
de Bolşeviklerin tutumu konusunda somut bir ulusal harekete atıfta bulunarak
tutum alması, burada yapılan saptamaların doğruluğunu göstermektedir. “Marx’ın
bütün eleştirel notlarından çıkan sonuç açıktır: işçi sınıfı ulusal sorunu asla
bir fetiş haline getirmemelidir, çünkü kapitalizmin gelişimi mutlaka tüm
ulusları bağımsız yaşama uyandırmaz. Fakat ulusal kitle hareketleri bir kez
ortaya çıktıktan sonra , onlara sırt çevirmek, onların içindeki ilerici yanı
desteklemeyi reddetmek, gerçekte milliyetçi önyargılar önünde teslimiyettir; her
şeyden önce ‘kendi’ ulusunun bir ‘örnek ulus’ (ya da ekliyorum, devlet kurmak
için mutlak imtiyaza sahip bir ulus) olduğu önyargısının kabulüdür.”[24]
Ulusal
sorunlar karşısında, sol örgütlerin tutumu ve çözüm yolları açısından bakıldığında,
çıkış noktalarının sınıfsal ve proletarya
devriminin gerçekleştirilmesi amacıyla enternasyonalist olduklarını görürüz.
Ülkemizde herhangi bir “sol” örgütün, dünyanın herhangi bir yerindeki,
bölgesindeki ya da ülkesindeki sorunlarla ilgilenmesi ve bunlar hakkında doğru
yanlış bir şeyler ortaya koyması sık sık görülen bir durumdur. ulusal sorununu
oldukça yüzeysel ve çoklukla “Orta-Doğu devrimci mücadelesi” çerçevesinde somut
bir sorun olarak ele alan sol örgütlenmeler için, sorunu Türkiye’deki ulusal
sorunla sınırlamak ve bunu yalın bir Kürt sorunu haline dönüştürmek kolay bir
yol haline gelmiştir. “Şovenizm”, “pasifizm”, “Kemalizm” vb. suçlamalara
muhatap olmamak gibi kimi endişelerle, ya da 12 Eylül sonrasında örgütsel
yapılarını yitirmelerinin getirdiği zayıflıkları gizlemek amacıyla “Kürt örgütleri”ni
kendi başlarına bırakmak ve bol keseden “destek mesajları” yayınlamak bir moda
haline gelmiştir. Ulusal sorun, yaşadığımız bölge ve topraklarda başarılı bir
proleter devrimin temel sorunlarından biridir. Bunun iki nedeni var: Birincisi,
ulusal devlet örgütlenme hakkı gasp edilen, dört ülkeyi içine alan Kürtler ve
onların ortaya çıkan politik iradesi, yaşadığımız bölge ve topraklarda ulusal
sorun konusunda enternasyonalist-devrimci politikayı acil bir gereklilik olarak
dayatmaktadır.
Bugün Stalin’in
en bilinen değerlendirmelerini bile söylemek sol hareket için başlı başına bir
sorun durumundadır. ·
Stalin’in
1905 Devrimi’nin yenilgisinden sonra söylediği:
“Rusya’da
karşı-devrim dönemi yalnızca ‘yıldırım ve gökgürültüsü’nü değil, ama hareket
karşısında düş kırıklığını, ortak güçlere inançsızlığı da getirdi. Önceleri ‘parlak bir geleceğe’ inanılmıştı, ve
insanlar, milliyetlerinden bağımsız olarak, birlikte savaşıyorlardı: Her şeyden
önce ortak sorunlar ! Daha sonra içe bir kuşku girdi ve insanlar, herkes kendi
ulusal yuvasına dönmek üzere, birbirlerinden ayrılmaya başladılar: Kimse
kendinden başka kimseye güvenmesin ! Her şeyden önce ‘ulusal sorun’...
Bu güç
zamanda, sosyal-demokrasiye büyük bir görev düşüyordu: milliyetçiliğe
saldırmak, yığınları genel ‘salgından korumak... Bu durumda, milliyetçi
hareketle doğrudan doğruya çatışan çevre-bölge
sosyal-demokratları, özel bir sarsılmazlık örneği göstermeliydiler.”[25]
Proletaryanın, kendi tarihsel
amaçlarına varmak için, öncelikle ulusal planda, kendi burjuvazisiyle
hesaplaşmak durumundadır. Bu hesaplaşmada kendisi dışındaki tüm ezilen ve
sömürülen yığınları, ulusal burjuvazinin bayrağının altından kendi bayrağı
altına almak zorundadır. Burjuvazinin politik örgütlenmesinin en gelişkin hali
bir devlet olarak örgütlenmesiyse ve bu da ulusal bir devlet olarak tarih
sahnesinde yerini aldığına göre, proletarya en başta ulusallık bilinciyle
zehirlenmekte ve bu sayede burjuvazinin ideolojik hegomanyasının etkisi altına
girmesine neden olmaktadır.
Bu
nedenledir ki, proletarya bağımsız bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkmasıyla
birlikte, en başta kendi sınıf çıkarını ulusun çıkarıyla, aynı anlama gelmek
üzere burjuvazinin çıkarlarıyla kendi sınıfsal çıkarları arasında uçurumu
görmek ve bununla hesaplaşarak tarihsel misyonunu oynamak zorunda kalır.
Devrimci
saflarda sosyal-şoven etkinin yaygınlığı, özellikle Türkiye metropollerinde
çalışmalarda ortaya çıkan geri bilincin devrimciler üzerinde gösterdiği etkiler
dikkate alındığında bu durum daha önemli hale getirmektedir. İkincisi ise,
yaşadığımız bölge, emperyalistlerin ve bölgedeki Pazar kavgaları nedeniyle
cirit attıkları ve böl-yönet politikaları nedeniyle, ulusal düşmanlıkların, had
safhaya ulaştığı bir bölge durumundadır "Türk solu" daha dün ve hatta
bugün Afganistan sorunu karşısında, eğer kendileri olsaydı Afganistan’da neler
yapacaklarını sıralayan “sol” örgütlerin, Kürdistan sorunu karşısında somut
bir-şeyler söylemek yerine daha çok sessiz kalmayı tercih etmiştir. Bir
Kamboçya sorunu ortaya çıktığında Pol Pot yönetiminin “devrimci” tutumunu ya da
“karşı-devrimci” uygulamalarını tek tek ele alan, eleştiren ya da Vietnam’ın
desteğiyle Pol Pot yönetiminin devrilmesini “emperyalist bir tutum” olduğundan
tutun da, “enternasyonalist bir görev”in yerine getirildiğine kadar her düzeyde
fikirler ileri süren bir “sol”un, Kürdistan devrimi sorunu karşısında sözlü
destek ve kuyruğunda sürüklemek dışında “her
ulusun proletaryası ve örgütleri kendi devrim yollarını belirlemekte özgürdür”
demeleri ne kadar anlaşılır bir tutumdur?
Proletaryanın
tarihsel misyonunun savunucusu ve öncüsü olan komünistlerin, doğası gereği ne
bir ulusal hareket geliştirme, ne de kendi başına bir ulusun sözcüsü olmak gibi
bir misyonu yoktur. Ama ulusal sorunun tarihsel ve politik önemi, sınıf mücadelesi
içerisinde, komünist hareketin doğrudan ilgi alanında olmuştur. Hele bu ulusal
devlet, başka ulusları ezen bir egemen sınıf ve ulus örgütlenmesi olarak
şekillenmişse, ulusal sorun, daha karmaşık bir hal alır ve ulusal sorun
karşısında tutum daha önem kazanır.Bu ilgi kendi başına bir ulusal soruna ilgi
değil, kapitalist gelişmenin uyardığı, uluslaşma olgusunun, ulusal devlet
hedefinin güncel politik bir sorun haline gelmesi durumunda gösterilen bir
ilgidir. Ama, bir kez ulusal hareket
kendini ortaya koyunca, kendi tarihsel bilincine varmadığı sürece ulusal bir
sınıf olan proletaryayı da etkilediği oranda, komünistlerin soruna ilgisiz
kalması düşünülemez.
Lenin ulusal soruna ilgisinin,
II. Enternasyonal’in çöküşünden ve I. Emperyalist savaştan sonra giderek
arttığı ve yaşamının son günlerine kadar da konuya son derece yakın bir ilgi
gösterdiğini söylemek gerekir. Lenin için temel sorun, ezen-ezilen ulus
gerçekliğinin proletaryanın saflarında yarattığı etki ve bu etkinin
proletaryanın uluslararası eyleminde bir barikat olmaktan çıkartılmasıdır. Lenin, ulusal sorunla teorik bir sorun olarak
ilgilenmekten ziyade, onun politik boyutuyla ilgilenmiş, ulusal sorunu iktidar
perspektifinin önemli bir ayağı yapmıştır.Lenin’in soruna ilişkin tutumunu en
açık ortaya koyan Polonya’lı Marksistlerin soruna dönük yaklaşımlarına
getirdiği eleştiride görüyoruz.
Polonya, Çarlık Rusya’sı
tarafından baskı altında tutulan bir ulus olmasına rağmen, Polonyalı
Marksistler dar sınıf bakışından hareketle, Polonya’nın Rusya’dan ayrılmasına
karşı çıkıyorlardı. Polonyalı Marksistlere göre, Marksizm, tüm sınırların
ortadan kalktığı bir komünizmi hedeflediği ve federalizm yerine merkezi büyük
devletlerden yana olduğu için, Polonya’ Rusya’dan ayrılmamalıdır. Proletarya
hareketinin gücünü böler; dolayısıyla da, ulusların kendi kaderini
bağımsızlıktan yana kullanması, “pratik değil”dir ve bunun savunulması da
Marksistlerin işi değildir. Ama Lenin’e göre, Çarlık Rusya’sı, tam da ezilen
uluslar üzerindeki hakimiyetinin de sonucu olarak ayakta kalmaktadır ve ezilen
ulusların bu hakimiyetten kurtulması, en başta Çarlığın yıkılmasını
kolaylaştıran nesnel bir devrimci etken olacaktır.
Ulusal devletlerin kurulması, komünistlerin hiçbir
şekilde amaçlarının bir parçasını oluşturmaz, dolayısıyla mutlaklaştırılamaz.
Hele de günümüzde, ulusal devletleşmeyi başaramamış sınırlı sayıda ezilen
ulusun varlığı koşullarında, ulusların kendi kaderini tayin hakkının
komünistler için fazla bir önem taşımadığı düşünülebilir. Ancak, somut olarak
bir ulusal hareketin varlığı ile yüz yüze bulunduğunda, bu genellemelerin
hiçbir değeri yoktur. Ezilen bir ulusal hareket varsa, bunun başarısı son
derece özel koşulların ürünü olsa da, proletarya hareketinin başarısını asli
amaç olarak benimseyen komünistler için, bu hakkın savunulması olmazsa olmaz
koşuldur. Ulusal devletlerin son derece sınırlı olduğu koşullarda, Lenin bu
sorunu incelerken şunu vurgulamıştı:
“Emperyalist güçlere karşı ulusal savaşlar sadece mümkün
ve olası değil, kaçınılmazdır, bunlar ilerici ve devrimcidir. Her ne kadar başarılı olmaları için ya ezilen
ülkelerin nüfusunun çok büyük bir bölümünün (verdiğimiz Hindistan ve Çin
örneklerinde yüzlerce milyon) ortak çabaları, ya uluslararası durumun özellikle
elverişli bir şekillenmesi (emperyalist devletlerin müdahalesinin, güçten
düşme, savaş, uzlaşmaz karşıtlıklar v.s. nedeniyle felce uğraması), ya da büyük
güçlerden birinin proletaryasının burjuvaziye karşı eşzamanlı ayaklanması
gerekli olsa da, (son saydığımız durum, en istenen ve proletaryanın zaferi için
en yararlı olma açısından ilk sıradadır.)” [26]
Genellikle ulusların kendi kaderini tayin hakkının
savunulmasının, işçi sınıfı açısından, “sosyal-şoven bir tarzda değerlendiren
Rosa Lüksemburg gibi devrimci Marksistler de olmuştur. R. Luksemburg,
ulusalcılığı bir burjuva akım olarak görüyor ve ulusların kendi kaderini tayin
hakkını ise, proletaryanın amaçlarına yabancı, dışsal bir olgu olarak
değerlendiriyordu. “Öfkeden çılgına dönmüş emperyalizm çağında artık ulusal
savaş olamaz. Ulusal çıkar (iddia edilmesi) yalnızca halkın kandırılmasının,
ölümcül düşmanları emperyalizm karşısında çalışan kitlelere ihanet edilmesinin
bir yolu işlevini görebilir.”[27]
Ulus, birbiriyle karşıt çıkarlara sahip sınıfları içine
alan bir kategori olarak, Marksistler tarafından ilerici bir şey olarak
savunulamazdı. Kaldı ki, emperyalizmle birlikte, ulusal devletler kaçınılmaz
olarak, burjuvazinin denetimine girdiğine göre, gerçekte, bir ulusun kendi
kaderini tayin etmesi de olanaklı değildi. Sosyalizm ise, ulusları birbirinden
ayıran ekonomik koşulları ortadan kaldıracağından, ulusal sorun ancak kültürel
bir sorun olarak Marksistlerin gündemine girebilirdi.
Bu tarz sosyal-şoven yaklaşımlarla uzlaşmaya yanaşmayan
Lenin, “Ulusların kendi kaderini tayin hakkından vazgeçmek ve bunun yerine emekçilerin
kendi kaderini tayin hakkını koymak tamamen yanlıştır, çünkü bu değerlendirme
tek tek uluslar içinde ayrışmanın dolambaçlı yollarını dikkate almaz...
“...Ülkemizde bu yolda çok fazla zikzaklar yaşandı. Bütün uluslar, kendi
kaderini tayin hakkına sahip olmalıdır. Bu, emekçilerin kendi kaderini tayin
hakkına katkıda bulunur...”[28]
Ancak ulusal sorunla yakından ilgilenmediği, genel olarak
ulusların kendi kaderini tayin hakkından söz edildiği, ama bunun somut yaşamda
ne anlama geldiği konusunda bir pratik deneyimin olmadığı koşullarda, Lenin
bile, “proletaryanın kaderini tayin hakkı”ndan bahsedebiliyordu: “Proletaryanın
partisi olarak sosyal-demokrat parti, halkların ya da ulusların kendi
kaderlerini tayin hakkı yerine, her ulus içindeki proletaryanın kendi kaderini
tayin hakkına geçerlik kazandırmayı kesin temelli ödevi sayar.”[29]
Proletaryanın sınıf temelli birlikteliğinden
vazgeçilmeksizin vurgulanmasının önemini bir an elden bırakmamıştır. Fakat Polonya
meselesinde olduğu gibi Lenin,
“Polonyalıların gelecekteki gelişmelerinin koşullarını yaratma çabalarını
önlemek ya da onlara enternasyonal bakış açısından ulusal bağımsızlıklarının
tamamen ikincil bir mesele olduğunu, tam aksine bu mesele bütün uluslararası
işbirliğinin koşulu iken, söylemek bizim işimiz değildir.”[30] Derken; sol bir zaafla
ulusal meseleyi yok sayan işçi sınıfı mücadelesi bu anlamada ön plana çıkarmaya
çalışan anlayışlara karşıda durduğunu belirtir.
R. Luksemburg, Polonya’nın kendi kaderini tayin etme
hakkı adına, Rusya’dan ayrılmasına karşı çıkıyor ve böyle bir durumun, Polonya
burjuvazisi ve toprak sahiplerinin çıkarına hizmet edeceğini, ama Rusya’da
sosyalizm savaşımını zayıflatacağını iddia ediyordu.
Lenin’in Rosa somutunda eleştirdiği iki temel nokta
vardı. Bunlardan birincisi, emperyalizm ve ezilen uluslar ilişkisini yanlış
kavradığı, ekonomik bağımsızlıkla politik bağımsızlığı birbirine
karıştırdığıdır. Lenin, “...Ulusal adaletsizlik kadar başka hiç bir şey
proleter sınıf dayanışmasının gelişmesini ve güçlenmesini engelleyemez..”[31] ifadesinde Lüksemburg’un
sosyalizm hedefi ile demokrasi ilişkisinde yanlış bir konumda bulunduğudur.
Burjuvazinin ve II. Enternasyonal önderlerinin vatan savunması adına kendi
burjuvazilerini savunmalarına tepki duyarak, tümüyle ulusal savaşlara, bu
anlamda ezilen ulusların “kendi vatanını savunması”na, kendi kaderini tayin
etme hakkına karşı çıkmanın yanlışlığını ısrarla vurgular.
“Bize deniyor ki: ayrılma hakkını destekleyerek, ezilen
ulusların burjuva milliyetçiliğini destekliyorsunuz. Rosa Luxemburg böyle konuşuyor.
“Şöyle yanıt veriyoruz: Hayır. Burada tam da burjuvazi
için ‘pratik’ çözüm önemlidir, oysa işçiler iki eğilimin ilkesel olarak
birbirinden ayrı tutulmasına önem verir. Ezilen ulusun burjuvazisi ezenlere
karşı mücadele ettiği ölçüde, biz her zaman ve her durumda herkesten daha kesin
bundan yana olacağız, çünkü biz baskının en güçlü ve en tutarlı düşmanlarıyız.
Ezilen ulusun burjuvazisi kendi burjuva milliyetçiliğini temsil ettiği sürece,
biz ona karşı dururuz. Ezen ulusun ayrıcalıklarına ve diktatörlüğüne karşı
mücadele ederiz ve ezilen ulusun ayrıcalıklar elde etmeye yönelik herhangi bir
çabasına hoşgörü göstermeyiz.
“Eğer kendi kaderini tayin hakkı sloganını ileri sürmez ve ajitasyonda
propaganda etmezsek, o zaman ezen ulusun yalnızca burjuvazisine değil,
feodallerine ve otokrasisine de yardım etmiş oluruz.” [32]
Her demokratik ilkenin her koşulda savunulması,
mutlaklaştırılması gibi bir tutumu, komünistlerin benimsemesi gerekmez.
Demokratik ilkeler, proleter devrimine hizmet ettiği ölçüde, komünistler onu
savunur, onunla çeliştiği durumda, ona karşı tutum almaktan çekinmez.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, doğrudan değilse
de, dolaylı olarak, proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımını kolaylaştıran,
genel olarak ona hizmet eden bir demokratik ilkedir. Bu nedenle de,
komünistler, ezen ve ezilen ulus gerçeği olduğu sürece (ki emperyalizm bunun
üzerine kuruludur ve onu her fırsatta şiddetlendirir), kayıtsız koşulsuz
bağımsız bir devlet kurma hakkı olan ulusların kendi kaderini tayin hakkını
savunur, ulusal güvensizliği beraberinde getirecek davranışlardan kaçınır.
Çünkü, ezen ve ezilen ulus gerçeği, ezen ulusun işçi sınıfıyla ezilen ulusun
proletaryası arasında, kaçınılmaz olarak bir güvensizlik duvarı örer ve ulusal
sorunun varlığı, ezilen ulusun proletaryasının kendi bağımsız çıkarları
temelinde örgütlenmesi ve savaşım sürdürmesinin önünde bir gölge, bu anlamda
bir engel görevini görür
“Bu durumda ortaya tek sav kalıyor: Sosyalist devrim her
şeyi çözecektir! Ya da bazen, onun görüşlerini paylaşan kişilerin ortaya attığı
sav kalıyor: Kendi kaderini tayin hakkı kapitalizmde olanaksız, sosyalizmde
gereksizdir! “Bu görüş teorik bakımdan saçma, pratik bakımdan şovenisttir.”[33]
1.
Ulusal sorun, Türkiye ve Ortadoğu coğrafyasında
demokratik sorunların başında gelmektedir ve her ulus burjuva-demokratik
devrimi (eşit koşullarda ulusların özgür birliği ya da ulusun bağımsızlığını
kazanması) yaşamadan, proletaryanın sosyalizm savaşımında başarıya ulaşması
olanaklı değildir. Bu nedenledir ki, komünistler ayrı devlet kurma=mevcut
sınırların parçalanması anlamına gelen ulusların kendi kaderini tayin hakkını
savunmalıdır.
Ezen ulusun komünist hareketinin ulusal sorunla
ilgili belirleyici politik görevi,
ulusların özgürlüğü için propaganda etmek, ezilen ulusun milliyetçiliğine karşı
mücadele ederek ve ulus sorununu basit milliyetçi bir kalıba sokulmasına
dayatılmasına karşı doğru yaklaşmaktır. Ulusallık
ve sosyalizm düşüncesinin bir arada olabileceğine ilişkin düşüncelerini ifade
ederken asıl olarak ulusallığı ve ulusal sorunu,
"ulusun ne önemi var? Fransız cumhuriyetinin ne önemi var?" diyerek karşı çıkmaya
çalışanlara karşı Engels şu karşılığın veriyordu:
“Sakin ol, sevgili Alman! Ulus ve Fransız cumhuriyeti bizim için büyük önem taşır. Şimdi her yerde, eski ulusal bencilliğin ve serbest ticaretin ikiyüzlü özel-bencil kozmopolitizminin tam
tersine, en radikal siyasal parti tarafından uygulanan biçimiyle
ulusların kardeşliği, "gerçek
sosyalizm" üzerine (geliştirilen) bütün Alman teorilerinden daha
değerlidir. Fransız devriminden çıkıp gelen ve Fransız komünizmi ile İngiliz
Çartizm'i içinde gelişen modern demokrasi'nin bayrağı altında ulusların
kardeşliği, kitlelerin ve onları savunanların
sonucun ne olduğunu Alman teorisinden daha iyi bildiklerini gösteriyor....”[34]
2.
Aslında
demokrasi ve ulusların kardeşliği gibi sözler şimdiki durumda toplumsal bir fikir taşır ve politik bir anlam
içerir. Demokrasi bugün
sosyalizm anlamına gelir. Demokrasi, ezilen kitlelerin bir ilkesi olarak bir proletarya ilkesi haline
gelmiştir.... Nihayet bugün ulusların kardeşliği
her zamankinden daha fazla toplumsal bir
anlam taşıyor. Siyasal bir örgütlenme yoluyla bir Avrupa cumhuriyetinin
ve evrensel barışın (kurulacağı)
hayalleri, evrensel serbest ticaretin kalkanı altında ulusların kardeşliği hakkında söylenen sözler
kadar gülünç olmaktadır; ve bu türden bütün hayali duygusallıklar geçersiz kalırken, bütün ülkelerin proleterleri fazla
itiraz olmadan komünist demokrasinin bayrağı altında gerçek kardeşliği uygulamaya geçmek durumundadırlar. Bunu gerçekten yapabilecek kişiler yalnızca proleterlerdir; burjuvazinin her ülkede
özel çıkarları olduğu için ve bu
çıkarlar onlar için en önemli şey olduğu için, onlar ulusçuluğun ötesine asla geçemezler.
3.
Proleter
hareketin her durumda ve her düzeyde enternasyonalist birliği ve savaşımı,
komünistlerin vazgeçilmez görevidir. Bu birliğin biçimi ise, bir devlet içinde
tüm uluslardan proletaryanın öncüsünün tek bir komünist partide
örgütlenmesidir. “Ulusal sorunda bizim tavrımızla burjuva-demokrat tavrın farkı
tam da bu koşulda yatmaktadır. Burjuva demokratı (ve onun izinden yürüyen
modern sosyalist oportünist), demokrasinin sınıf mücadelesini ortadan
kaldırdığını zanneder ve o nedenle de bütün politik taleplerini soyut, genel,
‘kayıtsız şartsız’, ‘tüm halkın’ gereksinimleri bakış açısından ya hatta ebedi,
mutlak ahlaki ilke bakış açısından koyar. Sosyal-demokrat ise bu burjuva
hayalini, ister soyut idealist felsefede, ister kayıtsız şartsız ulusal
bağımsızlık talebinde ifade edilsin, her zaman ve her yerde acımasızca teşhir
eder. “Bir Marksistin ulusal bağımsızlık talebini ancak koşullu olarak, hem de
yukarıda açıklanan koşullar altında tanıyabileceğini kanıtlamak gerekli
olursa....”[35]
“Bu durum Rusya
proletaryasının önüne ikili, ya da daha doğrusu iki yönlü bir görev koyuyor:
Her türlü milliyetçiliğe karşı ve ilk planda da Büyük-Rus milliyetçiliğine
karşı mücadele; sadece genelde bütün ulusların tam hak eşitliğinin değil, aynı
zamanda devletin inşasında da hak eşitliğinin, yani ulusların kendi kaderin
tayin, ayrılma hakkının da tanınması; ve bununla eş zamanlı olarak, tüm
ulusların her türlü milliyetçiliğine karşı başarılı mücadelenin çıkarları
doğrultusunda, proleter mücadelenin ve proleter örgütlerin birliğini,
burjuvazinin ulusal tecrit çabalarına inat, uluslararası bir topluluk halinde
en yakın kaynaşmasını savunmak.
“Ulusların
tam hak eşitliği; ulusların kendi kaderini tayin hakkı; tüm ulusların
işçilerinin birliği- Marksizm’in, tüm dünyanın deneyiminin ve Rusya’nın
deneyiminin işçilere öğrettiği ulusal program budur.”[36]
Türkiye devrimci hareketinde
ise, bugün değilse de, geçmişte “ulus” tanımı ve hangi toplulukların bir ulus
oluşturup oluşturmadığı ciddi tartışma konularından biridir. Tartışmaların, hangi topluluğun ulus olup
olmadığı, Kürtlerin bir ulus oluşturup oluşturmadığı, Kürdistan’ın sömürge olup
olmadığı, ayrı örgütlenmenin doğru olup olmadığı gibi konular tartışmaların
özünü oluşturuyordu. Oysa, ne Marks ve
Engels, ne de Lenin, ulus ve ulusal hareket konusuna akademik bir sorun olarak
değil, politik bir sorun olarak yaklaşmış, tutumlarını da bu temelde ortaya
koymuşlardır. Bu nedenledir ki ulus sorunu, komünistler için akademik bir
tartışma sorunu değil, politik bir sorun, olarak, mevcut iktidarı hedefleyen
bir sorundur.
Kürt hareketi PKK ile başlayan ayaklanma sürecinde
bugun “yenilmiştir”. “Yenilginin”, getirdiği sonuç: Kürt sermaye ve milliyetçi
çevrelerini en geri pozisyona sürüklemiştir. Yakıcı bir biçimde süren Kürt
sorununu “demokratik cumhuriyet” söylemiyle PKK ve Kürt milliyetçi çevrelerine
egemen sermaye ve büyük ülkelerin tekeline bırakma yolunda ilerlemektedir.
Yenilginin, sistem partilerinden ve onların dışında
güç olarak generaller ve bunlardan sistemin dayanakçılarından her türlü
reformist ve gericiden, sermaye basınına varan birçok çevrenin Kürt sorununun
devam etmekle birlikte salt ekonomik bir sorun olduğu ve “terörle" bağının
olmadığı vb. Görüşlerle hareket etmektedirler. Ayrıca, sorunu kültürel,
bireysel haklara indirgeyen tüm çevreler de, öz olarak aynı noktada
buluşmaktadırlar.
Ulusal mücadelede ortaya çıkan sapmalardan birisi
harekete önderlik eden burjuvazinin teslim olmasındaki ilk evreyi oluşturan
kültürel özerklik talebi ile ulusal mücadeleyi darlaştırma çabalarıdır. “
‘Ulusal kültürel özerklik’ (…) en tehlikeli milliyetçiliği temsil eder; bu,
ulusal kültür sloganlarıyla ve son derece zararlı, giderek anti-demokratik bir
şey olan eğitimin milliyetlere göre bölünmesi yolunda propaganda ile işçilerin
yozlaştırılmasıdır. Kısaca, bu program, proleter enternasyonalizmiyle mutlak olarak
çelişir; ve ancak küçük-burjuva milliyetçilerin ülkülerine yanıt verir.”[37]
Lenin bu teoriyi, hem ulusların kendi kaderini tayin
hakkını yadsıması, burjuvazinin belirlediği sınırların dokunulmazlığını
savunması nedeniyle, hem de proletaryayı ulusal kültür temelinde bölmesi
nedeniyle “küçük-burjuva milliyetçiliği olarak mahkum etti
“Her ulusal kültür, gelişmiş olmasa bile, demokratik ve
sosyalist bir kültürün öğelerini içerir, çünkü her ulusta, yaşam koşulları
zorunlu olarak demokratik ve sosyalist bir ideolojiyi doğuran, sömürülen bir
emekçi yığını vardır. Ama her ulusta, aynı zamanda (çoğunlukla aşırı gerici ve
yobaz nitelikte olan) bir burjuva kültür de vardır ve bu, ulusal kültürün ‘bir
öğesi’ olarak kalmaz, egemen kültür biçimine bürünür. Böylelikle, ‘ulusal
kültür’, genel olarak büyük toprak sahiplerinin, papazların ve burjuvazinin
kültürüdür. “Ulusal kültür sloganı (...)
bir burjuva aldatmacısıdır. Bizim sloganımız, demokratizmin ve dünya işçi
hareketinin enternasyonal kültürü sloganıdır.” [38]
Uluslar ezen ve ezilenler olarak bölündüğü sürece,
ulusal sorun emperyalizmden kurtuluş ve demokrasi mücadelesinin bileşenlerinden
biridir. Yıllardır sürdürdüğü mücadele ile deneyim kazanmış Kürt halkının
geçmişin sinikliği bir yana özgür bir ulus olmayı bugün, her zamankinden daha
fazla istemektedir. Kürt halkı adına konuşan Kürt sermaye çevrelerinin, ulusal
özgürlüğü temsil etmekteki yeteneksizliği bir kez daha burjuvazinin devrimci
barutunu tükettiğinin bir göstergesi olmaktadır. Bu durum aynı zamanda, demokrasi
ve bağımsızlık mücadelesinde Kürt sorununun sermaye güçlerinin elinden çıkması,
onu emperyalizme, sermaye ve gericiliğe karşı mücadele içinde çözecek olan işçi
ve emekçilerin eline geçmesinin olanaklarını yaratmaktadır.
Son yıllarda Kürt ulusal
hareketinin baskısıyla, Türkiye devrimci hareketin de Kürt hareketine karşı bir
hoşgörü, hatta ilkesiz bir kuyrukçuluk düzeyine varan yaklaşımlar söz
konusudur. Sınıf mücadelesi bir proletarya devrimi olarak gelişmediği oranda,
her ulusal hareketin son tahlilde büyük açmazlarla, başarısızlıklarla yüz yüze
gelmesi kaçınılmazdır. PKK hareketinin reformist ve uzlaşmacı hattının tamamen
açığa çıkmasıyla bu yaklaşım, daha bir pervasız hal almaktadır.
Ulusal mücadelede
kuyrukçuluğunun davranışlarına tipik örnek: "Kürt ulusal hareketinin
toplumsal karakteri Marksist-Leninist teorinin çağımızda ulusal sorunun özünde bir köylü sorunu olduğuna onun taşıdığı devrimci dinamizmin bu toplumsal karakterinden kaynaklandığına
ilişkin temel tezinin doğrulanmasıdır. Hareketi kendisini M-L olarak
tanımlayan bir partinin sürüklemesi de
bu gerçeği kanıtlamaktadır."[39]
TKİP’ bir yandan ulusal hareketi kendi peşinden gelmemekle eleştirirken diğer
yandan M-L hareketin sürüklediğini ifade ediyor. M-L olan ulusal hareket mi
TKİP’mi belli değil. Hareketi sürükleyen hareket fiilen PKK olduğuna göre M-L olarak ifade edilen PKK’ midir? Ya da
ulusal mücadeleyi sürükleyen PKK M-L olduğunu iddia ettiği için mi
sürüklemektedir? Yoksa M-L olduğu için mi ulusal hareketi peşine takmıştır.
Sonuçta PKK değerlendirmesi bulanmaktadır.
Bunun politikadaki
tutarsızlığı, bir yandan ulusal sorunun da bağrında taşıdığı demokrasi
mücadelesi devam ederken TKİP, sosyalist
devrim inancıyla demokratik devrim programı savunurken; demokrasi mücadelesini
sosyalizmin peşinde sürüklemeye devam etmektedir. Bir yandan sosyalist devrim
savunusu, diğer yandan demokratik devrim süreci tanımlaması “Kürt ulusal
özgürlüğünün proletarya önderliğinde bir devrim hareketinin patlak vermesi
halinde ulusal mücadelenin sosyal devrime bağlanması sorunun tam hak eşitliğine
dayalı bir işçi-emekçi Sovyet cumhuriyetler birliği yoluyla çözülmesi tümüyle
olanaklıdır.”[40]
Buyurun size oportünizmin bir yansıması.
Kürt ulusal mücadelesinin geldiği noktada gerek ulusal
harekete önderlik eden yapılanma gerek onun kuyruğunda sürüklenip politikalar
üretmeye çalışan yapılar açısından bakıldığında burjuva anlamda da olsa “Kürt
ulusunun kendi kaderini tayin hakkını kazanmasının olanaklı olmadığı ortaya
çıkmıştır. Ancak bu böyledir diye, ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını
eline alması, gerektiğinde bağımsız bir devlet olarak örgütlenmesi olanağını
yok saymak, komünist hareketin işi değildir. Zira Marksistlere göre ulusal
baskıdan kurtulmak sağlıklı ve özgür gelişmenin koşuludur. Ama ulusal baskıdan kurtulmak
tek başına kapitalizmin çemberinden kurtulmak anlamını taşımaz. Bir ulusal
kurtuluşun, sosyalizm mücadelesi ile birleştirilmediği sürece emperyalizmin
boyunduruğundan kurtulan bağımsız gerçek bir kurtuluş olması mümkün
görünmemektedir. Ama buna rağmen UKKTH komünistler tarafından
savunulmalıdır. Ulusal kurtuluş
hareketlerinin sosyalizm mücadelesi ile
birleştirilmesi zorunluluğunu ortaya koymak başka şeydir, bir ulusal hareketin
asgari talebi olan bağımsız bir devlet kurma hakkını kazanmasını reddetmek bir
başka şeydir.
UKKTH NEDİR, BU HAKKI
NEDEN VE NASIL SAVUNURUZ?
Günümüzde, emperyalist rekabet ve emperyalist Pazar
paylaşım nedeniyle kışkırtılan milliyetçi ulusal-etnik çatışmalar bir yana
bırakacak olursak, siyasal bağımsızlığını kazanmak için mücadele yürüten
ulusların sayısının oldukça azdır. Buna rağmen ulusal sorun, bugün de önemini
koruyan ve doğru bir siyasal yaklaşımı gerektiren bir sorundur.
Emperyalizmle birlikte çözümlenemeyen ulusal
sorunların girdiği mecra kapitalizmin feodalizme karşı mücadelesinden çok daha
farklıdır. Artık yük burjuvazinin sırtından; ona yönelen toplumsal devrimlerin,
sırtına yüklenmiştir. Ulusal mücadeleler başarıya ulaşabilmek için burjuvaziye
karşı olmakla yüzyüze gelmiş ve burjuvazi kendi yarattığı yükün altında
kalmıştır.
Ulus-devlet, kapitalizm döneminin bir ürünü
olduğundan, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tarihsel açıdan burjuva
demokratik bir siyasal haktır. Bu hak burjuva karakter içermesi sorunun onun
tarafından çözüleceği anlamını taşımaz. Burjuvazi de, siyasal içeriğinin
boşaltılması koşuluyla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasından
söz edebilir.
Proletarya sınıf mücadelesi içinde program olarak da
olsa, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanındığını söylemekle yetinmez.
Toplumsal devrimle arasında bağ kurmalıdır. Ulusların kendi kaderini tayin
hakkı ilkeleştirilmeden; Toplumsal devrim mücadelesi merkezde olmak kaydıyla
komünistler için Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, bir ulusun kendi
siyasal kaderini kendi iradesiyle belirleyebilmesidir. Bu hakkın tanınması,
farklı ulusların zorla içinde tutuldukları bir siyasal bütünden ayrılmasının ve
kendi bağımsız ulus-devletini kurmasının kabulünü içerir.
İşçi sınıfı ve onun öncüleri toplumsal mücadelenin yanında ezilen ulusun
ulusal mücadelesinde ezen ulusun kuvvet kullanmasına karşı durmak ve ayrılma
hakkını savunmak durumundadırlar. Ayrılma hakkında karar vermek ezilen ulusun
sorunudur. Bu konuda komünistler birleşik güçlü uluslar taraftarıdır; zira bu
tutum özgür ulusların özgür birlikteliğinin savunusudur. Ezilen ulus ve
azınlıkların ulusal haklarının korunması ve kültürel olarak gelişimlerinin
önündeki her engele karşı kararlılıkla mücadele etmek zorundadırlar.
Ezen ve
Ezilen Ulus Ayrımı
Ulusal sorunda takınılacak doğru bir politik tutum
Ezen ve ezilen uluslar ayrımı yapmakla belirginleşir. Başka ulusları ezen bir
ulusun burjuva ve küçük-burjuva ulusçuluğuna komünistlerin verebileceği en ufak
bir destek bile yoktur komünistler için ulusal sorun, baskı altında tutulan bir
ulusun siyasal bağımsızlık sorunudur. Bu siyasal bağımsızlığın istikrarlı
savunusu içte ister istemez iç gericiliğe ve dolayısıyla emperyalizme yönelmek
durumundadır. Bunun için komünistler bütün mücadelelerin merkezine sınıf
mücadelesini yerleştirir ve bu konuda tutarlı davranırlar.
Emperyalist sistem içinde ulusların karşılıklı
bağımlılıkları Pazar ve üretim ilişkilerinden kaynaklanır. Ekonomik bağımlık,
ülkelerde siyasal ve askeri alanlarda emperyalist müdahaleler üretmesi, dünya
kapitalist sisteminin bir işleyiş özelliğidir. Dolayısıyla, bu türden bir
“siyasal bağımlılık” ilişkisi, bunun temelinde yer alan ekonomik bağımlılığa
son verilmedikçe, yani mücadele doğrudan emperyalist-kapitalist sisteme
yönelmedikçe ve sistem dışına çıkmayı başarmadıkça yeniden ve yeniden üretilir.
Emperyalist bağımlılıktan kurtulmak da bir yanıyla “ulusal” bağımsızlık içerir.
Ulusal mücadele işçi sınıfı “ezilen halkların” mücadelesi olarak da
Emperyalist-kapitalist sisteme karşı yönelen toplumsal mücadele karakteri
taşır.
Bu nedenle, kendi ulus-devletine sahip kapitalist
dünya sisteminin genel işleyişi dışında durmanın tek koşulu toplumsal devrimle
ondan kopmak ve sosyalist “ulusal” bağımsızlığı gerçekleştirmektir. Emperyalist
hegemonya altında ulus devletler, ancak emperyalizmin yerli ajanları olmak
durumundadırlar. Ülkelerde, bir ulusun emperyalist-kapitalist sistemin dışına
kendi “bağımsız ve egemen” ulus-devletine sahip olmasının ve çıkılmasını
engelleyen egemen devlet ve uluslar arası sermayenin direk müdahaleleridir.
Emperyalist sistemin işleyişi, ulusal devletlerin
her türden eşitsizlik ve bağımlılık ilişkilerini yeniden üretmektedir.
Emperyalistler için ulus-devlet, uluslar arası sermayenin gereklerine göre
davranan, kapitalist ülkelerde, burjuvazi iktidarlarda olduğu sürece, gerçekte
siyasal “bağımsızlığı kazanmak” gibi bir sorun yoktur. Bu “bağımsızlık”,
emperyalist sistem çerçevesinde zaten vardır. İşçi sınıfı için ulusal
bağımsızlık hem emperyalist kapitalist sistemden kopmak aynı zamanda kendi
coğrafyasında var olan ezilen ulus ve azınlıkların demokratik haklarının
tutarlı savunusunu gerçekleştirmektir. “Tutarlı
bir demokrasiye ilişkin sloganlar, bütün ulusal-toplulukların gericileriyle
karşı-devrimci burjuvazisine amansızca düşmandır.”[41]
“Ulusal bağımsızlık” sorunu ve demokrasi proletaryanın öncülüğünde yürütülen ve
sözcüğe de gerçek anlamını kazandıran bir anti-emperyalist kurtuluş mücadelesi
kapsamında ele alınmalıdır.
Bu nedenle, dünya kapitalist sistemini yıkmayı
amaçlayan devrimler dışındaki bir “anti-emperyalist mücadele” anlayışı söz
konusu olamaz. Kendi başına sözde “ulusal bağımsızlık” özünde ulusal kalkınmacı
burjuva ya da küçük-burjuva siyasal açılımın ifadesidir; ve eninde sonunda
kapitalist sistemin içinde kalmaya mahkûmdur. Salt siyasal bağımsızlığın kazanılması
ile sınırlı olan ulusal kurtuluş mücadelesi anti-emperyalist devrim kapsamında
değildir. “Bundan başka, emperyalizm demek, sermayenin, ulusal devletlerin
genel çerçevesini aşması demektir; ulusal baskının yeni bir tarihsel temelde
yükseltilip genişletilmesi demektir. Böylece bundan çıkacak sonuç, Parabellum'a
karşın, sosyalizm için devrimci savaşımı, ulusal sorunda devrimci bir programla
birleştirip ilişkilendirmemiz gerektiğidir.”[42]
İşçi sınıfına düşen görev ulusal sorunu kendi
devrimci programıyla bütünleştirmesidir. Zira bütün mücadelelerde olduğu gibi
ulusal mücadelelerin yönelimini öncülük eden sınıfların toplumsal alt üst
oluşta aldığı roller belirler. Tarihsel olarak küçük burjuvazi veya ulusal
burjuvazi(lerin)nin önderlik ettiği ulusal kurtuluş mücadeleleri, proletaryanın
çıkarınadır. Birincisi, bugünkü kapitalist sistem içinde süren mücadelelerin
savaşarak başarıya ulaşabilirliğinin göstergesi olarak sınıf mücadelesinin
önünü açar. İkincisi, ulusal bağımsızlık istemiyle ayaklanan yığınların, savaş
deneyimlerin artmasına olanak sağlar. Bu olanaklar, işçi sınıfı partisi için
ulusal kurtuluşun yetersizliğinin propagandasının güçlendirilmesi ve sınıfın
toplumsal devrime yöneltebilme olanağını güçlendirir. Tarihsel olarak ulusal
mücadelelerin burjuvazinin feodaliteye karşı siyasal mücadelesi ile geniş köylü
kitlelerinin toprak talebi temelindeki başkaldırıları iç içedir.
Proletarya partisinin, için demokrasi mücadelesi
(ulusal sorun gibi, toprak devrimi gibi), geniş köylü kitlelerini ilgilendiren
talepleri programına dâhil etmesi ulaşmak istediği hedef gereğidir. Bu
istemlerin yaşama geçirilip geçirilemeyeceği bugün için proletaryanın devrimde
hegemonyasının kurulmasına bağlıdır. Bu nedenledir ki Ulusal kurtuluş
mücadelesi ile proleter devrim iki ayrı olguyu ifade eder. Proletarya
önderliğindeki toplumsal devrim ve proletarya iktidarı ulusal sorunu diğer
sorunları çözer.
Emperyalizmde siyasal kutuplaşma
ve mücadele
Emperyalistler dünyayı ekonomik ve toprak olarak paylaşmışlardır.
Emperyalistlerin bu ekonomik ve siyasi hegemonyalarına karşı mücadele; üç
değişik alanda sürüyor.
1-
İşçi sınıfı ve kapitalizm
(uluslararası sermaye ve onun yerel temsilcileri) arasında
2-
Emperyalizm ve ezilen
uluslar arasında,
3-
Emperyalist sermayelerin
kendi aralarında
Emek sermaye çelişkisi olarak süren işçi sınıf ve
kapitalizm arasındaki mücadele hem işçi sınıfı hem de emperyalistler için
uluslar arası bir önem taşımaktadır. Herhangi bir ülkede kırılan emperyalist
zincire tüm dünya proletaryası için umut olması kapitalizme indirilecek en
güçlü darbelerden biri olacaktır. Emperyalist halkanın korunması içim
emperyalistlerin karşı saldırısı da bu mücadelenin uluslar arası bir boyutta
olduğunu göstermektedir. Dünya işçi sınıfı ulus milliyet ve her türden ayırımı
ret ederek enternasyonalist bir birlik gerçekleştirmek zorundadır.
Bu nedenledir ki ezilen ulusların mücadelesi şu ya
da bu biçimde emperyalist halkanın kırılmasına yönelmelidir. Ezen uluslarla
ezilen uluslar arasındaki çatışmalarda bile, son tahlilde asıl belirleyici olan
sınıfsal kutuplaşmadır. Ezilen ulus burjuvazisinin, ezen ulus burjuvazisi ile
ortak davranmasının temel nedeni: Ulusal bir burjuva olarak bütün iktidar
hırsına rağmen emperyalizmle kurduğu iç bağları nedeniyle henüz ezilen ulus
proletaryasının, ezen ulus proletaryasıyla bir güç birliği oluşturması mümkün
değilken bile, kendi proletaryasının ve yoksul köylülüğünün başkaldırısından
korkusudur. Emperyalist bir devlete ya da ezen ulusa (ezen ulus, emperyalist
bir devlet olabileceği gibi emperyalizme bağımlı bir ülke de olabilir) karşı
yürütülen ulusal kurtuluş mücadelesi, proletarya hegemonyası altında proleter
devrim kapsamına yükseltilmedikçe, sadece bir ulusal kurtuluş mücadelesidir ve
ayrı bir ulus-devlet kurma hedefiyle sınırlı burjuva demokratik kapsama sahiptir.
Dünya sınıf mücadeleler tarihinde, mücadeleler dönem
dönem farklı biçimlere bürünerek ön plana çıkabilirler. Ulusal mücadelelerde
bunlardan birisidir… Ulusal mücadelelerin hızının arttığı dönemlerde, kendi
bağımsızlığını koruyamayan veya güçsüzlüğünden dolayı gerileyen proletarya
hareketinin kendisini yeniden toparlama veya güçlenme adına Proletarya
temsilcileri tarafından ulusal mücadelenin sınıf mücadelesinin önüne
geçirildiği veya onun peşinden sürüklendikleri ve gelişiminden medet umdukları
dönemler olmuştur. Bu dönemlerin siyasal
sonucu, küçük-burjuva ulusal devrimciliğin kutsanması ve onların önderliğinde
yürüyen mücadelelerden büyük sonuçlar çıkmasının beklentisidir. Bu tavır
oportünizme bulaşmış küçük burjuva sosyalizm beklentisine saplanmış
idealizmdir. Sınıf mücadeleleri deneyimi
bu dönemler de bağımsızlığını koruyamayan işçi sınıfı hareketleri,
proletaryanın sınıfsal mücadelesine büyük zarar vermektedir. Sınıf örgütlerini
tasfiye ile karşı karşıya getirir.
Proletaryanın, küçük-burjuva devrimciliğinin
kuyruğuna takıldığı, böyle bir durumda
da proletaryanın bağımsız siyasal hattından söz edilemez. Proletarya bu durumda
öncülüğünü koruyamadığı gibi küçük burjuvazi ile kendi arasına bir sınır
çekemez. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı özünde burjuva demokratik bir
hak olduğu için, bu konuda devrimci proletarya kendisi ve burjuvazinin siyasal
tutumu arasına sosyalizm adına net bir çizgi çekmesi zorunludur. “Bizim üstümüze düşen
görev, tam demokrasi için, tüm ulusal ayrıcalıkların ortadan kaldırılması için
savaşmak ve (…) öteki ulusların işçileriyle, sosyalizmin enternasyonal
kültürünü geliştirip yüce tutmada birleşmektir.”[43]
Ezilen
ulusun burjuvazisi açısından kendi kaderlerini tayin hakkının anlamı,
mücadeleyi kendi iktidarı ile sonuçlandırmaktır. Toplumsal kurtuluş hedefinden
yoksun ulusal mücadelelerde, ezilen ulus burjuvazisinin, başarıya ulaşır
ulaşmaz, başka ulusları ezmeye, farklı ulusal toplulukların haklarını gasp
etmeye yönelmesi bilinen sonuçlardır. Ezilen ulusların burjuvazisi, işçileri
aldatmak için ısrarla ulusal kurtuluş sloganlarına başvurur, iç politikalarında
bu sloganları, egemen ulusun burjuvazisi ile gerici anlaşmalar yapmak için
kullanırlar dış politikalarında halk düşmanı planlarını uygulayabilmek için
rakip emperyalist devletlerle uzlaşırlar.
Proletarya partisi için alınacak doğru tutum,
ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, ezilen ulus burjuvazisinin
şovenizmiyle araya kesin bir sınır çizgisi çekerek işçi sınıfının birliğini
savunmaktır.
Ulusal kurtuluş mücadelelerinin, kapitalizmi yıkmayı
hedefleyen gerçek bir proleter devrimlere dönüşmesi mümkün müdür? Bu olasılığın
gerçekleşmesinin temel koşulu proletarya partisinin bağımsızlığını koruması ve
ulusal kurtuluş istemiyle ayaklanan yığınların içinde kendi program hedefleri
ve savaş yöntemleriyle mücadeleye atılıp öncülüğü ele geçirmesi
zorunludur. Bunun aksi durumda
Küçük-burjuva devrimci önderliklerin varabileceği en iyi sonuç “demokratik
cumhuriyet” vb. sözlerle tanımlanan
kapitalizmi aklayıp onunla uzlaşan, ulus-devletlerin kurulmasından veya
“kültürel özerklik” “ana dil kullanımı” gibi öz olarak eskiyi koruyan bir
yapılanmadan başka bir şey olmayacaktır. Türkiye’de proletarya adına mücadele
edenlerin, proletaryanın devrimci siyasal çizgisinden saptığı, küçük-burjuva ulusal devrimciliği lehine
ödünlerin verildiği ve onların peşinden sürüklendikleri dönemlerde sağa
savrulmanın etkisiyle proletaryanın mücadelesini zayıflattıkları ve zarar
verdikleri dönemler akıllardadır.
Ulusal
mücadelenin işçi sınıfı devrimci programıyla birleştirilemediği ve burjuvaziye
terk edildiğinde gideceği noktalardan birisi olan “kültürel özerklikle”
yetinmenin tehlikelerine karşı Lenin
dikkat çeker; “Sosyal-demokratların, "kültürde ulusal (ya da basitçe
"ulusal") özerklik" sloganı veya böyle bir sloganın
gerçekleştirilmesi tasarımları karşısındaki tutumları olumsuzdur. Çünkü bu
slogan, (1) hiç kuşku yok ki, proletaryanın sınıf savaşımının
enternasyonalizmiyle çatışır, (2) proletaryanın ve emekçi halk yığınlarının,
burjuva milliyetçiliğinin etkisi altına girmesini kolaylaştırır ve (3) bir
bütün olarak devletin, A'sından Z'sine demokratik bir dönüşümden geçirilmesi
amacından dikkatleri kaydırma gücündedir. Oysa ulusal-topluluklar arasında
(kapitalizm altında olabildiği ölçüde) barışı yalnızca bu dönüşüm güvence
altına alabilir.”[44]
Sınıf mücadelesinin gerilediği dönemlerde,
emperyalist burjuvazi, ulusallığı, milliyetçiliği ve etnik çatışmaları öne
çıkarmaktadır. Burjuva ideologları Emperyalizme ağımlı ülkelerde, ileri
kapitalist ülkeler proletaryasının devrimci niteliğini yitirdiği ve Üçüncü
Dünya ülkelerinin devriminin söz konusu vb. gibi söylemleri
güçlendirirler. Bununla birlikte ulusal
çelişkinin sınıfsal çelişkinin önünde geldiği; sorunun sınıflar arası
çelişkiden daha çok yoksullar ve zenginlerle ve genel soyut bir ezilenler
kavramıyla sınırlı olduğu yolundaki tezlerle, proleter devrimlerin tarihsel
rolünü karartmaya çabalarlar.
Proletarya Partisinin Ulusal Hareketler karşısındaki Tutumu
Devrimci proletarya partisi ulusallığı destekler mi?
Veya her türlü ulusal mücadeleye destek verir mi?
Devrimci proletarya her ulusal hareketi
desteklemekle yükümlü değildir. Tarihsel olarak ileri taleplerle hareket
etmeyen, gerici, şoven hatta emperyalist güç odaklarıyla işbirliği içinde olan
ulusal hareketlere destek vermek proletaryanın görevi değildir, bu onun
tarihsel görevi ile bağdaşmaz. Sosyalist devrim tek bir hareket, bir cephede tek bir savaşım
değildir. Bu savaş, uzun ve zorlu sınıf çatışmaların olduğu, tüm cephelerde,
yani ekonomi ve siyasetin tüm sorunları üzerinden süren uzun bir çatışmalar
dizisidir. Bu çatışmalar, ancak sınıfsız toplumun gerçekleşmesiyle
sonuçlanabilir. Sınıfsız toplumdan önce çatışmaların sürdürülmesinde
mücadelenin uğraklarından birisi olan demokrasi uğruna savaşımın, (buna ulusal
mücadelede dahil) proletaryanın dikkatini, sosyalist devrimden başka yöne
çekeceğini, ya da bu devrimi gözden gizleyeceğini, ikinci plana iteceğini vb.
sanmak büyük yanılgı olur. Tam tersine, nasıl ki tam demokrasiyi uygulamayan
başarılı sosyalizm olmazsa, aynı şekilde, proletarya, demokrasi uğruna, bütün
alanlarda tutarlı bir devrimci savaşım yürütmeden burjuvaziyi yenilgiye
uğratamaz ve diğer ezilenleri yanına alamaz.
Ulusal
mücadelelerin desteklenme koşulları işçi sınıfı partisi açısından öncelikle
sınıf mücadelesinin önünde engel olup olunmadığına bağlıdır. Sınıf partisinin
destek verdiği ulusal mücadele içindeki bağımsız tutumuna müdahalenin olmaması
özel bir önem içermektedir.
Bütün bunları göz önüne alan Komünistler bir
tarihsel dönemde desteklenmeyen bir ulusal hareketin, farklı koşullarda,
proletaryanın destekleyeceği bir ulusal hareket kimliğiyle sahnesine çıkması
(ya da tersi) mümkündür. Bu temelde, değişen koşullar karşısında komünistlerin
siyasal tutumunun bu alanda ortaya koyacakları yaklaşımların ulusal
önyargılardan, ezen ulus şovenizminden, dar grup çıkarcılığından uzak olmasına
bağlıdır. Ulusal hareketler, komünistler için her daim ısrarla sınıf
mücadelesine tabi kılınması için mücadele edilen bir alan olarak
değerlendirilmesi gerekir. Ezilen ulusların sosyalistleri, ezilen ulusun
işçileriyle ezen ulusun işçilerinin tam ve kayıtsız şartsız birliğini, örgütsel
birlik dâhil olmak üzere, savunmalı ve uygulamalıdırlar. Bu olmadan,
burjuvazinin her türden entrikaları, kalleşlikleri ve hileleri karşısında
proletaryanın bağımsız siyaseti savunulamaz ve işçi sınıfı, öteki ülkelerin
işçileriyle sınıf dayanışmasını gerçekleştiremez.
Devrimci proletarya ulusal sorunda vereceği destek,
ezen veya ezilen ulus açısından onların milliyetçiliğini güçlendirmeye
çalışmaz. Oysa ulusal burjuvazinin görevlerini üstlenmiş küçük-burjuva
milliyetçi önderlikler kendilerini sosyalist olarak adlandırsalar da bu tutumun
tam tersini sergilemekle yükümlüdürler. Komünistlere, ezilen bütün uluslar için
“…tam ve ayrılma özgürlüğünü derhal
ileri sürmeksizin halkın önünde utkun bir demokratik devrime (ki bu onun ilk
ağızdaki görevidir) doğru yürüyemez, ya da sosyalist bir devrim için
kardeşlerinin, Avrupa proleterlerinin yanında çarpışamaz. Bunu, sosyalizm için
devrimci savaşımımızdan ayrı bir şey olarak istiyor değiliz; eğer bu savaşım,
ulusal sorun dahil, demokrasinin bütün sorunlarına devrimci bir yaklaşımla
ilişkilendirilmezse boş bir sözden öteye gitmeyeceği için istiyoruz. Kendi
kaderini tayin etme özgürlüğü, yani bağımsızlık, yani ezen uluslardan ayrılma
özgürlüğü istiyoruz. Bunu, ülkeyi ekonomik bakımdan bölmeyi, ya da küçük
devletler idealini düşlediğimiz için değil, tam tersine, yalnızca gerçekten
demokratik, gerçekten enternasyonalist bir temel üzerinde, geniş büyük
devletten ve ulusların yakın birliği, hatta kaynaşmasından yana olduğumuz için
istiyoruz. Ancak ayrılma özgürlüğü olmaksızın böyle bir temel düşünülemez.”[45]
İşçi sınıfının tarihsel görevi ve sınıfsal çıkarları
gereği, bütün ulusların işçilerinin birliğini gerektiren ve ulusların gönüllü
birliğini ve kaynaşmasını sağlayarak ulusal ayrılıklara son vermektir. Ulusal
mücadelelere destek vermemeyi işçi sınıfının enternasyonalist birliği adına bir
meziyet gören sol yaklaşımlar sosyal-şoven bir tutum almaktadırlar. Onlara göre
‘Proletarya için ulusal ayrılıkların derinleşmesi ve yaygınlaşması değil,
olabildiğince büyük, ulusları kucaklayarak ilerleyen bir dünya devrimiyle
ulus-devletlerin yıkılması ve ulusların gönüllü birliğine giden yolu
önemlidir.’ Sınıfsallık adına ve “önemli olan proletaryanın kendi kaderini
tayin hakkıdır” gerekçesiyle bile olsa ulusların kendi kaderlerini tayin
hakkının reddi, ezen ulusun ayrıcalıklarının sürüp gitmesine göz yummak
sonucunu doğurur. Dünya sahnesinde
ulusal mesenlin çözümünde halklar hapishanesi çarlığa karşı mücadelede Lenin’in
bu söylemleri savunan Rus küçük burjuvazisinin temsilcilerine karşı takındığı
tutuma bakalım
“Ulusların kaderlerini tayini hakkının tanınması en
gerçek burjuva milliyetçiliğinin "oyununa gelinmesini" sağlar, diyor
Bay Semkovski. Bu çocukça bir saçmadır, çünkü bu hakkın tanınması, hiç
bir şekilde, ne ayrılmaya karşı propaganda ve ajitasyona, ne burjuva
milliyetçiliğinin suçlanmasına engel değildir. Tam tersine, ayrılma hakkının
reddi, tartışma götürmez biçimde en kesin gerici Büyük-Rus milliyetçiliğinin
"oyununa gelinmesini" sağlar.
Rosa Luxemburg'un, (…) (Ağustos 1903) gülünç yanılgısının
düğüm noktası şöyledir: Ezilen ulusların burjuva milliyetçiliğinin oyununu
oynamaktan korkulduğu için, ezen ulusun, yalnızca burjuva
milliyetçiliğinin değil, Kara-Yüzler milliyetçiliğinin oyunu oynanıyor.
Eğer Bay Semkovski, parti tarihi ve programının bu
kadar cahili olmasaydı, bundan onbir yıl önce, Zarya'da, RSDİP program
taslağını savunurken (ki bu program, 1903'te onun kendi programı da olmuştur,
s. 38) ulusların kaderlerini tayin hakkının tanınmasına özel olarak değinen
Plehanov'u çürütmenin ona düştüğünü anlardı. Plehanov bu konuda şöyle
yazıyordu:
‘Burjuva demokratlar için, teoride bile, zorunlu olmayan
bu istem, sosyal-demokratlar olarak bizim için zorunludur. Eğer biz bunu
unutursak, ya da Rus yurttaşlarımızın ulusal önyargılarını yaralamak
korkusuyla, bunu söylemeye cesaret edemezsek, uluslararası sosyal-demokrasinin
birlik çığlığı olan 'bütün ülkelerin proleterleri birleşiniz!' sloganı, bizim
ağzımızda utanmazca bir yalan haline getirdi.’ “[46]
Proletarya partisi ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanırken, asıl
olarak emekçi kitlelerin çıkarına olan tüm devrimci dönüşümleri yaşama geçirecek
genişlikte bir mücadelenin önderliğini fiilen üstlendiğinde, burjuva
ulusçuluğunun sınırlılığını sergileyebilir. Böylece farklı ulusların emekçi
kitlelerinin gönüllü birliğine giden yolu döşemiş olabilir. Burjuva
milliyetçiliği ancak böylece etkisiz kılınabilir. Çünkü devrimci proletaryanın
programı, ulusların kaynaşmasına giden yolun gönüllü birlikten geçtiğini
öngörür. Ve gönüllü birlik de ancak ayrılık hakkının savunulması temelinde
yaratılabilir.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını ayrılma
hakkını da içeren bir biçimde tanımak, komünistlerin ulusal sorundaki temel
ilkesidir. Bu nedenle, ayrılma hakkının genelde tanınması, her somut durumda
ayrılmanın öğütleneceği ve propaganda edileceği anlamına gelemez.
“Sosyal-demokrat partinin, tüm ulusal toplulukların kendi kaderlerini tayin
hakkını tanıması, kuşkusuz, sosyal-demokratların, her olayda, devletten
ayrılmanın öğütlenir olup olmadığını, kendi çerçevesi içinde, değerlendirmeyi
reddettikleri anlamına gelmez. Tam tersine, sosyal-demokrasi, kapitalist
gelişmenin koşullarını ve çeşitli uluslar proletaryasının tüm
ulusal-toplulukların birleşik burjuvazisi tarafından ezilmesini olduğu kadar,
demokrasinin genel amaçlarını ve her şeyin üstünde ve ötesinde, proletaryanın
sosyalizm için verdiği sınıf savaşımının isteklerini dikkate alarak kendi
bağımsız değerlendirmesini ortaya koymalıdır.”[47] Komünistler, her bir sorunu ayrı ayrı
ele alıp, proletaryanın çıkarları açısından kendi bağımsız tutumlarını ortaya
koyacaklardır. Fakat belirli bir ulusal sorun temelinde ayrılmanın öğütlenemez
oluşu, ezilen ulusun ayrılma hakkının reddedilmesi noktasına kadar götürülemez.
Ezilen ulus komünisti açısından temel görev,
mücadele bayraklarının (proletaryanın devrimci bayrağıyla, burjuva ve
küçük-burjuva ulusalcı bayrakların) birbirine karışmasına fırsat vermemektir.
“1905 devrim deneyimi göstermiştir ki, bu iki ulus içinde bile, egemen
sınıflar, toprak sahipleri ve burjuvazi, özgürlük için devrimci savaşımı
reddetmekte, Finlandiya ve Polonya'nın devrimci proletaryasından korktukları için, Rusya'nın egemen sınıflarıyla ve çarlık monarşisiyle
uzlaşma (rapprochement) yollarını
aramaktadırlar.
Bu nedenle sosyal-demokrasi, tüm ulusal-toplulukların
proletaryası ile öteki emekçi halkına, "kendi" burjuvazisinin
ulusalcı sloganlarıyla aldatılmasına karşı en güçlü uyarıda bulunmalıdır; o
burjuvazinin, bir yandan öteki ulusların burjuvazisiyle ve çarlık monarşisiyle
iktisadi ve siyasal ittifaka girerken, bir yandan da "doğup büyüdüğümüz
topraklar" hakkındaki tatlı ya da ateşli konuşmalarıyla proletaryayı bölmeye ve onun dikkatini burjuva entrikalarından saptırmaya çalıştığını kuvvetle
ortaya koymalıdır.”[48] Bu
nedenle, ezilen ulus komünisti, siyasal bağımsızlık istemini, kurulacak olan
yeni bir ulus-devletin çıkarları için değil, proleter devrimin önünü açacak
ileri bir adım oluşturduğu için destekler. Öte yandan da, küçük ulus dar
kafalılığına, kendi içine kapanma eğilimine karşı mücadele yürütür ve
proletaryanın birliğinin sağlanması mücadelesini başa alır.
Devrimci proletaryanın politikasının ulusal
sorundaki diğer bir ilkesi, ezen ulus proletaryasının, ezilen ulusun karar
vereceği “ayrılık ya da yeni bir birlik” istemi karşısında tarafsız
kalabilmesini sağlamaktır. Ezen ve ezilen ulus komünistleri açısından asıl
olan, tüm kararların proleter mücadelenin ilerletilmesi amacına bağlı olarak
üretilebilmesidir. Bu nedenle de ezen ve ezilen ulus proleterlerini kucaklayan
bir devrimin gelişmesi durumunda, ezilen ulus komünistine düşen görev, birlikte
ortak bir işçi iktidarının kurulmasının yoksul kitlelerin çıkarına olduğu
propagandasını yürütmesi, bu uğurda mücadele etmesidir.
Ulusal mücadelelerin, ulusal devlet burjuvaları
sayesinde toplumsal devrimden saptırmak ve onları demokratik özerklik, kültürel
özerklik veya benzeri reformlarla uzak tutma propagandası gün be gün artan bir
oranda hızlanıyor. Proletaryanın tarihsel çıkarları açısından asıl olan, ezen
ve ezilen ulus proleterlerinin ortak devrimci iktidarının kurulabilmesi ve bu
nedenle ayrılma hakkının tanınması temelinde, ezilen ulusun emekçi kitlesinin
birlik yönündeki gönüllü iradesinin sağlanmasıdır.
Ulusal soruna yaklaşımındaki en önemli ayırt edici
kriter, örgütsel alana ilişkindir. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının
tanınmasını, proletaryanın ulusal ayrılıklar temelinde örgütlenmesi noktasına
kadar genişletmek dar kafalı milliyetçilikten başka bir şey değildir. Ezen ve
ezilen ulus işçi sınıfının devrimci örgütlenmesi, birbirinden ayrı duran ulusal
partiler değil, tek bir devrimci işçi sınıfı partisi olmalıdır. Ulusal sorunda
işçi sınıfının enternasyonalist eğitiminin özünü, ulusal farklılıkların ve
eşitsizliklerin (ezen-ezilen ulus ayrımı) işçi sınıfının birliğini
baltalamasının önüne geçmek oluşturur. Devrimci proletaryanın amacı, burjuva
ulusalcılığının aşılması ve her ulustan proleterler arasında gerçek bir savaş
birliğinin, kardeşliğin yaratılmasıdır.
Ulusal Kültürel özerklik
Kapitalizm altında ulusların kendi kaderlerini tayin
hakkı isteminin gerçekleşmesi, ancak ezilen ulusun örgütlenmesi ve siyasal
mücadeleye girmesi ile gerçekleşir. Bu durum salt ezilen ulus içinde değil,
ezen ulus içinde de verili siyasal dengelerin değişmesine, devrimci
altüstlüklere yol açar.
Bu nedenle genelde ezen ulusun burjuva liberalleri,
reformist ve şovenist sosyalistleri, ulusal sorunun artık göz ardı
edilemeyeceği bir noktada, ezilen ulusun ayrılma hakkının tanınması yerine
“ulusal kültürel özerklik” istemini ileri sürerek, ulusal kurtuluş
mücadelesinin içini boşaltmaya (ayrı devlet kurma hakkını yadsımaya)
çalışırlar. Böylece proletaryanın da ulusal sorun karşısındaki devrimci
yaklaşımını baltalamak, onun bakış açısını bulandırmak isterler. Her
türden liberal, küçük burjuva milliyetçiliğinin öncelikle sınıf
mücadelesinin ve işçi çevrelerine fesat sokması ve özgürlük davasıyla proletaryanın
sınıf savaşımı davasına pek büyük zararlar getirecektir. Burjuva ve feodal
burjuva eğilim, "ulusal kültür" ya da “kültürel özerklik” sloganı
ardında gizlendiği için durum daha da tehlikeli olmaktadır.” “Buna karşılık kültürde ulusal özerklik
sloganı, bazı ulusların gericileri ve karşı-devrimci burjuvazisi tarafından
oldukça kabul edilebilir bir slogandır”.[49]
İşçi
sınıfının Partisinin, ulusal sorundaki yaklaşımı, ezilen ulusun kendi dilinde
eğitim, kültürel olanakların geliştirilmesi, ana dilin özgürce kullanımı vb
gibi haklı taleplerini zaten içermektedir. O nedenle devrimci proletarya, bu
haklı taleplerin ardına sığınıp ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı
ilkesinin yerine “ulusal kültürel özerklik” isteminin geçirilmesi eğilimine
karşı çıkar. Çünkü ulusal sorunda siyasal çözüm bütün kapsamıyla
savunulmadıkça, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı yaşama geçirilmedikçe,
ulusal sorun varlığını sürdürecek, ezen ve ezilen ulus işçi sınıfının
birliğinin önünde engel oluşturmaya devam edecektir. “Kim proletaryaya hizmet
etmek istiyorsa, bütün ulusların işçilerini birleştirmeli ve "kendisinin"
olsun, başkalarının olsun, milliyetçiliğe karşı kesin savaşıma
girişmelidir. Kim ulusal kültür sloganını savunuyorsa, onun yeri küçük-burjuva
milliyetçilerinin arasındadır, marksistlerin arasında değil.”[50] İşte bu nedenle devrimci proletaryanın
programı, gerçek bir siyasal çözümün, “ulusal kültürel özerklik” türünden
liberal gevezeliklerle gündemden uzaklaştırılmasına karşıdır. Bir
toplumda egemen kültür egemen sınıfın kültürüdür. Bu nedenle de “ulusal kültür”
genelde büyük toprak sahiplerinin, burjuvazinin, din adamları kastının
yerleştirdiği kültürdür. O halde tek başına sınıf mücadelesinden ve kendi
kaderini tayin hakkından bağımsız ulusal kültürü savunmak işçi sınıfının ve
onun partisinin sorunu olamaz. Bu burjuva taleplerle uzlaşmak anlamına gelir.
Ulusal bağımsızlık ve demokrasi
Emperyalizm dönemini, Lenin toplumsal
devrimler arifesi ve emperyalizmin siyasal açıdan bir gericilik dönemi olarak
değerlendirirken, buradan kalkarak ve emek sermaye çelişmesinin merkezde
olmasından dolayı demokratik istemlerin öneminin azaldığı tarzında bir sonuç
çıkartmadı. Tam tersine, emperyalizm döneminde demokrasinin, emekçi kitleler
açısından demokratik istemlerin önemini arttırıyordu. Lenin bu gerçeklikten
hareket etti ve geniş kitlelerin demokratik istemler uğruna mücadeleleriyle,
proletaryanın sosyalizm hedefinin, proletaryanın iktidar mücadelesinde nasıl
birleştirileceği sorunu temelinde devrimci siyaset ve program geliştirme çabasına
ağırlık verilmesini istedi. Geniş emekçi kitleleri ilgilendiren genel
demokratik istemlerle, proletaryanın sosyalizm hedefinin nasıl
ilişkilendirilmesi gerektiği sorunu can yakıcı bir önem taşımaktadır.
Komünistler için devrim sorununun çözümlenebilmesi,
proletaryanın, diğer emekçi kesimleri proletarya hegemonyası altında devrimci
mücadeleye çekecek yolların, yöntemlerin, programatik açılımların, istemlerin
bulunması gereğine işaret ediyordu. Ulusal meselenin de bu mücadeleye tabi bir
mücadele olması ezilen ulusun demokrasi talebinde de kendisini göstermesidir.
Lenin, emperyalizm döneminde demokrasi mücadelesinin küçümsenmesi eğilimini
eleştirirken, bugün de geçerli olduğunu düşündüğümüz bir genel yaklaşımı ortaya
koymaktaydı:
“Kapitalizm ve emperyalizm
ancak iktisadi devrimle devrilebilir; demokratik dönüşümlerle, en «ideal»
demokratik dönüşümlerle bile devrilemez. Ne var ki, demokrasi savaşımı okulunda
okumamış bir proletarya, iktisadi bir devrim yapma yetisine sahip de değildir.”[51]
“Demokrasi sorununun
Marksist çözümü, proletaryanın, burjuvazinin devrilmesini ve kendi zaferini
hazırlamak üzere, bütün demokratik kurumları ve bütün özlemleri, kendi sınıf
savaşımında seferber etmesidir.”[52]
“Kapitalizme karşı
devrimci savaşımı, bütün demokratik isteklerle, yani cumhuriyet, halk ordusu,
resmi görevlilerin halk tarafından seçilmesi, kadınlara eşit hak verilmesi,
ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, vb. gibi isteklerle ilgili devrimci
bir program ve taktiklerle birleştirmeliyiz. Kapitalizm var oldukça bu
istekler, yalnızca bir istisna olarak elde edilebilir. Üstelik tam olarak
değil, çarpıtılmış olarak.”[53]
Demokrasi mücadelesini sadece burjuva hukuk
açısından değerlendiren ve her an sınıfın elinden alınabilecek haklar gibi
algılanmakta ve eleştirilmektedir. Kapitalizmin varlığı altında demokratik
talepler burjuva sınırlar içerisinde ve burjuva iktidarını koruyan çerçevede
verilebilirdir. Burjuva hegemonyasına yönelen hiçbir demokratik hak ve talep
kabul görülmez. Burjuvazi bir yandan Komünist Partileri serbest kılıyor diğer
yandan onlarca komünisti sadece komünizmi savundukları ve örgütlendikleri için
cezaevlerine dolduruyor ve bunu savunuyu engellemek için tüm dünyada yeni yasal
düzenlemelere gidiyor. Zira burjuva demokrasisinin sınırı buraya kadardır. Oysa
işçi sınıfı önderliğinde gerçekleştirilen mücadelelerde savunulan, demokrasi
mücadelesi, proleter devrime geçiş için bir kaldıraç görevi görecektir.
Demokratik istemlerin küçümsenmesi ve bu konuda mücadele küçümsenmekte ve
sosyalizm için mücadele gereğinden sapmak olarak eleştirilmektedir. Lenin bu
siyasal eğilimi “emperyalist ekonomizm” olarak nitelendirdi ve bu yanlış
görüşlere karşı günümüz açısından da önemini koruyan eleştiriler bıraktı.
Lenin’in değerlendirmesine göre, “rahmetli” yani
1900’lerin başındaki ekonomizm, kapitalizmin doğuşuyla demokrasi savaşımını
nasıl birbirine bağlayamamışsa, emperyalist ekonomizm de, emperyalizmin
doğuşuyla, reformlar ve demokrasi için verilecek savaşımı birbirine
bağlayamamıştı.
Emperyalizm, sermayenin ulusal devletlerin
sınırlarını aştığı bir dönemdir. Bu ekonomik gelişmenin doğurabileceği
sonuçları, Rosa Luxemburg vb. mekanik bir tarzda yorumlamıştır. O’na göre,
gelişme eğilimi ulusların kaynaşması doğrultusunda olduğuna göre, ulusların
ayrılma özgürlüğünü savunmak ve iktidara gelince bu hakkı tanımak gereksizdi.
Oysa Lenin’e göre, sosyalizm için devrimci savaşım, diğer tüm demokratik
görevler için olduğu gibi ulusal sorunda da devrimci bir programla
birleştirilmeliydi.
Ulusların kendi
kaderlerini tayin hakkı kapitalizm altında olanaksız, sosyalizmde ise
gereksizdir… tezini savunan Marksistlere karşı Lenin’in yönelttiği eleştiriler
iki farklı açıdan önem taşımaktadır. Bunlardan birincisi, ulusların kendi
kaderlerini tayin hakkının siyasal bir hak olduğunun vurgulanmasıdır.
“İşte bu nedenle ezenler
ya da (ancak şiddetlerinde büyük, zorbalıklarında büyük oldukları halde)
«büyük» ulus diye tanımlanan uluslar açısından enternasyonalizm, sadece uluslar
arasında biçimsel eşitliğin sağlanması değil, uygulamada nasılsa ortaya çıkacak
eşitsizliği dengeleyecek ölçüde büyük ulus aleyhine eşitsizliğin sağlanması
demek olmalıdır. Bunu anlamayanlar, ulusal sorun konusunda gerçek proleter
tutumu kavramamışlardır. Bunlar bakış açılarında henüz küçük-burjuvadırlar ve
bu nedenle de burjuva görüş açısına düşmeleri kaçınılmazdır.”[54]
Kapitalizm altında
demokratik siyasal haklar kuşkusuz kendiliğinden bahşedilmemişlerdir,
bahşedilmezler de. Kapsamlı reformlar bile, esas olarak kitlelerin burjuvaziye
karşı devrimci mücadelesinin birer yan ürünü olarak gerçekleşmiştir. Ulusların
kendi kaderlerini tayin hakkına (yani siyasal bağımsızlık, ayrı bir devlet
kurma hakkına) “kapitalizm altında nasıl olsa gerçekleşmez” mantığıyla
yaklaşılması kesinlikle yanlıştır. İkinci olarak ise, devrimci proletarya,
geniş yığınları harekete geçirmede önemli bir kaldıraç noktası olacak bu tür
istemlere programında yer vererek, bunları kendi mücadele hedefleri arasına
katarak, siyasal savaşımın içinde hegemonyayı ele geçirmeye çalışır.
Lenin’in emperyalist ekonomizm eğilimine bu bağlamda
yönelttiği eleştirilerin diğer bir önemli yönü de şudur: “Ulusların kendi
kaderlerini tayin hakkı sosyalizmde gereksizdir” demek (proletarya diktatörlüğü
dönemi kastedilmektedir), ezen ve ezilen uluslar arasında uzun yıllar boyunca yaratılmış
olan ayrımcılığın ve bunun bıraktığı derin izlerin, proleter devrimle,
birdenbire, kendiliğinden ve zahmetsizce aşılacağını düşünmek gibi bir
hafifliğe kapılmak olur. Bu soruna gereken özenin gösterilmemesi, pratikte ezen
ulus şovenizminin olumsuz izlerinin varlığını korumasına hatta derinleşmesine
katkıda bulunmaktan başka bir sonuç doğurmaz.
O nedenle Lenin, iktidara gelen proletaryanın,
ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımasını kesinlikle gerekli
görmüştür. Lenin’in önderliğindeki Bolşevik Partisi Ekim devriminin hemen
ardından bu hakkın yaşama geçirilmesini savunmuş ve Sovyetler II. Kongresinin
ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınması için aldığı karar, Halk
Komiserleri Kurulunun belirlediği ilkelerle (15 Kasım 1917 tarihli “Rusya’daki
Ulusal-Toplulukların Haklar Bildirisi”) [55]
daha da netleştirilmiştir:
Lenin, “ulusların kaynaşması gönüllü birlikten
geçer” ilkesini, proletarya iktidarının, ezilen ulus lehine olacak önlemleri
geliştirerek yaşama geçirebileceğini, gerçek eşitliğin ancak bu yolla
sağlanabileceğini savundu. O, bu doğrultudaki görüşünü, Bolşevikler arasında
beliren “Büyük-Rus şovenizmi” tehlikesine karşı keskin bir uyarı kapsamında
ifade ediyordu:
“Ulusal sorun konusundaki
yazılarımda, milliyetçilik sorununun genel bir soyutlama içinde sunulmasının
hiç yararı olmayacağını belirtmiştim. Ezen ulusla ezilen ulusun milliyetçiliği,
büyük ulusla küçük ulusun milliyetçiliği arasında kesin ayrım yapılması
gereklidir.” [56]
“İkinci tür milliyetçilik
açısından, büyük bir ulusun vatandaşları olan bizler, tarihsel oluşum içinde
sayısız şiddet olayları nedeniyle hemen her zaman suçlu olmuşuzdur...” [57]
Lenin’in emperyalist ekonomizm eğilimine sapmakla
suçladığı kimi Marksistlerin yanılgılarının temelinde yatan sorun, siyasal
sorunları doğrudan ekonomiye indirgemek ve kapitalist ekonomik temelin
tasfiyesiyle birlikte, onun doğurduğu sorunların da otomatikman ortadan
kalkacağını düşünmek olmuştur. Doğrudan ekonomik sonuçlardan hareketle, siyasal
sorunların çözülebileceğini savunmak ekonomik temel ile siyasal sonuçlar
arasındaki diyalektik ilişkinin mekanik bir tarzda yorumlanması “Marksizmin
karikatürize” edilmesidir.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını ele
alırlarken, ulus-devletlerin siyasal açıdan bağımsız olmaları sorununun yerine,
iktisadi bağımlılık sorununu öne geçirmek ezilen ulus mücadelesini göz ardı
etmeye götürmektedir. Kuşkusuz, ulusal baskının tam olarak ortadan kaldırılması
da ancak proletarya iktidarıyla mümkündür. Fakat ulusların kendi kaderlerini
tayin hakkı kapsamında yürüyen tartışmalar, ezilen bir ulusun kendisini ezen
ulustan ayrılma hakkını elde etmesini, bu anlamda siyasal bağımsızlığını
kazanıp kendi ulus-devletini kurmasını ifade etmektedir. Bu ifadeye Marksistler
ezilen ulusun ekonomik eşitsizliğini bahane ederek karşı duramazlar.
Emperyalist ülkelerin, kendi ulus devletlerini kurmuş, ekonomik açıdan güçsüz
ulusları ekonomik mekanizmalarla baskı altında tutmayı sürdürmeleri bir
gerçekliktir. Fakat ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı bu temelde ele
alınmamalıdır. Emperyalizmin açık bir ilhakı olmadıkça, bu tür ülkelerdeki
mücadele hiçbir zaman ulusal sorun kapsamında tanımlanamaz.
Emperyalizm büyük küçük tüm ulus-devletleri çeşitli
ekonomik ilişkilerle birbirine bağlayan bir dünya sistemidir. Fakat bu nedenle
de emperyalist sistemin bağlarının kırılamayacağı anlamına gelmez. Dünyadaki
ekonomik bağımlılık ilişkilerinin dünya ulus devletleri dünya ölçeğinde
devrimlerle zorlamak Marksizmim başka bir çarpıtılmasından başka bir şey
değildir. Ulus-devletlerin politik olarak bağımsızlıkları ve yaratabilecekleri
olanaklar ekonomik açıdan da tam bağımsız olabileceğini beraberinde
getirecektir. Ulusal kurtuluştan anlaşılması gereken siyasal ve ekonomik
bağımsızlığın bir arada olmasıdır.
Kürt sorununa ilişkin partinin yeniden inşası
Uluslar ezen ve ezilenler olarak bölünmesi,
emperyalizmden kurtuluş ve demokrasi mücadelesinin sürmesi ve bu esaretin
kırılması mücadelesinin devam etmesi demektir. Kürdistan'daki gelişmelerin
gösterdiği şeylerden biri, ulusal sorunun gerçek ve tek çözümünün ancak, işçi
sınıfı önderliği altında çözülebileceğinin ispatıdır. Ulusal mücadelenin Kürt
burjuvazisi ve yandaşlarının elinde geçmesinin temel nedeni, öncelikle
Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin ve dünyada sınıf hareketinin zayıf
olmasından kaynaklanmaktadır. Kürt burjuvazisinin ve feodallerinin ulusal
harekete dayattığı çözümler göz önüne alındığında ortaya çıkan geri durum,
gelişmenin ulusal sorunun çözümü ancak, işçi sınıfının ezilenlerle birlikte
gericiliğe karşı sınıf mücadelesi ile gerçekleşebileceğini ortaya koyar.
Kürdistan’da köy boşaltmalarla başlatılan göç,
gerek Kürdistan’da gerek batıda kentlerde ortaya çıkan sorunlarından
başlıcalarıdır. Geri dönüşlerin özellikle batı kentlerinde yaşanmaması ve
toprak sorununun hala devam etmesi, kentlerde yüzü ulusal mücadeleye dönük
yaşayan fakat bir bütün olarak onunla direk temastan kaçınan bir Kürt kitlesi
oluşturdu. Bir yandan işsiz olarak işçi sınıfı içine katılan bu güç,
demokrasiye de, ulusal soruna da farklı bakmakta, daha farklı çözüm yolları ve
ittifaklar aramaktadır. Bu gelişme geniş bir Kürt kitlesinin işçi sınıfının bir
parçası haline getirmiş bulunmaktadır.
Burjuvazinin devrimci barutunun tükendiği bu tarih
sahnesinde, Kürt burjuvazisinin ulusal "temsiliyette" devrimci
anlamdaki “yeteneksizliği”; Kürt ulusunu, mücadele içindeki Kürt işçi sınıfı
tarafından temsil etmesinin koşullarını hazırlamaktadır. Burjuvazinin ulusal
mücadeleyi Kürt halkı adına taşıdığı noktada izlediği uzlaşma ve teslimiyet
Kürt sorununun, başta Türk işçi sınıfı ile birlikte, iki ulustan ve
azınlıkların işçi sınıfının emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadelesinin
ortak sürdürülmesinin gerekliliğini ortaya koymuştur.
Türkiye’deki
ekonomik ve sosyal gelişme, gelinen noktada; Kürt ve Türk burjuvalarının ayrı
gibi görünen ama aynı yerde durduklarının gösteren milliyetçi şoven söylemlere
rağmen, Türkiye her iki ulus ve azınlıklar açısından bir bütünleşme
yaratmıştır. 85 yıllık ekonomik, sosyal, kültürel gelişmeler iki toplumu ve
azınlıkları birbirine bağlamış, birleşik bir toplum ve işçi sınıfı yaratmıştır.
Komünistler bu birlikteliği savunmakla ulusal burjuvazi tarafından
sosyal-şoven, “misak-ı milli”ci olmakla eleştirirken; Türk burjuvazisi ve onun
her türden yardakçısı da ulusal bütünlüğü bozmak ülkeyi bölmekle
eleştiriyorlar.
Türkiye coğrafyasında devrimcilere ve komünistlere
“Türk solu” yakıştırması ile “sosyal
şoven”, “Kemalist” vb. deme alışkanlığını Kürt burjuvazisi ve onun kuyruğundaki
küçük burjuva ideologlarca sürdürüyorlar. Savunulan düşüncelerde Kürt ulusu
adına savunulan düşüncelere bakıldığında “kim Kemalist” diye sormak
gerekmektedir. Öcalan’ın “21.yüzyıl manifestosu”nu göklere çıkaranlar bu
manifestonun bir Kemalizm savunusu olduğunu bilmektedirler.
Komünistler,
burjuvazinin sol görünüm altındaki her türden oportünist eleştirisine rağmen,
sınıfın tarihsel görevini başarması için, tüm ulusal dinsel öğelerden
sıyrılarak kapitalizme yönelmek ve yok etmek zorundadır. Sınıf mücadelesi
açısından bakıldığında, kapitalizme ve her türden gericiliğe karşı mücadeleyi
toplam güçler üzerinden sürdürmek zorunludur
Kapitalizm gelişmesinde ulusalar üzerinde
ikili etki gösterir. Öncelikle ulusları milliyetler temelinde bölmek, diğer
yandan ekonomik gelişmeler ve bu gelişmelerin yarattığı, işbölümü ve üretim
ilişkileri sayesinde ulusallık sınırlarını aşarak hakları üretim alanında
sınıfsal temelde birleştirmek. Kapitalizmin gelişim yasalarının dayattığı,
ulusal sınırlılıkları aşma, halkları birleştirme yönünde doğurduğu bir diğer
eğilim ister istemez; her iki ulustan işçilerin, bu mücadele içinde ulusal
sınırlılık ve darlıkları aşmalarının önünü açarken; Türk ve Kürt işçilerinin
demokrasi ve bağımsızlık mücadelesinde birleşmelerine olanak sağlar. Zira Marx
işçi sınıf için şöyle der.”Proleterler ise, daha önceki kendi mülk edinme
biçimlerini ve böylelikle, daha önceki bütün öteki mülk edinme biçimlerini de
ortadan kaldırmadıkça, toplumsal üretici güçleri ele geçiremezler. Kendilerine
ait korunacak ya da pekiştirilecek hiç bir şeyleri yoktur; görevleri, özel
mülkiyetin o güne kadarki bütün güvencelerini ve korunaklarını yok etmektir.”[58]
Ulusal devletlerin ilk ortaya çıkışında
proletarya Marx’ın dediği gibi “proleterler kendi düşmanları ile değil,
düşmanlarının düşmanları ile, mutlak monarşi kalıntıları, toprak sahipleri,
sanayici olmayan burjuvazi, küçük-burjuvazi ile savaşırlar. Böylece, tüm
tarihsel hareket burjuvazinin ellerinde yoğunlaşır; bu biçimde elde edilen her
zafer, burjuvazinin zaferidir.”[59]
Proletarya’nın ulusallık adına bir dönem yanında savaştığı burjuvaziye artık
ulusallık adına tavır almak zorunda kalmıştır. Burjuvazi artık karşısında duran
işçi sınıfını yalıtmak işin her türlü önlemi almakta ve her türlü yönteme
başvurmaktan çekinmemektedir. Sınıfın ulusalar temelinde bölünmesinin altında
da bu yatar.
Ulusal mücadele içinde Kürt burjuvazisinin,
Türk burjuvazisinden örnek alarak "sınıfsız, zümresiz kaynaşmış bir
kitle" anlayışıyla Kürdistan işçi sınıfı içinde ulusallığı özellikle öne
çıkarmış ve bu eksende hareket ettirilmeye çalışılmış ve başarılı da
olunmuştur. Milliyetçiliğin güçlenmesi karşısında Buna karşılık Türk ve diğer
azınlık işçileri ise, cılız milliyetçi çıkışlar yanında Kürt sorunu karşısında
önce "ilgisizlik" içine itilmiş, giderek "terör"
bahaneleri ile daha geri bir mevziiye doğru sürüklenmişlerdir.
Türkiye Burjuvazisinin ulusal meselede takındıkları
tutuma destek olan Kürt küçük burjuvazisi, komünistlere “Kemalist ve misak-ı
milli’ci” olarak saldırırken, diğer tarafta Mustafa Kemal’e “biat etmek”,
“büyüklüğü önünde eğilmek”, Öcalan için sadakatin göstergesi olmaktadır. Zira
Cumhuriyeti kuranlara, bayrağa, devlete, kurulu düzene ve statükoya sadakat,
“21. yüzyıl manifestosu”nun içeriğini oluşturmaktadır. Peki, şimdi kim
“Kemalist” kim “sosyal şoven” olmaktadır. Komünistleri “şoven” olmakla,
“Kemalist” olmakla suçlayanlar ancak Kürt sorunun çözümünden kaçanlar ve sosyal
devrime tavır alan sınıflar ve onların temsilcileridir.
Kürdistan'da gelinen noktanın gösterdiği
şeylerden biri, ulusal sorunun gerçek çözümünün ancak, işçi sınıfı önderliği
altında olanaklı olduğu gerçeğidir. Kürt burjuvazisi, işçi sınıfı hareketi ve
sosyalizmin uluslararası planda gerilemesinden ve Kürdistan’da işçi sınıfının
zayıflığından önemli oranda yararlanmıştır. Ulusal hareketin geldiği nokta,
ulusal hareketi temsil eden Kürt burjuvazisinin öncelikle, bölgede toprak
ağaları ve doğrudan emperyalizmle uzlaşması; Kürt ulusal sorununun burjuva
anlamda çözülmesinin ve Kürt ulusal özlemlerinin gerçekleşme olanağının yolunu
tıkamıştır. Türkiye işçi sınıfının mücadelesi Kürt sorununun (demokratik)
olanakların yenilemesi ve çözümüne yeni bir yön vermesi kaçınılamazdır.
Günümüzde Kürt köylülerinin toprak talebiyle başkentte hükümet ve ağalık
aleyhinde gösteri yaparak toprak taleplerini dile getirmeleri ulusal hareketin genel
olarak yöneliminin ve kendi içindeki ittifaklarında açığa çıkması açısından
oldukça önemlidir. Devrimci Komünist partinin Kürdistan’da örgütlemesini
geliştirerek, ulusal mücadeleyi, gelişecek sınıf mücadelesinin, yedeğine
alabilecektir. Kürdistan’da süreç tüm Kürt küçük burjuvazisi ve feodallerin
milliyetçi karşı koymalara rağmen, işçi sınıfı hareketinden yana gelişmektedir.
Kürt Ulusal mücadele tarihinde önderlik halen Kürt
küçük-burjuvazisi elindedir. Kürt küçük-burjuvaları, bağımsız bir Kürdistan’ı idealize
ederek, milliyetçiliği esas alan bir devlet talebinden hareket etmektedirler.
Buna karşı olan her tutumu “Kemalizm” ve “sosyal şovenizm”le suçladı. Gelinen
yerde vardıkları nokta “Türkiyeli” olmaya dayanan, Türk kimliğinin kabulüne
dayalı bir devlet… Bağımsız devlet, federasyon, otonomi, söylemleri Kürt
küçük-burjuvazisinin özlemleri olarak kaldı.
Kürt burjuvazisinin ortaya koyduğu teslimiyet
ve uzlaşma sonucunda şu anda örgütlülük anlamında çok zayıf da olsa politik
olarak, Kürt ulusunu, mücadele içindeki Kürt işçi sınıfının fiilen temsil eder
hale gelmesinin önünü açmaktadır. Güçlü bir sınıf örgütlenmesi, Kürt sorununun,
Kürt burjuvazisinin elinden çıkarak, her iki ulustan ve azınlıklardan oluşan
işçi sınıfı ve halkın emperyalizme ve gericiliğe karşı bağımsızlık ve demokrasi
ve sosyalizm mücadelesinin dinamiklerinden biri olma yoluna fiilen girmesi
anlamına gelir.
Ezilen bir ulus, yapısı gereği ulus, tarihsel ve
siyasal bir kategoridir. Kürt sorununu, burjuvazinin geliştirdiği milliyetçi
tutumuna karşı durmak adına ulusallaşma taleplerini yok sayarak bir azınlıklar
sorunu olarak değerlendirmek mümkün değildir. Azınlık milliyetler sorunu daha
çok dil ve kültürel hakları kapsar. Azınlıklar, değişik bir etnik kökenlere
sahip, kendine özgü kültürleri, geleneksel yaşam biçimleri olan, bulundukları
ülke toplamına serpilmiş bir azınlık nüfus ya da nüfuslardır. Ulusal sorun,
temelde bir siyasal sorundur. Ulusların ezen ve ezilen konumda oldukları her
yerde, eşitsiz konumda tutulan ulusun özgürlük ve eşitlik istemi nesnel bir
durumdur ve tümüyle meşru bir siyasal istemdir. Ezilen ulusların, eşit, özgür
bir biçimde kendi kaderini tayin etme hakları vardır. İstediklerinde
bulundukları coğrafyada ayrı bir bağımsız devlet olarak var olma haklarını
kullanarak ayrılma hakları vardır. Ezilen bir ulusun özgür koşullar altında
ayrılma hakkının kullanıp kullanmaması ya da bunun ezen ve ezilen ulusların
emekçilerinin çıkarına olup olmadığı, tümüyle ayrı bir sorundur.
Ortadoğu’da ki gelişmeler ve Kürt ulusal
sorununun, başta sermaye ve gericilik, uzlaşmacı Kürt burjuvazisi ve
emperyalizm tarafından istismarı ile şekillenen politik süreç kendi içinde işçi
sınıfı lehine gelişmelere işaret etmektedir. İfade ettiğimiz gelişme sürecinin,
Kürdistan'da düz bir çizgi izlemesi veya bir çırpıda, topluca ortaya çıkması
söz konusu edilmemelidir. Kürt ulusal mücadelesi gibi Türkiye’de sınıf
mücadelesinin, başta ülkede yaşanan kriz olmak üzere ulusal ve uluslararası pek
çok gelişmeden çok yönlü bir şekilde etkilenmesi; bunun, oradaki ekonomik,
toplumsal ve politik gelişme ve değişimi pek çok yönden koşullandırması; her
bir olgunun, bir önceki döneminin baskısı altında biçimlenmesi ve bir yığın
sorun ve olanak yumağı olarak belirginleşmesi olarak algılanmalıdır.
Kürt küçük burjuvazisinin teslimiyeti,
emperyalizme yamanma tarzında sürdürülen politikalar yanında, genel olarak İşçi
ve emekçiler arasında sendikal örgütlenme ve ekonomik mücadeledeki canlanma
sınıfın en azından kendi talepleri etrafında bir araya gelmesinin koşullarını
yaratarak her iki ulusun işçilerinin ortak bilinçle hareket edebileceğine
işaret etmektedir. Kürt ulusal hareketinin, ilk başlarda sendika vb. yapılarda
“biz burada ekonomik veya sendikal mücadele için değil kendimizi ifade etmek ve
Kürt sorununu ortaya koymak için bulunuyoruz” söylemleri her türlü mücadeleyi
ulusal mücadele potası içinde eritmek ve onun peşine takma amacını güdüyordu.
Oysa emperyalizmin Ortadoğu’da takındığı tavır ve Irak’ın fiili işgali sonucu
ortaya çıkan politik durum, Türkiye tekelci burjuvazisinin sınıfa karşı
saldırıların ortaya çıkardığı ekonomik durum bir araya getirilip
değerlendirildiğinde; sınıfın kendi politik ve ekonomik talepleri uğruna
mücadelesinin gelişmesi ve ulusal sorununda bunun içinde yeni bir yön bulması
önemli adım oluşturacaktır.
İşçi
sınıfının kader ortaklığı bütün dünyada ve uluslar düzeyinde de biçim olarak
aynıdır. Bunun için işçi sınıfının enternasyonalizmi ve sınıf dayanışması soyut
değil, işçi sınıfı mücadelesinin, sermayenin her alanda ki saldırılarına karşı
birleşmeyi hedefleyen zorunlu bir pratiktir. Türk işçileri için, Kürt işçileri ve azınlıklar ile ortak hareket
etme ve Kürt sorununu kendi sorunları haline getirme bu anlamda oldukça önem
kazanmaktadır.
Burada söz edilen olası gelişmeler ve
yönelimler, ulusal hareketin pratik olarak geldiği noktanın açıklanması
değildir. Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyada içinde bulunduğumuz
konjonktürün ortaya koyduğu ekonomik-politik gelişmelerin yarattığı ortamda
gelişmelerin olası sonuçlarına işaret etmek çabasındayız. Amaç burada
ekonomizmin peşine takılarak “Bakın Kürt işçisi durmadan gelişiyor, hele bir
gelişimini tamamlasın ve ipleri eline alsın gelişmeye göre bakarız” demenin
ötesine geçmektir. Komünistler açısından, ekonomik-politik gelişmelerin
yaratacağı somut durumlar karşısında uyanık olmak ve önceden bunun olma
olasılıklarını bilerek hareket etmek gereklidir. Somut durum, ampirik olarak
değerlendirildiğinde şu anda Kürt ve Türk işçilerinin ortaklaştıkları ekonomik
mücadeleler hala ortak siyasi bir mücadele rayına oturmuş değildir. Bugünün
böyle olmaması gelecekte de bunun böyle olacağı anlamına da gelmez.
Ekonomik-politik mücadelenin gereği olarak çeşitli ulusalar ve azınlıklardan
oluşan Türkiye işçi sınıfının kendi coğrafyasında ortaklaşa mücadelesinin
önünün açık olduğuna dair güçlü belirtiler vardır.
Emperyalizm bir dünya sistemidir
bu sisteme yönelen her mücadele ulus ve
ülkelerin sınırları içine kalmaz. Böyle bir mücadele, ister istemez
uluslararası planda önlemler almaya
çalışan emperyalistlerle karşılaşacağından en azından işçi sınıfına yönelik
tavır gösteren emperyalist devletlerin müdahaleleri ile uluslar arası bir
nitelik taşıyacaktır. Emperyalizmin bu
tutumu dünya işçi sınıfı için birlikte davranmanın yolunu açmakta ve onu
eğitmektedir. Kürt ulusal mücadelesinin de emperyalist zincir dışına taşınması
riskine karşı emperyalistler öncelikle harekete önderlik eden Kürt küçük burjuvazisinin dayanakları olan
feodal gericilik ve Kürt kapitalistlerini yedeklemişler ardından küçük
burjuvaziyi de yanlarına alarak tehlikeyi şimdilik bertaraf etmiş
görünmektedirler. Ara sınıfların
özellikle küçük burjuvazinin emperyalizme karşı üreteceği politikalar ve
yürüteceği politik mücadelenin sınırlarını, bu sınıfların mücadele içindeki
konumlarını belirlemektedir. Emperyalizmle sahip oldukları bağlar onları
emperyalizmle uzlaşmaya iter. Ama üzerlerine yöneltilmiş emperyalist baskı,
buna karşı çıkışlarını da koşullandırır. Sonuçta, tutarsızlık ve
kararsızlıklarıyla yalpalamaktan kaçınamazlar.
Demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak Kürt
sorunu
Ülkemizde ulusal sorun: Kürt sorunudur.
Komünist partisinin sınıfa sunduğu demokrasi programının bir maddesi olarak çok
önemlidir. Ancak bu sorun, işçi sınıf için salt bir demokrasi programı sorunu
olmakla kalmaz; sınıf mücadelesinin gelişmesi, her iki ulustan işçilerin sınıf
bilincinin, sınıf ve parti birliğinin gelişmesi vb. gibi sınıfsal ve örgütsel
alanları da kucaklar. Yani, ulusal sorunda yaşanan "basit" bir zaaf,
hayatın ve çalışmanın bütün alanlarını kucaklayarak katlanır ve büyük bir
sorunlar yumağı halinde geri dönebilir. Bu demektir ki, ulusal sorunla ilgili
görevler, salt siyasal değil, aynı zamanda partinin organik-yapısal
şekillenişinin ve "yeniden inşa" sürecinin görevlerinden de biridir.
Komünist partisi, sınıf mücadelesi içindeki görevi, mücadele içindeki işçilerin
uyanış, mücadele ve örgütlenmesine yardım etmek; öne çıkan ileri işçiler
kitlesinin, sınıfı temsil eden ana kitleyi kucaklayıp harekete geçirecek
derecede kitlesel, bağımsız ve devrimci bir parti olarak örgütlenmesini
başarmaktır.
Devrimciler, Ulusal sorunu siyasal sorun olarak
görürler. Ulusal sorunun bir alt parçası kültürel kimlik vb. talepler, siyasal
sorunun bir parçasıdır. Ulusal kimlikler ve kültürler siyasal mücadelenin bir
parçası olarak ele alınırlarsa toplumsal kurtuluş mücadelesinde bir anlama
bürünür. Komünistler bunu kendi tarihlerinde yaşadılar ve olanaklılığına şahit
oldular. Tarihte Ekim Devrimi, “halklar hapishanesi” olan Rusya’dan, ulusların
özgürlüğüne ve eşitliğine dayalı bir birleşmenin nasıl gerçekleştirileceğini
gösterdi. Özgürlük ve eşitlik temeline dayalı bir Sovyet cumhuriyetleri
birliği, Sovyet halkı diye bir kimlik yarattı. Bu ulusların ve azınlıkların
kendi milli özelliklerini ve zenginliklerini özgürce yaşayabilmelerinin ürünü
bir üst kimlikti. 2. dünya savaşında Hitler faşizmine karşı “anavatanı savunma”
şiarıyla bu kimliğin altında savaştı. Sosyalist anavatanı savunan “Sovyet”
kimliği içinde toplanan, “Sovyetler halkı”ydı. Rusya Halkları “Sovyet”
birleştirici kimliği altında ulusalar kimliklerinin özgürce ortaya konulup
yaşatılmasını, tüm ulusların eşitliğine, tüm azınlık milliyetlerin meşru
haklarının tanınmasına borçluydular.
Ne zaman ki, sosyalizmin zaafa uğraması ve
burjuvazinin iktidarını yeniden kurmasıyla birlikte, her türlü sorun,
kapitalist yozlaşma ile beraber bugünkü dinsel ve etnik boğazlaşmalar ortaya
çıktı. Burjuvazinin körüklediği din ve milliyetçi önyargılar yeniden güç
kazandı. Önce halklar arasındaki güven ve kardeşlik zedelenmeye, zayıflamaya
başladı. Ulusların milliyetler temelinde ayrışmasının burjuva anlamı ulusların
karşılıklı savaş ve boğazlaşmasıdır.
Sosyalizmin birleştiriciliği hedefine koyan
Komünist partisi, Kürt ve Türk ve çeşitli azınlıklardan oluşan işçi sınıfının
öncülerinin partisidir. Dolayısıyla o, Türk ve Kürt komünist hareketleri ve
Türk ve Kürt işçi çeşitli azınlıkların komünistlerinin organik toplamından
oluşur. Bu durum, partinin ve profesyonel çekirdeklerinin merkezileşmesinde
olduğu gibi; işçilerin eğitimi ve komünistler olarak yetiştirilmelerinde de rol
oynar. İşçi sınıfı ve öteki emekçi kitlelerin hareketinin gelişmesi ve çeşitli
milliyetlerden işçi ve emekçilerin eyleminin birleşmesi için uygun koşulların
oluşması; işçi partileri ve örgütlerinin çalışması ve partinin "yeniden
inşa" süreçleri bakımından son derece önemli bir fırsattır. Sermayenin
saldırılarının püskürtülmesi için olduğu gibi; işçilerin aydınlanması, sınıf
birliği ve bilincini geliştirmesi ve parti olarak geniş ölçekli örgütlenmesi de
ancak, böylesi dönemlerde olanak bulabilir.
Kürt sorunu kuşkusuz, her iki ulustan işçi
sınıfı ve halkın sermaye ve emperyalizme karşı mücadelesi ile çözülecektir.
Kürt sorununun esasta Türkiye işçilerinin sorunudur. Zira Türkiye işçi sınıfı,
Kürt ,Türk ve azınlıklardan oluşan işçilerinin organik toplamıdır ve ulusların
karşılıklı durumları; yani uluslardan birinin ezen, diğerinin ezilen konumda
bulunması; ülkedeki işçilerin bir bölümünün ezen, diğer bölümünün ezilen ulusa
mensup olması, buna ister istemez yol açar, koşullandırır. Bu durumun, bugünün
Türkiye'sindeki bir partinin Türk ve Kürt işçilerin ortak partisi olmasının
görevlerini bilinçle üstlenmeyi bir zorunluluk haline getirmesi kaçınılmazdır.
Kısaca belirtmek
gerekirse; Kürdistan'da yaşanan olaylar, bir yandan küçük burjuva ulusal çıkışlarla
milliyetçiliği körüklerken, diğer yandan ulusların karşılıklı birbirlerine
dikkatini yöneltmektedir. Ulusal mücadelenin yarattığı karşılıklı gerginlik her
iki ulusun ve azınlıkların örgütlenmesi ile devlete ve kapitalizme
yöneltilebilecek silahı da bağrında taşımaktadır. Bu nedenle ulusal mücadele,
azınlık hakları ve demokrasi talepleri doğru bir temelde birleştirildiğinde
komünist partisinin güçlenmesinin olanaklarını da yaratmaktadır. Ulusal sorun konusunda Marksist bir politik
tavır alış ve teorik mücadelenin önemi, asıl olarak ezilen ulusların kurtuluş
mücadelesi ihtiyacından kaynaklanır. Zira sınıfların iktidar mücadelesi
içindeki konumlanışlarını değerlendirmek ve sınıfı bu konuda eğitmek ulusal
mücadelenin hangi koşularda başarıya ulaşacağının tespitidir.
Marksizm-Leninizm, dünyayı değiştirmeye çalışan ve devrimci pratikle kopmaz bir
diyalektik ilişki içinde olan bütünsel bir dünya görüşüdür.
Marksizm açısında
değerlendirildiğinde günümüzde bakıldığında Marksizm’in ulusal mesele
diye bir bakışı olmadığı sonucuna varılır. Marx ve Engels döneminde, ulusal
sorunun tarihsel çerçevesi burjuva demokratik devrimler ve ulus-devletlerin
oluşumu açısından ele alındı. Eski feodal siyasal yapıların yıkılması ve modern
kapitalist toplumun önünü açan ulus-devletlerin oluşumu onların ilgi alanı
içindeydi. Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde, burjuva demokratik dönüşüm
“ulusal cumhuriyet” ve onun şekillendirdiği “yurttaşlık hakları feodaliteye
oranla ilerici bir içerik taşımaktaydı. Marksizmin kurucularının burjuva
demokratik mücadelelere ve ulus-devletlerin oluşumuna, verdikleri değer,
onların gösterdikleri devrimci tutumdur.
Onların döneminde Çarlık Rusya’sına karşı mücadele
eden Polonya ulusçuluğu Marx ve Engels’ten ulusların kurtuluşu adına selamlanırken,
Güney Slavlarınınki gibi feodallerin denetimindeki hareketler, onların
eleştirilerine hedef oldu. sahne olduğu bir tarih kesitinde, bu Marx ve Engels,
Batı Avrupa’daki burjuva demokratik mücadelelere ve bu merkezde ortaya çıkan
ulusal sorun konusuna mücadeleyi sıranın proletaryaya gelebilmesi açısından
değerlendiren temelde yaklaştılar. Hindistan ve İrlanda yaklaşımları da bu
temelde değerlendirilir.
Ulus devlet kavramı tarihsel olarak burjuvaziye
aittir. Onun gelinen noktada olmazsa olmaz koşulunu oluşturmuştur. Burjuvazinin
kendi siyasal iktidarı altında modern bir merkezi birlik oluşturmak amacıyla
feodaliteye karşı giriştiği mücadelede, ulus-devlet ve ulus olgusunun temelleri
de atılmış oldu. Bu nedenle burjuva demokratik devrimlerin ana temaları, somut
bir pazar birliği temelinde yeni bir topluluğun oluşumu şeklinde biçimlendi ve
siyasal hedef olarak belirginleşti.
Marx ve Engels, burjuva demokratik mücadelelerin,
burjuvazinin feodaliteye karşı taşıdığı ilerici yön ile proletaryaya karşı
taşıdığı gerici yön arasındaki çelişkiyi ortaya koyuyorlardı. 19. yüzyılda
yaşanan burjuva demokratik mücadelelere bu çelişki damgasını basacaktı. Ulusal
mücadeleler içinde aynı düşünceyi merkeze koyarak bunu tartışıyorlardı. Burjuva
ulusçuluğunu feodal topluma oranla tarihsel açıdan ileri bir adım olarak
değerlendirirken, kapitalist dünya sistemi bir kez oluştuğunda onun nasıl
gerici bir içeriğe bürünebileceğini de gözler önüne serdiler.
Burjuva anlamda ulusal mücadelelerin hedefi
ulus-devletini kurmaktır. Ulusal kurtuluş mücadelesi ile sınıf mücadelesi
arasında bu anlamda direk ilişki kurmak pek olası görünmemektedir. İşçi
sınıfının ulusal mücadelelere destek vermesi burjuva anlamda ulusal devlet
olgusunu onayladığı anlamına gelmez. Bir ulusal kurtuluş mücadelesi sınırlı
anlamda devrimci bir nitelik taşısa da, proletaryanın devrimci siyasetini
ulusal kurtuluş mücadelesi temelinde biçimlendiremeyeceği ve kendisini bununla
sınırlandırmaz. Ama komünistler bu bağı sınıf mücadelesi içinde kurmakla karşı
karşıyadırlar.
Avrupa’da gericiliğin kaynağı olan Kutsal
İttifaka (Prusya, Avusturya ve Çarlık Rusya’sı) karşı Polonya’nın ulusal
bağımsızlıkçı hareketinin desteklenmesi, kendi gelişiminin önündeki engellerin
kaldırılması proletaryanın sınıf çıkarlarına denk düşüyordu. Bu nedenle
Marx-Engels, Polonya ulusal bağımsızlık hareketini, desteklenmesi gereken bir
ulusal hareket olarak değerlendirdiler.
İrlanda sorununu konusunda yaklaşımları ilk elden,
İngiltere’deki toplumsal devrimin ilerleyişi içinde çözümlenebileceğidir. İngiliz
proletaryasının devrimle çözeceği bir ulusal sorun olarak ortaya konuldu.
Marksizmin kurucuları burjuva ulusal sorun ile proletaryanın sınıf mücadelesi
arasındaki bağı kurdukları nokta şurasıdır: İrlanda’nın desteklenmesi,
İngiltere’de toplumsal devrimin gerilediği ve İngiliz emperyalizminin,
şovenizmi işçi sınıfına da bulaştırmayı başarması ile İrlanda’da gelişen ulusal
bağımsızlık mücadelesi önem kazandı. Marx ve Engels bu somut koşullarda,
İrlanda’daki ulusal kurtuluş mücadelesinin başarıya ulaşmasının, İngiliz
emperyalizmine vurulmuş önemli bir siyasal darbe olacağını ve bu durumun
İngiltere’de proletaryayı uykusundan uyandırarak, toplumsal devrimin fitilini
ateşleyebileceğini düşündüler. Marksizmin kurucularının, ulusal sorun konusunda
İrlanda deneyiminden çıkardıkları sonuç; “başka ulusları ezen ulusların özgür
olamayacakları” oldu.
Lenin Marksizmin kurucularının yaklaşımını temel
alarak proletarya adına ulusal mücadelelere karşı çıkanları sosyal şoven olarak
eleştirerek sınıf mücadelesi ve ulusl mücadeleler arasındaki bağı
geliştirmiştir.
“Bütün dünyada kapitalizmin feodalizme karşı nihai
zaferleri dönemi, ulusal hareketlerle ilgili olmuştur. Bu hareketlerin iktisadi
temeli, meta üretiminin tam zaferini sağlamak için yurt-içi pazarı ele geçirmek
zorunda olması, aynı dili konuşan bir halkın yaşadığı bölgeleri siyasal
bakımdan birleştirme zorunda olması gerçeğinde yatar ve bu dilin gelişmesini ve
yazınsal alanda kök salmasını önleyen bütün engeller ortadan kaldırılmalıdır.
Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan en önemli araçtır. Modern kapitalizme
uygun ölçüde, gerçekten özgür ve geniş ticari alışveriş için ayrı ayrı sınıflar
halinde özgürce ve geniş ölçüde gruplandırılabilmesi ve en sonu, pazarda, büyük
ya da küçük, satıcı ya da alıcı durumda her meta sahibiyle ayrı ayrı sıkı
bağlar kurabilmek için en önemli koşullar, dil birliği ve dilin engelsiz
gelişmesidir.”[60]
“Onun için, her ulusal
hareketin eğilimi, modern kapitalizmin gereksinmelerinin en iyi
karşılanabileceği ulusal devletlerin oluşumuna doğru bir eğilimdir. En
derin iktisadi etkenler bizi bu amaca doğru sürükler ve bundan ötürü, bütün
Batı Avrupa için, hayır bütün uygar dünya için kapitalist dönemin tipik,
normal devleti, ulusal devlettir.” [61]
Kapitalist gelişme ve sermayenin dünya ölçüsünde yayılması,
ulus ve devletin kapitalist tarzda aşılması doğrultusunda bir tarihsel eğilim
yaratır. Fakat bu tarihsel eğilimin gerçekliğe dönüşmesi önündeki temel engel,
emperyalist sermayenin kendi içindeki rekabet temelinde farklı ulus-devletlere
bölünmüş kapitalist ulus-devlet bir gerçekliğidir. Burjuvazinin elinde ulus
devlet sermayeler arası rekabet ve proletarya üzerindeki hegemonyasının
aracıdır. “ulusal birlik” ideolojisi,
ulusalcı özünü koruyarak, sınıf mücadelesinin üstünü örtmek ve burjuva egemenliğini
ayakta tutmanın başka bir aracı olmaktadır.
Ulusal Sorunda Komünist partisine düşen görevler.
Ulusal sorun, ezen ulus işçilerine özel
görevler yükler; Ezen ulusa mensup işçiler, kendi burjuvasının ezdiği ulusa ve
ezilen ulustan işçi ve emekçilere karşı görevlerini yerine getiremedikleri
takdirde, o partinin ezilen ulusun güvenini kazanması ve Türk ulusundan olduğu
kadar Kürt ulusundan işçilerin de partisi olması ve gerçek tek bir sınıf
partisi haline gelmesi olanaksızdır. Zira ezilen ulus içinde gelişen harekete
karşılık ezen ulusta şovenizmin gelişmesi de o kadar güçlü olur. Her iki tavra
karşı işçi sınıfının ortak mücadele alanının yaratılması gerekmektedir. Bu da
gerek ezilen ulus burjuvazisinin geliştirmeye çalıştığı milliyetçi ulusal
anlayışa gerek ezen ulusun geliştirdiği şovenizme karşı oluşturulacak temel
mücadelenin kapitalizme ve emperyalizme yöneltilmesidir.
Değişik derecelerde de olsa sınıfsal, ulusal
ve demokratik istekler üzerinden ülkenin bu iki bölgesinde de gelişen mücadele
gerçekte, bu iki halk ve bu iki halka mensup işçi ve emekçiler arasındaki ortak
paydanın güçlenmesi anlamına da gelir. Komünist partinin bu olanaklardan
yararlanması; Türk ve Kürt uluslarından işçilerin partisi olarak, iki halk
arasındaki ilişkileri ortak mücadele temelinde yeniden inşa etme görevini
üstlenmesinden başka bir şey değildir. Görevlerin bir ucu buraya dayanmadığında;
Kürt ve Türk işçilerin tek bir bağımsız partide ve günlük çalışma yeteneği olan
tek bir devrimci örgütte birleşmesi asla düşünülemez.
Devrimin gelişmesinin içinde bulunduğumuz bu
ilk aşamasının görevlerinin yerine getirilebilmesi için; Kürt ve Türk ve
azınlık milliyetinden işçilerin birleştirilip örgütlenebilmesi ve mücadeleye
kazanılması önem taşımaktadır: Bu noktadan bakıldığında ulusal sorunun özünde,
ezen ulus işçilerinin sorunu olduğunun bilinci ile istikrarlı, içtenlikli ve
girişken tutum ve politikalar, tayin edici etkenlerdir.
Kürt
sorunu söz konusu olduğunda da;
dikkatlerin çevrileceği alanın, ne yazık ki bugün için Kürdistan’da süren
devletin baskı ve zulmüdür. Sorunun bu biçimiyle konulması; belirtilen
özellikte bir çizgi ve tutumun varlığı ile yetinmek yanlış ve yetersiz
olmaktadır. İşçi ve emekçilerin Kürdistan'da ve batıda sürmekte ve gelişmekte
olan gündelik mücadelesi alanının genişletilip ilerletilmesi zorunludur. Sınıf
mücadelesi alanı, sadece saldırıların püskürtülmesi açısından değil; partimiz
ve örgütünün Türkiye'de ve Kürdistan'da, Türk, Kürt ve ulusal azınlıklardan
işçilerin partisi ve birleşik devrimci örgütü olarak "yeniden
kuruluşu" açısından da temel bir alan ve temel bir koşuldur. Şu açık:
partimizin çizgi ve tutumunun, asla dar gündelikçiliğe düşmeyen; buna karşılık,
işçilerin gündelik taleplerini göz ardı etmeyen ve bunları sınıf mücadelesine
tabi kılarak mücadelenin ileri götürülmesi hedefine bağlanan bir çizgi ve tutum
olarak şekillenmesi zorunludur. Aksi durumda sadece günlük mücadeleleri
mücadelenin merkezine koymak her durumda işçilerin gündelik sınıf mücadelesine dayanan ve bu
mücadelenin ileri götürülmesi hedefine bağlanan bir çizgi ve tutum olarak
mücadeleyi şekillendirmek için takınılan bir tutum ve çizgi
katıksız oportünizm olarak adlandırılmayı hak eder.
Partimizin Türk ve Kürt ve azınlıklardan
oluşan işçi sınıfının ortak örgütü ve partisi olarak yeniden şekillenmesi
zorunludur. Türkiye coğrafyasında bulunan ulus ve azınlıklardan oluşan işçi
sınıfının partisi olacak, onları örgütleme ve yönetme yeteneği kazanacaksa,
partinin "yeniden inşası"nın, bu planın anlayış ve hedeflerine uygun
düşmesi zorunludur. Partimizin ülkede ezen ve ezilen ulus ilişkisi içinde
yaşayan iki ulustan ve azınlıkların işçi sınıfının partisi olarak örgütlenmesi
ile ilgili özgünlüğü ve görevleri anlama ve gereklerini yerine getirme görevi
ile karşı karşıyayız.
Kürdistan'la ilgili çizginin yenilenmesi ihtiyacı
Kapitalizmin kendi içinde gerçekleştirdiği
dönüşümler ve sınıf mücadelesine karşı saldırıları, gelinen yerde sınıfsal,
kültürel, demokratik mücadeleler tarihi açısından pek çok şeyin de üstünü
örtmüş veya bozulmasını sağlamıştır. Uluslararası bu gelişimler Türkiye’de
Marksizm-Leninizm’in ulusal sorunla ilgili anlayışı, Türkiye'de gitgide sınıf
mücadelesi ekseninden koparılmış, bir "Kürt Hareketi kuyrukçuluğuna"
düşürülmüştür. Bugün için yeniden yapılanma ve ortak mücadele ve sınıfın ortak
paydasından hareket etmenin zorunluluğunun kavratılması için ekonomik ve
toplumsal çözülme ve sınıfsal değişim; Kürdistan’ın ekonomik evrim tarihinin ve
güncel ekonomik, toplumsal, kültürel, siyasal ve örgütsel sorunların yeniden
ele alınışını zorunlu hale getirmiştir.
Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının
tanınması yönündeki uzun vadeli çalışma ile ulusal baskı biçimlerine karşı
mücadeledeki taktik ve reform talep eden gündelik girişimlerin, sınıf
mücadelesinin günlük talep ve genel mücadelesi ile birleştirilmesi genelde
yapılamayan ve birbirlerinin yerine ikame edilen çalışmalardır. Ulusal
sorununda demokrasi mücadelesi içinde gündelik mücadele konusu yapılması
gerekli ve zorunludur. Ama bu zorunluluk diğer yandan gelişen işçi sınıf mücadelesine
karşı kayıtsızlığı veya atlamayı da beraberinde getirmemelidir. Özelleştirmeler
karşı mücadele aynı zamanda ulusal taleplerin içerildiği demokrasi mücadelesi
ile birleştirilmelidir.
Bu nedenlerledir ki,
geçmişe ilişkin zaaf ve eksiklikleri tespit ederek; örgütü geçmiş zaaflardan
arındırıp sınıf mücadelesi perspektifini unutmadan, doğru çizgi ile çalışmayı
ileri bir noktadan yenileyecek bir eğitimi başlatmak zorundadır. Eğitim; parti
birikiminin yetenek ve olgunlukla kullanılması; örgütün çalışmasının
değerlendirilmesi, görevlerinin planlanması; mücadelenin sınıf temeline
oturmasının zorunluluğudur.
Genel olarak Kürt sorunu özetlendiğinde;
1- Bütün olarak Kürt ulusunun karşısındaki temel
sorunlar, ulusal-devlet kurma hakkına sahip olmak ve demokratik devrimi
gerçekleştirmektir. Bu iki görev, sistemin bütününde devrimci niteliğini
yitirmiş ve toplumsal devrimi gerçekleştiremeyecek bir burjuvazinin bulunduğu
bu tarihsel koşullar içinde işçi sınıfı tarafından yerine getirilmek durumundadır.
Birbirinden ayrılmaz bu iki görevin yerine getirilmesi tümüyle proletaryanın ve
Kürt ulusunun ve diğer azınlıkların çıkarınadır. Ancak bu görevlerin birbirinden
ayrılması, bölgede süren mücadelenin küçük-burjuva milliyetçilerinin egemenliğine
terk edilmesi ve Kürt işçi sınıfının nihai mücadelesine ihanettir. Kürt milli
burjuvazisinin önderliğinde kurulacak bir devlet başka bir anlama
gelmeyecektir. Bu ise Kürt emekçi halkının ve proletaryasının (bir bütün olarak
bölge uluslarının proletaryasının) çıkarlarına ters düşecektir.
2- Ulusal sorunu karşısında proletaryanın ve partisinin
görevi, işçi sınıfının iktidarının programını ve Kürdistan tanımının ortaya
koyduğu gerçekleri açıklamak, Kürt halkına bu görevlerin ayrılmazlığını
göstermek, bilinçlendirmek ve bu görevlerin yerine getirilmesi için de
örgütlemesi olacaktır. Ancak bu sayededir ki, proletarya, Kürt ulusal
hareketinin öncüsü olabilir.
3- Her bir parçasının kendi özgül koşulları olmakla
birlikte, bir bütün olarak Kürt ulusunun ulusal baskılardan kurtulması ve kendi
kaderini tayin hakkına sahip olması, bulundukları topraklar üzerinde tam olarak
egemen olması demektir. Böyle bir egemenliğin sağlanması ancak, egemen olan güçlerin egemenliklerini
yitirmeleriyle mümkündür. Bu nedenle mevcut egemenliğin dayanakları belirlenmek
zorundadır. Bu aynı zamanda, Kürt ulusunun üzerindeki baskıların ve kendi
kaderlerini belirleme haklarının gasp edilmesinin nedenlerinin belirlenmesi
demektir. Türkiye devrimcileri kürdistan adına dört parçaya bölünmüş ulusun
bütünleşmesi diye bir propaganda sürdürmez. Her ülkenin komünistlerinin görevi
kendi ülkesindeki ezen ulus burjuvazisine karşı savaşmak ve ülkedeki ezilen
ulusun kaderini tayin hakkını savunmaktır.
4- Türkiyeli komünistler diğer ülkelerdeki Kürt
halkının özgür iradeleri ile kaderlerini tayin hakkını savunur ve propaganda
eder. Fakat kaderini tayin hakkı o ülke ezilen ulusu tarafından belirlenir.
Kürt ulusal Hareketinin kısa bir değerlendirilmesi
Türkiye’de ulusal mücadele içindeki
PKK silahlı bir güç olarak yalnız burjuvalarla değil feodallerle de
ittifak yapmış ve bunu silahlı bir güç olmasıyla başarmıştır. Kürt ulusal
hareketinin önderi Apo'da Mustafa Kemal’in izlediği yolu izleyerek “Apekürt”
olma yolunda ilerlemek istemektedir. Bugünkü durumda, PKK ve Kürt milliyetçi
çevrelerinin ulusal sorunu egemen sermaye ve büyük ülkelerin tekeline bırakma
(ki ‘demokratik cumhuriyet’) yolunda ilerlemesi; diğer yandan özerkliğin sadece
kültürel öğelerin serbestîsinin sağlanmasına indirgenmesi ulusal mücadele
anlamında ciddi gerilemenin ifadesidir. Bu gerilemenin, gösterdiği bir şey,
Kürt halkı adına konuşan Kürt sermaye çevrelerinin, ulusal özgürlüğü temsil
etmekteki yeteneksizliğidir. Bu yeteneksizlik aynı zamanda burjuvazinin
devrimci barutunun tükendiğinin bir başka ispatıdır. Kürt sorunu, Kürt halkı
kaderini özgürce belirlemediği ve tarihi akışa özgür bir ulus olarak
katılmadığı sürece, hiçbir "yenilgi" veya herhangi başka bir şey onu
temel bir sorun olmaktan çıkaramaz.
Kürt ulusal mücadelesinin sosyal devrimden
kopartılıp salt ulusal kimlik ve kültürel hakların tanınması noktasına
düşürülmesi uluslar arasındaki bağı milliyetçiliğin körüklenmesi ile
koparmaktadır. Türk ve Kürt işçileri bu ulusal kimliğin ön plana çıkarılması
ile aralarındaki bağ kopartılıyor. İşçi-emekçi kitlelerini yakınlaştıracak
olan, sosyal-sınıfsal kimliktir.
Ulusal kimlikle ulusa seslenmek Kürt burjuvazisi
için herhangi bir sorun oluşturmamaktadır. Sosyal kurtuluş ve devrim bakış
açısına sahip olmadığınız sürece emperyalist sisteme ve dolayısıyla Türk ve
Kürt burjuvazisinin kurulu düzene tehdit olmanız söz konusu değildir.
Anti-emperyalizm aynı zamanda kapitalizme yönelen bir sınıfsal tutum ve
taleptir. Bu talepten vazgeçmek emperyalizmle ve kapitalizmle uzlaşmak
demektir. Bu anlamda Kürt ulusu adına Kürt burjuvazisinin emperyalistleri hakem
tutmasının abes bir yanı yoktur.
Kürt ulusu cumhuriyetin kendisini kurumsallaştırdığı
dönem itibarıyla, devrimcileri ve komünistleri varlığı reddedilmiş bir ulus
gerçeği ile yüz yüze getirmiştir. Kürt halkının bu inkara, ulusal kimliğinin reddine
ve yok edilmesine karşı başından beri bir direnişi vardır. Bu direnişler o
dönemin tarihsel-toplumsal koşullarında yenilgilerle sonuçlanmıştır. O günkü
hareketin burjuva-feodal bir ideolojik-politik önderliği tarafından
yürütülmüştür. Bu savaşlar yenildi, Kürt halkının ulusal özlemleri bastırıldı.
Kürt hareketi olarak ‘60’lı yıllarda yeniden boy
veren ve ‘70’li yıllarda daha belirgin bir şekilde ortaya çıkan gelişme Kürt
halkının kendi ulusal taleplerini ilk formüle ettiği dönemin tam da sol dalganın
büyüdüğü TİP ve MDD dönemidir. Doğu Mitingleri, TİP mitingleri olarak
gerçekleştirildi. Doğu mitinglerinde esas vurgu ulusal özlemlerden çok sosyal
ve siyasal alan üzerinedir, ulusal yön sosyal-sınıfsal yönün bir uzantısı
şeklinde kendisini ifade eder. 1978 dönemi ve sonrasında ortaya çıkan Kürt
ulusal akımları, sosyalizm iddiası taşımışlardır. PKK ilk çıkışında güçlü bir
sosyalist iddiaya sahipti.
‘70’li yıllarda Türkiye’de güçlü bir devrimci sosyal
mücadele yaşanmıştır. Bu dönemin etkisi ile Kürt hareketi de güçlenip
geliştirmiştir. Türkiye’deki sosyal-siyasal mücadelenin büyümesi, Kürt
hareketinin gelişmesini sağlamıştır. ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda Türkiye’deki
yükseliş Kürdistan’daki yükselişi de beslemiş, güçlendirmiştir. ‘90’larda ise,
bunun tam tersi bir gelişme yaşandı. Günümüzde ulusal sorun artık burjuva-
feodallerin denetiminden çıkarak onlarla uzlaşan küçük burjuvazinin eline
geçmiştir.
Türkiye’deki Kürt ulusal topluluğu içinde feodalizm,
işbirliği yaptığı burjuvazi ile kol kola yürürken ekonomik zor olarak
kapitalizmin baskısı altında çözülürken. Kürt burjuvazisi, baştan Türk
burjuvazisi ile bütünleşmiş olarak geliştiğinden feodalizmle politik olarak
bütünleşmiş durumdadır. Sonuçta ortaya çıkan durum feodal ilişkilerle
kapitalizmin politik gerici ittifakı söz konusudur. Bu ister istemez feodalizmi
bir ilişki biçimi olarak kendisini toprakta daha da koruyacağa benzer. Bu
açıdan Kürt burjuvazisi ulusal bir niteliğe sahip olamamıştır. Ancak Kürt
burjuvazisinin çıkışı ve emperyalizmle bütünleşmesi, tümüyle Türk devleti
içinde ve onun aracılığıyla olmuştur."Ulusçuluk Lenin'in işaret ettiği
gibi temel savunucusu olan burjuvazi açısından ussaldır."[62] .
Kürt burjuvazisi de bu rasyonaliteye sahip çıkmıştır.
Feodal-aşiret ilişkileri içinde bulunan Kürt köylülerinin
toprak sorunun bağımsız bir devlet içinde çözümlenmesinin, ancak feodal
ilişkilerin tamamen tasfiyesi ile mümkündür.
Bu gerçek, ulusal hareketin “anti-feodal” biçim almasını zorunlu kılar.
Mülksüzleştirilmiş köylülerin (çoğunluk ulus), azınlık ulusunun köylülerinin
toprak istemlerini desteklemesi olanaklıdır ve bu onların köylü kitlesi olarak
ortak tavırlarını açığa çıkartır. Ancak aynı olgu ters yönde etkide bulunur. Bu
ters yöndeki etki, azınlık ulusunun “bağımsız devlet” istemi ile mevcut devlet
sınırları içindeki bazı toprakların “kaybedilmesi” endişesi şovenistler için
önemli bir propaganda olanağı yaratır. Ve böyle bir istemle yola çıkan ulusal
hareketin ezilmesi ve de ulusal-topluluğun soy-kırımı noktasına kadar uzanan
bir yenilgisiyle, mülksüzleştirilmiş köylüler için yeni topraklar sağlayacağı
düşüncesinin yaygınlaşması olasıdır.
Lenin’in ulusal harekete karşı tutum söz konusu
olduğunda, “Marx’ın bütün eleştirel notlarından çıkan sonuç açıktır: işçi
sınıfı ulusal sorunu asla bir fetiş haline getirmemelidir, çünkü kapitalizmin
gelişimi mutlaka tüm ulusları bağımsız yaşama uyandırmaz. Fakat ulusal kitle
hareketleri bir kez ortaya çıktıktan sonra, onlara sırt çevirmek, onların
içindeki ilerici yanı desteklemeyi reddetmek, gerçekte milliyetçi önyargılar
önünde teslimiyettir; her şeyden önce ‘kendi’ ulusunun bir ‘örnek ulus’ (ya da
ekliyorum, devlet kurmak için mutlak imtiyaza sahip bir ulus) olduğu
önyargısının kabulüdür.[63]
Ulusal hareket karşısında komünist tutumun
netleştirilmesinde öncelikle açıklığa kavuşulması gereken sorun, ulusların
kendi kaderini tayin hakkından ne anlaşılması gerektiğidir. Çünkü Marksizm
adına çıkan akımlar içinde, baştan bu yana ulusların kendi kaderini tayin hakkı
tanınmış olmasına rağmen, bunun ne anlama geldiği konusunda tam bir kafa
karışıklığı egemen olmuştur. Sorun, bu hakkın tanınması, ama bu hakkın somut
kullanımı gündeme geldiğinde ise, pratikte bu hakkın reddedilerek sosyal-şoven
bir konuma düşmektir. Bu İkinci Enternasyonal’den bu yana Marksizme bulaşmış ve
proletarya hareketinin gelişmesinde temel engellerden biridir.
Marksistler için toplumsal gelişmenin ve toplumsal
devrimlerin nihayeti sınıfsız toplumdur. Sınıflar ile birlikte ulusallık gibi
kapitalizmin yarattığı tüm alt biçimler ve sorunlar da ortadan kalkacaktır.
“Komünist devrim… Bizzat sınıflarla birlikte bütün sınıfların hâkimiyetini de
ortadan kaldırır, çünkü artık toplum içinde bir sınıf değeri taşımayan sınıf
tarafından sonuca ulaştırılır… Ve (komünist devrim) tek başına bütün
sınıfların, ulusallıkların vb. şimdiki toplum içinde çözülmesinin ifadesidir.”[64] Zira
ulusallık gibi sorunların da çözülmesi işinin işçi sınıfına kalması sorunun
çözümünün de işçi sınıf önderliğindeki devrime kalmasını ifade eder.
Emperyalizm ve proleter devrimler çağında her ülkenin proletaryası kaçınılmaz
olarak kendi ülkesinin burjuvazisi ile hesaplaşacaktır. Bu hesaplaşma aynı
zamanda emperyalizmin en zayıf halkasının kırılmasının bir sonucu olacağından
aynı zamanda emperyalizmle bir hesaplaşmadır. Çok uluslu ülkelerde çeşitli uluslardan
işçilerin ortak mücadelesi ile kazanılacak zafer aynı zamanda “yok edilmek
üzere” ulusallıklarında önünü
açmaktadır. Zira devletlerin ortadan kaldırılması ulusların da ortadan
kaldırılmasına işaret eder.
Marksistler işçi sınıfının uluslararası düzeyde
emperyalizmle savaşmaları için uluslar arası düzeyde örgütlenmelerini gerekli
görür ve bunun için çağrıda bulunur. Oysa emperyalist burjuvazi, (geçmişte
ulusal burjuvaların da başvurdukları gibi )
ortaya çıkan bir işçi sınıfı hareketini bastırmak için, Paris Komünü ve
Rus Devrimi örneklerinde olduğu gibi birleşecekleri bilinen bir gerçektir.
Bunun için burjuvazi genellikle kendi ülkelerinin işçi sınıfını uluslararası
alanda asker olarak kullanmak için düşman ulus-devletlere bölmüşlerdir.
Ulusallık bu anlamda burjuvazi için ussaldır. “ bir kişinin diğeri tarafından
sömürülmesinin sona erdiği oranda, bir ulusun diğeri tarafından sömürülmesi de
sona erer. . Bir ulus içindeki sınıf savaşımının sona ermesiyle birlikte,
ulusların birbirine düşmanca tavrı ortadan kalkar.”[65] İşçi
sınıfı içinde bu anlamda ulus ve ulusallık anlamsız ve boş bir kavramdır.
Türkiye Solunun
Tarihsel ve Politik Gerilimleri
Bu
yazının amacı Türkiye Solunun ayrıntılı bir tarihçesini ile birlikte,
Türkiye’de Marksizm; Devrimci hareketteki Tıkanma ve Yeniden ilerleme süreci”ni
biraz daha irdeleme amacını güdecektir.
Devrimci Marksizmin Krizi
Tarihte, her şey gibi, kapitalizm ve
burjuva ideolojisi de hareket ve değişim halindedir. Burjuvazi kendi varlığının
temeli kapitalizmi yaşatmak için her dönemde farklı düşünceler,
eğilimler ortaya çıkarır. Marksizm, kapitalizmin ve burjuvazinin geliştirdiği
düşüncelerin, kavramların içeriğini çözmek onların eleştirisini yapmak,
alternatif düşünce ve kavramları üreterek bunları işçi sınıfı ve emekçiler
açıklamak zorundadır. Marksizmin gelişimi yakalayarak sınıf mücadelesini
yükseltmesi buna bağlıdır. Ancak son yıllar da bu konuda çok önemli eksiklikler
yaşandığı görülüyor.
Kapitalizm dünyada hâkimiyetini
sağlarken kendinden önceki tüm üretim biçimlerini şu ya da bu biçimde çözerek
veya şiddet yoluyla yok etmiş ve dünyayı tek bir ekonomik sitem altında
toparlamıştır. Kapitalizmin sosyalizme karşı mücadelesi, sosyalizmin bir
gerçeklik olarak Sovyetlerde vücut bulduğu günden bu yana daha da keskinleşmiştir.
Sınıflar arası mücadeleyi manipüle etmek ve içselleştirmek, toplumsal
devrimleri ve onları yaratacak her dinamiği yok etmek üzerinden kendisini
yeniden üretmekte ve yenilemektedir.
Sınıflar arası çelişkileri
içselleştirmek ve sistem içinde tutmak adına onlarca yönteme başvurulmaktadır.
Burjuvazi, yeni geliştirilen kitle iletişim teknik ve teknolojilerini
kullanarak bu teknolojilerin kitle üzerindeki etkilerini kendi lehine ne iyi
biçimde kullanmaktadır. Özellikle 1980’ler sonrasında, sosyalistlerin, uygun
mücadele ve örgüt biçimlerinin geliştirememeleri ve sınıf mücadelesinde
yaşadıkları sorunlarında yardımıyla, burjuvazi, sol ideolojinin kitle ve toplum
ile bütünleşebilmesi önemli oranda engellenmiştir. Kitle iletişim
teknolojisindeki hızlı gelişim ve bu alanda yaşanan aşırı tekelleşme, sosyalist
düşüncenin topluma ulaşmasını engellerken, yaygın bir depolitizasyonu da
gerçekleştiriyor. Kapitalizmin güncel önermeleri, talepleri “tek alternatif”
olarak sunulurken; bu kavramalara karşı yönelen sol eleştiriler, sınırlı sayıda
insanı etkisi altına alabiliyordu.
Dünya genelinde sosyalizmin tarihinin
en sıkıntılı günlerini yaşadığı, 150 yıldır dünya tarihinde ilk kez solun
neredeyse bir alternatif olarak bile görülmediği bir dönemden geçiyoruz. Dünya
genelinde devrimci Marksist’lerin bu konuma gelmesinin pek çok nedeni vardır.
Bu nedenlerden bazıları, Sovyetlerin yıkılması ile sosyalizmin dünya genelinde
yaşanan ve çoğunluğu başarısızlıkla sonuçlanan devrimci deneyimlerin yarattığı
olumsuzluklar, bu olumsuzlukların sınıf mücadelesinde yarattığı tahribatlar.
Marksist düşüncenin yeniden üretiminde karşılaşılan sorunlar gibi, daha birçok
şey sayılabilir. Bir kısmı, kapitalist gelişimin bugünkü düzeyinin neden
olduğu, çoğunluğu konjonktürel nitelikteki kimi gelişmeler, devrimci çözümlerin
üretilemeyişinin kapitalizme kazandırdığı görece üstünlüklerden kaynaklanıyor.
Dünyadaki sosyalizm deneyimlerin
büyük bir kısmının başarısızlıkla sonuçlanması sosyalizme güveni büyük oranda
sarsmıştır. Burjuvazinin alt edilmesi ile yıkılacak kapitalist toplum
sonrasında ele geçirilen iktidar sorunu sosyalistler tarafından, çok ayrıntılı
bir biçimde tartışıldığı halde; bu ülkelerde sosyalizmin kuruluş sürecinde
yaşananlar, karşılaşılan sorunlar bir bütün olarak irdelenmemiş çok fazla incelemeye
tabi tutulamamıştır.
Komüntern’in dağılmasından sonra,
Marksizmin uluslararası düzeyde tartışılabileceği bir platformu olmamıştır.
Marksizm giderek okullu ekoller arasında çok parçalı ve merkezli hale geldi.
1960’lar itibarıyla dünyada yaygınlaştırılmaya çalışılan Euro-Komünizmle sosyal
devlet kavramının uygulamaya sokulması Avrupa’da sosyalizmim itibarının
düşürülmeye çalışılmasının etkileri kendisini göstermiştir.
Emperyalist-kapitalist sistemin, dünya ekonomisinin uluslararası tekellerin istemi
doğrultusunda standart hale getirilmeleri çalışmaları yanında, sermayenin
gerekliliklerine uygun olarak dünyayı, politik, askeri olarak “tek merkezden”
yönetilir hale getirmeye çalışmaktadır.
Emperyalist-kapitalist sistem her
türlü talep ve tercihlerini; sanki bilimsel ve teknolojik gelişmelerin zorunlu
bir sonucuymuş gibi dünyaya anlatıyor. Marksist düşüncenin etkisizleştirdiği
pek çok şey, yeni kavramlarla, başka biçimlerde tekrar gündeme getiriliyor. Bu
ideolojik kavramlar kamuoyu oluşturma araçları ile kitlelere pompalanıyor. Emperyalist-kapitalist sistemin yeni gibi
gösterilen yapılanmalarının, Marksist eleştirisi zamanında ve yeterince
yapılamadığından, devrimci Marksistlerin krizi derinleşerek sürmektedir. Bugün
eldeki olanaklarla karşı-devrimin sosyalist devrimlere karşı dünya genelinde
sürdürdüğü sistemli saldırılara karşı çıkabilmenin zorluğunun bilincinde olarak
yeterli araçları yaratmakla yüz yüze kalmış durumdayız.
Sınıf mücadelesi içinde burjuvazi
istemese de sınıfı eğitir ve sınıf nasıl davranması gerektiğini onun aldığı
biçimden öğrenir mücadele içinde bu karşılıklı bir ilişkidir. Sermayenin
uluslararası niteliği, devrimci Marksistlerin önüne enternasyonalizmin yeniden
kurulmasını bir görev olarak dikmektedir. Enternasyonalizm sorunu mutlaka uluslararası düzeyde
Marksistler tarafından çözülmelidir. Marksizmin en temel kavramlarının bile
tartışmaya açıldığı, geçmiş bütün sosyal devrim deneyimlerin bütün yönleri ile
değerlendirilerek, bugüne ve geleceğe taşınacak ya da yadsınacak öğelerinin belirlenmesi
gerekliliktir. Bir bilim olarak Marksizmin sürekli kendini yeniden üretmesi
gerektiği düşünülürse, bu doğrultuda bir çaba zorunludur. Bu görevin
kaçınılmazlığı tek tek ülkelerde sosyalist devrimleri gerçekleştirmenin önünde
engel değildir. Bir ülkede gelişen devrim ve emperyalist zincirin kırılması
devrimci marksizmin krizinin aşılmasını da sağlayabilir.
Bir
tek ülkede, ileri düzeyde örgütlenmiş, çok nitelikli kadrolara sahip bir
devrimci yapı da Marksizmin uluslararası düzeyde emperyalist-kapitalist
sistemin politikalarının alternatiflerini üretebilir. Bir tek ülkede bile
proletaryanın zaferi, dünya genelinde emperyalist-kapitalist sistemin
politikalarının alt üst olmasına yetebilir. Emperyalizmin baskı çemberi içinde
bir ülkenin devrimcilerinin böyle bir görevin altından tek başlarına kalkması
oldukça zordur ama olanaksız değildir. Bir tek ülkede sosyalizmin
olanaklılığını tartışmak ve bu sorunları gündeme almak mümkündür ancak dikkat
edilmesi gereken şey, sosyalizmin
inşasının maddi koşulları ile devrimin yapılmasının maddi koşulları aynı şeyler
değildir.
Geçmişle hesaplaşmak
Geçmiş sol hareketin
değerlendirilmesi, Türkiye Marksistleri için hem kendi geçmişi ile
hesaplaşması, hem de tarihinden alacağı derslerle kendisini yeniden gözden
geçirilmesi anlamında önemli bir adımı oluşturur. Marksizm-Leninizm’i örgütümüze ve kadrolarımızın yaşamında tümüyle egemen
kılabilmek, komünist partinin kuruluşunun yolunu açabilmek, birçok devrimci ve
komünisti samimi bir biçimde bu sorun etrafında toplayabilmek üzere her şeyi
titiz bir şekilde incelemek,
Marksizm-Leninizm’in süzgecinden geçirmek ve yerli yerine oturtmak gereklidir. Bu soruna, bu verili gerçeğe
uygun, sorumlu bir tavırla yaklaşmaya çalışacağız.
Geçmiş sol hareketin
değerlendirilmesinin önemi, Komünist Partinin üzerinde yükseleceği temeli, dolayısıyla Türkiye’de 12 Eylül sonrasının hala
kırılamayan depolitizasyon etkiyi kırmak, devrimcilerin ideolojik, siyasi,
örgütsel birliğinin önünü açacak temeli belirleyen
unsurlardan biri olmasından İleri
geliyordu.
Sınıf mücadelesi
tarih içinde defalarca alt-üst oluşlarla ilerler. Bu ilerleme içerisinde ki örgütler ya bu gelişmelere
göre kendilerini yeniler ve geliştirirler ya da yok olmaya mahkûm olurlar.
Sınıf mücadelesi içinde kök salan örgütlenmeler bu alt-üst oluşlarda
geçirdikleri onlarca fırtına ve darbelere rağmen yüzeyde olmazsa da
derinlerdeki kökleri sayesinde yeniden yeşerip ayağa kalkmanın yolunu mutlaka
bulurlar. TDKP de bağrındaki tüm gerilik zaaf ve eksikli bir Marksizm
anlayışına rağmen sınıf mücadelesine ve Marksizme olan bağlılığıyla etrafını
saran karanlığı yırtıp ayağa dikilmenin yolunu bulmuştur.
1977’lerde başlayan
sol hareketi ve kendini eleştirme süreci bugun daha sert ve acımasız bir
biçimde sürmektedir. Günahlarının hesabını vermeden sınıfla kucaklaşmanın ve
onu bağrında toparlayabilmenin mümkün olmadığı bilinciyle yeniden kendimizi ve
marksizme karşı yönelen hareketleri acımasızca eleştiriye tutmaya devam
edeceğiz.
Örgütümüz bu sorunda
geçmişte anlayabildiği ölçüde kaba Marksist-Leninist, kararlı bir tutum İzledi.
Amaç; tüm kabalığına ve bazı sığlıklarına rağmen ne inkârcılığa saptı, ne de geçmişi değerlendirişte oportünizme, aldatmacılığa, gözü
kapalılığa, düz mantıkla geçmişin
komünist olduğunun iddia edilmesine
İzin verdi.
Bugün gelinen yerde de, ’71 devrimci
kopuşun yenilgisinden ’74 sürecini eksikli de olsa doğru bir biçimde
değerlendirilmelidir. Önümüzdeki görevlerden birisi de bu güne kadar, geçmiş
sol hareketin esasını, programda,
siyasette, örgütsel çizgide Marksizm’in belli okullara bağlı olarak
kavranışının ve bu kavranıştan kopamamanın getirdiği “doktriner
Marksizmciliğin, sağ oportünist yapısını, yeni dönemde post - marksizmle
belirginleşen revizyonizmin, sınıf işbirliği çizgisini ortaya koymaya
çalışacağız. Komünist partisinin programının, siyasi ve örgütsel çizgisinin
üzerindeki Marksizm dışı biçimlerine, uzantılarına ve yansımalarına dün olduğu
gibi bugünde kararlı bir mücadele içinde
olmakla yükümlüyüz. Bu sonuşmaz problemle, sınıfsız topluma kadar her zaman
savaşı diri tutacaktır işçi sınıfını bu uğurda mücadele için uyanık tutmaya
çalışacaktır.
Bu kararlılık,
Marksizm-Leninizm temeli
üzerinde oluşturulması gerekliliği, gerçek
Marksist-Leninist Partinin kuruluşu için, devrimci
hareketin ayırt edici niteliklerini ortaya koyarak, geçmişin tortularını
temizleyecek bir hesaplaşmayı başarmaktır.
Bir
olgu ya da olayın anlaşılması için, aldığı son biçimi koşullandıran belli başlı
faktörleri ortaya koymak ve onların kökenine inmek gerekir. Bu da, tarihsel
gelişimi yakalamak; içsel gelişmenin seyrini ve bu gelişim seyrini
koşullandıran faktörleri bilince çıkarmak demektir.
Devrimci-komünist hareketin
bir özelliği, komünist hareketin tarihsel bir hareket olduğunun bilince
çıkartılmasıdır. Tarihsel anlamda, bir geleneği ve işçi hareketinin en ileri
düzeyinin birikimini temsil etmesidir. Geleneği konusunda bir fikre sahip
olmayan bir komünist hareket olamayacağı gibi, kendini yalnızca gelenekle var
eden, gelecek perspektifi olmayan bir komünist hareket de düşünülemez. Belli
bir zaman dilimi içinde ortaya çıkan komünist hareket, kendinden önceki
birikime dayanarak, onu hareket noktası alarak ortaya çıkar; ama öte yandan da,
geçmişin olumsuz deneyimlerini, sınıflar savaşının ortaya çıkardığı yeni
özellikleri diyalektik materyalist yöntemle süzgeçten geçirerek gelecek
perspektifini ortaya koyarak, proletarya hareketine yol gösterir.
Türkiye sol hareketinin tarihinde, 1960-71
çok önemli bir dönemi oluşturmaktadır. Bu dönem, Türkiye’de sosyalist hareketin
yığınlara açıldığı, aydınları, gençliği, öncü işçileri kucaklayarak ilk kez
kitleselleşmeye başladığı bir dönemdir.
1960’larda başlayan ve 12 Eylül süreci ile başlayan ve 90’lara kadar
uzanan gerileme dönemde, Türkiye’de ortaya çıkan onlarca sol politik
örgütlenmenin ideolojik ve teorik temelleri esas olarak 1961-71 döneminde
atılmıştır. 1960’larda ortaya çıkan devrimci sosyalist hareketler kendi
ülkelerinin özgüllüğünü ön plana çıkararak, Marksizm’e dayatırken. Marksizm,
Türkiye’de 60’lı yıllarda, kısmi bir kültürel edinim ardından, politik-örgütsel
yanıyla 1970’li yıllarında kendisini ortaya koydu.
1960’lar, sol hareketin,
ikinci kez doğduğu ve günümüze kadar yansıyan etkilerini oluşturan yıllardır.
Marksizmin Türk Solu içinde, bu dönemin ortalarına doğru, etkin olmaya
başladığına tanık oluruz. Bu dönemi içerden incelediğimizde, 1920’lerden
1960’lara kadar Türkiye’de sol hareketin tarihi solun tek örgütlü politik
temsilcisi TKP’nin tarihidir. Türkiye sol hareketine Marksizm bu yıllarda
çarpıtılmış ve bozulmuş bir “Marksizm” olarak TKP aracılığıyla girdi. 1960’lara
kadar Türkiye sosyalist hareketinin ideolojik-teorik zeminini belirleyen bu
“Marksizm” sosyalizme yönelen kadroları kendi içinde ayrıştırmaya zorluyordu.
Zira olan “reel sosyalizm”i sorgulayan ya da ondan kuşku duyan herkes, “sosyalizm
düşmanı” ilan edilebiliyordu. Marksizmin yerine, eleştiriye tahammülü olmayan
dogmatik durağan bir “TKP Marksizm” geçirilmiş oldu. “Ne yazık ki Türkiye
devrimci hareketi, Türkiye’nin devrimcisi dogmatiktir. Türkiye devrimci
hareketinin yaptığı dogmalar, Marksizmin-Leninizm’in değil, halkçı ideolojinin
dogmalarıdır.”[66]
Fırat’ın tespiti burada tam yerine otururken, bu tespitin eksikliği sadece
Türkiye de değil dünyada da devrimci hareketlerin aynı sıkıntıyı yaşadıklarını
gözden kaçırmasıdır. Dünyadaki gelişmelerden yoğun etkilenmelerin beraberinde
getirdiği halkçılık dogmatiklik uzun yıllar şu ya da bu biçimde Türkiye
devrimci hareketinde kendisini her daim gösterecekti.
Ayrışmaların yaşandığı ve onlarca sosyalist
grup ya da parti, ayrı örgütlenme ortaya çıkmasının gerekçeleri “farklı
ideolojik-teorik temellere sahip olmak” iddiasıdır. Belli ekollere bağlı siyasi
yapılar arasında siyasal taktik, örgütlenme anlayışı veya çalışma tarzı
bakımından kimi farklılıkların bulunduğu doğrudur ama bu farklılıklar, onların
teorik ve ideolojik temeller bakımından da uzlaşmaz oldukları anlamına
gelmiyordu kesinlikle. Aksine, soldaki siyasal oluşumların pek çoğu, örgütsel
ayrılıklarına karşın, aynı ideolojik-teorik temelleri şu ya da bu ölçüde
paylaşmaktaydılar ve bu günde hala sürmektedir.
Temelde
örgütsel farklılıkların ideolojik ve teorik farklılıkların önüne geçirilmesinde
temel neden; Türkiye solunun, geleneksel açıdan iktidara talip olmayı
değil,“Marksist muhalif” olarak rüştünü ispat çabası, yürütülen halkçı politikaya
bağlı olarak halkın 'baba' olarak gördüğü devlete kendisini muhatap olarak
kanıtlama temelinde oluşan kişiliğidir. Bu kişiliğin örgüt ve mücadele
anlayışına yansıtması bugüne ulaşan temel özelliği olagelmiştir.
Sol
hareketin gelişiminde dayandığı toplumsal taban, uluslararası gelişmeler; gerek
kapitalizmin gelişimi, gerekse sosyalizm cephesinin durumu göz önüne
alındığında, Türkiye’de sol hareket ve Marksizmin de, her ülkede olduğu gibi,
siyasal-sosyal ortamın verili varlığı ve Türkiye’de özel olarak belirleyiciliği
altında şekillendiği görülür. Bu anlamda uluslararası plandaki gelişmeler, sol
hareketin şekillenmesinde aktif bir rol oynamıştır. Özellikle II. Dünya Savaşı
sonrası dünyada sermayenin kendisini yeniden organize etmesi, çevre ülkelerdeki
kapitalist gelişme ve sınıfsal ayrışmalarla birlikte, sınıf mücadelesi de
güçlendi.
Devrimcilerin
Devraldığı Miras
TKP’nin siyasal programı,
klasik “kapitalist olmayan yol”, “üçüncü yol” perspektifine bağlı olarak
yürüttüğü faaliyet içinde belirginleşmektedir.*
Bu ve sonrası süreci, R. N. İleri şöyle anlatıyor: “Bu durum, yani Atatürk
döneminin anti-emperyalist ve devrimci niteliği, solu bir dereceye kadar
açmazlara sokuyordu. Köklü toprak reformu, halkın yararına yöneltilmiş ve
halkın denetiminde bir endüstrinin ve rejimin kurulması, ağır endüstriye
ağırlık verilmesi, politik hürriyetlerin yani sınıfa parti ve sendikalar kurma
hakkının tanınması, işçilerin mesleki haklarının sağlanması ve tek dereceli
nispi seçim sisteminin kurulmasına yönelmiş 'Milli Demokratik Devrimin'
tamamlanması amacını güden, sosyalizme açık bir mücadeleye girişen sol, bunu
Kemalist Kamp’ın sol unsurlarıyla güç birliği içinde legal bir ortamda
gerçekleştirmek istiyordu.”[67]
1925 sonrasında TKP, Kemalizm’le
arasına sınır çekmeye yönelmesine rağmen, R.N. İleri’nin belirttiği gibi,
“Kemalist Kamp’ın sol unsurlarına sosyalist devrim koşulları olgunlaşıncaya
kadar”, dolayısıyla “anti-emperyalist, anti-feodal devrim tamamlanıncaya kadar”
ve ancak “bu devrimleri tutarlı sürdürmesi” kaydıyla bir yol göstericilik
üstleniyordu. Bu hareket içerisinde olanlar resmi ideoloji ile yakın durarak,
yaptıkları çalışmalarla Kemalist devrimleri yorumlamak ve onlara teorik bir
temel oluşturmak amacı gütmüşlerdir. Kadro Dergisi etrafında ortaya çıkan ve
eski TKP’lilerden oluşan hareket, bu yönelimin, sınırlarına varan bir
örneğidir.
TKP’nin birkaç on yıllık ‘tarihi’nin
ardından, ‘60’lar solda yeni bir yönelime tanık oldu. TİP (Türkiye İşçi
Partisi), bu koşullar içinde 13 Şubat 1961'de M. Ali Aybar başkanlığında bir
grup sendikacı tarafından kuruldu. Siyasal sahnede solun temsilciliğini
üstlenen TİP, “TKP geleneğinden, biraz da onun pratik anlamda eleştirisinden
güç alarak, 'sol' hareket tarihinde ilk kez kitlesel bir güce ulaşıyordu”[68].
Azınlık seçkin bir grup olarak aydın kimliğinden sıyrılamayan ve kitlelerle bağ
kurmak konusunda zafiyetler taşıyan TKP geleneği açısından bakıldığında, legal
düzeyde sahnede yerini alan ve solu kitlelere taşıyan TİP, Türkiye sol tarihi
açısından önemli bir mihenk taşını oluşturur.
TİP, seçim sisteminin de yardımıyla,
Meclis'e 15 milletvekili taşıyacak bir güce erişmesine rağmen, programında
“Kanun yolunda iktidara yürüyen siyasi teşkilat”[69]
olarak somutlanan reformist, uzlaşmacı çizgisi, onu, kendisini tasfiye etmeye
kadar götürmüştür.
“İşçiler arasında yapılan anketler,
TİP’in yandaşlarının çoğunluğunun, (...) 30 yaşından aşağı, ilkokul veya daha
üstü öğrenim görmüş, büyük kentlerde nitelikli işçi olarak çalışan bireylerden
oluştuğunu göstermiştir.”[70]
Oylarının niteliği göz önüne alındığında, TİP'in, halkın geniş yığınlarını
kucaklayacak bir çizgi tutturamamış, daha çok kentlerde nitelikli işçiler
arasında ve mezheplere dayalı kolaycı bir çalışma tarzı sürdürmüş olduğu
anlaşılır. Bu durum, daha sonra ortaya çıkan devrimci solun kitle içerisindeki
çalışma tarzına yansımıştır. 1970’lerde iktidar olmak hedefini güden TİP, kitle
partisi olma yolunda köylücü bir çizgiye yönelmiş ve sosyalizm vurgusunu
devreye sokmuştur. Bu politik tutum, Behice Boran’ın şu sözlerinde ifadesini
bulmaktadır: “Demokratik yolu ve yığınları başa koymak gerekir, reformlar köklü
değişikliklerden çıkarı olan sınıfların uyanması ve teşkilatlanması ile
gerçekleşebilir.”[71]
“Sınıfsal ittifaklar yelpazesini süreç
içinde derece derece oluşturup pekiştiren işçi sınıfı, böylesine geniş bir
tabana dayanarak kendi partisi aracılığıyla iktidara gelecek ve kendisiyle
birlikte tüm kol ve kafa emekçilerini, halk kitlelerini her türlü sömürüden,
baskı ve şiddetten kurtararak, gene bir süreç içinde Türkiye’yi, dünyanın en
ileri ülkeleri arasında yer alan tam bağımsız ve özgür toplum düzeyine
çıkaracak olan sosyalizmi gerçekleştirecektir.”[72]
Programındaki ilerici söylemlerine rağmen parlamentocu tutumundan vazgeçemeyen
TİP’in, devrimci bir durumun olmadığı, sosyalistlerin ve işçi sınıfının,
çıkarlarını parlamenter yoldan korumalarının dışında hiçbir seçeneklerinin
olmadığı tutumunun ısrarlı savunusu kendi içinde karşıtını doğurmuştur. Gelişen
muhalefet (Emek Grubu ve MDD’ciler), radikal çıkışları nedeniyle TİP yönetimi
tarafından tasfiye edildi.
TİP’in ortaya çıkışı, Yön gibi
yeni bir siyasal oluşumu da koşullandırmıştı. "Başını Doğan Avcıoğlu’nun
çektiği Yön Dergisi ve bu dergi çevresinde oluşan Yön Hareketi bir anlamda
Kadro’nun devamı gibidir.”[73]
Kapitalist gelişme doğrultusunda oluşan,
sosyal ve sınıfsal ilişkilerin aydınlar üzerinde yansıttığı “etkilerin” bir
ürünü olarak şekillenen Yön, ideolojik temelini Kemalizm’den alıyordu. 1961
yılında yayımlanmaya başlayan dergi, Kemalizm’in temel bakış açısına uygun
olarak “çağdaş uygarlık”, “batılılaşma”, “devletçilik”, “sosyal adalet” gibi
hedeflerle topluma yön verilmesi gerektiği düşüncesi taşıyordu. Bu noktadan
bakıldığında ideolojik ve siyasal bakış açısından en güçlü ve hazırlıklı olan
hareketin Yön olduğu görülecektir.
“Yön–Devrim çizgisi, 27 Mayıs darbesi
ile birlikte açılan yeni siyasal ve entelektüel ortamın en karakteristik
özelliklerini yansıtmakla kalmamış, aynı zamanda o dönemde dünyaya egemen olan
başlıca reformcu düşünce ve siyaset akımlarının bir karmaşasını da temsil ederek
Türkiye sol hareketinin başlıca eğilimleri üzerinde etkili olmuş ve günümüze
kadar süregelen sonuçlar doğurmuştur.”[74]
Her ne kadar sol bir grup olduğu
iddiasıyla hareket ediyor ve diğer gruplarca sol olarak tanınıyorsa da Yön
Hareketi, ancak bir ‘sol’ Kemalist bir hareket olmanın ötesine geçmemiştir.
“Yöncüler, kendi programlarını, 'sosyal adalet içinde hızlı kalkınma' olarak
özetliyorlar ve bu soyutlama 'Anayasanın benimsediği bir formül' olarak
sunuluyordu. Devrim kavramının düzenin en temel belgesi açısından
yozlaştırılmasını ifade eden bu tutum, dönemin Milli Demokratik Devrim
teorisini kabul etmiş 'en radikal' silahlı hareketleri (THKO, TKP-ML ve THKP-C)
tarafından da genel bir kabul görmüş durumdaydı.”[75]
1965’te şekillenmeye başlayan ve
1967’de yükselen MDD (Milli Demokratik Devrim) hareketi, bu dönemin, eski TKP
mirası ile dolaysız bağları bulunan bir siyasi odağıdır. Önemli kadrolarının
hemen hemen tümü eski TKP’li olan MDD, 1960-70 döneminde Yön ile aynılaşan
politik bir tutum göstermiştir. Aralarındaki fark, MDD hareketinin Marksist
argümanları kullanması, alt sınıflara yakın olması ve Yön’ün geleceğe hiçbir
miras bırakmadan yok olmasıdır. Yön'den farklı olarak MDD hareketi, 71 devrimci
hareketinin içinde şekillendiği ve etkilendiği bir odak olmuştur.
MDD hareketi 1967 yılında politik
arenaya, TİP’le aralarındaki temel ayrımın programa ilişkin değil, mücadele
anlayışına ilişkin olduğunu deklere ederek çıktı. Onların mücadele
anlayışlarına ilişkin ortaya koydukları sınıf önderliği ve sınıf partisi görüşleri,
halkçı - cepheci anlayışın basit bir kopyasıydı. Aydınlık Dergisinde, TİP’in
sosyalist bir parti olması için yapması gerekenler sıralanırken; kendi parti
anlayışları da dile getiriliyordu: “TİP sosyalizmin bilimini temel alan,
emekçileri parti içinde örgütleyip sosyalist kadrolar oluşturmak ve bütün milli
sınıfları milli kurtuluş saflarında toplamaya yönelen parti olmalıdır.”[76] Bu
bakış açısı, MDD hareketinin TİP’ten çok Yön hareketi ile örtüşmesini
beraberinde getiriyordu. MDD’nin Yön’den bu anlamdaki farkı, darbeci
beklentileri Marksist söylemlerle ifade ediyor olmasıdır.
MDD hareketi, savunduğu “Milli
Demokratik Devrim”e kimin önderlik edeceği sorusuna net bir yanıt verememiştir.
Diğer yandan “Bağımsızlık olmadan sosyalizm olmaz” söylemiyle, küçük burjuva
radikallerini demokratik devrimde reddedilemez bir güç olarak görmüş ve bu işi
onlara, “bağımsızlığı savunmak işi esasen küçük burjuva radikallerine aittir”
diyerek, havale etmiş, küçük burjuva radikallerinin ordu lehindeki
propagandalarını ve darbe teşviklerini desteklemiştir.
“Küçük burjuvazi, milli burjuvaziden
ayrı olarak ele alınmalıdır. Komprador kapitalizmi ile sınıf çıkarı asla
bağdaşmayan küçük burjuvazi bilinçlendiği ölçüde devrimden yanadır. Hem
demokratik devrimden yana, hem sosyalist devrimden yana. (…) Küçük burjuva
kökten gelme asker-sivil-bürokrat, aydın küçük burjuvazi içindedir.
…Asker-sivil-aydın zümre gerek kök bakımından gerek genel durum bakımından
içinde sayılması gerektiği Türk küçük burjuvazisinin en bilinçli kolunu, bu sınıf
öncü müfrezesini teşkil etmektedir. Kesin olarak demokratik devrimden yanadır,
sosyalist devrime karşı olması için sınıf açısından bir neden yoktur.”[77]
MDD’nin askerci eğilimi, M. Belli’nin
görüşlerinde net olarak dile getirilmektedir: “Türkiye’de iki ana ilerici akım
vardır. İki devrimci kol, güç birliği halinde Türkiye'nin gelecekteki tarihi
kaderini tayin etmek durumundadırlar. Mustafa Kemal kolu ve sosyalist kol”[78].
“Öteki ülkelerin tarihinde sık sık görülen askerler tarafından bastırılan
halkçı ilerici hareketler bizim tarihimizde yoktur. Ve bu gerçek bizim ilerici
olarak Türk ordusuna karşı tutumumuzun batı anti-militaristlerin tutumunun tam
karşısı olmasını gerektirir.”[79] MDD
kuramcıları da, kendilerini Kemalizm’in izinde gören Kadro'dan, 27 Mayısçılardan
ve Kemalizm ile ilişki kurmak isteyen Yöncülerden sonra, önceki geleneğe bir
anlamda bağlılıklarını sergilerler. Küçük burjuva aydınlar zamanla radikal
düşüncelere yönelirken, çıkardıkları Aydınlık Dergisi sayesinde de
düşüncelerini yaygınlaştırmaya çalışırlar. Böylelikle MDD hareketinin genel
olarak ilk vardığı kuramsal sonuç, “burjuva demokratik devrim” ile “milli
demokratik devrim"in birbirinden farklı olduğudur. Çünkü sömürge ve
bağımlı ülkelerde “burjuva demokratik devrim” gerçekleşemez. Bağımlı ülkelerdeki
devrimin karakteri anti-emperyalist ve anti-feodal olmak durumundadır. Ülkede
sınıflar ve aydınlar üzerine yapılan araştırmalarda, küçük burjuvazinin
burjuvaziye bağlılığı, köy küçük burjuvazisinin tutuculuğu, yerli burjuvazinin
geliştikçe asker-sivil-aydın-bürokrat kesimin onun etkisinde kaldığı, bu
kadroların emperyalizm yanlısı ve ona karşı olanlar olarak ikiye ayrıldığı gibi
sonuçlara varırlar. Milli burjuvazinin ise, varlığı ortaya konmakla birlikte,
toplumsal ve ekonomik yaşamda önemli bir güç olmadığı kanısı hâkimdir. Sonuçta
demokratik devrimi, küçük köylülerin ve küçük burjuvazinin en radikal
gruplarının yardımı ile işçi sınıfının üzerine alabileceği görüşü hâkim olur.
MDD hareketi Türk sol tarihi
içerisinde, kullandığı terminoloji ile sol sapma gibi görülebilse de, bir küçük
burjuva sağ sapma olarak nitelendirilmelidir. “MDD hareketi, yayınları ve
çalışmalarıyla gelecek dönemlerin kadrolarının klasik Marksist literatür
alanında olduğu gibi yurt gerçeklerinin araştırılmasında da kuramsal eğitimini
sağlayacak ve özellikle gençliğin devrimci harekete katılmasına ön ayak
olacaktır.”[80]
TKP, TİP ve
MDD hareketleri genel bir değerlendirmeye tabi tutulduğunda ortaya çıkan sonuç
şudur: TKP, Şefik Hüsnü ile birlikte sınıf içinde faaliyet göstermeye özel bir
önem göstermiştir, bu noktada Kemalizm’le yakınlaşmışsa da örgüt fikri güçlü
tutulmuştur. TKP legal olanaklardan yoksun olunan bir dönemde illegal siyasal
faaliyet yürütmüştür. TİP, kullandığı legal ortam aracılığıyla örgütlülüğünü
sürdürmüş, dar da olsa kendi anlayışı çerçevesinde sınıf tabanlı bir faaliyet
yürütmüştür. MDD ise legal çalışmaya, her türlü legal çalışma ortamını
“icazetçi” sayarak yanaşmadığı gibi, illegal anlamda da bir faaliyet yürütmek
için özel bir çaba harcamamış, 'hareket' sınırını aşamamıştır.
Türkiye’de sosyalizmin
"özgünlüğü”nü vurgulama ve bunun öncüsü olma misyonunu taşıma iddiaları,
aşağıdaki açıklamalarda görülebileceği gibi, bu oluşumların ortak yanıdır.
“Türkiye’ye
özgü sosyalist rotayı çizmek ve Türk sosyalist hareketini yüzde yüz bağımsız
yabancı etkilerden uzak, …bir hareket olarak raya oturtmak mücadelesini
vermektir.”[81]
“Türkiye İşçi Partisinin sosyalizmi,
‘Türkiye Sosyalizmi’ ithal malı değildir. Bu, ne Batıdaki, ne Doğudaki
örneklerine benzer. Çünkü Türkiye ne batıdır, ne Doğudur. Türkiye kendine özgü
koşulları olan bir ülkedir.”[82]
“Türkiye sosyalizmi bilimsel
toplumculuğun ışığında ama her türlü dogmacılıktan, taklitçilikten,
tekerlemecilikten kaçınarak gaziler çağından ta İstiklal Savaşına kadar kendi
milli tarihinden destek bulan Türkiye’nin…”[83]
“Türkiye emekçilerinin… Çıkarları
gereği, Sovyetler Birliği’ne bu ülkeyi yöneten partiye karşı olumlu bir tutumu
benimsemek… Başka şeydir, ‘Moskovacı’ olmak başka şey… Maocu, Kastrocu,
Moskovacı yakıştırmalarına cevabımız şudur: Biz Türkiyeciyiz. Türkiye
emekçilerinin davasının savunucusuyuz biz.”[84]
Bu dönemde farklılığı ile kendisini
ortaya koymaya çalışan bir kişi vardır ve bu, eski bir TKP’li olan Hikmet
Kıvılcımlı’dır. Sınıf ve parti kavrayışı açısından M. Belli’den daha ileri olan
Kıvılcımlı, politik olarak çok özel bir yer işgal etmez gibi gösterilmeye
çalışılır ve görmezlikten gelinir. “Kıvılcımlı’nın TKP içinde gerçekleştirdiği
eleştiri ve öneriler, TKP’nin örgütsüzlüğünü, teorisizliğini ve eylemsizliğini
açığa çıkarır”.[85]
TKP merkez komitesine sunduğu Yol adını taşıyan çalışmaları için
Kıvılcımlı şunları söyler: “1930 yılına dek Türkiye’de geçirdiğim ilk on yıllık
Marksist-Leninist pratik ve teori savaşına dayanarak, 40 yıl önce ‘Yol’ adı
altında bir seri yerli orijinal araştırmalar yapmıştım. Burada her biri ayrı
kitaplar halinde, ideoloji, sosyal gelişim, Parti Tarihi, Strateji Planında
burjuvazi, proletarya, köylü ve ulus ve taktik problemleri ayrıntı ve
eleştirileriyle ele alınıyordu.”[86] O
zamana kadar bu derinlikte ele alınıp işlenmemiş konular olması anlamında bu
çalışmalar oldukça büyük önem taşımaktadır.*
1930’lu yıllarda özellikle Kemalizm ve ulusal sorun konusunda TKP’den ayrıksı,
ileri bir konuma sahip olan Kıvılcımlı, “TKP bünyesinin ‘yabancı’
unsurlarındandı.”[87]
Tüm aykırılığına rağmen Kıvılcımlı,
1930’larda aldığı ileri tutumları terk ederek, 27 Mayıs darbesinin etkisi
altında darbe umudu ve bekleyişi içerisine girdi. “Ordunun bizdeki ilerici rolü
üzerine tezler”i ile Kemalizm’in etki alanında, diğer anlayışlarla aynı noktaya
düştü.
1968’lerde, Asya ülkelerindeki toprak
mücadeleleri, Latin Amerika’da anti-emperyalist hareketler, Vietnam halkının
ABD’ye karşı yürüttüğü başarılı mücadele, Küba zaferi dünyayı güçlü bir
anti-emperyalist dalga ile sarsarken, Türkiye solu yeniden oluşumunu bu ortam
içerisinde gerçekleştirmiş ve bu gelişmenin bir parçası olmuştur. Özellikle
Vietnam devrimi ve Latin Amerika’daki gerilla mücadeleleri Türkiye sol hareketi
üzerinde güçlü etkiler bıraktı. MDD hareketinin bir kesiminin Maocu yorumları,
diğer kesiminin SBKP’ nin “kapitalist olmayan kalkınma yolu”, “ileri demokrasi”
v.b. tezlerini sahiplenmeleri, yine TİP’in, SBKP’ nin ”barışçıl geçiş”, “barış
içinde bir arada yaşama” tezlerine sarılması karşısında sol hareketler
reformizmle aralarında belirginleşen yol ayrımlarında kendilerine en yakın
odağı yol gösterici olarak kabul edeceklerdi. Gençlik kesimleri de reformcu ve
uzlaşmacı tavırlar karşısında kendilerine Guevera, Marieghella gibi Latin
Amerika devrimciliğinden ve Çin devriminin etkisi ile Maoculuğun “devrimci
yorumlarından” eylemlerine “meşru zemin” kazandıracak tarzda etkilenmişlerdir.
Bu etkilerin temel yanı, bu dönem boyunca 60'lı yıllar sol hareketinin, Yön
hareketinde kendisini ortaya koyan Kemalizm dışında, 'ilerici ve devrimci' bir
geleneğin, kültür ve mirasının bulunmamasıdır.
TKP’ yi Ortaya Çıkaran Tarihsel Koşullar
Osmanlı İmparatorluğu, I.
Emperyalist paylaşımın şiddetle sürdüğü alanların başında bulunuyordu, savaşla
tam bir yenilgi ve parçalanma sürecine girmişti. Osmanlı, sürekli toprak
yitirmesine rağmen, hala geniş topraklara hükmeden bir imparatorluktu. 1908’le
iktidara gelen İttihat ve Terakki partisinin asıl olarak Türkçülüğü ama yanında
birleştirici bağ olarak özellikle İslam’ı, kullanarak Osmanlı’nın içine girdiği
çöküşü, iç Asya’ya açılarak durdurmak ve kaybettiği bir kısım toprakları ise
kazanmak istiyordu. Bu plan, I. Emperyalist savaşta müttefiki Almanya ile
yenilgiye uğrayınca İngiltere’nin başını çektiği, Fransa ve ABD’nin oluşturduğu
blok, Osmanlı topraklarının da müttefik ülkeler tarafından paylaşılmasını
beraberinde getirdi. Mondros Mütarekesi ile de, küçük bir toprak parçası
dışında tüm topraklar emperyalistler tarafından işgal edildi.
Özellikle, Osmanlı’nın üzerine
yükseldiği coğrafya olan Anadolu’nun emperyalist ülkelerce işgal edilmesi,
Anadolu halklarının tepkisini doğurdu. Savaşın neden olduğu yıkım en çok onları
etkiliyordu, genç Türk burjuvazisi ise, bu durumu değerlendirerek ulusal
kimliğine, devletine kavuşmak istiyordu. Türk ulusal kimliğinin devletleşmesini
sağlayan ulusal kurtuluş savaşı bu koşullarda gerçekleşti.
Türkiye burjuvazisinin
uluslaşma özlemi, Osmanlının çöküşünü ile onun mirasını devralan bir hareketi
temsil ediyordu. Bu durum, bir yandan uluslaşma sürecini tamamlama ve özellikle17
devriminin verdiği güçlü emperyalizme karşı mücadele yönünde nesnel zemin
oluştururken, sınıfsal mücadeleye ilişkin durum, ulusu oluşturan tüm sınıflar
arasındaki çizgilerin tam olarak belirginleşememesinin etkisi ile
belirsizleşiyordu. Emperyalist işgale karşı mücadele de ezilen ve sömürülen
sınıflar, eskiyi temsil eden toprak sahipleri, yeni gelişen burjuvazi
karşısında tavır almaktan çok, ortak bir dava adı altında burjuvazinin peşine
takılıyordu. Bu dönemde ortaya çıkan ve kendisini Bolşevik olarak tanımlayan
hareketler burjuvazinin etkisinden kurulamamışlardır.
Emperyalist işgalle birlikte Anadolu’da,
Trakya’da birçok yerel iktidarın kurulmasını sağlarken, Rusya’daki gelişmelerin
de itkisiyle komünist hareketin canlanmasını da beraberinde getirmişti. Bir
yandan, Ekim Devrimi, Rus topraklarında yaşayan savaş esirleri arasında
komünist fikirleri yaygınlaştırırken, öte yandan da Anadolu ve İstanbul’da
Bolşevizm’e yönelişi söz konusudur.
Güçlü bir Tarih Güçlü bir
miras ve Bu mirası taşıyamayan TKP
1. Emperyalist
savaş bir yandan genç Türk burjuvazisinin ulusal özlemlerini açığa çıkartırken
diğer yandan Komünizmin bu topraklarda filiz sürmesini de sağlıyordu. TKP,
Sovyet devriminin dağılan İmparatorluk üzerindeki siyasal gelişmelere
müdahalesinin başka bir biçimidir. TKP programı Lenin’in sağlığında, Komünist
Enternasyonal bünyesinde kaleme alınmış olan RKP(B), Bulgaristan Komünist
Partisi ve TKP olmak üzere üç programdan biridir.
TKP’nin ilk programı şunu söylüyordu:
“ .... bir taraftan emperyalistlere karşı
yürütülen savaşın devamı, diğer taraftan özellikle toplumsal devrimin Avrupa'da
yayılması sınıf bilincinin olgunlaşması ve gelişmesini önemli biçimde
etkileyerek Türkiye'deki hareketlerin toplumsal bir mahiyet almasına yardım
etmekte ve sosyalizmi temel alan işçi ve köylü şuralar cumhuriyetinin
kurulmasına uygun şartları hazırlamaktadır. “[88]
Bu saptamanın Türkiye’de bir
proleter devriminin “eli kulağında”
olduğu anlamına gelmediği açıktır. Ama herhalde, aradan geçen 80 yıldan sonra
hala Türkiye’nin bir milli demokratik devrim aşamasından geçmesi gerektiği ve
Kemalizm’in toplumun gelişmesinde kaçınılması mümkün olmayan bir nesnel
zorunluluk olduğu anlamına da gelmez. Ne var ki, TKP’nin ilk programında ifade
bulan niteliği çok kısa ömürlü oldu. O program adeta, asıl sahipleri olan
Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı ile birlikte Karadeniz’in derinliklerini boyladı ve
bir siyasi program olarak gün ışığına hiç çıkmadı; hep bir tarihsel belge
olarak kaldı.
Bugüne kadar ülkemizde proletaryaya
yönelen ve Marksist anlamda onu kucaklamaya çalışan örgütlerin varlığı bir yana
proletaryanın gerçek bir komünist partisi var olmadı. İlk hareket olma
anlamında 83 yıl önce, 10 Eylül’de Kuruluş Kongresi’ni toplayan TKP’ nin,
kuruluş dönemindeki ilkesel-taktiksel hattı ve örgütsel-politik varlığı,
15’lerin katledilmesiyle birlikte, ne geriye kalan kadrolarca, ne de ardılları
tarafından süreklileştirilebildi.
Mustafa Suphi’nin başında olduğu TKP
geleneğini “sahiplenenler", onu ortaya çıkaran uluslararası etkenler ve en
önemlisi de, onun çıkışına bayrak ettiği program konusunda ya bilgi sahibi
değildir; ya da bu programın içeriğini es geçmeyi yeğlemektedir. TKP, 1920’de
kurulmuş, resmen 1980’lerin ortasına kadar varlığını sürdürmüş olsa da, bu
partinin hem örgütsel planda, hem de ideolojik-programa ilişkin planda bir
sürekliliği olmamıştır. Bu topraklarda her bir özne TKP çizgisi ile hesaplaşmak
zorunda. Böyle bir zorunluluk nereden gelmektedir? Her şeyden önce, bu
topraklarda kendini komünist olarak değerlendiren her parti ve grup, kendi
geçmişi konusunda net bir bakışa sahip olmak durumunda olduğu için, TKP
geleneği ile yüzleşmek, hesaplaşmak zorunda
1920'de
Bakû’de M, Suphi yoldaş önderliğinde I. Kuruluş Kongresi'ni toplayan ve
Komüntern’in bir kolu olarak kurulan TKP, bu yolda
atılmış ilk ciddi adımdı. Ancak o günkü koşullarda bu da
sadece bir adım olarak kaldı. TKP, 1921 yılı başlarında, Kemalist burjuvazinin azgın anti-komünist
kampanyasının saldırıları karşısında ayakta duramadı.
TKP’nin kurucusu ve
önderi olan M. Suphi, Lenin'in Bolşevik
Partisi'nin kararlı bir militanıydı. O,
aynı zamanda, Komüntern’in bir
savaşçısı olarak; hayatını komünizm davasına
adadığı andan başlayarak, ölünceye kadar,
Komüntern’in sesini, komünizm fikirlerini, Marksizm-Leninizm’i ülkemize, ülkemiz İşçi sınıfına
ulaştırabilmek, proletaryanın
öncülerini bir örgüt çatısı altında birleştirmek ve ülkemizde proletaryanın öncü komünist partisini kurmak ve inşa etmek içip mücadele etti. M. Suphi, proletaryanın
ülkemizdeki kazançlarını koruyabilmesi, bunları genişletip ilerletebilmesi ve devrimi kendi devrimine
kanalize edebilmesi için,
Kemalist burjuvazi karşısında kendi bağımsız
siyasi partisinde, Komünist Partisinde örgütlenmesi ve kendi bağımsız yoluna bütün halkı kazanması gerektiğinin tamamıyla farkındaydı. O, Türkiye İşçi
sınıfının devrimde önderliği
ele alması ve onu dış düşmanlara olduğu
kadar iç düşmanlara karşı da yöneltmesi gerektiğini vurguluyordu.
Büyük Lenin'in
başında bulunduğu SBKP(B)'nin önderliğinde,
Rusya'da proletaryanın kazandığı zafer, 1917 Ekim Sosyalist Devrimi; emperyalizme karşı mücadelenin ateşi içinde bulunan Türkiye İşçi sınıfına ve emekçi halkına komünist fikirleri, Bolşevizm davasını, Komüntern’in
sesini İletti. Diyebiliriz ki,
bunun pratik taşıyıcısı ise, M. Suphi ve yoldaşları olmuştur.
. Bütün hayatını işçi sınıfının ve
Doğu'nun ezilen mazlum halklarının
kurtuluşuna adayan M. Suphi, daha 1917'-nin hemen sonrasında Rusyalı Türkler ve orada bulunan Türkiyeli savaş esirleri arasında çalışmalar
yaptı. Önce Moskova'da, daha sonra Kırım ve Odessa'da Türkçe olarak "Yeni
Dünya" gazetesini yayınladı. Buralardan Türkiye'ye kaçak olarak propaganda broşürleri, propagandacılar, komünist İşçi ve askerler gönderdi. Moskova,
Kazan, Şamara, Saratov, Rezan,
Astrahan vb. birçok şehirde Türk
komünist örgütlerini kurdu. M. Suphi'nin önderliği ve çalışmaları sonucunda 25 Temmuz 1918'de
Moskova'da “Türk Sol Sosyalistleri
I. Kongresi” toplandı. Bu kongrede
kurulan ilk “Türkiye İştirakiyun Teşkilatlanın Merkez Komitesi Başkanlığına M. Suphi seçildi. Kasım
1918'de Moskova'da Müslüman
Komünistleri Birinci Kongresi’ne katılan M. Suphi, Stalin başkanlığındaki
Milliyetler Halk Komiserliğine bağlı olarak kurulan Doğu Halkları Merkez Bürosu'nun Türk Bölümü Başkam oldu.
Aralık 1918'de
yapılan Uluslararası Devrimciler Toplantısına
ve 1919'da Moskova'da toplanan III. Enternasyonalin Birinci Kongresine Türkiye delegesi olarak katıldı.
Bakû’ye yerleşen M.
Suphi buradaki eski İttihatçıların sahte “Türkiye
Komünist Fırkasını dağıttı. Yeni Dünya gazetesini
yeniden yayınlamaya başladı. Bir parti okulu
açarak genç kadrolar yetiştirmeye girişti ve Komünist örgütleri yaygınlaştırdı.
Eylül 1920'de
Bakû’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı'na
partili ve partisiz 235 Türkiyeli delege katıldı. Bütün bu faaliyetlerinin doğrudan bir sonucu olarak 10 Eylül 1920'de “Birinci ve Umumi Türk Komünistleri Kongresi”
Bakû’de toplandı. Bu Kongrede Türkiye Komünist Partisi kuruldu. Başkanlığına M. Suphi, Genel Sekreterliğine ise E. Nejat yoldaşlar seçildi.
M. Suphi yoldaş
Kongredeki konuşmasında şunu Önemle belirtiyordu:
“Komünist Partisi için, memlekete musallat olan dış
düşmanları kovmak nasıl bir görev ise, içerde
halkın sırtından geçinen yağmacı sınıflan da hazır yiyicilik halinden çıkarıp yumruk altında işletmek de
o derece esaslı bir görevdir.”
O, aynı zamanda Komünist Partisinin ideolojik, siyasi ve örgütsel
bağımsızlığının titizce korunması gereğini
de Kongre bildirisinde vurguluyordu.
M. Suphi
önderliğindeki TKP, ülkemizde proletaryanın öncüsü komünist partisinin inşası
yolunda atılan ilk ciddi adımdı. TKP,
M. Suphi ve yoldaşlarının Komüntern'e bağlı
olarak faaliyet göstermelerinin doğrudan bir sonucu olarak Komüntern’in Türkiye kolu olarak kurulmuştur. Çok
kısa da olsa, M. Suphi yoldaş TKP’nin başında kaldığı sürece Komüntern’in
çizgisinin doğrudan bir izleyicisi olmuştur.
Ancak TKP
kuruluşundan çok kısa bir süre sonra, Kemalist
diktatörlüğün azgın anti-komünist kampanyası ile
karşılaşmıştır. TKP’ nin kuruluşundan ve faaliyetlerinden korkuya kapılan Kemalist burjuvazi, bir yandan düzmece “komünist parti”leri kurdurarak III. Enternasyonal'e
başvururken, diğer yandan işçi sınıfının öncüsünü daha doğuşunda, yani
en zayıf olduğu sırada boğabilmek üzere
TKP’ ye ve önderlerine azgınca saldırmış, komplolar düzenlenmiştir,
Bizzat Mustafa
Kemal'in emriyle düzenlenen bir komplo sonucunda M.
Suphi ve E. Nejat yoldaşlar ve partinin bazı diğer
Merkez Komitesi üyeleri ve parti üyelerinden
oluşan 15 kişilik bir grup, Türkiye'ye geldikleri sırada hunharca katledildiler. Parti, henüz kuruluşu sırasında
en kıymetli önderlerini yitirdi, başlangıç örgütlenmeleri dağıtıldı; onulmaz yaralar aldı.
Önderlerinin kaybıyla
birlikte, parti önderliği Ş. Hüsnü revizyonisti ve
şürekâsı tarafından gasp ediliyor ve parti
onların revizyonist, sağ oportünist yoluna sokuluyordu. Böylece TKP, şanlı bir girişim, ancak proletaryanın partisinin inşası yolunda sadece bir girişim olarak kaldı.
Gericiler M. Suphi
ve yoldaşlarını alçakça katlettiler, onların
unutulması, komünizm davasının unutulması için ellerinden gelen her şeyi
yaptılar; ancak ne M. Suphi ve yoldaşlarını ne de
onların TKP’ sini unutturamadılar. İşçi sınıfımız
ve Türkiye halkı onları daima kalbinde yaşattı. M. Suphi'nin adı ülkemizde daima komünizm ülküsü ve parti davası ile bir arada bulundu. Örgütümüz, M. Suphi ve yoldaşlarının ve onların TKP’ sinin davasının
izleyicisi ve kararlı
mirasçısıdır. Biz M. Suphi'nin yolundan yürüyoruz. Örgütümüz onların Türkiye proletaryasına bıraktığı kızıl bayrağı yeniden göndere çekmiştir. Türkiye komünist hareketinin bu ilk öncülerinin davası, bugün bütün canlılığı ile yaşamakta, emperyalizme, burjuvaziye, modern revizyonizme, Troçkizme, Cin revizyonizmine vb. karşı
yürütülen mücadele içinde ilerliyor ve saflarına her gün yeni güçleri, yeni savaşçıları kazanıyor, Onların parti davası bugün gerçek olmuştur.
Türkiye’de TKP
Ekim Devrimi’nin dünyadaki
etkisi, tüm sömürge ve yarı sömürge ülkelerde bir devrimci dalgalanma,
yaratmış, kurtuluş umudunu arttırmıştır. Türkiye topraklarında Bolşevizm’in ideolojik-örgütsel
etkisi zayıf da olsa komünist örgütlenmelerin canlanmasına ve gelişmesine yol
açmıştı.
TKP’ nin kuruluşuyla
sonuçlanacak hazırlık faaliyetinin en önemli adımlarından biri Sovyet Rusya’da
atıldı. Birinci emperyalist savaş sonucunda küçümsenmeyecek sayıda savaş
esirinin yaşadığı Rusya’da, Ekim Devrimi’nin etkisiyle esirler arasında
Bolşevizm’e bir yakınlık oluşmuştu. Kendisi de bir sürgün olarak Rusya’da
yaşayan ve Bolşeviklerle ilişkiye geçen Mustafa Suphi, Bolşevizm’i
benimsedikten sonra, bu potansiyeli değerlendirmek için yoğun bir uğraş içine
girdi ve bu çabalar ilk meyvesini de 1918’de verdi. Mustafa Suphi’nin başında
bulunduğu ve farklı bölgelerden gelen delegelerin katılımıyla, 20 Temmuz
1918’de Moskova’da toplanan Türk Sosyalistleri Konferansı, parti hedefine dönük
hazırlık faaliyetlerinde önemli bir eşiği oluşturdu. Bilinçli, planlı ve
sistemli bir hazırlık faaliyetinin temel yapı taşları burada belirlendi. Türk
Komünist Teşkilatları (TKT) adını alan örgüt, bir merkezi komite seçerek savaş
esirleri içinde örgütlenmeye hız verdi. 1920’de, TKP Kuruluş Kongresi’nin
ikinci oturumunda, TKT merkezi heyetinin faaliyetiyle ilgili, Mustafa Suphi’nin
Kongreye sunduğu raporda, bu Konferansın aldığı kararlar ve belirlediği
hedefler şu açıklamalarla ortaya konuluyor:
“İkinci devir: Aydınlanma
devri burada biterek konferansın seçip ayırdığı merkezi heyet, doğrudan doğruya
örgütlenme işlerine girişiyor. Konferansın belirlediği hedefler:
“1. Rusya ve Türkiye’deki işçi
ve köylü ve askerlerimiz arasında propaganda ve teşkilat, sosyal devrim
cephesinin fikren ve fiilen savunulması,
“2. İlk uygun fırsatta
Türkiye’den de çağrılacak temsilciler ve Rusya’daki örgütlerin temsilcileriyle
birlikte birinci Türkiye Komünist Kongresi’nin davet ve çağrısı, örgütün parti
haline getirilmesi’ şeklinde özetlenebilir.”
Sovyet topraklarındaki
faaliyetin asıl merkezini ise, Bakü örgütü oluşturmaktaydı.
Bu örgüt, sadece yurtdışında
savaş esirleri arasında ve enternasyonal düzeyde faaliyet göstermekle kalmıyor,
ülke içinde, özellikle İstanbul ve Karadeniz’de de illegal temelde örgütlenmek
için büyük bir gayret gösteriyordu. Bu faaliyetin kapsamını, Mustafa Suphi’nin
Kongreye sunduğu raporda görmek olanaklıdır. Konferanstan sonra, hem programın
üretilmesi, hem de propaganda ve örgütlenme faaliyetine hız veriliyor. Hazırlık
faaliyeti, sadece Rusya topraklarında değil, Anadolu ve İstanbul’da da değişik
biçimlerde sürdürülüyordu.
Hem Bakü merkezli komünist
hareketin, hem de Türkiye’de bulunan Sovyet temsilcilerinin çabalarıyla Anadolu’da
da bir komünist damar oluşmuştu. Anadolu’daki komünist hareket, bir yandan Bakü
merkezli hareketle ilişkilerini sürdürüyordu, ama öte yandan da, Eskişehir ve
Ankara’da Türkiye Komünist Partisi adıyla bir örgütlenmeye gitmiş ve
faaliyetlerine hız vermişti. Bu partinin örgütlenmesinde Sovyet
temsilcilerinin, özellikle 1919 ortalarında Anadolu’ya gizlice giren Şerif
Manatov’un çok özel bir katkısı olmuştu. Bu parti ve o dönem Anadolu’da
komünist hareketin durumu konusunda, Dimitar Şişmanof’un hazırladığı raporda
şunlar belirtiliyordu:
“Zonguldak ve Ereğli kömür
havzasında, Ankara Silah Fabrikasında (İmalat-ı Harbiye’de), Eskişehir
demiryolu işçileri arasında, Adana’da çırçır dokuma fabrikalarında, Trabzon,
Rize, Samsun, İnebolu liman işçileri arasında, kayıkçılar ve deniz işçileri
arasında, Balya madeninde, İzmir Halkapınar fabrikalarında komünist grupları
kuruldu. Trabzon komünistlerinin çıkardığı Eş gazetesi, Rusya’dan gelenlerin bu
grupların kurulmasında büyük bir rol oynadıklarını belirtmişti. İstanbul ve
Anadolu’da artık teşkilatlanmış olan bu gruplar kendi aralarında bağlantı
kurmaya giriştiler. Fakat İstanbul işgal altında bulunduğu için İstanbul
teşkilatıyla Anadolu’daki komünist teşkilatlarını bir merkez etrafında toplamak
kolay olmuyordu. Bundan dolayı ilk önce Anadolu’daki komünist teşkilatlarını
bir merkez etrafında toplama işine başlandı. TKP, böylece 14 Temmuz 1920’de
Ankara’da kurulmuş oldu. Ankara, Sivas, Eskişehir, Kayseri, Kastamonu, Samsun,
Konya, Bolu vb. gibi vilayetlerde gizli çalışan on iki komünist teşkilatı
TKP’yle birleşti. TKP’ nin kuruluşundan hemen sonra işçi, köylü ve askerlere
hitaben bir beyanname yayınlandı.”[89]
Eskişehir-Ankara merkezli
Anadolu’daki örgütlenmeye ek olarak, ilk başta İstanbul işgal altında olduğu
için birbirinden bağımsız da olsa, İstanbul’da da bir komünist hareket
gelişiyordu. Ekim Devrimi’nin ve Rusya’da bulunan Mustafa Suphi’nin
katkılarıyla 1918-19 yıllarında ciddi bir illegal örgütlenme yaratılmıştı.
Örneğin, 1919 yılında, Haliç-Kasımpaşa grubuna, başlarında “Baba Mehmet”in
bulunduğu Rusya’dan gelen 516 kişilik Bolşevikler grubu katılmıştı.
İstanbul’daki örgütlenmeler, bir yandan İstanbul’un işgaline karşı yürüttüğü
savaşımla, öte yandan ise, genç işçi hareketinin en önemli merkezini oluşturan
İstanbul’daki işçi sınıfının sendikal ve politik örgütlenmesi temelinde
sürdürülen gayretlerle işçi sınıfı içinde de güçlü bir desteğe sahipti.
İstanbul’daki komünist
hareketin diğer bir damarını ise, özellikle yurtdışında eğitim görmüş
aydınların başını çektiği bir çevre oluşturuyordu. Bu çevre, faaliyetlerini
asıl olarak, Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Partisi (TİÇSP) üzerinden
şekillendirmişti, işgal birliklerinin baskılarından kurtulmak için illegal
çekirdekler oluştursa da, asıl faaliyetini legal parti temelinde sürdürüyordu.
Bu kesim, daha önce yurtdışına, özellikle Almanya’ya yüksek öğrenim için giden,
Almanya’daki ilerici ve komünist hareketlerden etkilenen bir çevre
durumundaydı. Bunlar, Berlin’de Kurtuluş adlı bir dergi yayınlamaya başlamış ve
daha sonra kurtuluş savaşına katılmak ve faaliyetlerini ülkede sürdürmek için
dönmüşlerdi. Kurtuluşun ilk sayısı Berlin’de çıkmış, daha sonraki sayıları ise
İstanbul’da yayınlanmıştı. Kurtuluşun ilk sayılarındaki yazılara bakıldığında,
bu kesimin sosyal-demokrat hareketten etkilenen, aydınlanmacı sosyalizmin güçlü
etkisini taşıyan bir çevre olduğunu görüyoruz. Bu çevrenin içinde, TKP I.
Kongresi’nde genel sekreter olan Ethem Nejat’ın yanı sıra, Fransa’da eğitim
görerek İstanbul’da bu çevreyle birleşen, daha sonra TKP’ nin evriminde özel
bir rol oynayan Şefik Hüsnü de bulunuyordu. Şefik Hüsnü kendisiyle ilgili
açıklamalarında, sosyalizm fikirleriyle, Fransa’da ve Fransız sosyalisti
Jaures’ın fikirlerinden etkilenerek tanıştığını söylüyordu.
Komünist hareketin doğuşuna ilişkin
burada gösterilen veriler bile, bugün sözde kimi “parti”lerin, TKP’ nin
kuruluşuna önemsiz bir olay olarak bakan, küçümseyen yaklaşımlarının ne kadar
temelsiz olduğunu ortaya koyar. Kuruluş aşamasındaki bir parti için, TKP örgütü
hem önemli bir birikimi, hem de ülke içindeki örgütlülüğü bakımından
küçümsenmeyecek bir düzeyi ifade ediyordu. Onun eksikliği, birlik kongresini
yeni toplamış bir parti olarak, kadrolarının homojenleşmesini sağlayacak bir
pratik süreç ve zamanın yakalanmamasıydı.
10 Eylül 1920’de Bakü’de
toplanan İstanbul, Ankara, İnebolu, Zonguldak, Ereğli, Trabzon, Samsun, Rize,
Sivas, Kars, Erzurum, Eskişehir, Konya’dan toplam 125 delegenin katıldığı
kongrede TKP kuruluşunu gerçekleştirdi. Bu delegelerden 51’i misafir delegeydi.
Adana ve İzmir teşkilatları savaş nedeniyle delege gönderememişti. Kongre,
Ethem Nejat ve Hakkı Hilmi’nin önerisiyle Türkiye’deki çeşitli komünist
çevreleri tek bir komünist partisinde birleştirme kararı aldı. Bu anlamda TKP
Kongresi, bir birlik kongresi niteliğindeydi.
TKP, sadece ideolojik-politik, örgütsel
konumuyla değil, devrimci bir partinin nasıl bir hazırlık ve yöntemle
kurulacağı konusunda da öğreticidir. TKP’ yi oluşturan damarlar, birbirinden
bağımsız olarak ortaya çıksa, hatta kendilerini parti olarak ilan etmiş olsalar
da (TİÇSP, Bakü TKP’si, Eskişehir merkezli TKP) komünistleri bir parti çatısı
altında birleştirmek için yoğun ve ısrarlı bir çaba içerisinde olmuşlar, 10
Eylül 1920 kuruluş kongresi ile de komünistlerin birliğini ilan etmişlerdir. Bu
bakımdan komünistlerin birliği sorunu bir formalitenin ötesine geçerek,
gerçekten devrimci bir içeriğe bürünmüştür.
M. Suphi dönemini
saklı tutarsak —ki bu dönem çok kısa sürmüştür—
TKP'ye damgasını vuran, Ş. Hüsnü'nün sağ
oportünist, revizyonist çizgisi olmuştur.
M. Suphi ve
yoldaşlarının Kemalist diktatörlük tarafından
katledilmesinden sonra Ş, Hüsnü ve
şürekâsı, parti önderliğini ele
geçirdi. Zaten henüz son derece gene, tecrübesiz ve kuruluş aşamasında olan ve bütünüyle formüle -edilmiş bir programa, net bir siyasi çizgiye
sahip olmayan TKP'ye revizyonist,
kuyrukçu çizgisini egemen kıldı. TKP
Menşevik, reformist, Kemalizm kuyrukçusu, şoven-milliyetçi bir parti haline geldi ve bir aydın kulübü olmaktan ileri
gidemedi.
TKP ve Kemalizm
TKP-Kemalizm ilişkisi, bu
topraklarda TKP’nin değerlendirilmesinde en önemli noktaların başında
gelmektedir. Bu nokta, genellikle Şefik Hüsnü dönemiyle ilişkilendirilerek
tartışılmaktadır. Mustafa Suphi dönemi ise, TKP’nin Mustafa Kemal’in çağrısıyla
yurda dönüşü ve arkasından önderlerinin katledilmesiyle ilişkili olarak
eleştirilmektedir.
Öncelikle belirtmek gerekir
ki, Mustafa Suphi dönemi ile Şefik Hüsnü döneminin hem Kemalizm boyutuyla, hem
de ulusal sorun boyutuyla bir süreklilik içinde değerlendirilmesi büyük bir
haksızlık. Koşullar farklıdır; çünkü Mustafa Suphi dönemi, Türk ulusal kurtuluş
savaşının doğrudan yaşandığı ve sonuçlanmadığı bir dönemi anlatmaktadır. Ş.
Hüsnü dönemi ise, kurtuluş savaşının sonuçlandığı, burjuvazinin iktidarı ele
geçirerek pekiştirmeye çalıştığı bir dönemdir.
Ancak, Kemal hareketinin başta
komünistler olmak üzere, tüm muhalif akımlara karşı saldırıya geçtiği, ulusal
devletin ilan edilerek iktidarın pekiştirilmeye çalışıldığı koşullarda verilen
destek, artık sınıf düşmanına karşı verilen bir desteğe dönüşür ki, bu kabul
edilemez. İşte Mustafa Suphi ve Ş. Hüsnü dönemi TKP’sinin Kemalist harekete
karşı tutumunda temel farklılık da buradadır.
TKP’nin Kemalist burjuva
cumhuriyeti karşısında zaaflı tutumunda, Kemalist hareket karşısında
beklentileri, beklentiler yaratacak deneyimsizliği de temel bir rol oynuyordu.
TKP’yi oluşturan yönetici kadrolar, büyük ölçüde Kemalist hareket karşısında
politik-örgütsel bakımdan ciddi bir donanımsızlık içindeydi. Bu donanımsızlığın
en başta gelen yanı ise, sınıf savaşının ateşi içinde Kemalist hareketle yüz
yüze gelmemeleri, savaşım içinde pişmiş, buna uygun refleksler geliştirmiş
olmamalarıydı.
Ne var ki, bu durum, TKP’nin,
M. Kemal’in çağrısına uyarak ülkeye dönmede gösterdiği ihtiyatsız tutumu haklı
çıkarmaz Burada yanlış, ülkeye dönme değil, hareketin neredeyse tüm önderliğini
burjuvazinin insafına bırakan bir tutumla hareket edilmiş olmasıdır. Bu,
hareketin bağımsızlığını korumadaki bir zaafa işaret etmektedir.
TKP’nin hem ulusal kurtuluş
savaşımına destek vermek, hem de bu savaş içinde hareketin önderliğini ele
geçirmek amacıyla, merkezini ülkeye taşıması yanlış değildi. Yanlış olan
Kemalist hükümetin verdiği güvenceyi esas kabul ederek, neredeyse hareketin tüm
önderliğinin, burjuvazinin kontrol ettiği kanallarla ülkeye dönmesidir.
TKP, gerek muhalefetin
durumunu, gerek Sovyetlerin desteğini, gerekse de kendi örgütlülüğünü dikkate
alarak hareketin önderliğinin ele geçirilebileceğini, bunun da en iyi bir
şekilde ülke topraklarında yapılabileceğini hesap ediyordu. Hesap edilmeyen
ise, tam bu koşulların, Kemalist hükümeti tedirgin ettiği ve bu koşulları
ortadan kaldırmak, iktidarını güçlendirmek için, Kemalist hareketin her türlü
tedbiri almak istediğidir. Emperyalistler, Kemalist hareketin Sovyetlerle
ilişkilerini kesmesi için bir yandan onun karşı karşıya olduğu riskleri ortaya
koyuyor, öbür yandan ise, Kemalist hükümeti tanımaya hazır olduğunu bildirerek,
komünist harekete karşı saldırıya geçmesini özendiriyordu. Kemalist hareket
ise, en zor dönemin geride kaldığını düşünerek, emperyalistlere yaklaşmanın
kendi çıkarlarına uygun olduğunu, bu çerçevede Bolşeviklerle farklı olduğunu
göstermenin zamanının geldiğini düşünüyordu.
Bu koşullarda Kemalist
hareket, başta komünist harekete karşı olmak üzere saldırıya geçti. Genç Türk
burjuvazisi, hareketin önderliğini ortadan kaldırdığında, harekete en büyük
darbeyi vuracağını biliyordu. TKP’nin toplu ülkeye dönüş kararı bunun için en
iyi fırsattı;
M. Kemal ve yakın arkadaşları,
Osmanlı’nın eğitiminden geçmiş, komitacılığı İttihat ve Terakki içinde
içselleştirmiş kadrolardı. Bu kadrolar, Osmanlı’nın dağılması ve savaş içinde
yenilgiye uğraması karşısında, geleneksel kimlikleri olan İttihat ve
Terakkiciliği öne çıkarmayı değil, aksine buna muhalif bir kimliği, ulusal
kurtuluşçu, ideolojik olarak aydınlanmacılığı temel alan bir söylem
geliştirmeyi tercih etmişlerdi. Daha önemlisi ise, istihbarat, ordu ve
bürokrasi kurumlarını olduğu gibi devralmışlar, varlıklarını bunlarla
özdeşleştirmişlerdi. Söylem olarak ise, yeni bir hareketi, burjuva ulusal
devletin kuruluşunu sağlayacak bir politik hareketi geliştirmede, İttihat ve
Terakki muhalifliğini öne çıkarmayı tercih ediyorlardı. Bunun üzerine, bir de
iktidar olmuş Bolşevik hareketle iyi ilişkiler geliştirme tutumu binince, bu
durum ciddi bir şekilde devrimci-komünist kadrolarda yanılsamalar yaratmıştı.
TKP’yi oluşturan kadrolar İttihat ve Terakki iktidarını, onun yöntemlerini,
devrimci hareketler karşısındaki konumlarını iyi biliyorlardı. Ancak Kemalist
hareketi İttihat ve Terakkiden farklı bir akım olarak değerlendiriyorlardı
Zaaflı bir yan da, Suphilerin
katledilmesinden sonra Komüntern’in tutumunda ortaya çıkmıştı. Kemalist
iktidarın, komünistler de dâhil tüm muhalif akımların bastırılması
politikasından sonra da, Komüntern’in hiçbir şey yokmuş gibi destekleme
politikasını devam ettirmesi, açık bir zaafı anlatıyordu. Bu zaaf, İkinci
Kongrede belirlenen, ulusal hareketi destekleme şartlarının göz ardı edilmesi
temelinde ortaya çıkıyordu. Destek, SSCB’nin devlet politikası bakımından anlaşılır
olsa da, Komüntern’in ilkeleri bakımından kabul edilemezdi.
Mustafa Suphi TKP’si ile Ş.
Hüsnü TKP’sinin Kemalist harekete desteğinin aynı şey olmadığı rahatlıkla
görülebilir. Ş. Hüsnü TKP’sinin Kemalist hareketle ilişkisini bir destek değil
tam aksine, Kemalist hareketle işbirliğini esas alıyordu.
Ş. Hüsnü TKP’si, burjuvazinin
iktidarı açıkça eline geçirmesini, komünistler başta olmak üzere tüm muhalif
hareketlerin, Koçkiri ayaklanmasının Kemalist hareket tarafından ezilişini
görmezden gelmekle kalmadı, Şeyh Sait ayaklanmasının bastırılması için
çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu’na da, “gericiliğe karşı olduğu”nu söyleyerek
destek verdi. Orak Çekiç’te çıkan bir yazıda Kürt ayaklanmaları, dinci
“yobaz”ların işi olarak suçlanarak, Kemalist burjuvazinin bastırma hareketine
destek verildi. Yazı, “Yobazların sarıkları, yobaz zümresine kefen olmalıdır.”
diyor ve devam ediyordu: “Arkadaş, kara kuvvet, bizim de, burjuvazinin de
düşmanıdır. Biz her şeyden önce bu düşmanı yenmeliyiz; burjuvazi ile ayrıca
kozumuzu paylaşırız.”[90]
Bu kanunun, aynı zamanda
kendisine yönelik bir baskı aracı olduğunu görmesi için çok beklemeye gerek
kalmadı; aynı kanun TKP’nin ve işçi hareketinin ezilmesi için de kullanıldı.
Bunun ardından Ağrı isyanı da
sessizce geçiştirildi. Dersim Ayaklanması’nın ezilmesi ise, TKP’nin en yetkili
kalemlerince (R. Davos-İ. Bilen) “İsmet Paşa Hükümeti’nin feodal gericiliğe
karşı en büyük zaferi” olarak kutsandı[91]
Hâlbuki TKP’nin ilk programı ulusal sorun konusunda açıkça şunları söylüyordu:
“7. TKP değişik uluslara
mensup devrimci işçi ve köylü sınıfları arasındaki eski düşmanlıkları kaldırmak
için, aşağıdaki en kesin çözümlere girişir:
“a) Dil ve kültür açısından
her ulusun tam özgürlüğünü sağlamak ve (eşitsizlikleri telafi etmek üzere)
herhangi bir ulusa özgü her türlü ayrıcalığı ortadan kaldırır.
“b) TKP devlet örgütlenmesinde
farklı uluslara mensup işçi ve köylülerin Sovyet cumhuriyetlerinin kurulmasını
kabul eder; “özgür ulusların özgürce birliği’ esasında olmak üzere federasyon
usulünü tercih eder.
“c) TKP, işçi ve köylü
sınıfları da tamamen ayrı ve bağımsız yaşama isteğini ifade eden akımlara
kapılmış olan uluslar arasında, kanlı kavgalar çıkmasına yer vermemek için, bu
gibi sorunların ‘plebisit’ usulüyle, genel oya başvurarak çözülmesi yolunda öncülük
eder.”[92]
Ş. Hüsnü
önderliğindeki TKP'nin izlediği siyasi çizginin sınıf niteliğini saptarken en başta temel alınması gereken kıstas, TKP'nin faaliyetlerinin ve faaliyetlerine
yol gösteren siyasi çizginin merkezine neyi koyduğudur. Ş. Hüsnü
önderliğindeki TKP, hiç bir dönem, ekonomik-sosyal yapının Marksist bir tahlili sonucu saptanmış devrim aşamasına
uygun olarak, proletaryanın iktidarı ele geçirmesini ve kendi diktatörlüğünü kurmasını faaliyetinin ve siyasi
çizgisinin merkezine koymamıştır. Aksine, her dönemde değişik "gerekçeler ileri sürerek, proletaryanın ve müttefiklerinin iktidarı ele geçirmesi, bunun için
kitlelerin örgütlenmesi ve
hazırlanması bir yana itilmiştir. TKP her somut durumda, sömürücü sınıfların devlet iktidarını elinde tutan egemen kesimlerinden tavizler koparmayı
ve onların egemenliğinin devamını
eyleminin ve siyasi çizgisinin
merkezine almıştır.
Ş. Hüsnü
önderliğindeki TKP'nin anlayışı Menşevik ve reformcudur. O, pratikte daima, bu konuda Lenin'in, Stalin'in ve Komüntern'in öğretilerine karşı bir çizgi
izlemiştir. Bu doğaldır, çünkü onun ideolojik
çizgisini Marksizm-Leninizm değil, tıpkı Tito gibi, Kruşçev gibi, Mao gibi vb. revizyonizm, metafizik- idealizm, oportünizm ve
faydacılık oluşturmuştur.
TKP'nin
faaliyetlerinin özünü sınıf mücadelesi değil, daima sınıf işbirliği oluşturmuştur. Ş. Hüsnü
önderliğinde TKP, bir dönem
“sömürücü sınıfların devrimi tamamlayacakları
ve sosyalist devrime kesintisiz geçişi sağlayacakları”nı savunmuşlardır. TKP, egemen sınıfların ilerici bir rol oynadıkları ve ulusal kapitalizmi geliştirerek
sosyalist devrim, proletaryanın toplumsal devrimine şartları hazırladıkları gerekçesiyle; daima proletaryayı
burjuvazinin kuyruğuna takmaya çalışan, onun devrim perspektifini karartmaya çalışan bir çizgi izledi.
Ş. Hüsnü
önderliğindeki TKP 1924'e kadar, Kemalistlerin sosyalist devrim yapacakları,
ulusal demokratik devrimi sonuna kadar
sürdürüp, kesintisiz olarak sosyalist (toplumsal)
devrime geçecekleri hayalini beslemek ve yaymakla uğraştı. Onun bütün tahlilleri ve bütün taktikleri bu anlayışa uygundu.
TKP, Türkiye ve Kemalist devrim üzerine yaptığı tahlillerle, revizyonist
“kapitalist olmayan yol” tezini
savunuyordu. Ş. Hüsnü, ulusal kurtuluş hareketinin sınıf niteliğini gizliyor,
onun sınıflar üstü, sınıf
niteliği şekillenmemiş bir önderliğe sahip olduğunu iddia ediyor ve ulusal kurtuluşun nihai amaç
alınmasıyla toplumsal devrimin gerçekleştirilebileceği tezine varıyordu. Bu tez, ezilen ulus ve
halkların kesin ve tam kurtuluşunun ancak sosyalizmle sağlanacağı Marksist ilkesini çarpıtıyor ve bunu burjuvazi ile işbirliği siyasetine dayandırmaya çalışıyordu.
Böylece TKP,
Komüntern'e, Lenin ve Stalin'e, Marksizm-Leninizm’e
tamamıyla ters olarak, proletaryanın tarihi
devrimci rolünü inkâr ediyor; toplumsal devrimin gerçekleşebilmesi, tam bir
ulusal kurtuluşun sağlanabilmesi için, proletaryanın devlet İktidarını ele
geçirerek, burjuva devleti parçalayarak, egemen sınıf olarak örgütlenmesi, kendi diktatörlüğünü kurmasının zorunlu olmadığı
bayağı tezini ileri sürüyordu. Bu,
her türden revizyonizmin en belirgin özelliğidir. Stalin 1927'de, 1920'lerin
Kemalist hükümetini işçilere ve
köylülere karşı bir mücadele hükümeti
olarak nitelendirir ve bu hükümetin devrilmesi gerektiğini belirtirken;
Ş. Hüsnü, revizyonist çizgisine bütünüyle uygun olarak, aynı dönemde işçilere,
Kemalistlerin başlattıkları işi sonuna
kadar götürebilmeleri İçin “işçilerin yeni fedakârlıklara
katlanmalarının” ve “yeni devlet
mekanizmasının eksikliklerini tamamlamak ve gelişmesini sağlamak amacıyla” hareket etmelerinin
gerekli olduğunu vaaz ediyordu. Bu
dönemde Ş. Hüsnü çizgisinin sınıf
işbirlikçisi niteliği öylesine ileri gitmiş ve belirginleşmiştir ki, bu çizgi bir burjuva demokrat çizgi
olarak bile nitelendirilemez. Ş.
Hüsnü, bu dönemde işi M. Suphileri
katleden, TKP üzerinde kanlı bir terör uygulayan, işçi-köylü aleyhtarı
Kemalist burjuva-feodal diktatörlüğün suç ortaklığına ve en bayağı uşaklığına
kadar vardırmıştır.
1924'ten sonra
gerek Komüntern'de TKP'nin sert bir şekilde
eleştirilmesi. Gerekse Kemalist hükümetin halk düşmanı yüzünün işçilerin,
köylülerin ve şehir küçük-burjuvazisinin gelişen
hareketi sonucu belirginleşmesiyle TKP,
çizgisinde bir takım değişiklikler yapmıştır. Ancak revizyonist ve Menşevik anlayışı bir adım bile
aşamadan... O, böylece sınıf
işbirliği çizgisini uluslararası ve ulusal planda gizlemek ve daha kolay sürdürebilmek yolundan
yürümüştür.
Bu dönemde TKP'nin
1926 Programı kabul edildi. Ş. Hüsnü'yü ve TKP'sini
Komünist olarak göstermeye çalışan revizyonist
şefler 1926 Programı üzerinde fırtınalar koparmışlardır.
1926 Programı
Komüntern'e bağlı bir komisyon tarafından hazırlanmış ve Komüntern tarafından
onaylanmıştır. Ve Program —Ş.
Hüsnü'nün bazı tezlerinin yansımalarını
taşımakla birlikte— vardığı siyasi sonuçlar bakımından devrimcidir. Ancak o esas olarak “Balkan tipi” ülkelere uygun olarak hazırlanmış bir programdır.
Oysa Ş. Hüsnü ve TKP'sinin çizgisi daima
sınıf işbirliği çizgisi olmuştur.
TKP 1924'ten sonra
sınıflar üstü Kemalizm tahlillerini ve Kemalistlerin
toplumsal devrimi gerçekleştirecekleri
tezlerini bir kenara itmekle birlikte, burjuva demokratik devrimde burjuvazinin ve proletaryanın rolü konusunda, burjuva
demokratik devrimde önderliğin burjuvazide olması gerektiğini, Kemalistlerin burjuva demokratik devrimi bütünüyle gerçekleştirmek üzere teşvik edilmelerini, desteklenmelerini, işçi sınıfının görevinin bu aşamada önderliği
burjuvaziye bırakıp, onu demokratik devrimi gerçekleştirmek üzere zorlaması ve
tereddütlerini gidermesi, bunun yanında
reformlar için mücadele etmesi olduğunu ileri sürdü.
TKP'nin “asgari
programı”, doğrudan ve yalnızca burjuvaziyi destekleme programıydı.
TKP'nin asgari program anlayışı, demokrat devrimde işçi sınıfı önderliği, köylülüğün burjuvazinin değil İşçi sınıfının
yedek gücü olması, proletaryanın hegemonyasının kurulması ve kesintisiz olarak sosyalizme İlerlemek üzere bir
devrimci demokratik işçi-köylü diktatörlüğünün kurulması temel Marksist-Leninist fikirlerinden bütünüyle
yoksundu.
Şefik Hüsnü ve TKP
Kemalist hareketin sınıf niteliği ve hedefleri konusunda da, Stalin'in Kemalist
harekete ilişkin yaptığı tahlillere açıktan karşı çıktı.
Sağ oportünist, revizyonist çizgisine
uygun Kemalizm tahlillerini savundu. Stalin; “Kemalist devrim bir üst tabaka
devrimidir, milli ticaret burjuvazisinin devrimidir. Bu devrime, yabancı
emperyalistlere karşı mücadele içinde varıldı ve devrimin daha sonraki gelişmesi esas olarak köylü ve işçilere karşı, evet bir toprak devrimi ihtimaline
karşı yönelmekteydi” tespitini
yapmıştır. TKP, bu düşünceye karşı çıkarak tam ters yönden Kemalist hareketin
ezilen sınıfların oluşturduğu bir
bloğun hareketi olduğunu, Kemalistlerin “köylülerin varlıklı kesimlerinin ve
küçük-burjuvazisinin temsilcileri olduğunu” ileri sürüyor; Kemalistlerin partisini sol Guomindang'a benzetiyor ve üstelik
Kemalist hareketin emperyalizmi yok
etmeye ve toprak devrimini yaparak feodalizmi tasfiyeye yöneldiğini ileri sürüyordu.
TKP ve Ş. Hüsnü,
Kemalistlerin işçi ve köylülere
karşı yönelen karakterini anlayamamış temsil ettikleri sınıf itibarı ile feodal kalıntıları her bakımdan tasfiye ettiklerini İleri
sürerek onları anti-feodal olarak değerlendirmiştir. Bu düşüncelerinin dayanağı ise meşruti monarşinin tasfiyesini, aşarın kaldırılmasını vb.
gösterdi. Feodalizm konusundaki
bakış açısı bundan ileri gitmiyordu. Sonuçta TKP fiilen,
Kemalist diktatörlüğün burjuva-feodal karakterini gizliyordu. Ş. Hüsnü şöyle diyordu: “İktidara geldikten sonra milliyetçilik, geçmişe ait olan ve akılcı kapitalist
sömürü ile bağdaşmayan tüm mirası her
bakımdan tasfiye edene kadar devrimci
uygulamalarını sürdürdü.”[93]
Eklektik bir şekilde ama yine aynı şeyleri iddia ederek bir başka yerde
şöyle söylüyordu: “...milli zaferin
hemen ardından, kısmen hâlâ silahlı
olan emekçi kitleler Kemalist burjuvaziyi, feodal kalıntıları tasfiye işini
tamamlamaya zorladılar. Kemalist burjuvazi
bunu istemeye istemeye yaptı.”[94] Stalin’in
“Kemalist Devrim bir üst tabaka devrimidir” sözlerine karşın; Ş. Hüsnü
işi, onu bir toprak devrimi olarak dahi nitelemeye kadar vardırdı. Bu aynı
zamanda daha sonra TKP'nin aynı gerekçe ile tam bir şoven milliyetçilikle,
Kürt ulusal hareketine karşı, Kemalist diktatörlüğün safında yer tutmasının ideolojik kılıfını oluşturuyordu.
Komüntern'de, Kemalist
devrim ve Çin devriminin sorunları etrafında
odaklasan ve Stalin'in başında bulunduğu
Marksist-Leninistlerle, Troçki ve şürekâsı arasında ortaya çıkan tartışmada; Ş. Hüsnü, Stalin'in yanında yer almakla birlikte, gerçekte tahlilleri ve savunduğu tezlerle Troçki'nin tezlerine katılmıştır. O,
Stalin'in Türkiye'ye ilişkin bilgilerinin yanlış
olduğunu ve Türkiye'nin yarı-sömürge,
yarı-feodal bir ülke olduğunu savunan
Stalin'in yanıldığını iddia etmiştir. Ş. Hüsnü, böylece Menşevik bir tarzda, demokratik devrimin
gerçekleştirilmesini egemen
burjuvaziye bırakarak, reformculuğuna
teorik bir dayanak yaratmaya çalışmıştır.
Ş. Hüsnü
yönetimindeki TKP, milli mesele konusunda
da burjuva şoven milliyetçi bir siyasi çizgi izledi. O, milli meseleyi, emperyalizm çağı öncesinin kıstaslarıyla ele aldı ve çeşitli milliyetlerden burjuvalar arasındaki
bir pazar kavgasına indirgedi. Bu
burjuva bakış açısıyla, O, emperyalizme karşı
ulusal bağımsızlığın savunulmasını burjuvaziye havale
ederken, ulusal burjuvazinin feodalizmi
tasfiye etmekte ve ulusal pazarını gerçekleştirmekte olduğu İddiasıyla
da, egemen sınıfların Kürt ulusu ve diğer
azınlık milliyetler üzerindeki azgın şoven, asimilasyoncu siyasetini destekledi; ulusal baskıya karşı
direnen Kürt halkını, gericiliğin
savunucusu gibi göstermeye çalıştı.
Ulusların kendi
kaderlerini tayin hakkın
tanınması bir yana Türkiye'de Kürt ulusunun varlığını bile kabul etmedi, “ulusal
azınlıklardan bahsetti. 1945 seçimlerinde TKP'nin “bağımsız sosyalist” adayı, seçim programında “millet bir bütündür,
parçalanamaz” diyordu. TKP milli meselede Kemalistlerin
Kuvay-i Milliye sınırları’nı, günümüzde faşist-feodal gericiler tarafından savunulan ve Kürt ulusunun ve azınlık
milliyetlerin varlığını reddeden azgın bir şovenizmi ifade eden “ulusun ve devletin bölünmezliği”
safsatasını savundu. TKP, ayrılıp
bağımsız devlet kurma hakkını reddederek
ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini yozlaştırıyor, özünü
boşaltıyor ve şovenizmin elinde iğrenç bir
aldatmaca haline getiriyordu. TKP sadece “milli azınlıklara müsavi (eşit) vatandaşlık haklarının sağlanmasını
savunuyordu. Ezen ulusun devletinde ezilen ulusun ezen ulusla eşitliği! İşte TKP'nin savunduğu şoven safsata buydu.
TKP, Kemalistlerin
anti-feodal güçler ve Kürt ulusunun ulusa!
Hareketlerinin ise “feodal irticanın hortlaması” olduğu şeklindeki
sahtekârlığın arkasında; Kürt ulusu ve azınlık milliyetler üzerindeki kanlı
asimilasyon siyasetini katliamları, şoven
ulusal baskıyı ve ulusal hareketlerin kanla
bastırılmasını her dönemde destekledi. Örneğin Şeyh Sait isyanı sırasında TKP, “Orak Çekiç” adlı yayın organında işçilere şunları söylüyordu: “Arkadaş! Kara
kuvvet (sözde feodalizm
kastediliyor - Merkez Komitesi) bizim de burjuvazinin
de düşmanıdır. Biz her şeyden evvel bu
düşmanı yenmeliyiz.” Orak Çekiç’in bir başka sayısında ise şöyle deniyordu: “İrticaa karşı
mücadelede halk hükümetledir!”
Şefik Hüsnü'nün
revizyonist, Kemalizm kuyrukçusu, Menşevik, sınıf
işbirlikçisi, şoven-milliyetçi! Çizgisi TKP'nin gelişimini belirledi ve sonunu tayin etti. TKP, reformist
bir parti olarak dahi bir varlık
göstermedi, Onun faaliyeti, varlığı boyunca dar bir aydın çevresi
içinde kaldı. TKP, bir aydın kulübü
olmaktan öteye gidemedi. Aslında kimi zaman burjuvazinin bir kesimine, kimi
zaman diğer kesimine, ama daima burjuvaziye güveni ifade eden ve kitleleri onun peşine takılmaya çağıran siyasi
çizgisinin doğrudan bir sonucu olarak TKP legaiizmin de batağında yüzüyordu. Bunun yanında O, her dönemde burjuvazi
tarafından legal bir parti, bir
müttefik olarak benimsenmeyi baş
amaç olarak seçmişti.
Bu durumda TKP,
burjuvazinin darbeleri altında tutunamadı ve 1951
tutuklamasından sonra örgütsel bakımdan
da bütünüyle dağıldı.
1970'lerde, daha önceden çeşitli
zamanlarda yurt dışına kaçan ve
Kruşçev-Brejnev revizyonistleri tarafından TKP' adıyla uluslararası ilişkilerde bir piyon olarak kullanılmaktan
başka hiçbir işlevi olmayan bir avuç mülteci, TKP'nin çizgisinin doğal gelişiminin ulaştığı yerde ve Sovyetler Birliği'nde ve SBKP’ deki
gelişmelere de paralel olarak; 1971
yenilgisi döneminde “atılım” yapıncaya kadar, Türkiye'de TKP'nin adını ve varlığını
pek duyan olmadı.
Ancak, Ş. Hüsnü'nün
revizyonist çizgisi daima var oldu ve çeşitli
biçimlerde, çeşitli kılıklarda ortaya çıktı. 1960'dan sonra Türkiye'de ortaya çıkan “sosyalist” akımların
dayandığı temel, daima Ş. Hüsnü TKP'sinin ideolojik-siyasi çizgisiydi. Sol adına ortaya çıkan bütün örgüt ve siyasi hareketler, ideolojik gıdalarını Ş. Hüsnü'den
aldılar; onlar onun ya
doğrudan ya da dolaylı devamıydılar.
196O'lı yıllarda
uluslararası planda modern revizyonizme karşı, başta
Arnavutluk Emek Partisi olmak üzere Marksist-Leninistlerin
mücadelesi yükselmiş ve onun karşı-devrimci özü
teşhir edilmişti. Ancak bu mikrop ulusal planda henüz yerle bir edilmemişti;
bunu gerçekleştirebilecek tek güç olan Marksist-Leninist hareket henüz doğmamıştı.
Bugünkü halk düşmanı düzeni, emperyalist
çevrelere dayanan büyük burjuva-ağa ikilisinin, bu sömürgen sınıfların
egemenliğini, her türlü savaş araç ve yöntemleriyle yıkmak tarihsel bir
zorunluluk olmuştur. Türkiye’nin ileri demokratik bir düzene geçmesi
kaçınılmazdır.[95]
Milli burjuvazinin devrimde üstlenebileceği
önemli role dikkat çekmeyi de ihmal etmiyordu TKP.
Burjuvazinin içindeki ayrışma süreci hızlanıyor.
Ulusal burjuvazinin, orta tabakaların, işbirlikçi burjuvazi, emperyalizm ve
yabancı sermaye ile çelişmeleri, çatışmaları arttırıyor, sertleştiriyor. CHP
ile gerici partiler arasındaki boğuşma bu çatışmanın açığa vurulmasıdır.[96]
Orta tabakaların, milli burjuvazinin
anti-emperyalist, anti-faşist yönü daha da ortaya çıktı. Bu gelişme işçi
sınıfının, köylülerin ulusal ve sosyal kurtuluş savaşında yeni yeni müttefikler
kazanmasına, ulusal demokratik bir cephe hareketinin doğmasına elverişli bir
ortam yaratıyor.[97]
TKP’nin ileri demokratik devrimi
gerçekleştirecek ulusal demokratik cepheye milli burjuvaziyi de dâhil etmek
için programına eklediği taleplerin bir kısmı aşağıdaki gibidir.
Ulusal ağır endüstri devlet sektörü eliyle
kurulur. Devlet sektörünün egemen olduğu bir karma ekonomi sistemi uygulanır.
Milli burjuvazinin, orta tabakaların bu sistem içinde her türlü özel
girişiminden faydalanılır. Ve bu özel girişimler, memleketin endüstrileşmesine
yardım ettiği oranda teşvik edilir.
Küçük ve orta işletmecilik, zanaatkarlık,
ucuz ve kolay kredi, gerekli ilk maddeler, yardımcı gereçler sağlamak ve
ürünlerinin satılmasına yardım edilmek suretiyle korunmalıdır. Küçük
üreticilerin kooperatifleşme hareketine devlet ve devlet kuruluşları özel bir
ilgi göstermeli, her surette desteklemelidir. Her türlü küçük ve orta
işletmecilik, ticaret girişimleri ve özellikle küçük mal üreticililiği teşvik
edilmelidir.[98]
TKP'nin Türkiye
Devrimine Yaklaşımı:
Diğer çalışmalarımızda da {Türkiye
Devriminin Yolu ve Görevleri, Türkiye'de Kimlik Bunalımı ve Devrimde Doğuş,
Geleneksel Türk Solunun Eleştirisi Üzerine) belirtildiği gibi, geleneksel
"sol" un tarihini, daha önceden "sol",
"sosyalizm" adına hareket eden hareketlerin varlığını da dikkate
alarak TKP ile başlatmıştık. Bu başlangıç noktası, aynı zamanda geleneksel
"sol"un bugüne ulaşan karakterinin zemini olmuştu, demiştik. Şimdi
yine aynı hareket ve bu hareketi koşullandıran dönemin karakteristik
özelliklerini ele alarak, geleneksel "sol"un bugüne ulaşan
"mücadele" pratiğine eleştirel bir bakış yönelteceğiz.
Osmanlı imparatorluğunun fiilen
dağıldığı, yabancı işgal güçlerinin Anadolu'ya asker çıkararak çeşitli
bölgeleri işgal ettiği (Fransız işgal güçleri ve Ermeni ayaklanmacıları, daha
ziyade Kürdistan üzerinde fiili bir durum yaratmıştı.), Osmanlı'nın müttefiki
Almanya'nın yenildiği, Avrupa işçi sınıfı hareketlerinin yükselerek
güçlendiği, Rus Çarlığı toprakları üzerinde sosyalist bir cumhuriyetin
doğduğu, kısa süreli de olsa Macaristan'da sosyalist bir cumhuriyetin kurulduğu,
bir kurtuluş yolu olarak İktidarı ele
alan ittihatçıların kesin bir
yenilgiye uğradığı, "Turan"
ideolojisinin erişilmesi mümkün olmayan bir fantezi olduğunun ortaya çıktığı,
fiili İşgale karşı Kürt ve Türk halkının yer yer ayaklandığı, Ege'de köylü karakterli
bir çete (gerilla) savaşının Yunan işgaline karşı başladığı, gerici
ayaklanmaların da yine bu gerilla güçleri tarafından bastırıldığı, Sovyet
devriminin etkisiyle yer yer Halk Şuralarının kurulduğu ve bunlara karşı eski
İttihatçıların yeni Kuvay-i Milliyeciler olarak örgütlenip Kemalizm biçiminde
ortaya çıkıp Türk ve Kürt direnişinin öncülüğünü ele geçirerek içeriğinden
boşaltmaya, halk düşmanı ve emperyalizmin işbirlikçisi bir yola kanalize
etmeye çalıştığı bir dönemde, 1920 sonlarında Bakü'de yapılan 1. Kongreyle TKP
kuruldu.
Çözümsüzlüğün had safhada olduğu,
halkveya halklar iradesinin kendisini bilinçsiz ve Örgütsüz bir şekilde dışa
vurduğu, egemenlerin yeni isim altında icazet temelinde mevcut gelişmeleri
kontrol etmek ve kendi egemenliğini tesis etmek için harekete geçtiği işgal
altındaki bir ülkede, eğer bir "komünist" örgütlenme ortaya çıkıyorsa
ve sosyalist bir ülkenin etkisiyle de olsa cılız bir halk hareketi {kurtuluş
hareketi) gelişiyorsa böylesi bir ülkede komünist partinin tavrı açık ve net
olarak kendisini savaşın Öncülüğüne hazırlamak olmalıdır. Bu hazırlık,
kendisini ulusal demokratik halk devriminde ifade eder. Yani, feodalitenin egemen
olduğu, yabancı egemenliğin bir askeri işgalle sömürgeleşme sürecini
başlattığı bir ülkenin devriminin yolu, kısaca milli kurtuluş da
diyebileceğimiz bir sürecin temel mücadele biçimi olan halk savaşını formüle
etmekten geçer.
TKP'nin tavrı, İşgal karşısında ortaya
çıkan halk muhalefetini Örgütleyerek, eğer varsa onların öncülükleriyle ittifaklar
kurarak ulusal kurtuluşa yön vermesi, halkın-halkların İradesine gem vurmak
isteyen Kemalist hareket karşısında tavır koyması, ya da en azından onun
karşısında gerçekten halk muhalefetini temsil eden bir güç olarak çıkması,
böylece onu da anti-emperyalist, halkçı bir çizgiye girmeye zorlaması, eğer bu
olmuyorsa emperyalizme, işgale karşı gelişen halk tavrını ona karşı da
yönlendirerek savaşa yön vermesi biçiminde olması gerekirken, durumun hiç de
öyle olmadığı görülmektedir, ilk başta Çerkez Ethem güçleriyle ilişki kurması
ve varolan gerillayı (çete) örgütlü-bilinçli bir hale dönüştürmesi beklenen
TKP, aksine özü ve biçimiyle tamamen halk düşmanı, Sultan Vahdettin ve
dolayısıyla da İngiliz patentli olan Kemalist harekete güç verme yolunu seçti.
Halkın gelişen ve meşruiyetini ilan
eden gücünden değil, karşıdevrimin merkezi haline gelen
Kemalizm'den icazet aldı, Bu yenilgiyi baştan kabullenmek, halk iradesini
Kemalizm’e peşkeş çekmekten başka bir şey değildir.
Bu özellikleriyle TKP, her ne kadar programatik olarak
bir Türkiye devriminden, bunun yol ve yöntemlerinden, görevlerinden bahsetse
de, pratikte, işgale karşı direnişte bağımsız bir politika izlememiştir, hatta
hiçbir varlık gösterememiştir. Zaten, TKP'nin de böylesi bir sorunu olmamış,
daha baştan Kemalizm’e yardım etmek gibi bir amacın dışına taşmamış ve
işçi-köylü emekçi yığınlarının iktidar yürüyüşünün öncüsü olamamıştır, TKP
Genel Sekreteri Şefik Hüsnünün 1 Kasım 1929 tarihli "Aydınlık"in 5.
sayısında çıkan "Türkiye'de Devrim Şekli" başlıklı yazısındaki
görüşleri bu konuya kısmen de olsa bir açıklık getirmektedir.
"Her büyük devrim, en az üç büyük
aşamadan geçerek amacına ulaşır" diyen Ş. Hüsnü, birinci aşama olarak
"iktidara el koyla aşaması; devrimci tedbirler ve şiddet devresi"
dediği genellemeyi Türkiye somutuna uygun olarak şöyle açımlıyor:
"a) Birinci aşama için usul ve kural
saptanamaz. Bu gergin bir mücadele dönemidir. Birbirini hızla kovalayan olaylar
karşısında gerekli kararları duraksamadan serinkanlılıkla almak; duruma hâkim
olmak için en köklü önlemleri uygulamaktan çekinmemek; tek tek görevi kötüye
kullanmanın, gereksiz şiddetlerin önüne geçmek; elden geldiğince düzenli bir
biçimde eski yapıyı yıkmak, fakat yağmaya, tahribe meydan vermemek; kullanılabilecek
durumda olan malzemenin itina ile korunmasına çaba harcamak; bir yandan
yönetim örgütünü temelinden baltalamakla birlikte üretim kuruluşlarının da saat
gibi işlemekte devamını sağlamaya çalışmak başlıca gözetilecek
noktalardır."[99]
Önderlerinden on beşini hain bir komploda
kaybeden TKP'nin Genel Sekreteri olan Ş. Hüsnü, daha 1929 yılında, adına yola
çıkılan Türkiye devrimi üzerine, iktidarın nasıl alınacağını, uygulanacak
şiddetin biçimini ve geçireceği aşamaları, buna uygun düşen örgütlenme
şekillerini formüle etmeksizin soyut bir şiddeti ele alıyor. Dununla da
kalmıyor, nasıl olacağı belli olmayan şiddetin ortaya çıkaracağı "yanlış
eğilimlere" karşı önlemlerden öncelikle bahsediyor. Bu alıntı, yabancı
İşgal altındaki bir ülkede Kemalizm’e yardım etmekten başka gayesi olmayan bir
parti için oldukça çarpıcı bir belirleme oluyor. Yine bu alıntı, hiçbir şey
söylememek için peş peşe dizilmiş kelimeler yığını ve söz oyunu olmaktan öteye
gitmediği gibi, TKP gerçeğinin ne kadar soyutlamalarla demagoji üzerine inşa
edildiğini gösteriyor.
Ş. Hüsnü'nün, halk hareketlerini
bastıran, köylü hareketlerini tasfiye eden, TKP Önderlerini katleden Kemalizm
için diğer bir belirlemesi de TKP gerçeğinin iktidar perspektifinden yoksun olduğunu
ve Kemalizm karşısındaki aymazlığını gösteriyor. 20 Eylül 1922 tarihli
"Aydınlık"m 9. sayısında çıkan "Anadolu Zaferi" başlıklı
makalede "Geçen iki hafta içinde Anadolu, fetihler peşinde koşturulan
Yunan ordularından temizlendi" diyerek konuya giren Ş.
Hüsnü,"...bugün bütün ilgililerin coşkuyla alkışlanacağı bir uğurlu
sonuca varılmıştır, öz kanını akıtmak suretiyle bu başarıyı ödeyen Anadolu
köylüsünü yöneten ve yöneltenlere de bundan bir Övünç payı düşer. Dileriz ki bu
becerikli örgütçüler, savaş ve kavga eylemini bitirdikten sonra İşçi-köylü
sınıfının bütün haklarını kullanmasına yardım edecek gerçekten yüce bir ruha
sahip olduklarını ispat etsinler. O zaman bütün ulusun şükranlarına hak
kazanmış olacaklardır" demektedir, [100]
Burada "bu becerikli
örgütçüler" diye kastedilen ve "işçi köylü sınıfının bütün haklarını
kullanmaya yardım" etmesi beklenilen halk ve sosyalizm düşmanı,
"komünist" önderlerin katili. Yunan işgalinden çok Çerkez Ethem
güçlerine kurşun sıkan, onlara karşı her türlü hile ve komployu geliştiren
Kemalist harekettir. Bu hareket hiç de hak etmediği ve köylü hareketinin
Önderliğini tasfiye ettiği halde köylü önderliği olarak da değerlendirilmekte.
Elbette böylesi bir tespite sahip olan TKP Önderliğinin, devrimin yolu üzerine
belirsizliklerle dolu anlamsız sözcüler yığını ve Kemalizm’i destekleyici
şeyler söylemesi doğal olmaktadır.
Dönem olarak, gerek uluslararası koşullar
ve gerekse ülke somutu Marksist bakış açısıyla incelenerek değerlendirilmiş
olsaydı, daha da ötesi eğer TKP gerçekten ismine uygun olarak komünist bir
parti olsaydı elbette bu tavra düşmez, belki de dünyada ilk kez işgal altındaki
bir ülkenin kurtuluşuna öncülük edebilir, uluslararası devrim hareketlerine
önemli katkılar sağlayabilirdi. O dönem için özellikle Çerkeş Ethem Hareketi
geliştirilerek yaygınlaştırılıp, halk ordusuna dönüştürülmesi gereken güçlü bir
gerilla zemini olabilirdi. Ama TKP, bu şansı da kullanmayarak halka, halk
hareketlerine değil Kemalizm’e dayandı.
Bunun dışında, M. Kemal Samsun'a
çıkışının hemen ardından, Kürdistan'ın öneminin bilinciyle Kürt egemen
sınıflarıyla İttifak yaparak, ya da onları aldatarak iktidar mücadelesinde ne
kadar iddialı olduğunu gösterirken; TKP, yer yer kendisini ifade eden ve bir
potansiyel güç olarak harekete geçirilmeye hazır olan Kürt halkının dinamiklerini
de keşfedememiş, adeta onun varlığından habersiz gibi davranarak iktidar
yürüyüşünün öncüsü olmaktan ne kadar uzak olduğunu bir kez daha göstermiştir.
Yabancı işgal koşullarında eline geçen
tüm fırsatları büyük bir aymazlıkla kaçıran TKP, SBKP ile dostluk kurma,
Enternasyonale üye olma, komünist ismini takma ile komünist olunamayacağını,
öncülükte iddialı olmanın genel teorik belirlemelerle is-patlanamayacağını
ortaya koyduğu pratiğiyle gözler önüne sererken; bu tür göstermelik yanı ağır
basan, birtakım genel özelliklerle olsa olsa egemen sınıflar için yedek lastik
olunacağını bir kez daha göstermiştir.
Şefik Hüsnü'nün de büyük bir coşkuyla
kutladığı ve hiç de hak etmedikleri halde Kemalistleri onurlandırdığı Yunan
işgal kuvvetlerinin çekilmesinin arkasından; TKP, kurulan iktidarlar karşısında
"iç savaşı" geliştirecek hiçbir çalışma yapmamış, aksine
Kemalist’lerden halen umutlu olduklarını göstererek dileklerde bulunmuştur.
"Büyük bir değer verdiğimiz, siyasal
devrimimize vücut veren ileri düşünceli devlet adamlarından birçoğu daha iş
başındayken bütün ulusun yardım ve onayıyla dün yaptığımızı, henüz uygulama
alanına geçmeden bir yanlışlık olmuş gibi, bugün bozmaktan söz ediliyor."[101]
18 Ekim 1923 tarihli "Aydınlık"
da Kemalistlerin işgale karşı direniş sırasındaki vaatleri de politik
manevralarının etkisi altında kalarak, bu hareketin gerçek karakterini bir
türlü keşfedeme-yen TKP, "devrimimiz" diye adlandırdığı direnişin ve
onların önderi Kemalistlerin gerçek yüzünü gösterdikçe "hayrete düşüyor.
Bu hayret, TKP'Iilere yeni bir perspektif sunacak denli güçlü olmuyor ve Şefik
Hüsnü'nün şahsında TKP, Osmanlı "aydım" gibi aynı çizgiyi izlemekten
bir türlü kurtulamıyor- Yine aynı derginin aynı tarihli "Devrim
İlkelerinin Değiştirilmesi" başlıklı aynı makalesinde, Osmanlı
"aydın" Özelliğini tümüyle ele veriyor.
"Ve biz inanıyoruz ki devletin en
yüksek yerinde bulunan ve devrimimizin kahramanı olan kişi böyle bir sapmaya
bizzat engel olacak ve sahip olduğu büyük nüfuz ve yetkileri, devrimi almış olduğu
yönde derinleştirmek ve pekiştirmek uğrunda kullanacaktır."[102]
Sultanlara rica minnet "şöyle olsa iyi
olur", "şunları yapınız efendimiz", "şu adamların
görevlerini değiştiriniz haşmetli sultanımız" diyen, en radikal göründüğü
anda bile cebinde bir rica mektubu mutlaka bulunan Osmanlı "aydını"
gibi Ş. Hüsnü de, "devrimimizin kahramanı" dediği M. Kemal'e ve onun
şahsında somutlaşan Kemalist harekete nasıl baktığını, ondan neler beklediğini
gösterirken; Türkiye toplumunun geleceğini kimlerin eline teslim ettiğini
açıkça ortaya koyuyor. Ve tercih, " kahra-an"a bırakılarak onun
vicdanına sığınılıyor. TKP Genel Sekreteri olarak Ş. Hüsnü, 20 Şubat 1924
tarihli "Aydınlık"in 20. sayısında "Toplumsal Düzenleme"
başlıklı bir makalesinde çözüm yolunu gösteriyor:
"Toplumsal devrimin bir dilek olarak
kalmaması için, bugünkü devlet adamlarının gerçeği olduğu gibi görmesi ve
ayrıntılarla uğraşmaktan vazgeçip, genel bir plana bağımlı olarak ekonomimizi
yükseltmeyi amaç edinmesi yeter. Siyasal devrimimizi yapmak için harcanan çaba
ve atılımlar ekonomik devrimimiz gerçekleştirilebilir."[103]
Bu alıntılardan da görüldüğü gibi
reformist bir hareket özelliğini bile taşıyamayan, düzen için iyileştirmeleri
belirli bir toplumsal zemine oturtamayan, reformlar için bile olsa sınıfla-halkla
bütünleşerek bir güç olamayan, onlara bir perspektif sunamayan, gözlerini ve
kulaklarını tüm duyargalarıyla birlikte iktidar güçlerinin hareketleri
üzerinde yoğunlaştıran TKP ve politikalarına yönelik olarak aynı dönem içinde
getirilen eleştirileri yine Şefik Hüsnü'nün alıntılarından izleyelim.
Mayıs 1924- 1340 tarihli
"Aydınlık"in 21. sayısında "İşçi Sınıfı Cumhuriyet Üstüne Ne
Düşünüyor" başlıklı makalesinde Ş. Hüsnü, kendilerine yönelik eleştirileri
ve buna verilen yanıtı şöyle aktarıyor:
"Bize mektup gönderenlerin çoğu
bizim Cumhuriyet hükümeti üstüne olan yayınlarımızı bile eleştiriyorlar. Bu
eleştirilerde iktidar makamını ele almış olan sınıfın devrimimizi işçi ve yoksul
sınıflar lehinde köklü dönüşümlerle derinleştirebileceğini sanmanın aşın
iyimserlik olduğu belirtiliyor. Bu eleştiri üzerinde
durulmaya değer.
"Yazar arkadaşlarımızın düşünüşü
kısaca şudur: İşçi sorunun çözümünün ve toplumsal devrimin gerçekleşmesini yeni
hükümet adamlarımızın iyi niyetinden beklemek, bu amaçlardan vazgeçmekle
birdir. Bu bîr iyi niyet meselesi değildir. Sürekli onlara ulusun çıkarları
için yapılması gereken şeyler gösterilmekle birkaç kişi kazanılsa bile yine
amaca ulaşılamaz. Çünkü bugün iktidarda bulunanlar, işçininkinden ayrı ve
onlarınkine zıt belirli çıkarlara sahip bir sınıfın temsilcileridir... Sonuç:
işçi için kendi işini kendi görmekten başka kurtuluş yoktur." [104]
O günün TKP'sine yöneltilen eleştirilerin
içeriği oldukça açık bir biçimde ortaya konulmuş. Ve eleştiriyle birlikte çözüm
yolu da gösterilmiş: "İşçi kendi işini kendi görmek " zorundadır. Bu
zorunluluk, TKP tarafından "iç savaşa" hazırlanmak, çalışma
yöntemlerinin tümünü buna kanalize etmek biçiminde ele alınması gerekirken hiç
de öyle olmamıştır.
Yine aynı tarihli "Aydınlık"ın
aynı başlıklı makalesinde Ş. Hüsnü, çözüm yolunu şöyle formüle ediyor:
"Gerçi biz başlangıçta henüz siyasi
inançları ve siyasal nitelikleri biçimlenmemiş bazı ülkücü Önderlerin kurtuluş
savaşımızı gereği gibi başardıklarını ve değeri inkar edilemez bir siyasi devrimi
başlattıklarını dikkate alarak Cumhuriyet yöneticilerine geniş bir kredi
açmıştık. Silah sesleri durduktan sonra elde ettiğimiz siyasi bağımsızlığın
sürekliliği(nin)...işçi ve koylu sınıflardan güç alan, ortaklaşa yaşayışa
dayanan ekonomik kuruluşlarla mümkün olabileceğini ileri sürüyor ve
yazılarımızda bu yönde devrimimizi
derinleştirmesini
hükümetimizden diliyorduk."[105]
Getirilen eleştirilere böylesi bir
anlayışla yanıt veren Ş. Hüsnü, "diliyorduk" aşamasını nasıl
aşacaklarını şöyle formüle ediyor:
'...İşçi örgütleri Önümüzdeki 1 Mayıs'ı
fırsat bilip eyleme geçmeli, iş yasası yapılırken, İzmir İktisat Kongresi'nde
kabul edilen ilkelerden sapılmasına göz yumulamayacağını, yapılacak toplantılar
ve alınacak kararlar ilgili makamlara bildirilmelidir. Ancak, işçilerin
baskısıyladır ki iş yasası, göz boyamak türünden, dayanağı olmayan bîr belge
olmaktan kurtulacaktır. (...)
1 Mayıs günü ülkenin her yanından işçi
arkadaşlar bu basit dileklerini, gür sesiyle hükümete işittirmeli ve istekleri
gerçekleşinceye değin, her fırsatta birleşik davranmayı
kararlaştırmalıdır." [106]
Alıntının da gösterdiği gibi,
"işçinin kendi davasına sahip çıkması", yine hükümetten
"dilek" çerçevesini aşmamakta, egemen sınıfların İzmir İktisat
Kongresi'nde aldıkları kararların pratiğe geçirmesi istenmekte. Bu anlayış,
yani bir önceki dönem Ege-menlerce alınan birtakım kararların uygulatılması
için "mücadele" etme anlayışı, geleneksel "sol" un
köklü-yerleşmiş bir çizgisi olarak günümüze ulaşmış ve en radikal çıkışların
altında bile bu anlayışın yattığı tüm çıplaklığı ile gözler önüne serilmiştir.
"Devrimimiz" diye sahip çıktığı
Kemalist hareketin siyasal ve ekonomik bağımsızlığı getireceğine, bunun için en
büyük umutlardan birinin de "komünizme yakın" yöneticilerin
varlığına bağlayan TKP, bir devrim arayışı içine girmeyi gereksiz görerek M.
Kemal'in vicdanına sığınıp ondan yardım bekler hale geliyor.
İşçi sınıfının yaşam koşullarının
düzeltilmesi, köylülüğün ızdıraplarının dindirilmesi, burjuvazinin ve diğer
egemen sınıfların "iktidarı ele geçirmesinin" engellenmesi,
emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin geliştirilmesinin önüne geçilmesi ve
feodalitenin kökünün kazınması gibi demokratik içerikli çözümleri hep
Kemalizm’den bekleyen TKP, Kürdistan sorununun çözümünü de Kemalist harekete
havale ederek ona destek olacağını baştan ilan etmekten çekinmiyor.
Ş. Hüsnü, Kasım 1924 tarihli
"Aydınlık"ın 27. sayısında yayınladığı "Ekim Devrimi ve
Türkiye" başlıklı makalesinde bu konuyu şöyle dile getiriyor:
"... Artık yeni bir atılım, bir
atılış zamanı doğmuştur. Önümüzdeki ilk hedef, derebeylik kalıntıların artık
büsbütün silip süpürmek olmalıdır. Bunun için de taşra mütegalibesi belini
doğrultamayacak bir darbe indirmek gerekir. Sloganımız:
"Doğu vilayetleri, Trakya ve
İzmir'deki bütün çiftliklere bedelsiz olarak el konması ve toprağı olmayan
veya az topraklı yoksul köylülere dağıtılmasıdır.
"Hükümet bir yandan bu sloganı
gerçekleştiriri, bir yandan da terk edilen mülkleri dağıtmadan evkaf ile
birlikte genel ve bağımsız bir emlak idaresi altında işletir ve gelirini küçük
üreticilerin oluşturacağı kooperatiflere öder ve geçimden aciz olanlara yardım
gibi hususlarda kullanırsa, günün önemli ihtiyaçlarını tatmin eder ve devrimci
durumu sağlamlaştırır.[107]
İzmir iktisat Kongresi ile aldığı
ekonomik kararları cumhuriyet hükümetleriyle siyasal bir çatı altında
uygulamaya koyan, Kemalist hareketin Misak-ı Milli içinde tek bir otorite olma
çabasında olduğu bir dönemde TKP, Kemalizm’e bir bakış açısı sunuyor. Ve
adına da "feodaliteyi temizleme" diyerek, Kemalizm’e demokratik
devrimi yapmanın öncülüğü işlevini yüklüyor. "Taşra mütegalibesine belini
doğrultamayacak darbe", Kemalist katliam, baskı, şiddet hareketleriyle
Türkiye ve Kürdistan halkları üzerine indiriliyor. Şeyh Sait isyanı, İzmir
Suikastı, Kürdistan'da katliam, Türkiye'de tam muhalefetin sindirilmesinin
gerekçesi olarak gösteriliyor. Bu
gerekçeler, 'Takrir-i Sükun" ile yasal bir düzenleme altında Kemalist
hareketin gerçek karakterini ele veriyor. Ve "Orak - Çekiç',
"Aydınlık" gibi TKP yayın organları, "Yunan ordularının denize
dökülmesi" anındaki coşkuyu yeniden yaşıyor, "Devrimin ulusal yönünü
son Yunanlı asker denize döküldüğünde tamamlayan Kemalizm şimdi de feodaliteyi
temizleyerek gericiliğin kökünü kazıyıp toplumu demokratikleştiriyor"
düşüncesi, bu yeni coşkuya kaynaklık ediyor.
"Doğu"daki feodalizmi temizleme
coşkusu, geleneksel "sol"un o günden bugüne içinde yaşıyor. Türk
toplumunun demokratikleştirilmesinin önündeki tek engel olarak görülen Kürdistan'da
Kemalist askeri işgali geleneksel "sol"un ideolojik- örgütsel işgali
tamamlıyor. Bu da, geleneksel "sofun iktidar yürüyüşünün esas yolu olarak
gösterilen mücadele anlayışı ve bu anlayışa hizmet eden taktiklerinde hep
yanlış, hep ilhakçı, sömürgeci, sosyal-şoven içinde kalmasını ve hep kendisini
tasfiye ederek Kemalizm’le bütünleşmesinin koşullandırıyor.
1921'lerden itibaren TKP Genel
Sekreterliğini üstlenen ve 1958'lere kadar bu görevi sürdüren Ş. Hüsnü'nün 1921
- 24 yılları arasında, yani işgal yıllan ve Kemalist iktidarın kurulduğu dönem
içinde ortaya koyduğu bu yaklaşım biçimi, TKP'nin başından sonuna kadar genel
bir bakış açısı olmuş, bu politikadan kopuş, hiçbir dönemde yaşanmamış, aksine
sürekli olarak düzen içi formüller uğruna çıkarın cılız sesler giderek Kemalizm’e
açık bir şekilde birleşmiştir. Sadece isimdeki "komünist" sözcüğü
ısrarla korunarak, bu isim altında gelişmesi muhtemel komünist hareketin
tasfiyesi esas alınmıştır. Reformist bir hareket olan TKP Lenin'in de deyimiyle
"büyük bir oportünizme düşmüş" ve her ne kadar adı
"komünist" de olsa "sosyalist devrimi" yadsımıştır.
1925 Şeyh Sait isyanı karşısındaki coşkun
Kemalist ruhun, yayın organlarına yansıması, Takrir-İ Sükun yasasını büyük bir
Sükunet içinde karşılaması, tüm dönemler boyunca ricada bulunacak bir devlet
adamının ya da kurumunun aranması, tüm çabaların legalleşme uğruna harcanması,
halktan uzak tipik bir Osmanlı "aydını" gibi davranılması, vb. bu
partinin bir devrim partisi değil sıradan bir demek özelliğini bile
taşıyamadığını göstermiştir. TKP ile başlayan bu gelenek, bir bakıma bugüne
kadar ulaşan "sol"u da değişik biçimlerde koşullandırmıştır.
Kitleselleşmesi ile "sol" için
yeni bir dönemin başlangıcı olan TIP hareketi süreci de "iktidar
yolculuğu"nu TKP perspektifi ve pratiği dışına taşıramazken, halkla
bütünleşme anlamında ayına bir Özellik taşımıştır. Yine bu süreç, kendi içinde
radikal "sol hareketlerin çıkışının zeminini de yaratmıştır.
Bu noktada, Türkiye "sosyalist
hareketi"nin gelişim seyrine göre 1968'lerle başlayan süreç, daha Önceki
gelişmelerin dışında farklı bir taktik yönelimle sosyalist tarihin ikinci
dönemini başlatmıştır. Bu dönem, ayına özellikleriyle farklı bîr değerlendirmeyi
zorunlu kılmıştır.
Türkiye Solunun TKP’ye Bakışı
Ş. Hüsnü TKP’si, mevcut
burjuva egemenliğini karşısına alan devrimci bir hareket değil, burjuva
demokratik devrimi tamamlama misyonunu burjuvaziye bırakan, kendine ise, soldan
muhalefet yaparak burjuvaziyi teşvik eden, “Yeni devlet makinesinin
eksikliklerini tamamlamayı misyon olarak benimseyen bir partiydi.
“Gelişen burjuva devriminin
henüz sona ermediğini unutmamak gerekir” diyen Ş. Hüsnü, bu değerlendirmenin
doğal sonucu olarak, burjuvazinin bir kısım tereddütler taşıdığını söylüyor ve
işçi sınıfının misyonunu şöyle belirliyordu:
“Bu tereddütleri gidermek,
Cumhuriyet Hükümetini ileri atılmaya teşvik etmek ve zorlamak bulunduğumuz
dönemde işçi sınıfının ihmal edilemeyecek bir görevidir.”[108]
“Kazanılmış hakları eylem ve
uygulama alanına aktarmak için birinci ve üçüncü siyaset (Kemalistler ve sosyalistler)
uzun süre el ele hareket edebilecek...”[109]
“Bütün geri ülkelerde burjuva
halkçılığını eylem alanına çıkarmak ve derebeylik artık ve döküntülerini silip
süpürme işini, henüz kapitalistleşmemiş genç burjuvazinin üstüne alacağı
deneyle sabit olmuştur.”[110]
Bu yaklaşım doğal olarak onun
programa ilişkin bakışını da belirliyordu. Nasıl ki, 1928 Programı, III.
Enternasyonal açısından Leninist devrim anlayışından köklü bir kopuşu ifade
ediyorsa, bu kopuşu hemen tüm seksiyon partilerinde de görmek olanaklı. Bunun
en somut ifadesini, 1920 TKP Programı’nın yerine geçirilen ve III.
Enternasyonal Yürütmesi bakımından hiçbir değişiklik yapılmadan benimsenen,
Şefik Hüsnü’nün mimarı olduğu, adına “Çalışma Programı” denilen 1926
Programı’nda görüyoruz. Değişiklik ise, en çarpıcı bir şekilde, emperyalizm ve
enternasyonalizm kavrayışında, asgari program fikri ve iki aşamalı devrim
anlayışının yeniden hortlatılmasında görülüyor.
Programın iktidarın niteliği,
sınıf bileşimi ve görevlerinin anlatıldığı ilk maddesinde şunlar söyleniyor:
“Türkiye Komünist Partisi,
Komünist Enternasyonalin bir şubesi sıfatıyla... Böylece ve aynı zamanda işçi
ve köylülüğün bir Sovyet idaresi şeklinde kendi diktatörlüklerini
gerçekleştirmek için gerekli şartları hazırlar. Ancak böyle bir diktatörlük,
burjuva halk devriminin görevlerini yerine getirebilir (=Ancak bu diktatörlük
milli demokratik devrimi gerçekleştirebilir) ve bu devrimin kazançlarını
düzenleyebilir.”[111]
“Burjuva halk devrimi”
kavramı, tam da bu dönemden sonra, sadece TKP’nin değil, ardılı solu da burjuva
demokrasisine bağlayan tılsımlı bir sözcük olarak işlev gördü.
Şefik Hüsnü, 1928 Programı’nın
benimsendiği, Fahri takma adıyla delege olarak bulunduğu Altıncı Kongre’de
program tartışmaları sırasında yaptığı konuşmada, adeta 1920 Programı’nın neden
değiştirildiğini izah ediyordu. Bu konuşmada, bir yandan Türkiye’de
proletaryanın bazı Balkan ülkelerinden de gelişkin olduğunu; ama öte yandan da,
TKP’nin önceki dönemde “sekter” ve “aşırı sol” hatalar işlediğini söylüyordu:
“Komünist Enternasyonal
Yürütme Komitesi’nin ayrıntılı raporunda da açıkça anlaşılacağı gibi,
Türkiye’deki proletarya kitleleri hatta bazı Balkan ülkelerindekinden bile hem
biraz daha gelişmiştir hem de hatta sayıca daha büyüktür.”[112]
“Bunların yanı sıra, (TKP)
sadece çok gelişmiş kapitalist ülkelerde atılabilecek şiarlar atarak, başka
aşırı sol hatalar da işledi. Türkiye bir burjuva devriminden geçmiştir. Ne var
ki, bu devrim, burjuva-demokratik devrimin bütün görevlerini çözmemiştir. İşte
bu yüzden, Türkiye proletaryasının önünde ancak, işçi-köylü diktatörlüğünden
proletarya diktatörlüğüne geçme görevi durabilir.”[113]
Şimdi tüm bunlardan sonra, “Şefik Hüsnü
revizyonizmi”ne ateş püsküren ve Mustafa Suphi TKP’sinin mirasçısı olduğunu
iddia edenlerin, program söz konusu olduğunda, gerçekte kimin izinde
olduklarını ve bunun enternasyonal çapta kaynaklarını görmek zor olmasa
gerekir. “Bağımsız sosyalist Türkiye”yi bir yenilik olarak sunanlar, 1920
TKP’sinin değil, ne kadar aralarına farklılık koyarlarsa koysunlar, yöntemsel
yaklaşım ve sonuçlar bakımından Ş. Hüsnü’nün izinde yürümektedirler.
1960-1970
Döneminde Sol Hareketin Durumu:
TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİ (TİP)
1961'de bir grup
sosyal-demokrat, reformist sendika ağası
tarafından “Türkiye İşçi Partisi” kuruldu. TİP, varlığı
boyunca daima parlamenterist. Pasifist, reformist bir parti oldu. Bunun yanında o günkü koşullarda, bir burjuva demokratı olan M, Ali Aybar'ın yönetimine
geçtikten sonra, bu parti
1963-1964'ten sonra ülke çapında adım adım gelişmekte olan yurtsever,
demokrat, ilerici hareketin güçlerinin
toplandığı bir mihrak haline de geldi.
196O'lı yılların
İkinci yarısında, başta gençliğin ABD emperyalizmine ve dönemin faşist iktidarına karşı gelişen
mücadelesi olmak üzere, halk kitlelerinin anti-emperyalist, demokratik mücadelesinde güçlü bir kabarma oldu. Faşist diktatörlük altında ilk kez işçilerin
yaygın grev hareketleri ve köylülerin toprak işgalleri ortaya çıktı. Öğrenci gençliğin mücadelesi yaygınlaştı. Kitle
hareketlerinin bu gelişimi, kısa
sürede sol hareketi de etkiledi ve radikalleştirdi.
O güne kadar bir bütün olarak bir arada bulunan solun içinde gelişmelere yol açtı. Onu ayrıştırdı, pasifist ve radikal unsurlarına ayırdı.
1960’lar Türkiye Devrimci Hareketinin
yükseliş döneminin mayalanmasıdır. Bu süreci
belirleyen TKP değil TİP’tir. Tıpkı TKP gibi TİP de kuruluşunun ilk
yıllarında içinde gerilimler ve çelişkiler barındıran bir yapıdır. TİP’ in
politik yansımaları, içindeki kadroların
çeşitliliğinin dışa vurumudur. Çünkü sendikacılara umut bağlayan sendika kökenli
kadrolarla, bütün umudunu parlamentoya
bağlamış olanlar ve devrimin parlamentolarla olmayacağını bilen devrimci
TKP’liler ve dünyada hızla esen anti-emperyalist rüzgarlarla birlikte
gerillacılığın da etkisi ile ileri atılan devrimci öğrenci gençlik arasında
sıkı ayrılıklar söz konusudur. Bütün tartışmalar milli demokratik
devrim-sosyalist devrim çatışması merkezinde dönüyordu. Öz olarak TİP’e
damgasını vuran akım ise sendikacılar ve parlamenteristlerdir.
Bu dönemde TİP
içinde parlamenteristlerin öne çıkmasıyla parlamentonun keskin savunuculuğuna soyundu. Parlamenter yoldan ve anayasal reformlar aracılığıyla
gerçekleştirilecek bir “sosyalist devrim”
olduğunu ileri sürüyordu. TİP kitle mücadelesinin yükselmesi ve radikalleşmesi
karşısında korkuya kapılıyor,
pasifimi yaymaya çabalıyor ve gelişen yurtsever
demokrat kitle hareketlerini “anarşizm-goşizm” diye aforoz ediyordu. TİP
yöneticileri, devrimci mücadelenin her türlüsünden
ödleri kopan burjuva liberalleriydi.
Bu koşullar altında
TİP yönetimi hızla tecrit olurken, küçük-burjuva
radikal “Milli Demokratik Devrim” hareketi hızla yükseldi ve yaygın bir
taraftar kitlesi ve prestij kazandı; özellikle
gençlik kitlelerini ve devrimci gençlik eylemini
etkisi altına aldı. Başını Mihri Belli'nin
çektiği “Milli Demokratik Devrim” hareketinin
önde gelenleri; Türkiye'nin henüz demokratik devrim aşamasında bulunan yarı-sömürge, yan-feodal bir ülke olduğunu ve ülkemizde “tam bağımsızlık ve gerçek demokrasinin “devrim” yoluyla gerçekleşeceğini savunmaktaydılar.
Milli demokratik devrimi savunanlar
Türkiye’nin emperyalizme tam bağımlı[114],
çarpık kapitalistleşen, yarı-feodal bir tarım ülkesi olduğunu[115],
ülkenin emperyalist boyunduruktan çıkarılmasının önündeki temel engelin
emperyalizmin işbirlikçisi olan komprador sermaye ve ağalık kurumu olduğunu, bu
bir avuç işbirlikçinin saltanatının işçi sınıfı, köylülük, asker-sivil aydın
zümre ve burjuvazinin milli kesiminin oluşturduğu cephe karşısında yıkılacağını
savunuyorlardı. Buna karşılık daha sonra TİP’in içinde kalacak olan kadro,
Türkiye’deki burjuva demokratik devrimin esas olarak tamamlandığını,
Türkiye’nin gündeminde bir sosyalist devrimin olduğunu, ancak sosyalizme
“kapitalist olmayan kalkınma yolu” diye adlandırılan bir geçiş sürecinin
izlenmesiyle ulaşılacağını savunuyordu
Mihri Belli'nin
başını çektiği “Milli Demokratik Devrim” teorisyenleri o dönemde özellikle Arap
ülkelerinde ortaya çıkan Nasır tipi
“radikal cunta” hareketinin Türkiye'de de gerçekleşmesinin an meselesi olduğu hayalleriyle tüm hesaplarını “küçük-burjuva radikalleri” adını
verdikleri reformist bir asker-sivil
cunta önderliğinde “gençlik-ordu” ittifakına
dayalı bir askeri darbeye bağlamışlardı ve bunun teorisini
yapıyorlardı. Onların kafasındaki “tam bağımsız
ve gerçekten demokratik” Türkiye'yi gerçekleştirecek olan “devrim” Sovyetler Birliği'nin desteğinde
böyle bir cuntanın darbesi ve “milli
demokratik iktidar”da cuntanın “diğer demokratik ve devrimci güçlerle birlikte
kuracağı” bir “devrim konseyi” idi
TİP yöneticileri, modern-revizyonistlerin Avrupa ülkeleri için tezgâhladığı “parlamenter yolla barışçıl geçiş” teorisine sahip çıkarken; M. Belli ve “Milli Demokratik Devrim” takımı yine
modern revizyonistler tarafından,
yarı-sömürge, yan-feodal Asya, Afrika, Latin
Amerika ülkelerinde kendi nüfuzlarını geliştirmenin
de bir aracı olarak, geliştirilen “kapitalist olmayan yol” teorisini, Sovyetler Birliği desteğinde
asker-sivil darbeleri savunuyorlardı. Bu akımların her ikisi de Ş. Hüsnü'nün ülkemiz Özelindeki tezlerinden besleniyorlardı.
Ş. Hüsnü, hayatının belli dönemlerinde
Kemalistlerin önderliğinde ülkemizde demokratik devrimin hatta sosyalist devrimin tamamlanabileceği yolunda tezler geliştirerek, “kapitalist olmayan yol”
teorisi için bir zemin olduğunu
savunuyordu.
Bunların yanı sıra
“Milli Demokratik Devrim” teorisyenleri, o sırada
sınıfsal konumu dolayısıyla küçük-burjuva
maceracılığından hızla etkilenmekte olan gençlik eylemini kendi çevrelerinde tutabilmek ve “radikal cuntalarını bu hareketle etkileyebilmek amacıyla çeşitli kılıklara bürünmekten, çeşitli manevralar yapmaktan da geri durmuyorlardı.
TİP Programı
TİP kendi içinde bir takım ayrışmalar
yaşadıktan sonra; TİP’e, Behice Boran-Sadun Aren çizgisi hâkim oldu. TİP de
kalkınmacıydı. Gerçi Milli burjuvazice kurulacak bacaların tütmesi hayali
açıkça dile getirilmiyordu ama kalkınmanın ancak sosyalist hükümetin idaresi
altında gerçekleşebileceği belirtiliyordu. Daha sonra ikinci TİP programında “kapitalist olmayan kalkınma yolu”
olarak adlandırılacak, sosyalizmin devletçiliğe indirgendiği “sosyalizm programı”nın ilk nüveleri
Boran-Aren çevresi tarafından dile getiriliyordu.
Bu dönemde savunulan düşünceler ve program
göz önüne alındığında Partinin hatırı sayılır bir kesimi TKP’yle birleşmeyi
savunup, bu birleşmeyi istemeyenleri tasfiye edecek kadar TKP’nin çekim
merkezinde bulunmalarına rağmen; ikinci TİP, TKP kadar ileri gidip bir ulusal
cephe kurmayı önermiyordu. Birinci TİP içindeki ayrışmaların görünürdeki
nedenlerinden birisi bu partinin parlamentarizme olan düşkünlüğüyse bir diğeri
de sosyalist devrim/milli demokratik devrim kutuplaşmasıydı. TİP Türkiye’deki
temel çelişkinin emek sermaye çelişkisi olduğunu söyleyip, yükseltilmesi
gereken mücadelenin ekseninin anti-kapitalist olması gerektiğini vurguluyordu.
Yine de ikinci TİP birinci TİP’in programındaki kapitalist olmayan yoldan
kalkınmayı aynen koruyordu.
Türkiye İşçi Partisi bir işçi sınıfı partisi
olarak toplum yapısını oluşturan sınıf ve tabakalara karşı objektif bilimsel
verilere dayalı bir politika izler ve toplumsal evrimin gündeminde olan
kaçınılmaz sosyalizm aşamasını, bilinçli örgütsel çalışmalarının doğrultusunu
saptayan hedef olarak kabul eder.
Emperyalizm aşamasındaki kapitalist dünyanın
ilişkiler ağı içinde yer alan ve emperyalizmin politik, ekonomik ve askeri
baskısında olan Türkiye gibi bir ülkede emperyalizme ve faşizme karşı
bağımsızlık ve demokrasi için verilen mücadeleyi kapsamayan bir sosyalist
mücadele olamayacağı gibi, işçi ve emekçi kitlelerin sosyalizm için mücadelesi
ekseninden yoksun bir bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi başarıya ulaşamaz..[116]
Ancak ikinci TİP’in sosyalizm programı da,
MDD programının içeriğiyle büyük oranda çakışıyordu. İkinci TİP’in sosyalizm
programı da sosyalizmden çok ince bir kalkınma planıydı. “Büyük üretim araçları
kamulaştırılacak, devletçilik ve devlet sektörünün içeriği
sosyalistleştirilecektir.... Tüm toplum hayatını kapsayan bir merkezi planlama
uygulanacaktır...”[117]
Tarımsal üretim yeniden düzenlenecek, yurt
çapında bir toprak ve buna bağlı olarak tarım reformu uygulanacaktır. Demokrasi
, toplumsal yaşamın her anında ve her kesiminde gerçekleşecektir...”[118]
Böylelikle “sosyalizme giden yollar açılacaktı”, ve nihayet işçi sınıfı “...bir süreç içinde Türkiye’yi, dünyanın en
ileri ülkeleri arasında yer alan tam bağımsız ve özgür bir toplum düzeyine
çıkaracak olan sosyalizmi gerçekleştirecektir”.[119]
Sosyalizm Türkiye’yi ilerletecek ve müreffeh ülkeler seviyesine ulaştıracaktı.
TİP’in hakkını yememek lazım; MDD’cilerden
farklı olduğu yanlar da vardı. Programda hem bir işçi demokrasisinden söz
ediliyordu hem de sosyalizmin yalnızca kalkınma anlamına gelmediğinin altı
çiziliyordu.
“Bütün işçiler ve çalışanlar, çalıştıkları
kurumun yönetim ve denetimine etkin bir biçimde katılacaklardır.[120]
“Sosyalizm yalnızca bir ekonomi ve refah
sorunu değildir; insanların her türlü sömürüden, baskı ve eziklikten,
yabancılaşmalardan kurtulacağı ve yeteneklerini özgürce sonuna kadar
geliştirebileceği bir toplum düzeni gerçekleştirecektir.... “[121]
İşçi sınıfını öncü güç olarak gören TİP’in
milli burjuvaziye bakışı da MDD teorisinden farklı değildi. Bu iki kesim
arasındaki çelişki karşısında parti bu çelişkileri değerlendirme yoluna
gidecekti.
“Türkiye İşçi Partisi, burjuvazi karşısında
tavrını alır ve politikasını saptarken, elbette burjuvazi içindeki bu
farklılıkları ve çelişkileri dikkate alır. Tekel dışı burjuvazinin tekellere
karşı çıkışında, büyük toprak mülkiyetinin vergilendirilmesi, vergi
kaçakçılığının önlenmesi, dış ticaretin devletçe düzene sokulması taleplerinde
destekleyici olacaktır. Sanayici sermaye, kendi varlığını koruma kaygısıyla
Ortak Pazar’la bütünleşmeye ve imtiyazlı yabancı sermaye yatırımlarına karşı
çıktığı ölçüde Parti’nin desteğini görecektir.”[122]
Partinin burjuvazi karşısında tavrını alıp
politikalarını saptarken egemen sınıf içindeki çelişkileri dikkate alması
MDD’nin ulusal burjuvaziyi tarafsızlaştırma politikasından hangi açıdan farklı
olduğu hiçbir şekilde yanıtlanmıyordu. MDD ve TİP’in arasındaki öze ilişkin tek
fark TİP toplumsal devrimden asla söz etmez. Burjuvaziye olan desteğini programında
Ortak Pazardan çıkmak gibi ülkenin günlük siyasal hayatı içerisinde siyasal
iktidarın yapısını değiştirmeden sağlanabilecek kazanımlarla sınırlı
tutmasıydı. Bu düşünceleri şekillendiren Aren- Boran kanadın teorik
varsayımları özetle aşağıdaki gibidir:
1-
Türkiye geri kalmış bir ülkedir ama
Türkiye’de yine de gelişkin, sosyalizmi kurmaya gücü yetebilecek bir işçi
sınıfı vardır.
2-
27 Mayıs’ın sonuçlarından biri demokratik
anayasa olmuştur. Bu anayasayla birlikte Türkiye’de burjuva demokratik devrim
esas olarak tamamlanmıştır. Anayasanın demokratik yapısı Türkiye’de sosyalizmi
kuracak iktidarın seçimle yetki kazanmasını olanaklı kılmaktadır.
3-
Öyleyse işçi sınıfının partisi köylülüğe,
kent küçük burjuvazisine önderlik edip, seçimle iktidara gelecek ve sosyalizmi
kuracaktır. Bunun için de “kanun
yoluyla iktidara yürüyen siyasi bir teşkilat”a gerek vardır.[123]
TİP, Türk işçi sınıfının ve onun tarihi,
bilime dayanan demokratik öncülüğü etrafında toplanmış, onunla kader birliğinin
bilinç ve mutluluğuna varmış toplumcu aydınlarla ırgatların, topraksız ve az
topraklı köylülerin, zanaatkarların, küçük esnafın, aylıklı ve ücretlilerin,
dar gelirli serbest meslek sahiplerinin, kısacası emeğiyle yaşayan bütün
yurttaşların kanun yolundan iktidara yürüyen siyasi teşkilatıdır.[124]
Görüldüğü gibi ittifak kurulması hedeflenen
toplumsal sınıfların belirlenmesinde, MDD’nin milli burjuvaziye tanıdığı prim
dışında, iki çizgi arasında belirgin bir ayrım yoktur. MDD’nin esas tepkisi
TİP’in mücadele anlayışına, parlamentarizme karşıdır. TİP’in anayasaya duyduğu
güven eleştirilmektedir sadece. Bunun ötesinde TİP çizgisini sosyalist devrimci
yapan “sosyalizm anlayışı” ise MDD çizgisinin ufku dar sosyalizm ütopyasının
bir adım ilerisinde değildi.
“...Taklitçiliğe heveslenmeden, kendi
gerçeklerimize yönelerek, bilim ışığında Türkiye’ye özgü kalkınma yolunu
bulmamız gerekiyor....
Türkiye için kurtuluş kapitalist olmayan bir
kalkınma yoluna girmektir. Kapitalist olmayan kalkınma yolu emekten yana ve
emekçilerin yürütümüne ve denetimine katıldığı planlı bir devletçilik olarak
tanımlanabilir.”[125]
Görüldüğü gibi, TİP için de YÖN hareketinden
farklı olmayan şey; işçi sınıfının kurtuluşunun değil, Türkiye’nin kurtuluşunun
nasıl olacağıdır. Kapitalizm Türkiye’yi kurtaramazdı. Behice Boran, TİP’in
kapatılma davasında yaptığı savunmada kapitalist yoldan kalkınma trenin
kaçtığını, on dokuzuncu yüzyılda Avrupa devletlerinin izlediği yolunun Türkiye
için olanaklı olamadığını çünkü artık dünyada daha gelişmiş bir üretim sistemi
bulunduğunu, Türkiye için doğru olanın ise bu üretim ilişkisini benimsemek
olduğunu vurguluyordu.[126]
Sosyalizm işçi sınıfını ücretli kölelikten kurtaracağı için değil insanlara
müreffeh bir Türkiye’de yaşama olanağı sunduğu için savunuluyordu.
TİP işçilere sosyalizmi ücretli köleliğin
yıkılması için geçilmesi gereken zorunlu bir ara aşama olarak göstermekten çok,
milli gelirin yükselmesinin ve bölüşümün adilce yapılabilmesinin en akıllı ve
etkili yöntemi olarak tanıtmıştır. TİP, için sosyalizm kalkınmanın bir
sonucudur. Kalkınmanın, sosyalizmin, bir yan ürünü olarak böyle sunulduğunda
devrime katılmada çekinen kesimleri sınıfın yanına çekmek için kullanılabilecek
etkili bir propaganda ve ajitasyon malzemesi yakalanabilmektedir.[127]
Böylece de şiddete dayalı devrime ne gerek de kalmamaktadır.
TİP’in mücadeleye bu tarz yaklaşımı şiddete
dayalı devrim savunan MDD içinde, ayrıksı duran Aydınlık grubununki (PDA) ile
buluşmaktadır. Kalkınma planları hazırlama ve bunları işçilerin denetimine
açmak yeterlidir. Bunun için yurtsever uzmanlardan oluşan, bağlayıcı kararlar
alma yetkisine sahip özerk bir DPT kurulması ve bu kurumun da emekçi halkın
denetimine açılması yeterlidir.[128]
Milli Demokratik Devrim
(MDD)
TKP ve bu onun etkisinde
bulunan TİP'in, gelişen devrimci hareketi dar sendikal ve parlamenter çerçevede"
tutmak için özel bir gayret sarf ediyorlardı. Mihri Belli ve çevresi,
parlamenter ve pasif mücadele anlayışlarına
karşı bir muhalefet geliştirmeye çalışırlarken, mevcut rejimi "cici
demokrasi" olarak niteleyen ve parlamentoyu başlıca mücadele hedefi
haline getiren YÖN-DEVRİM* çizgisiyle ortak bir zeminde
buluşuyorlardı. İkinci olarak, mücadeleyi "geniş cephe",
"millici güçler" kavramıyla en geniş zemine yayma çabası, YÖN
tarafından, "asker sivil aydın zümre"ye karşılık düşen güçlere denk
geliyordu.
Milli Demokratik Devrim yanlılarının
ideolojik şekillenmesini dönemin önde gelen aydınlarından Doğan Avcıoğlu’nun
çıkarttığı YÖN ve Devrim dergileri oluşturmuştu.[129]
YÖN dergisinin temel derdi Türkiye’nin geri kalmışlığıydı. Türkiye,
emperyalistlere bağımlıydı; emperyalistler Türkiye’deki tekeller ve
feodal-gericilik ile işbirliğine girerek kapitalizmin gelişmesini engelleyip,
ülkeyi “montaj sanayii”ne, “çarpık kapitalizme” mahkum
ediyorlardı. “Türkiye’nin bugünkü temel meselesi, antiemperyalist ve anti-feodal
mücadeledir. Bu safhadaki hedef, ekonomik bağımsızlığın sağlanması, toprak
reformunun gerçekleştirilmesi ve anayasaca tanınan hak ve hürriyetlerin
gerçekleştirilmesi ve korunmasıdır.”[130]
Emperyalizm, işbirlikçi tekeller, feodal gericilik arasındaki işbirliğini
pekiştiren en önemli unsur parlamenter rejimdi. Parlamento bu işbirliğinin
üstünü örtüyor, işbirlikçilerin halkın “geri bilincinden” faydalanarak yeniden
göreve gelmesini sağlıyordu. Dahası “parlamento, işbirlikçi sınıfın klikleri
arasındaki çekişmelerin mekanı olduğundan, ülkenin kalkınmasının önündeki en
önemli engel olan istikrarsızlığın esas zeminiydi.”[131]
YÖN dergisine özellikle onu izleyen Devrim
gazetesine göre kurtuluş aydınlardan gelecekti, ama bu aydınların görevi “bilinçsiz halkımızı” örgütleyip, onun
enerjisiyle bir devrimi olanaklı kılmak değildi. “ mücadele her türlü ayırıcı
düşünceden sıyrılarak toplumun bütün tabakalarında yer alan milliyetçi ve
demokratik kuvvetlerin bir araya gelmesi”[132]
Subayları da içeren aydınlar “devrim”i kendileri yapacak, halkımızı onlar
kurtaracaktı. Bu işler öyle kağıt kalemle değil de silahla yapılacağından,
Devrim çevresi devrimin en önemli gücünü, varlık nedeni silah kullanmak olan
askerlerde buldu. “Asker sivil-aydın
zümre”yi bir devrimci güç olarak görmenin altında yatan mantık buydu.
Ordunun içindeki Atatürkçü, ilerici askerlerden bir darbe bekleniyordu.
Doğan Avcıoğlu’nun YÖN’cülüğün
en açık dile getirilişi “Herkesi memnun edelim dersek, mümkün olsun, hepsi
memnun olsun, ama biz maksadı temin etmiş olmayız. İdare-i maslahatçılar esaslı
inkılap yapamaz. Bugünkü sefalet ve rezalet içinde, esasen kimseyi memnun
etmeye imkan yoktur. Memleket mamur, millet zengin olduğu zaman herkes memnun
olur.[133]
düşüncesidir. Bu düşüncenin arkasında yatan ise toplumsal devrim değildir.
YÖN çevresinin açıkça cuntacılığı savunması,
toplumsal devrim savunan tüm kesimlerde YÖN ile benzer bir zeminde yer
alanların da cuntacı olmasını gerektirmiyordu. Başını Mihri Belli’nin çektiği,
TİP’in parlamento hayranlığını eleştiren, parlamenter düzeni “Filipin tipi demokrasi” diye
eleştirerek ayrışıyorlardı. TİP’ten ayrışan MDD’cilerin bütün radikal
duruşlarına ve söylemlerine rağmen ortaya koydukları Türkiye anlayışı YÖN
tespitlerinden pek farklı değildi. İki hareketi özünde ayrıştıran devrim stratejisidir.
MDD’ciler burjuva demokratik devrimin tamamlanmasını YÖN gibi askeri bir
darbeye bağlayacak kadar cuntacı değillerdi. Devrimde asker sivil-aydın zümre
rol oynayacaktı ama yine de halkın eseri olacaktı.
Türkiye sosyolojisinin değerlendirilmesine
göre MDD hareketi için devrimin karakteri Milli Demokratik Devrimdir ki
demokratik devrimin gerekliliğinin iki nedeni vardı. Birinci neden Türkiye’nin
emperyalist tahakküm altında olması ve tam bağımsız bir ülke olmamasıydı.
Türkiye işçi ve emekçi sınıfları bu bağımlılık altında sosyalizmi
hedefleyemezlerdi, çünkü sosyalizm mücadelesinin verilebilmesi için ülkenin
bağımsız olması şarttı.
“Şunu kesin olarak bilmemiz lazım: sosyalizm
bağımsız ülkede olur. Ve sosyalist şiarlar bağımsız ülkede atılır. Bu demek
değildir ki, sosyalist teoriyi benimsetmek için gece gündüz çalışmayacağız. Ama
“sosyalizm” temel şiarını atmak için, “iç sömürüyü kaldıracağım” diyebilmek
için, mutlaka bağımsız bir ülke gerekir. Onun için demokratik devrim birinci
aşamadır. Sosyalist devrime yolu hazırlayacak olan aşamadır. Demokratik devrimi
gerçekleştirmeden, sosyalist devrim yapamazsın. Atlayamazsın bu aşamayı. Bir
büyük devrimcinin dediği gibi, mangalda yakamazsın veyahut emirnameyle
kaldıramazsın bu aşamayı.”[134]
Mihri Belli için öncelikli
olan demokratik devrimdir. Çünkü sosyalist devrim yapabilmenin koşulu bellidir,
“Sosyalizmin inşaası ancak bağımsız ülkede mümkündür. Bu söyleminin altında
kavranamayan Leninist “kesintisiz devrim „ anlayışı yatar. Fakat bu
mantığın Belli tarafından kavrayışında iki devrim biçimi arasına hat çekmek
olmuştur. Belli, “bir ülkede sosyalist devrim ancak o ülke bağımsızlığını
kazanmışsa yapılabilir” dediğinde ilk iş olarak demokratik devrim yapmak
vardır. Demokratik devrim'in getireceği
"tam bağımsızlık“ sosyalizme kapı açacaktır.
MDD hareketi, YÖN cuntacılığına göre devrim
sorununu daha “teorik” bir biçimde ortaya koymaktaydılar. Hedef askerleri
kışkırtıp bir darbe sonucunda oluşacak kabinede yer almak olmayınca, devrimin
karakterinin belirlenmesi, kimlerin müttefik, kimlerin düşman olarak kabul
edileceği doğal olarak önem kazanıyordu. Ortaya çıkan tabloda ise durum YÖN
çizgisinin kalkınmacılık ideolojisinin, Lenin’den alıntılarla destekleyerek,
ittifaklar ve politikaları belirleyerek “tutarlı” bir Leninist devrim
teorisidir. Başka bir deyişle, MDD’ciler bir yanlarıyla da “Al-Yeşil bayrakçı”
olduklarından Kemalizm’e kalpak yerine Rus kasketi giydirirler.
Demokratik devrimi gerekli kılan ikinci neden
de feodal kalıntıların henüz tasfiye edilmemiş olmasıdır. Tasfiye edilmemiş “feodal mütegallibe” kırlarda
metropollerdeki işbirlikçi tekelleri ikame etmekte ve emperyalist sömürüyü daim
kılmaktadır.
“Feodal mütegallibe ve genel olarak büyük
toprak sahipleri, feodal engellerin temizlenmesine demokratik düzenin, en ücra
köylere kadar bütün ülkeyi kapsayan bir ulusal düzen olarak uygulanmasına
karşıdırlar. Çünkü Türkiye’de Anayasa düzeninin kurulması demek, feodal
ilişkilerin yıkılması, bütün Türkiye halkının demokratik hak ve özgürlüklere
kavuşması, gerçekten vatandaş payesine, ulusun bireyleri payesine ulaşması
demektir. Ne feodal mütegalibe, ne de müttefiki gayri milli sınıf işbirlikçi
sermaye, böyle bir şeyi gönül rızasıyla kabul etmez.[135]
“Önümüzdeki
görev sosyalist devrimdir” diyen TİP çevresine, Şefik Hüsnü’den sonra
TKP’nin tekerlemesi olan, “işçi sınıfı
ülkemizde yeterince güçlü değildir” tezine karşılık Mihri Belli,
pasifizme karşı tepkinin de gücüyle Lenin’in İki Taktiği adlı eserinden alıntıyla karşılık veriliyordu. “Biz
sosyalist devrimi geciktirmiyoruz, biz biricik güvenilir ve doğru yoldan,
demokratik devrim yolundan sosyalizme adımımızı atıyoruz. Kim sosyalizme siyasi
demokrasi dışında, başka bir yoldan varmak istiyorsa, iktisadi olduğu gibi
siyasi bakımdan da saçma ve gerici sonuçlara varması kaçınılmazdır.”[136]
Vietnam Kurtuluş Savaşı'nın,
emperyalizme karşı ilerlettiği büyük başarının bir "halk savaşı"
tarzında ilerlemesinin Mao'unun
"Halk Savaşı Teorisi" arasında bir bağ kurulması ile birleşince ÇKP'nin
ve Mao Zedung'un dünya devrimci hareketine, SBKP'ye göre çok daha militanca bir
destek veriyor olmasının etkisiyle, MDD saflarında genel eğilim, Mao’culuk
olarak biçimleniyordu.
Diğer yandan MDD'nin, Türkiye'nin
sosyo-ekonomik yapısını, Türkiye'de sınıfların durumu ve devrimin genel
çizgisi hakkındaki temel tezlerinin, Çin devrimin örneğine uygun hale getirme
çabaları ile birlikte MDD içinde Maoist bir eğilimin güç kazanmasını
sağlıyordu.
Türkiye, "yarı-feodal ve
yarı-sömürge" bir ülkeydi. Önündeki devrimci adım, anti-emperyalist ve
anti-feodal içerikte "Milli Demokratik Devrim" aşamasıydı. Milli
Demokratik Devrim, emperyalist ve feodal sömürüden zarar gören bütün
"milli sınıfların" ortak mücadelesiyle gerçekleşecekti. Bu devrimde,
hangi sınıfın önder olacağı, mücadele içinde belli olacaktı. Özellikle bu son
önermede, MDD teorisyenleri, işçi sınıfının öncülüğü fikrini demagojik bir
tarzda reddediyor, Avcıoğlu'nun "ordunun öncülüğü" tezini benimsemiş
olmalarını, böylece gizleyebileceklerini umuyorlardı.
MDD kadroları, TİP içindeki pasifizme karşı
çıkışa dayanak yaptıkları temel malzeme genelde YÖN hareketince ortaya konulmuş
teorik görüşlerle karşı çıktılar. “Mücadele sürecinde, TKP-TİP görüşlerine
karşı bu malzemeyi kullanmış, özellikle de, Marx, Engels, Lenin ve Stalin'in
yayınlanan eserlerine dayanarak, her bir kavramı Marksist teori içinde
tanımlanabilir, uluslararası komünist hareketin belgeleriyle
ilişkilendirilebilir kılmış ve derinleştirmişti.”[137]
TİP içindeki tartışmalarda, Sovyetçi yaklaşımın ağır basması ve pasifizmin MDD’
yi "sosyalizme karşı" bir küçük burjuva akımı olarak eleştirmeleri,bu
eleştiriler karşısında, Mihri Belli ve çevresindeki genç devrimcilerde Lenin,
Stalin ve Mao'da, kendi düşüncelerinin dayanaklarını bulmaya yönelmişlerdir.
Dünya konjonktüründe yaşanan politik gelişmelerde; o dönemde ÇKP’nin SBKP'ye
karşı takındığı teorik ve ideolojik tutum yanında “Kültür Devrimi”'yle de dünya
devrimci hareketinde önemli etkiler bırakan Mao'da, teorilerini kendi
yansımalarını bulmuşlardır. Bu yansıma öz olarak en geniş cephe ve bu cephenin unsurlarının
arayışına girilmesiyle en iyi referans olabilecek teorik duruş ancak ÇKP’ de ve
teorik olarak da Mao’da kendisini billurlaştırır. MDD, özü itibarı ile Maoist
bir hareket değildir. Aydınlık dergilerinde, kullanılan Mao yazıları ve
alıntıları daha çok “Sovyetler Birliği'yle Çin arasında ara bir yol arayan ve
bu tutumu, emperyalizme karşı mücadelenin bir gereği olarak açıklayan Ho Şi
Minh'in "kardeş partiler arasındaki mücadelede yansızlık"
prensibidir.”[138]
Devrimin kimlere karşı yapılacağı belirlendikten
sonra sıra devrime hangi sınıfların katılacağının netleştirilmesine geliyordu.
Devrim emperyalizmle girdiği işbirliği iki gerici toplumsal sınıf, işbirlikçi
sermaye ve feodal mütegallibe, dışında kalan tüm sınıfların eseri olacaktı.
Örneğin MDD için, milli burjuva ile işbirlikçi kapitalisti aynı sepete koymak
sosyalistçe bir tutum olmaz. Mili sermayeye sahip sınıfın, emperyalist sermaye
ile bir tutulması anlaşılamazdı; çünkü milli olan yabancıya karşıydı. Milli
burjuvazi ulusal toplumumuzun içinde sayılmalıdır.
“Ulusal topluluğumuz dışında sayılması
gereken işbirlikçi sermaye ile feodal mütegallibe dışında Türkiye halkının
tümü; Türkiye proletaryası, yani modern sanayide, zanaat kollarında, ticaret
alanında, tarımda işgücünü satarak geçim sağlayabilen üretim araçlarından ve
topraktan yoksun şehir ve köy proletaryası ve bir miktar üretim aracına sahip
olmakla birlikte gene de sömürülen şehir ve köy küçük burjuvazisi, yani bir
avuç asalak dışında Türkiye emekçi halkı.”[139]
her şeye karşın Milli burjuvazi konusunda
MDD, YÖN hareketine göre daha temkinli davranıyordu. ‘70’lerin Türkiye’sinde
milli burjuvazi için yalpalayan bir sınıf olmasından dolayı, devrimden çıkarı
olmasına karşın gerici sınıfların peşinden sürüklenebilirdi.
“Milli
burjuvazi çifte karakteri olan bir sınıftır. Bir yandan emperyalizm tarafından
ezilmektedir Bu bakımdan devrimden yana, yani bağımsız demokratik bir
Türkiye’den yana olması gerekir. Ama öte yandan varlığı kapitalist sömürme
sisteminin devamına bağlı olduğu için sosyalizme karşıdır. Oysa çağımızda
demokratik devrimi gerçekleştiren Türkiye gibi bir ülke, yüz geri edip yeniden
emperyalizmin kucağına düşmeye razı değilse, yarı yolda duramaz ve demokratik
devrim aşamasından sonra sosyalizme geçme zorundadır.[140]
MDD için sosyalizm: Türkiye “emperyalizmin kucağına düşmeye razı değilse,
yarı yolda duramaz... Sosyalizme geçmek” zorunluluğudur. MDD’cilerin
sosyalizm mücadelesi işçi sınıfının sınıfsız toplum anlayışı ile yakın uzak bir
ilişkisi dahi kurulmamaktadır. Temel sorun, sosyalist devrim yapılmazsa
bağımsızlığını demokratik devrimle kazanmış Türkiye’nin tekrar emperyalistlerin
eline geçeceğidir. Sadece bunu engellemek için sosyalizm gereklidir. Sosyalizm
adeta, kurtuluş için değil, emperyalizmden kurtulmak için gereken zorunlu bir aşamadır.
Devrim güçlerine gelince Mihri Belli,
yazılarında asker-sivil-aydın zümre ortaklığının ulusun ortak çıkarları
olduğunu, dolaylı olarak ifade etmektedir. Bu kesimler içinde MDD’cileri
ilgilendiren sivillerden çok askerlerdi. MDD teorisine göre bu kesim de
yalpalayan bir sınıftı. DP iktidarı ile birlikte ordunun yozlaşması hızlanmış,
OYAK’la subaylar kapitalist sisteme entegre edilmek istenmişti; ama
emperyalizmle karşı karşıya gelindiğinde ordunun karşı devrimci kampta yer
alması imkânsızdı. Bunun biri maddi diğeri manevi olmak üzere iki gerekçesi
vardı.
Böyle bir uzlaşmayı mümkün kılacak maddi
temel Türkiye’de yoktur. “Türkiye’de nimetler sınırlıdır... Bunlar
hâkimiyetlerini sürdürdükçe değişiklik yapılmayacaktır, üretim artmayacaktır ve
nimetler sınırlı kalacaktır. Bu sayılı nimetler her iki tarafı da sevindirecek
bir biçimde üleştirilemez.[141]
İkinci gerekçe Türk ordusunun tarihsel
birikimine ve geleneklerine yaslandırılıyordu. Ordu neredeyse sınıflar üstü bir
kurumdu, tarihsel bir ilericilik görevi vardı ve hiçbir zaman egemen sınıfın
kuklası olmamıştı.
“...emperyalizmin Türkiye’de iç desteklerinin
yardımıyla tam hâkimiyetini kurması demek, Türk Ordusunun, bütün marifeti yerli
yabancı sömürücüler emrinde kendi halkını ezmek olan, tarihinde hiçbir zaman
yabancı bir düşmana karşı savaşmamış Güney Amerika peyklerindeki ordular
durumuna düşmesi... demektir. Türkiye’de asker sivil aydın zümre tüm tarihini
inkar etmeden böyle bir durumu kabullenemez.”[142]
Mihri Belli bu saptamasını hiçbir
tutarsızlığa izin vermeden kendi pratiğine de yansıttı. Ordudan
anti-emperyalist bir ilericilik bekleyen Belli 12 Mart’ın hemen ertesinde
Aydınlık dergisinde. “Sıkıyönetim
tarafsız davranmalıdır!”[143]
Başlıklı bir yazı yayımlıyordu. Oysa tam da bu sıralar sınıf mücadelesinin acımasız
pratiği her zaman olduğu gibi teorik şaşkınlıkların bedelini devrimcilere çok
ağır bir biçimde ödetiyordu.
MDD’cilerin devrimde sınıfların mevzilenmesi
konusundaki tespitleri sonraki yıllarda Aydınlık (PDA) çevresinin, teorik
altyapısını oluşturacaktı. Belli’ye göre devrimin başarıya ulaşması için işçi
sınıfı ve yoksul köylülüğün hegemonyası altında gerçekleşmesi şarttı. Aksi
takdirde devrimin 1923’teki Kemalist devrim gibi yozlaşması kaçınılmaz
olacaktı. Ama böyle bir öncülüğün şart olması “proleter devrimciler”in diğer sınıflarla “ben öncüyüm-sen öncüsün”
tartışmalarına girmelerini şart koşmuyordu. Böylesi “laf ebelikleri” bir “zaman
kaybından başka bir şey değil”di.
MDD teorisinin devrim anlayışının “romantik”
tavrı devrimci sınıflar arasındaki “dayanışma
ruhundan”, bu sınıfların “proleter
devrimci harekete duydukları saygı”dan ötürü “onun hegemonyasını teslim etmesinden” söz edilince açığa
çıkmaktadır. “Devrimde hegemonya, toplumdaki devrimci güçler dengesinin bir
sonucudur. En güçlü olan sınıf, yani en güçlü bilinçlenme ve örgütlenme
düzeyine varmış olan ve toplumun gelişmesi gereği ekonomide ve toplumsal
hayatın bütün alanlarında ağır basan sınıf, hegemonyasını öteki devrimci sınıf
ve zümrelere devrimci dayanışma ruhu içinde kabul ettirir. En devrimci gücün
devrimde hegemonyasını kurmasını özleyen proleter devrimcisi, oportünist
demagogların yaptığı gibi “biz öncüyüz gelen gelir gelmeyen gelmez” diyerek
hareketi tecrit eden kısır tartışmalarla, iddiacılıkla vakit kaybedemez. Gider
şehir ve köy proleterlerini bilinçlendirir. Üstelik bunda öylesine başarılı
olur ki, bütün devrimci çevreler, proleter devrimci harekete saygı duyarlar ve
onun hegemonyasını teslim ederler.”[144]
Belli’nin anlayışına göre bütün sınıfların
kafasında bir tek devrim anlayışı hâkimdir. Buna göre işçi sınıfından milli
burjuvaziye ─her
ne şehir ve köy proleterlerini bilinçlendirmeye gidilmesinden söz etse de─ kadar bütün
sınıfların bir devrim rüyası vardır. Arada bir ikirciklenmelerine karşın tüm bu
sınıflar devrimin mümkün olan en sorunsuz ve kolay hali ile gerçekleşmesini
ummaktadırlar. Dolayısıyla devrime önderlik etmek, onu kendi çıkar ve
ihtiyaçları doğrultusunda ilerletmek gibi bir kaygıları olmadığından devrime
kim daha fazla emek harcarsa önderliği ona teslim edeceklerdir. Tanımlanan şey
“Çin Tipi devrim”dir. Bu devrim, emperyalistlerin işbirlikçileri olan
tekellerle, onların kırdaki dayanağı feodal aristokrasiye karşı
gerçekleşecekti. Devrim ulusal bir halk devrimiydi; dört sınıftan oluşuyordu.
İşçiler, köylüler, küçük burjuvazi ve milli burjuvazi. Bu dört sınıf iktidarı
eşit bir biçimde paylaşacaktı. Öncülüğün kimin elinde kalacağını pratik
gösterecekti.
Oysa devrime fiilen katılan sınıfların
tümünün devrim sürecinde kafalarında siyasal iktidarı alaşağı etme gibi bir
düşünceleri yoktur. Örneğin 1917 Şubat Devrimine katılan küçük burjuvazi ve
liberal burjuvazinin hiçbir zaman iktidar perspektifi olmamıştır. Hatta Şubat
Devrimi sonrası kurulan koalisyonlara katılan Kadetler uzun süre boyunca
çarlığın yanında sayılabilecek bir tutum izlemişlerdir. Benzeri durumlar
burjuva devrimleri sırasında köylülükle burjuvazi arasında da yaşanmıştır.
Örneğin Fransız Devrimi’nde aristokrasiye karşı burjuvaziyle beraber baş
kaldıran köylülük hiçbir zaman bir iktidar perspektifi geliştirmemiş, devrim
öncesinde devrimle ilgili herhangi bir siyasal tasarımda bulunmamıştır.
Diğer yandan egemen siyasal iktidar
devrildikten sonra bile, ortaya çıkan iktidar boşluğu her sınıfın kendi siyasal
temsilcisi tarafından doldurulmak istenecektir. Devrim sürecinde yer alan her
sınıf, siyasal otoritenin yeniden düzenlenmesinde daha fazla pay almak
isteyecektir. Şubat Devrimi’ne ilişkin yukarıda verilen örnek bunun için iyi
bir kanıttır. İktidarı devirmek gibi bir perspektiften yoksun Kadet Partisi
bile devrim sonrası hegemonyayı ele almak istemiştir. Yıkılmak istenen iktidar,
ülkenin “kanını emen tekellerinin” iktidarıydı. Sayıları birkaç yüzü geçmeyen
bu bir avuç işbirlikçinin saltanatına işçi sınıfı, köylülük, tekellerle kanlı
bıçaklı olan milli burjuvazi ve ilerici aydın zümre son verecekti.
MDD’nin tutumu, inisiyatifsizliğin ve iktidar
perspektifsizliğinin bir diğer adıdır. Öncülüğün hangi sınıfta olacağını hiç
düşünmeyen “hele bir başlayalım gerisi
sonra gelir” mantığından işçi sınıfının iktidarı alması için hangi yolu
izleyerek ona öncülük edeceğini planlaması da beklenemez. MDD’ye göre sorun “halkımızı harekete geçirmek”tir; bu
amacı güderek var güçleriyle çalışan “devrimciler” elbet çabalarının
meyvelerini toplayacaklardır.
İleride değinileceği gibi MDD
hareketini, birbirinin peşi sıra acil görevlerini kır ve kent gerillaları
oluşturmak olarak saptayan üç akımın, THKO, THKP ve TKP-ML’nin takip etmesi
rastlantı değildir. Bu hareketlerde MDD yansıması, bir avuç işbirlikçi dışında
herkesin devrimden çıkarı olacağını ve devrime şu ya da bu biçimde katılacağını
savunan teorik çerçevenin pratikteki izdüşümüdürler. MDD’den kopan devrimciler
için handikap hiçbir örgütsel ve programatik temele sahip olmadan silahlı
mücadeleye girişmek, mücadeleye susamış olduğu sanılan halkın kurşun seslerini
duyunca ayaklanıp “öncülerine”
katılacağını ummak oldu.
1970'e gelirken,
Doğu Perinçek'in başını çektiği küçük
bir grup “Milli Demokratik Devrim” hareketinden koptu. “Milli Demokratik
Devrim” hareketinin başlıca sosyal temelini
teşkil eden ve giderek radikalleşen öğrenci gençlik hareketi içinde öteden beri pasifist ve reformist
nitelikleriyle ün salmış “Proleter
Devrimci Aydınlık” (PDA) çevresi hızla
tecrit oldu. Mihri Belli, başlangıçta Doğu Perinçek ve çevresine eğilim
gösterdiyse de, bu durum karşısında güçlü
görünebilmek ve gençlik eylemiyle bağını kesmemek
için “Milli Demokratik Devrim” hareketi saflarında kaldı.
Bütün bunlar
olurken kitlelerin eylemi de gelişiyordu. Kitle hareketlerindeki kabarış 15-16 Haziran'da büyük işçi direnişiyle zirvesine ulaştı ve İstanbul'da
sıkıyönetim ilan edildi. Sosyal
pratik, ordunun, devletin vb. Mihri Belli
ve Doğu Perinçek gibileri tarafından gizlenilmek istenen karşı-devrimci niteliğini ve cuntalara bağlanan umutların
kofluğunu ortaya çıkardı. Bu ortamda, bir süre sonra da Mahir Cayan ve Deniz Gezmiş gibi radikal gençlik önderleri gençlik kitlesini de peşlerinden sürükleyerek Mihri Belli ve avenesini yalnız bıraktılar. Aynı şekilde
D. Perinçek grubunun içinde de
İbrahim Kaypakkaya önderliğinde yine küçük-burjuva ihtilalci bir
nitelik taşıyan bir hareket gelişmeye başladı.
Mihri Belli'nin
ve onun ustası Ş. Hüsnü'nün sadık izleyicileri ve burjuva kuyrukçuları PDA şefleri, içine düştükleri tecrit zincirini kırabilmek umuduyla o
zamanlar dünyada (ve aynı zamanda
ülkemiz yurtsever devrimci çevrelerinde) haklı olmayan büyük bir prestije sahip
Mao, Çin Komünist Partisi ve Kültür Devrimi'ne sarıldılar. Böylece bütün bu
karmaşa ortamına bir de “Mao Zedung Düşüncesi” giriyor ve ortalık daha da karışıyordu.
Devrimci Kopuşa
Doğru
Türkiye solu dünyayı, 1960
sonrası gelişiminde birçok problemle boğuşurken tanıyacaktır. Genç kuşağın
önünde, örnek alınacak bir komünist gelenek dışında, her türlü sapma mevcuttur.
Kemalizm, popülizm, reformizm, militarizm, vb. Bir yandan Latin Amerika
ülkelerinde gelişen gerilla mücadeleleri, diğer yandan SBKP tarafından
estirilen 'modern revizyonist' rüzgârlar… Genç sol hareket, dünyaya gözünü bu
ortamda açıyordu.
Genel olarak, örgütlü ve komünist
nitelikli bir politikanın halk ve işçi hareketinin ihtiyaçlarına cevap vermeyi
başaramadığı, sistem içi hareketlerin sınıf mücadelesini kendilerinde
yedekledikleri ve uyguladıkları uzlaşmacı taktiklerle sınıf mücadelesinin zaafa
uğradığı her yerde, sınıf mücadelesinin içinden Marksistler açısından
"sol" sapma olarak nitelenen yönelimlerin ortaya çıkma olasılığı
oldukça yüksektir. Ortaya çıkan bu yönelimlere, Lenin, "işçi hareketi
içindeki 'sol' sapma, sağ oportünizmin günahlarının bir bedelidir"
demişti. Sol sapma tam da belirlenen bu tablo içerisinde, Türkiye'nin tarihinde
gördüğü en karmaşık ve çok yönlü toplumsal hareketlilik ortamında, kendisini
bir kez daha kanıtlayacak zengin bir siyasal alan bulmuştur.
1961-1971 döneminde
belirginleşen yol ayrımları, sol hareketin mensuplarının düşüncelerindeki ana
temaların ortak olmasına karşın, dünyadaki politik gelişmelerin etkisi altında
farklı politik tarzlar edinmelerinden ve sınıfsal konumlarından kaynaklanarak
belirginleşen bakış açılarında somutluk kazanır. Bu yıllar kopuşların giderek
yaygınlaştığı yıllar olarak tarihe geçti. 12 Mart askeri müdahalesinin
yarattığı yenilgi sonrasının yol açtığı özeleştiri ve kendini yenileme
sürecinde gelişmeyi belirleyen hareketlerden, THKO, THKP/C, TKP/ML farklı
tutumlar takındılar. Ayrışmanın temelinde yatan gerçeklik ise; Çin-Sovyetler
Birliği ve daha sonra Çin-Arnavutluk arası yaşanan kopuşlarda bileşenlerin
kendilerini farklı kamplara yerleştirmeleriydi.
Emperyalizmin dünya üzerinde
sürdürdüğü saldırgan politikalar, 1968 Mayısı'yla açığa çıkan büyük devrimci
hareketlilik, bütün dünyada, emperyalizme karşı yeni bir devrim çağının
yaşandığı izlenimi verecek kadar güçlü, etkili ve yaygındı. Genel niteliği
açısından, 1968'le başlayan sürece damgasını vuran, İtalya ve Fransa İşçi
sınıfı dışında, başta öğrenci gençlik olmak üzere, küçük burjuvazinin radikal
kesimi ve yarı sömürge ülkelerde köylülüğünün çeşitli katmanlarının mücadelesi
olmuştur. Emperyalizme karşı sömürge ve yarı-sömürge ülke halklarının silahlı
mücadelesine, emperyalist metropollerde işçi ve öğrenci ayaklanmalarının
eklenmesiyle ortaya çıkan genel durum, mücadelenin bütün alanlarında ve
biçimlerinde kendine özgü yeniliklerin de kaynağı olmuştu. Dolayısıyla, 1968
devrimci dönemine, esas damgasını vuran mücadele emperyalizme karşı ulusal
kurtuluş, mücadelesi veren köylü halklar ve metropollerin radikal küçük
burjuvazisi olmuştur.
1968 sürecinin dünyada ki belirgin
özellikleri, emperyalizmin en yaygın görünüşü haline gelmiş bulunan siyasi
yozlaşmasına, şiddetine ve vahşetine karşı orta ve aşağı sınıfların tepkisiyle
karakterize oluyordu. Türkiye’de de bunun yansıması iktidarın artan saldırıları
karşısında TİP yöneticileri bile parlamentarizme mesafeli yaklaşırken, Devrim
Gazetesi etrafında toparlanan Yön aydınlarından arta kalanlar, MDD hareketini
ilk kuranlarla birlikte ilerici subayların müdahalesini beklemeye koyulurlar.
MDD hareketi içinde Aydınlık Dergisi etrafında toparlanan gençlik kesiminde,
Marksist eserlerden çok, Sovyet devriminin etkisiyle okunan Lenin’in eserleri
ve özellikle 1930-50 yılları arasında Çin devriminin deneylerini yansıtan ve
“Milli Demokratik Devrim” tezlerini destekleyen Mao-Zedung düşüncesi* yoğun ilgi görür.
Başını Sovyetler Birliği'nin çektiği
sağcı çizginin etkileri bunun dünya arenasına yansıyan politikasıyla ve
emperyalizme karşı gelişen gerilla hareketleri, devrimcilikle reformizm
arasındaki ayrışmanın ana çizgilerini oluştururken; dönemin devrimci
hareketlerinin teorik ifadesi, kendisini Mao düşüncesinde bulmuştur. “Silahlı
mücadelenin esas alınması” gerektiği yolundaki görüşlerin bütün devrimci
çevreleri etkilemesi ve bunun, reformizm ve uzlaşmacı akımlara karşı bir ayrım
çizgisi olarak kabul edilmesi, dünyadaki gelişmelerden etkilenen Türkiye’deki
radikal sol harekette kısa zamanda kabul gördü.
Diğer bir ayrışma, TİP’e karşı MDD
savunucularının çıkardığı Aydınlık dergisinin yayın kurulunda yaşandı.
MDD’cilerin Perinçek kanadı devrimde proletaryanın önüne özel bir öncülük
görevi koymuyordu. Perinçek çevresi için önderliği pratik belirlerdi ve bugünkü
pratiğe göre de öncülük konumunu doldurabilecek unsur küçük burjuvaziydi.
“Türkiye’de topraksız, az topraklı ve orta
topraklı köylülerin, işçilerin esnaf ve zanaatkarın, aydınların, memur ve
subayın, yabancı sömürücülerle ortaklık etmeyen sermaye sahiplerinin menfaati
birdir. Bizim partimiz bir Milli Kurtuluş Cephesidir. Bizim partimizin komutanı
Mustafa Kemaldir…”[145]
Mahir Çayan’ın, Perinçek’in bu sözlerini ve
“Türkiye’de devrime işçi sınıfının önderlik edebilmesinin objektif koşulları
oluşmamıştır” iddiasını eleştirmesi ile ikinci bölünme gerçekleşti. Çayan ve
yoldaşları işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşecek demokratik devrimin
gündemde olduğunu, bunun içinde sınıfın önderlik ettiği bir partinin varlığının
zorunluluğunu ilan ediyorlardı.
Ancak bütün bu ayrışmalara rağmen bütün
çevreler, Mao Ze-dung devrim modelini
topyekun benimseyecek, proletarya partisinin önderliğinde gerçekleşecek “kırlardan kentlere yönelik halk savaşı”nı
kabul edeceklerdir. Mahir Çayan ise işçi sınıfının ülke gerçekliğinde Perinçek’in
söyleminin kabul edilerek sınıfın güçlenmemiş olmasından ötürü, proletaryanın
mücadeledeki önderliğinin ancak ideolojik bir önderlik olabileceğini savunacak,
böylelikle her iki çizgi de aslında devrim stratejisi konusunda benzer bir
yaklaşımı benimseyecekti.
THKP-C’nin kurucuları Türkiye’nin bir suni
denge durumunda bulunduğunu, bu dengeyi kırmak için partinin öncü savaşının
kitleleri harekete geçirecek kıvılcımları yakmak için şart olduğunu
söylüyorlardı. Perinçek çevresi ise halk savaşı stratejisini bütün sosyalist
odakları birleştirici legal bir partinin kurtarılmış bölgeler yaratması olarak
çiziyordu. iki çizgi arasındaki asıl fark, örgütlenme ve mücadele biçimleri
arasında yaşanıyordu.Devrim modelleri arasında ise keskin ve uzlaşmaz bir aykırılık
kalmamıştı her iki taraf da kırlardan şehirlere yürüyen bir devrimden söz
ediyor, ancak THKP-C şehirlerde devrimci hareketin güçlü durumda bulunmasını
hesaba katarak kırdaki mücadelenin örgütlenmesinden önce şehir gerillalarının
oluşturulmasını şart koşuyordu. Kızıldere katliamı sonrasında THKP/C’nin devrim
modeli, onun ardılı olan örgütler tarafından korundu. Çayan’ın mirasını
sahiplenenler arasındaki tartışma bundan sonra devrim modeli üzerine değil
silahlı mücadelenin yöntemi üzerine yürütülecekti.
M. Çayan’ın Aydınlık Sosyalist Dergide
yayımlanan, “Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori” başlıklı yazısı, genel olarak
devrimci grupların ilkelerini ortaya koyar: “…şehir ve köy proletaryasının ve
emekçilerinin hala önemli bir kısmının baş düşmanları olan emperyalizmin
Türkiye’deki uzantısı AP. İktidarının ya da statükocu muhalefetin peşinden
gittiği şehir ve köy proletaryasının geniş çevrelerinin öz devrimi sosyalist
devrimden habersiz olması bir yana, ülkesinin işgal altında olduğunun bile
farkında olmadığı bir evrede, proletaryanın fiili öncülüğünden bahsetmek,
oportünizmin daniskasıdır.” “…işçi sınıfının öncülüğü olmadan ne
anti-emperyalist savaş başarıya ulaşır, ne de sosyalizme geçiş olabilir. İşçi
sınıfının öncülüğü olmadan sosyalizme geçişi mümkün görmek boş bir hayaldir.”[146]
Devrimci grupların kendilerine
aradıkları strateji, her grubun eylemleri ile kazandığı pratik deneyime
dayanır. Marieghella ve Guevera’nın, bu dönemde Türkçeye çevrilen eserleri
gerilla hareketinin gelişimine katkıda bulunurken, ‘Halk kurtuluş savaşı’ da
bir 'ilke' olarak yerleşmeye başlıyordu. Halk savaşı düşüncesinde ilke olarak;
düşmana karşı yıpratıcı bir mücadele vermek; devrimci mücadelenin en geliştiği
bölgelerde parlayan iç savaş kıvılcımlarını aktif mücadeleyle ülkenin tüm alanlarına
yaymak, mücadeleyi politikleşmiş bir askeri mücadele biçiminde yürütmek,
ekonomik ve demokratik mücadeleleri asıl mücadeleye yardımcı olması bakımından
önemsemek gerekmektedir. Karşı devrimin baskısına devrimci şiddetle cevap
verilmeli, işçi ve köylü kitlelerine aktif mücadelenin gerekliliği
gösterilmelidir.
MDD içindede tartışmalar sonucunda üç bölünme
yaşandı. Birinci bölünme teorik bir gerekçe olmadan Deniz Gezmiş ve
yoldaşlarının, Mihri Belli’nin “devrimci
laf kalabalıkları”yla ve “aydın
gevezelikleri”yle ilgili yorumlarını uçtan okuyup, teorik tartışmaları
zaman kaybı olarak değerlendirerek, THKO adıyla kırlara, dolayısıyla silahlı
mücadeleye yönelmesiyle birlikte gerçekleşmişti. THKO’lular için sorun
yeterince cesaretli olmamaktı; silahı eline alıp halkı ayaklandırmaya
çağırıyorlardı; THKO’nun önder kadrolarını fiilen tasfiye etmesinden sonra, bu
geleneğin takipçilerine sürdürülecek teorik bir miras kalmamıştı.
Diğer bir kopma ise Aydınlık içerisinde
meydana geldi. İbrahim Kaypakkaya ve yoldaşları legal mücadele içerisinde yatan
oportünist mantığı sezinleyerek Aydınlık çevresinden ve giderek onu sarmalayan
kemalizmden koptular. kemalizmi ve kalkınma düşüncesini terk eden, ittifakları
komünist dünyaya ulaşmak için düşünen Kaypakkaya diğer hareketlerden daha
ayrıksı bir yapıya sahipti. Tüm ayrışmaların içerisinde teorik olarak Marksizme
en yakın Kaypakkaya olmuştur. ÇKP çizgisine bağlı olan akımların devrimci
kanatta kalan TKP-ML. TKP-ML Kemalizm
dışında, Aydınlık’ın silahlı mücadeleye bakışını oportünistçe buluyor ve
kentlerde kalıp, ağırlıklı olarak işçi sınıfına yaslanmasını eleştiriyordu.
TKP-ML’yi Aydınlıkçılardan ayıran ve devrimci konumunu korumasını sağlayan bir
diğer önemli nokta da, uluslararası saflaşmada Arnavutluk’la birlikte konumlananların
yaptığı gibi, “Üç Dünya” teorisini reddetmesiydi ve hiçbir zaman silahlı
mücadele vurgusundan ve direnme çizgisinden vazgeçmedi. Fakat TİKKO eklektik
bir biçimde TKP’nin kentlerde başlattığı mücadeleyi kırlarda sürdürmek amacıyla
partileşmeye başladı.
Dünyada sol hareketlerin ayrışmasında temel
neden, aynı sosyo ekonomik yapının
farklı yorumlanması ve bunu üzerinden yükselen devrim modelleridir. Türkiye’nin
içinde bulunduğu somut koşulların farklı yorumlanması ve farklı modellerden
farklı mücadele yöntemleri türetilmesi görünürde Türkiye Solu içindeki
ayrışmanın temel nedenidir. Görünüşte aynı şeyi söyleyenlerin, söylemlerinin
altında bir ve aynı gibi görünen şeylerin hiçte öyle olmadığıdır. Farklı devrim
modelleri, modelin üzerinde yükseldiği gerçekliğin farklı yorumlanmasıdır. Bu
gerçeklikleri her sınıf kendi sınıf bakış açısıyla yorumlar ve iktidar
perspektifini bunun üstüne kurar. Bunların hepsi bir ve aynı biçimin farklı
görüntüleridir demek sınıfsal bakış açılarının üzerinden atlamak onları görmemek
demektir.
MDD ve sosyalist devrim modelleri arasındaki
asıl ayrılık 1960’lardan 1970’ler gelen süreçte mücadele yöntemi konusundaydı.
Asker-sivil aydın zümreye daha etkin bir rol biçen MDD devrimcilere düşen
sorumluluğu arttırıyor ve kitlelerden kopuk da olsa bir tür devrimci aktivizmi
meşrulaştırıyordu. Devrimci aktivizmden fellik fellik kaçan TİP ise bu tutumunu
“işçi sınıfının kendisini kendi elleriyle kurtaracağı” sözünün arkasına sığınıp
kitlelerin henüz geri bir düzeyde olduğu, bu yüzden de provokatif eylemlerden
kaçınmak gerektiği savlarıyla gerekçelendiriyordu. MDD, sosyalist devrim, “kapitalist olmayan kalkınma yolunu”
hepsi “Tam Bağımsız Gerçekten
Demokratik Türkiye”yi hedefleyebilirler. Ama asıl mesele iktidarın ele
geçirilip kimin iktidar olacağıdır.Temel ayraç da bunun üstüne kurulur.
Böyle bir durumda devrimin karakteri üzerine
yürütülen tartışmanın aslında seçilen mücadele biçiminin gerekçelendirilmesine
ilişkin bir tartışma olduğu ortaya çıkıyordu. Türkiye’nin ne derece geri kalmış
olduğu ve ülkede demokrasinin olup olmadığı sorularının yanıtları önemliydi,
çünkü eğer Türkiye geri kalmışsa ve Türkiye’de demokrasi yoksa kalkınma ve
demokratik özgürlüklerin kazanılması için silahlı mücadelenin başrol oynadığı
bir devrim süreci gerekliydi. Yok, durum böyle değilse, örneğin demokratik
özgürlükler varsa, o zaman şiddete başvurmaya gerek yoktu. İşçi sınıfı iktidarı
barışçıl bir biçimde alabilirdi. Tartışma zeminin yukarıdaki gibi belirlenmesi,
sadece iki tarafın da farklı tezlerle fakat aynı platformun içinde
konumlandıklarını açığa çıkarmakla kalmaz aynı zamanda Türkiye Solunun burjuva
demokrasisine olan hayranlığının temellerini de gösterir.
TİP’le MDD
arasında yaşanan ayrışmanın devrim modeli üzerinden değil, devrimci aktivizme
biçilen rol yüzünden gerçekleştiği daha sonra MDD içerisinde yaşanan
ayrışmalarda da açığa çıktı. THKO’nun, THKP/C’nin ve TKP-ML‘nin, Mihri Belli ve
Aydınlık çevresinden kopuşlarının ve birbirleriyle birleşememelerinin ardında
teorik programatik ayrılıklardan çok, silahlı mücadelenin gerekliliği ve
gerçekleştiriliş tarzı hakkındaki uzlaşmazlıklar yattığı iyice belirginleşti.
Türkiye'de silahlı eylemcilik, '68'in
coşkulu rüzgârını da arkasına alarak, devrimci hareketin pasifime karşı bir
tepkisinin ürünü olarak ortaya çıktı. Bu dönem, özellikle topraksız ve küçük
üretici köylü kitlelerinin eylemleriyle ve işçi sınıfının son derece parlak bir
biçimde sahneye çıkışıyla karakterize edilebilir. Halk muhalefetinin
ihtiyaçlarına, mevcut örgütlerin ve siyasi akımların ciddi bir seçenek
oluşturamaması, giderek kızışan ortama etkin bir biçimde katılma isteğiyle
hareket eden genç aydın gruplarının yeni arayışlara girmesine yol açtı.
Avrupa'da da, KP’ler örneğin, Fransa'da
sendikaları kontrolünde tutan parti, gençliğin ve işçilerin devrimci eylemini
bastırmakta hükümetle işbirliğine girişmekten çekinmemişti. Türkiye'de ise,
TİP ve illegal TKP, gençlikten ve işçi hareketinden, hem uzak duruyor ve hem
de, eylemliliğin yükselmesini baltalamaya çalışıyordu. Bu tutumun tek
gerekçesi: Faşizmi engellemekti.
Yeni oluşan gençlik hareketi ve siyasal
oluşumların kendilerini ifade ederlerken, TİP-TKP geleneklerinin ortaya
koydukları teorik ve pratik duruş, gençlik hareketinin tepkisini çekiyordu.
Gençliğin bu çevreleri karşıtları olarak görmeleri kaçınılmazdı. Pasifime karşı
tepkinin en belirgin ifadesi, devrim ve şiddet kavramları arasında kurulan
dolaysız ilişkide kendisini ortaya koyuyordu.
Türkiye'de "silahlı mücadelenin
esas" alınması gerektiği yolundaki görüşlerin bütün devrimci çevreleri
etkilemesi ve bunun reformizm ve revizyonizme bir ayrım çizgisi olarak kabul
edilmesi, dünya koşulları ile çakışan Türkiye koşullarında yerleşeceği zemini
zorlanmadan buldu. Sosyalizm ve devrim üzerine tartışmalar, devrimin şiddete mi
dayanacağı? Yoksa parlamenter-"pasifist" bir geçişle mi olacağı
noktasında düğümlenmişti.
Devrim biçimi bir kez belirlendikten
sonra buna bağlı olarak ele alınacak, her somut durum veya teorik yapılanma ve
sosyo-ekonomik yapı çözümlemeleri bile, devriminin nasıl olacağının gerisinde
kalıyordu. “Öyle ki, Türkiye'de kapitalizmin belli bir düzeyde olsun gelişmiş
bulunduğunu söylemek, ya da bunun tersine, Türkiye'nin yarı-feodal ve
yarı-sömürge olmadığını söylemek "halk savaşı"nı reddetmek için
başvurulmuş bir cambazlık olarak değerlendirilebiliyordu. Bu yüzden
"sosyalist devrim" sloganını kullanan TİP ve diğerleri, tamamen yanlış bir biçimde
"ayaklanmacılar" olarak adlandırılıyor ve ortaya, "sosyalist
devrim için ayaklanmayı savunan revizyonistler" gibi tuhaf kavramlar çıkabiliyordu.
Gerçekte, "sosyalist devrim" diyenler ne sosyalizmi hedefliyor, ne de
ayaklanmayı savunuyorlardı.”[147]
“1971
'Sol' Hareketi”, 50 Küsur Yıllık Sağcılığın Bir Bedeliydi
Bu karmaşa içinde,
küçük-burjuva ihtilalci gelişimin sonucu olarak,
ülkemizde yaygın adıyla “1971 'sol' Hareketi” işte bu
koşullarda ortaya çıktı. Başlıca temsilcileri Deniz
Gezmiş, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil ve Yusuf Aslan önderliğindeki
Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu, Mahir Cayan
önderliğindeki Türkiye Halk Kurtuluş Partisi/Cephe ve İbrahim Kaypakkaya önderliğindeki TKP/ML-TİKKO olan Küçük-burjuva İhtilalci 'sol' hareket;
baştan beri özetlediğimiz, ülkemizde
50 küsur yıllık revizyonist “miras”a ve
bunun o dönemdeki uzantılarına karşı bir tepki olarak doğdu ve gelişti. O, revizyonist günahın
adeta bir kefaretiydi.
Bunun yanında,
ülkemizde, “1971 'sol' Hareketinin, küçük-burjuva
maceracılığın ortaya çıkıp gelişmesi, yalnız ülkemizdeki koşulların ve gelişmelerin değil, aynı
zamanda o dönemde uluslararası alandaki gelişmelerin de
bir sonucuydu. Bilindiği gibi, 1960'ların
sonları, küçük-burjuva 'sol'
hareketlerin sadece ülkemizde değil, genel olarak Asya, Afrika ve Latin Amerika'nın geri ülkelerinde —bu
arada bazı gelişmiş ülkelerde de— nispeten önemli bir yaygınlık kazandığı yıllar olmuştur.
1960'lann sonlarında
dünya kapitalizminin içine düştüğü bunalım, bütün
dünyada emekçi kitleleri devrimcileştiriyor ve
kitlelerin hareketinin yükselmesine yol açıyor ve bu durum genel olarak küçük-burjuvaziyi, özel olarak onların aydınlarını etkiliyor,
radikalleştiriyordu. Bunun yanında, bir
süreden beri merkezini kapitalizmin restorasyonunun
gerçekleştiği Sovyetler Birliği'nin ve SBKP' nin
oluşturduğu yeni bir karşı-devrimci güç ortaya çıkmıştı ve modern revizyonizm, uluslararası proletarya ve ezilen halkların, uluslararası burjuvaziye, emperyalizme
ve gericiliğe karşı mücadelelerini
saptırıp, yozlaştıran, sabote eden,
ezilmesine yardım eden karşı-devrimci bir akım olarak burjuvazinin hizmetinde önemli bir rol
oynuyordu. 1960'lardaki büyük mücadelede
başta Arnavutluk Emek Partisi olmak
üzere Marksist-Leninist partiler modern revizyonizmin ihanetini açığa çıkarmışlar, karşı-devrimci özünü
ortaya koymuşlar ve ideolojik olarak teşhir etmişlerdi. Ancak bu mücadele henüz yeniydi. Kruşçev-Brejnev revizyonistleri ellerindeki büyük olanaklardan ve
özellikle SBKP’ nin prestijinden
yararlanarak büyük tahribatlar yapabildiler. Birçok ülkede komünist partiler
SBKP'ne paralel olarak yozlaşıp, revizyonist, karşı-devrimci partiler haline geldiler. Devrimci hareketler, ya modern
revizyonizmin açıktan açığa ihaneti
ile karşılaştı, ya da onun yozlaştırıcı
etkileriyle karşı karşıya kaldı. Birçok ülkede yeni ve gerçek
Marksist-Leninist partilerin kurulması, revizyonist
tahribatları alt ederek işçi sınıfı ve diğer halk kitleleri içinde kök salması, onları kendi
etrafında toplayarak, onların başına geçip mücadeleye önderlik etmeleri
süreci henüz başlangıç durumundaydı. Bir
dizi ülkede ise böyle bir oluşum bile
söz konusu değildi ve buralarda revizyonizmin
tahribatı daha da büyüktü.
Revizyonist partiler
her ülkede devrimci gelişimin bütünüyle karşısında ve
burjuvazinin yanında yer alıyorlardı.
Ezilen ulus ve halkların kurtuluşu için proletarya önderliğine gerek olmadığı;
bunu, burjuvazinin, “sosyalist sistemin yönlendirmesi
ve yardımıyla “kapitalist olmayan yol”dan yürüyerek
gerçekleştirilebileceği şeklindeki propagandalarına hız
verdiler. Her yerde sözde “sosyalist” Rus
yanlısı cuntalar tezgâhladılar, bunları desteklediler. Uluslararası ve ulusal
alanda, sınıf mücadelesi yerine sınıf işbirliğinin esas alınmasını vaaz
ettiler. Sosyalizm ve komünizm hedefini ortadan kaldırmaya çalıştılar,
“demokrasinin genişletilmesi” tezini ortaya attılar. Onlar bütün bu yollarla, devrimci perspektifi karartıp
yok ederek, kitlelerin ulusal ve
sosyal kurtuluş mücadelelerini düzenin sınırları İçinde tutmaya, burjuva
gerici devleti parçalamaya
yönelmesini engellemeye çalıştılar. Buna yönelen mücadeleleri burjuvazi
ile el ele zorla bastırmaya giriştiler.
Oysa bu dönemde daha
önce de belirttiğimiz gibi kitlelerin mücadelesi yükseliyordu. Gelişmiş
ülkelerde proletaryanın ve halk
kitlelerinin mücadelesi, geri ülkelerde ulusal
ve sosyal kurtuluş mücadeleleri hızla gelişiyor ve yaygınlaşıyordu. Bu durumda
sosyal pratik modern revizyonizmin teori ve
pratiğini özellikle sağcı, reformcu, uzlaşmacı yaklaşımı, “barışçıl geçiş”
türünden teorileri yerle bir ediyordu.
Modern revizyonist tezler sınıf mücadelesi gerçeğine uygun düşmüyor, canlı hayatın gelişmesi
karşısında bunların gereksizliği her gün kanıtlanıyordu.
Modern
revizyonizmin ihaneti ile yükselen kitle hareketleri karşısında, Marksizm-Leninizm’in yokluğunda,
küçük-burjuva ihtilalci teoriler
prestij kazanıyordu. Enver Hoca yoldaş,
bu durumu 1971'de yapılan Arnavutluk Emek Partisi VI.
Kongresi'ne sunduğu raporunda en Özlü biçimiyle
şöyle açıklıyordu: “Gerçekten bugün devrimci
mücadele, revizyonistlerin dışında ve onların arzularının tersine
gelişmektedir. Buna karşın revizyonist teori ve uygulamaların tehlike ve zararları küçümsenemez.
Aralarında dürüst devrimcilerin
de bulunduğu birçok insan, gerçi
revizyonistlerin reformcu yolunu reddetmekte ve onu eleştirmektedir; fakat devrim ve onun gelişme yolu hakkında başka bir.- yanlış anlayışa kapılmışlardır. Bu,
onların küçük-burjuva sosyal durumlarıyla, Marksist-Leninist ideolojik şekillenmelerinin eksikliğinden ve
anar-şist-Troçkist vs darbeci anlayışların
üzerinde yaptığı etkilerden ileri
gelmektedir.”
Öte yandan modern
revizyonizmin yanında, “Mao Zedung Düşüncesinin,
onun ışığında Çin Komünist Partisi'-nin
tahlil ve tezlerinin, bu dönemde bütün dünyada 'sol' maceracılığın gelişmesindeki etkileri de küçümsenemez. Modern revizyonizme karşı mücadelede o dönemde hak etmediği bir prestij kazanan Mao'nun ve ÇKP'nin tez ve tahlilleri devrimciler üzerinde etkili olmuş ve onların
birçoğunu şu veya bu ölçüde
yanlışlara sürüklemiştir. Onların modern
revizyonizme karşı Marksizm-Leninizm’in savunusu gibi görünen İdealist, iradeci, küçük-burjuva tezleri o dönemde modern revizyonizme karşı tavır alan veya bu mücadele içinde oluşan çeşitli partileri maceracılığa, köylü devrimciliğine vb. sürüklemiş ve bu ülkelerin devrimci
mücadelelerinde onulmaz yaralar açmıştır. Bunların
içinde “emperyalizmin toptan çöküşe ilerlemesi” tezleri ve Maço’cu
“Halk Savaşı Teorisi” belirgin
örnekler olarak sayılabilir.
Ülkemizde ortaya
çıkıp gelişen “1971 'sol' Hareketi” de,
ulusal planda 50 küsur yıllık revizyonist, sağcı tahribatın yanı sıra, uluslararası planda modern revizyonizmin
tahribatı ortamında dünya çapında
ve Özellikle Latin Amerika'da ortaya çıkan ve sosyal temel
olarak küçük-burjuvaziye dayanan, anarşizm,
Troçkizme ve darbeci anlayışlardan
etkilenen, modern revizyonizmin ideolojik temelini eleştiren ancak onun yerine Marksizm-Leninizmci
koymayan 'sol'cu kabarışın bir
parçası, ülkemizdeki yansıması olarak gelişti. Bu, aynı şekilde “Mao
Zedung Düşüncesinin tezlerini de
taşıyordu.
1971 'sol' Hareketini, iki temel özelliği
ile şöylece toparlamak mümkündür:
Birincisi, bu hareket 1970'lere gelirken gelişen kitle hareketlerinin radikalleştirdiği yurtsever,
devrimci, demokratik unsurların
emperyalizme, faşizme ve feodalizme karşı tepkilerini, aynı zamanda (bunun yanı sıra) bunları yaşatma ve güçlendirme görevini üstlenmiş olan
revizyonizme ve reformizme karşı
tepkilerini ifade ediyordu. Bu nitelikleri
onun olumlu yanını oluşturuyordu.
İkincisi, bu hareket, artık kitle
mücadelelerinin geçici bir süre de olsa gerilediği, gerilemeye başladığı
koşullarda ortaya çıktı ve aynı zamanda
küçük-burjuvanın umutsuzluğunu ve karamsarlığını da yansıtıyordu. 1971 Hareketi, “kızıştırıcı”, “kitleleri harekete
geçirici” silahlı eylemlerle sözde
mücadeleyi yeniden canlandırmaya çalışırken;
pratikte kitlelerden kopuk, maceracı bir çizgi izledi. Teoride revizyonizmi aşamamasına rağmen; modern revizyonizmin yolunu reddetti,
Kruşçev, Brejnev'lerin, Ş. Hüsnü'nün yolunu reddetti. Bu reddiyenin teorik düzlemde marksizmle buluşamamasının
getirdiği savurmasıyla 'sol' platforma sürüklendi; anarşizme kapı açtı. “1971 'Sol' Hareketi”, ancak küçük burjuva devrimci ufku aşamadı. Bu onun olumsuz yanını oluşturuyordu.
Filizlenmeye
başlamasından itibaren alınırsa, bu hareket yaklaşık üç
yıla yakın bir süre devam etti ve sonunda
küçük-burjuva ihtilalci örgütlerin önder ve diğer kadrolarının tümünün
katledilmesi ya da tutuklanması ve örgütlenmelerinin damıtılmasıyla,
yenilgiyle son buldu.
Örgütümüz 1971
döneminde bu hareketlere önderlik eden ve hepsi de darağaçlarında, işkence
hanelerde ve silahlı çatışmalarda şehit düşen yurtseverleri, devrimcileri; Türkiye halkının yiğit evlatları, halk
kahramanları olarak görmektedir.
Onlar çıkışı olmayan yanlış bir yolda yürüyorlardı; ancak, halkın çıkarı için gözlerini kırpmadan kahramanca öne atılan, fedakâr, yılmaz, dürüst
devrimcilerdi.
Marksist-Leninist
hareketimiz ise, bu mücadelelerin devrimci, yurtsever, demokrat
özelliklerine ve revizyonizmi ve
reformizmi kabaca da olsa reddeden ve Marksizm-Leninizm’e acık olan yanlarına sahip çıkıyor, “1971 'Sol' Hareketinin olumlu yönlerinin
mirasçısı olduğunu ilan ediyor ve savunulan fikirlerde ve uygulamada
anti-Marksist olan, devrime yarar değil
zarar getiren ne varsa hepsini Marksizm-Leninizm temelinde reddediyor.
'71 Devrimci
Kopuşu
Dünyada devrimci dalga geri çekilirken,
SSCB politikalarına angaje olmuş "komünist" partileri dünyada kitle
hareketi karşısında yer almış ve sınıf mücadelesine ait hiçbir çözüm
üretememişlerdir. Gerileyen kitle hareketi içinden mücadeleyi ileri sıçratmak
adına mücadeleyi dar silahlı gruplar aracılığıyla sürdürmeyi deneyen aydın
hareketleri doğdu. Bu hareketlerin temel niyeti gerilemeye başlayan halk
hareketlerini durduğu noktada 68 hareketinin coşkusuyla yeniden ateşlemeyi istiyorlardı. Devrimi gerçekleştirebileceklerini
düşünen, Öğrenci hareketinin önder
kadroları arasından gelen genç militanlardan kurulu bu örgütler, en şiddetli
silahlı eylemlerle, Küba ve Latin Amerika ülkelerindeki ve Çin Devriminde
olduğu gibi halk mücadelesini yeniden başlatacaklardı.
”Türk Demir Döküm Sanayi, Silahtarağa,
Goodyear Lastik Fabrikası, Üstün Çelik Fabrikası, Gıslaved Lastik Fabrikası,
Horoz Çivi Fabrikası, Bossa Dokuma Sanayii, Pertrix Pil Fabrikası, Güney
Sanayii, Aliağa Rafinerisi, gibi her biri kendi sektöründe en önde gelen
işletmelerde aylarca süren işgaller gerçekleşmiş ve on binlerce işçinin, en
sert mücadele biçimlerini kendiliklerinden denedikleri alanlar haline
gelmişti. 1970 yılında DİSK'in gelişmesini önlemek ve işçi kitlesini tek bir
sarı sendika konfederasyonunda toplamak için çıkarılmak istenen "Sendikalar yasası", yüz binlerce işçinin sert protestosu ile
karşılaşmış ve İstanbul, iki gün boyunca sert çatışmalara sahne olmuştu.” [148] Türkiye’de, “işçi ve köylü eylemleri, öğrenci
gençliğin antiemperyalist mücadelesi, bütün bu tartışmaları anlamsız gösterecek
bir düzeyde gelişmeye devam ediyordu.
Avrupa’da KP içine düştükleri çıkmazlar
ve sınıf mücadelesi içindeki uzlaşmacı tavırları nedeniyle bu pratik devrimci
bir dönemde bu türden partilerin hiçbir işe yaramayacağı düşüncesi onlar için
çıkış noktası oluşturmaktaydı. Marksizm-Leninizm, gelişmeler karşısında
özellikle Avrupa KP’leri sayesinde yetersiz bir teori gibi görünmeye
başlamıştı. Buna bağlı olarak, Leninist parti teorisi, sınıf mücadelesi
teorisi ve devrim teorisi de, yeni koşullara cevap vermekten uzak ve yetersiz
görünüyordu.
“Küçük üretici ve topraksız köylülerin
eylemleri de, Türkiye tarihinde daha önce görülmemiş bir düzeye çıkmıştı.
Antalya'nın Elmalı köyünde 15.000 dönüm toprak, köylüler tarafından işgal edilmiş,
jandarmayla çatışılmış ve köylüler topraklardan zorla çıkarılmışlardır. Söke
ovasındaki Bafa gölü, köylülerle büyük toprak sahipleri arasında sürüp giden
bir çatışmanın konusu iken, burada da ilginç bir "göl işgali"
yaşanmış, köylüler, her türlü engellemeyi aşarak ağlarını göle bırakmış ve
jandarma gücüyle ağlarına ve tuttukları balıklara el konulmuştur. Adıyaman'ın
Besni ilçesine bağlı Araplar köyünde de uzun süren ve yine jandarma gücüyle kırılan
büyük bir toprak işgali yaşanmıştır. Bunların yanı sıra, daha kısa süreli ve
küçük çapta onlarca toprak işgali olayı gerçekleşmiş ve hepsinde köylülerle
jandarmalar ya da ağaların adamları arasında silahlı çatışmalar çıkmıştır.
Özellikle, tütün, pamuk, üzüm, çay, fındık gibi sanayide işlenen tarım
ürünlerinin üreticisi olan küçük köylülüğün eylemleri ise, 1965 ile 1971
arasında, her yıl periyodik olarak tekrarlanan ve çoğu büyük gösterilere
dönüşen bir süreklilik kazanmıştır. Bunlar arasında, Ordu'daki büyük
"fındık eylemi" ile Rize'deki çay üreticilerinin, Ordu'da olduğu
gibi, Rize'yi işgal ederek büyük sokak gösterileri düzenledikleri, siyasi
parti binalarına, valiliğe ve Tekel binalarına saldırdıkları eylem, Karadeniz e
olduğu kadar bütün ülkede de derin sarsıntılar yaratmıştı. Bütün bu eylemlere
"Dev-Genç" militanları katılmış ve eylemler üzerinde belirleyici
olmamakla birlikte etkili olmuşlardı. Bunlara, orman işçilerinin, fıstık,
sarımsak üreticilerinin eylemleri ve yürüyüşleri de katılınca, Türkiye, hemen
her yerinde her gün bir halk hareketinin görüldüğü bir ülke manzarası
kazanmıştı.”[149]
Hareketin kendi içindeki kendiliğindenci
gelişimi Türkiye’de gençliği bu mücadelede öne çıkmasını sağlayan güçlü etkeni
oluşturmuştur. İçinden çıktıkları pasifime karşı tepki incelendiğinde;
örgütlerini yaratan silahlı hareketlerin tümü, Çin devriminin etkisiyle Milli
Demokratik Devrim (MDD) tezini savunan taraftan çıkmıştır. Bu hareketlerin
yaptığı ülke tahlillerinde ve ileri sürdükleri savlarda; Türkiye'nin
yarı-sömürge, yarı-feodal yapısının kabulü, esas mücadelenin emperyalizme karşı
verilmesi gerekliliği, Mao’nun “halk savaşı stratejisine” bağlı olarak
verilecek gerilla mücadelesinin esas alınması gerektiği düşünceleri göze çarpan
unsurlardır.
Tamamen sağ oportünizmin ve revizyonizme
pratiğine karşı bir tepki olarak gelişen silahlı hareketler, uzlaşmacı ve
parlamentarist çizgiden kopmanın temsilcileriydi. Fakat radikalizmin savunusu
ve teorik ifadesi, Milli Demokratik Devrim teorisinin bütün sağcı tezlerine
sahip çıkmak ve onu savunmaktı.
Devrimci kopuşu simgeleyen
hareketler içerisinde THKO, yalnızca pratik bir tavır olarak kaldı. THKO siyasi
olmaktan çok askeri bir örgütlenme olarak şekillendi. “'Foko' tipi örgütlenme,
üzerinde fazlaca tartışılmadan benimsenmiş ve hareketin esas karakteri,
örgütsel ifadesini ‘ordu’ kavramında bulan silahlı eylemcilikte yoğunlaşmıştı.”[150]
Örgüt, geriye birkaç bildiri ve kısa bir sürede ele alınıp çalakalem Hüseyin
İnan tarafından yazılan Türkiye Devriminin Yolu çalışması dışında hiçbir yazılı
belge bırakmadı. THKO “halk savaşı stratejisi” içinde teorik olarak işçi
sınıfının rolünü reddetmezken “üretimde bulunan proletaryanın savaşıma müsait
olmadığı” gerekçesiyle “üretim dışı" proletaryayı (kır yoksulları ve küçük
üreticiler) temel almıştır.
“’Vietnam Halk Kurtuluş
Ordusu’, kurtuluş savaşına öncülük yapan Vietnam İşçi Partisi'nden daha
popülerdi. Çin Komünist partisinin adı da, devrimin vurucu gücü durumundaki Çin
Halk Kurtuluş Ordusu'nun devrimci romantizmi kışkırtan, heyecanlı öykülerinin
gölgesinde kalıyordu. Fakat özellikle
birincisi, Amerikan emperyalizminin
olağanüstü yüksek teknoloji ile donatılmış askeri gücüne karşı, neredeyse
çıplak elle savaşarak zaferler kazanıyor, üstün kuvvetlere karşı kurtuluş
savaşını başarıyla yürütüyordu. Bu gücün adı, efsanevi önderleri Ho Şi Minh'in
adıyla birlikte, bütün bir devrimci gençlik kuşağını en çok etkileyen bir
direnişi ve kurtuluş kavgasını simgeliyordu. Türkiye'de önce THKO'nun sonrada
THKP-C ve TİKKO'nun adlarında "kurtuluş" ve "ordu"
sözcükleri nin bulunmasının başlıca kaynağını burada bulabiliriz. Hiç birinde
(TKP-ML/TİKKO hariç) komünizme ya da
sosyalizme dair bir işaretin bulunmaması ilginçtir. Yine, her üçünde de, işçi
sınıfından çok "halk" önemsenmektedir.”[151]
THKO, THKP-C ve TKP-ML,
1960'lar solculuğundan kapsamlı bir politik kopuşun denemeleridir. Bu üç örgüt,
kendilerinden sonraki sol hareket üzerinde kalıcı etkiler bırakmışlardır.
THKP-C teorik temellerini MDD
ve PDA çizgisinin eleştirisi temelinde oluşturmuştur. THKP-C, MDD hareketinden
farklı olarak ulusal bir cephe içerisinde bir sınıf partisini şart koşuyordu.
THKP-C lideri Mahir Çayan’a göre, “Leninist devrim teorisinde, ihtilalci
inisiyatifin rolü (emperyalist dönemin özelliklerinden dolayı) Marx ve
Engels’in düşüncelerine kıyasla çok daha ağırlıklıdır. Emperyalist dönemde,
devrimlerin maddi temeli hazır olduğu için, meseleyi çözmek ihtilalci
inisiyatifin uygun zamandaki atılımına kalmaktadır.”[152]
“Parti-Cephe teorisyeni M.
Çayan bu yaklaşımını demokratik devrim anlayışına dek uzatarak, gündemdeki
devrimi işçi sınıfının ideolojik, politik, örgütsel öncülüğünde ve kesintisiz
olarak sosyalizme yönelen bir süreç olarak tanımladı.(…) MDD çizgisi yerine,
devrimi sınıfın öncülüğünde kesintisiz bir süreç olarak değerlendiren daha
ileri bir formülasyon getirildi.”[153]
Fakat gerilla mücadelesini esas alan THKP-C’ye göre devrimciler, M. Çayan’ın
“çağımızın baş çelişkisi ezilen uluslar ve emperyalizm arasında”dır düşüncesine
dayanarak savaş alanı olarak kırları seçmelidirler. Halk, “suni denge” sonucu,
devlet karşısında pasifize bir konumda olduğundan, “silahlı propaganda” ile
harekete geçirilecektir. “Profesyonel devrimcilerin teşkil ettiği savaş
örgütünün objektif olarak proletaryanın devrimci iradesini temsil etmesi
esastır. Ve proletaryaya bilinç dışarıdan verilecektir.”[154]
Marksizme dönük bütün
yönelimlerine rağmen, gerek THKO, gerek THKP-C hareketleri mahkemelerde
yaptıkları savunmalarda, Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni adlı
çalışmasında ileri sürdüğü bütün tezleri olduğu gibi tekrarlamışlardır. Ülke
tahlilleri, devlet, ordu üzerine düşünceleri Yön ve MDD hareketinin görüşlerine
tamamen uygundu. THKO’nun sosyalizmi hedeflediğine ilişkin herhangi bir teorik
belirti yoktur. Hareket, anti-emperyalist olmanın dışında bir özellik
göstermez. “Milli Demokratik Devrim” ve kesintisiz sosyalizme geçiş (ilke olarak
kabul edilmesine rağmen) söylemi, savunmalarında bile dile getirilmemiştir.
İbrahim Kaypakkaya,
işkencedeki onurlu devrimci direnişi ile en çok, fakat 1971 kopuşunda ortaya
koyduğu teorik yaklaşımları ile en az tanınan kişidir. Gerek 60 sol hareketi
üzerinde Kemalizm’in hegemonyasına ilişkin, gerek ulusal sorun konusundaki
görüşleri ile Kaypakkaya, kopuş yaşayan bir devrimcidir.
TİİKP’den kopan TKP-ML,
Kaypakkaya ve bir grup arkadaşı tarafından kuruldu. Kaypakkaya, işçi sınıfı ve
halkın ayaklanması için devrimci örgütün gerekliliğine vurgu yaparken; “Şimdi
işçi sınıfımızın ve yoksul köylülerimizin büyük çoğunluğu kurtuluşlarının ancak
silahlı mücadele ile olacağını kavramış durumdadırlar”, “genel olarak dünyada
özel olarak da Türkiye’de objektif şartlar devrime son derece elverişlidir”
der.[155]
TKP-ML, yarı-sömürge, yarı-feodal olan Türkiye’de devrimi, “kırlardan şehirlere
doğru gelişen halk savaşı” yoluyla gerçekleştirmek için pratik adımlar
atılmasını öneriyordu. Kaypakkaya da öncekiler gibi, proletarya partisinin
kuruluşunu kırlardan başlayacak bir mücadele içinde olanaklı görüyordu. Bu
görüş genel olarak 1971 hareketinin tüm kesimleri tarafından paylaşılıyordu.
71 hareketi kadrolarının tümü
ideolojik gıdalarını Yön ve MDD hareketlerinden almışlardır. Yöneticilerin genç
olması ve hareket tabanının özellikle gençliğe dayanması yanında, Marksist
birikimin zayıflığı bu hareketler için önemli bir engel oluşturuyordu.
Uluslararası planda yol gösterici olarak örnek aldıkları Gueveracılık, Çaru
Mazumdarcılık ve Maoculuk, MDD’ciliğin alternatifi olarak kavrandı.
Toplumsal olarak işçi
sınıfının barışçı bir mücadele çizgisi benimsemesi, 71 hareketini, işçi sınıfı
vurgusuna rağmen, mücadelede yönelecek önemli bir unsurdan yoksun bırakıyordu.
Bu dönemde, sınıf vurgusuna sahip TİP ve sınırlı bir etkiye sahip olsa da
Hikmet Kıvılcımlı bir yana, gençlik hareketi, sosyalizm ve işçi sınıfı
vurguları ile parlamentarizm ve reformizm arasında sıkışıp kalmıştır. 71’deki
devrimci kopuştan geriye, alt sınıf ve tabakalara dayalı bir silahlı mücadele
anlayışı sunmaktan fazla bir şey kalmamıştır.
1975 - 80'de
Marksizme Ulaşma Çabaları
1971 hareketi, 12 Mart
sonrasında örgütsel varlığı yanında, neredeyse tüm önder kadrolarını da
yitirdi. Fakat mücadelenin ardından gelen yenilginin, geride kalan kadrolar
üzerinde bıraktığı yüksek moral değerler sayesinde, bu hareketler kendilerini
toparlama, yanılgılarını (kaba bir biçimde de olsa) değerlendirme, eleştirme ve
giderme çabası içinde oldular. Bu samimi çabalar, hareketlerin toparlanmasını
ve mücadeleye eğilimli kitleler tarafından desteklenmesini sağlamıştır.
1975 yılından sonra gelişmeye
başlayan sol hareketin, Parti-Cephe geleneği bir tarafta tutulursa, Marksizme
yakınlaşma çabaları daha da güçlendi. “İdeolojik önderlik” tezlerinin terk
edilmesi ve “kitlelere gidilme” anlayışı hâkim olmaya başladı.* Fakat Türkiye’de toplumsal siyasal
sisteme karşı mücadele eden siyasi hareketlerin hiçbiri, devrimci demokrasi
sınırını aşamamıştır. Her ne kadar bu siyasi hareketlerin her biri kendisini
Marksist-Leninist kabul ederken, kendi dışındakileri Marksizmden şu ya da bu
ölçüde sapma olarak görüp kıyasıya eleştirdiyse de, “devrimci demokrat hareket”
tanımlaması genel bir yaygınlık kazandı.
12 Mart sonrasında küçük-burjuva çevrelerde devrimci mücadelenin
kısa sürede zafere ulaşacağı umudunun yıkılmasının farklı bir yansıması; “birkaç silahlı eylem” ile devrim beklentisi
içinde bulunan bu unsurların, 12 Eylül sonrasındaki ağır baskı koşullarında,
beklenen direnişi gösterememeleri; beklentilerindeki halk kitlelerinin devrimci
mücadeleye katılmamasının büyük bir düş kırıklığına neden olduğu açıktır. Bu
düş kırıklığı, aynı zamanda sağa kaymayı ve yılgınlığı yaratmıştır. Böylece, bu
ortamda ve bu ortamdan beslenerek, devrimci mücadelenin "hata ve eksikliklerini"
belirlemeden başlayarak, "teorik hatalar" düzeyine doğru gelişen bir
"araştırma" ve "arayış" süreci başlamıştır.
Yıkılan küçük-burjuva devrim
düşlerinin ardından, aynı unsurlar, hızla devrimci sınıf olarak işçi sınıfına
yönelmişlerdir. Bu yöneliş, daha düne kadar, her şeyin temeline kendilerini
koyan küçük burjuva dünya görüşünün, bu kez işçi sınıfı söyleminde ve işçi
sınıfının gücüyle yeniden üretilmesinden başka bir şey değildir.
Proletaryanın tarihsel olarak en devrimci
sınıf olması ve bu niteliğinin sınıfsız toplumun kurulmasının en temel öğesi
olması gerçeği, hemen her dönemde, değişik sınıf ve tabakaların siyasal
temsilcilerinin proletaryaya karşı tutum ve beklentilerini belirlemiştir.
Örneğin 12 Mart-12 Eylül arasındaki dönemin ayrışma temelinin
programatik ilkelere değil de yürütülen mücadelenin biçimine dönüşmesi devrimci
hareketin içinden geçtiği süreçte sağ oportünist unsurlardan ayrışmaya yarasa
da, Türkiye Solu içerisinde devrimcilik reformculuk arasındaki sınırların net
bir biçimde çizilmesini sağlayamadı. Ayrışmadaki netliğin sağlanamaması öz
olarak devrimci hareketin teorik yapılanmasını sezgisel ve devrimci pratiğini
el yordamıyla yürümenin ötesine geçirip uzun vadeli olmasını engelledi.
Yetmişlerde gerçekleşen tartışmaların tümü şu
noktalardadır: Burjuva diktatörlüğüne ve faşizme karşı takınılacak devrimci
tutumun gerekçelendirilmesi Türkiye’nin iktisadi koşullarının, siyasal
düzeninin ve buna uygun devrim modelinin ne olduğu, üzerinden gerçekleşmiştir.
Örgütler demokratik devrim-sosyalist
devrim tartışmasında devrimci pozisyonlarını korumuşlar ancak
Çin-Sovyet-Arnavutluk tarafından sürdürülen tartışmalarda pratik duruşlarını
teorize edebilmek adına teorik operasyonlara girişmişlerdir. Arnavutluk’un
yanında yer alanlar “Çin tipi” bir devrimden uzaklaşmak zorundaydı.
Her türlü sistematikten ve
ilkeden yoksun olarak proletaryanın yeniden keşfi, teorik olarak işçi sınıfının
"öncülüğü" tezleriyle ifade edilen aslında, işçi sınıfının, sınıf
özelliklerinden kaynaklanan devrimci sınıf olması yanında, üretimden gelen
disiplini ile mücadele sürecinde ortaya koyduğu kararlılık ve tutarlılık gibi
özelliklerinin, geçmiş dönemde küçük-burjuvazide kendini gösteren sınıfsal
kararsızlık, dayanıksızlık ve tutarsızlık gibi olguların aşılabileceği ve onun
arkasına sığınılabileceği düşüncesidir. Gerek 12 Mart sonrasında, küçük burjuva
maceracı hareketin yenilgisi gerekse 12 Eylül sonrasında, uğranılan yenilgi,
işçi sınıfı sayesinde olmayacağını düşünmekten kaynaklanmaktadır. İşçi sınıfını
örgütlemek ve onun fiili önderliği için ona “önderlik” etmekle sorun
kendiliğinden çözülecek gibi görünmüştü. İşçi sınıfı disiplinine sahip
olmak,çıkarlarını onunla birleştirmek ve onun sınıfsız toplum amacına uygun hareket etmek sadece sözde
kalan ifadelerdir.
Bütün farklı yanlarına rağmen,
hareketlerin ortak özelliği, MDD hareketinin teorik mirasçıları olmalarıdır.
“Demokrasi ve bağımsızlık” ve “demokratik halk iktidarı” gibi temalar, tümünde
ortaktır.
“Yeterli bir teorik olgunlaşma
süreci yaşanmadan pratik-politik ifadelerini (örgütsel yapılarda) bulan
Marksizm, o andan itibaren Türkiye’de Marksizme ilişkin kendine misyon
biçenlerin önceliklerini de belirledi. Bu, kuşkusuz bir tarihsel kazanımdı, ama
yirmi yılı aşkın bir sürenin ardından, hala ilk kazanım kategorisinin geride
bırakılmamış olması, bugün çubuğun kazanım yönüne değil, kazanımın eksikliğine
doğru bükülmesini zorunlu kılıyor.” [156]
Öncüllerinin reformist ve
sağcı yaklaşımlarından kopmakla 1971 sonrası hareket halkçılığa devrimci bir
içerik kazandırdı. Geçmişe yöneltilen eleştiriler, dönemin kitle hareketleri
ile de birleşince ortaya çıkan teori ve programlar, burjuva reformizmi
karşısında mücadele eden güçler için bir çekim merkezi oldu. 71 sonrası siyasi
hareketler, bütün teorik ve siyasal eksiklere rağmen, 71 hareketinin bıraktığı
devrimci direniş, devrimci moral ve etkiyle birleşerek hızla yaygınlaşan
anti-faşist gençlik ve kitle hareketi ile birlikte ortaya çıkan gelişme
ortamında birer çekim merkezi oldular. Fakat son yirmi yılın deneyimi de
gösteriyor ki, bu hareketler, teorileri ve buna dayanan programları ile
devrimci demokrasi sınırlarını aşamayan halkçı hareketlerin düşünsel ifadeleri
olmaktan öteye geçememişlerdir.
12 Eylül ve Sonrası örgütsel parçalanma ve siyasi erozyon
12 Eylül
sonuçlarının belirleyicisi :1976 süreci ile başlayan ve 12 Eylüle kadar yaşanan
süreçteki temel zaafların açığa çıkmasıdır. Bu zaafları genelde incelediğimiz
TDKP tarihinde somutlandığı gibi aynı tarzı aynı alanda bulunan hareketler
içinde söyleyebilir ve genelleyebiliriz.
12 Eylül 1980
öncesi sosyalist hareketin
içerisinde bulunduğu kaosun daha da derinleşerek süreceğini görmemek için kör olmak gerekir. Devrimci mücadelenin yeni bir dönemecindeyiz;Her yeni
gelişmenin beraberinde getirdiklerinden, yaşanılan olaylardan siyasi grup ve partiler, yapılarının büyüklüğü, çalışma dereceleriyle
orantılı olarak etkileniyor.
Tutulan yol konusunda farklı örgütlerde farklı
eğilimlerin ortaya çıkması ve bu ayrılıkların taktik ayrılıklar olmasına karşın, sermayenin 12 Eylül 1980
askeri darbesiyle başlattığı azgın
saldırısı altında, gerilemenin ve yenilginin parçalanmalara,
ideolojik ve pratik dağılmalara yol açtığı açıkça görüldü. Bu dönemi teorik ve
pratik dağılmaya uğramadan atlatan siyasi
örgüt yoktur.
Bu politik
parçalanma ve dağılmanın nesnel
ve Öznel nedenlerini, İdeolojik ve toplumsal
köklerini bulup ortaya çıkarmak, her politik hareket için can alıcı önem taşıdığı halde, bu konuda
olumlu bir Örgütsel yaklaşıma
rastlamak da neredeyse olanaksız. Lenin’in, “Bir siyasal partinin kendi yanılgıları karşısındaki tutumu, bu
partinin ciddi olup olmadığını, kendi sınıfına karşı ve emekçi yığınlara karşı
görevlerini gerçekten yerine getirip getirmediğini saptayabilmemiz için, en
önemli ve en güvenilir ölçütlerden biridir. Yanılgısını içtenlikle kabul etmek,
nedenlerini arayıp bulmak, bu yanılgıya yol açan koşulları tahlil etmek,
yanılgıyı doğrultma yollarını dikkatle incelemek; işte, ciddi bir partinin
işaretleri bunlardır, bu, ciddi bir parti için görevlerini yerine getirmek,
sınıfı ve ardından da yığınları eğitmek ve bilinçlendirmek demektir.”[157]
sözlerinde anlatımını bulan anlayışa denk düştüğünü söylemek, ne yazık ki
olanaksız.
12 Eylül Askeri
Diktatörlüğünün generalleri ve tekelci burjuvazi
hiç de ummadıkları bir sonuca ulaştılar. İşçi sınıfı hareketi ve sosyalist
hareket ayrı ayrı ve önemli büyüklükte kan
kaybına uğratıldı. Sosyalist kadrolar; sosyalist hareketin parçalanmasına koşut olarak, büyük ölçekli bir siyasi
erozyon yaşadılar. Tüm
sosyalist, devrimci, komünist parti ve Örgütler,
kadrolarının politik erimesinin acısını ve tedirginliğini duydu. Konuyla ilişkili olması açısından, yalnızca bu nedenle, bu olayı.bizzat yaşayan bir
"Devrimci Yol"
militanının mahkeme savunmasında açıkladıklarını aktarıyorum: "12 Eylül
sonrası sol hareketler henüz yapısal ve toplumsal
tabanlarında değişen koşullara uyarlı bir dönüşümü gerçekleştiremeden iktidarla çatışmak zorunda kaldı. Her çatışma, sol hareketlerin dağılması ve
ezilmesiyle sonuçlandı. Sol
hareketlerin dağınıklığı her aşma çabası, yeni darbelere yol açtı. Bu durum sol hareketlerin
varlıklarını sürdürebilmek, yaşamlarını devam ettirmek için daha bir içlerine kapanmaları ve zamanla toplumsal ilişkilerden kopmaları sonucunu getirdi. 12 Eylül sonrasında gelişen
yeni politik ortamda da devrimci
hareketler toplumsal gelişme çizgisine
giremediler." [158]
Ancak Neden sol hareketler devrimci
bir dönüşümü gerçekleştiremediler? bu
durumun teorik sentezi eksiktir. Sorunun yanıtı yok. Bu sorunun yanıtı,
bireyi, kaçınılmaz olarak örgütünü ideolojik ve pratik sorgulamaya götürür.
Ancak İnsan bu soruya yanıt verecek durumda
değilse, olguyu açıklamakla yetinir.
Oysa bu soru irdelendiğinde görülecektir ki, sol yapılar politik ve örgütsel olarak Marksizm-Leninizm’in
edinimini kendi sınıfsal duruşlarına göre gerçekleştirmişlerdir;
Bu edinimin
getirdiği sonuçlar ise her koşul altında
savaşacak yetenekten ve örgütsel yapıdan yoksunluk,
politik olaraksa ilkellik olmuştur. Örgütlerin önlerine koydukları program ve dolayısıyla pratikleri dar
kapsamlıdır; bu karakteri,
örgütü kaçınılmaz olarak günübirlik eylemler içerisinde
hapsolmaya iter. Böyle bir niteliğe sahip olan örgüttür ki, her girdiği çatışmada yenilir. Bu kaçınılmazdır. Kuşkusuz ancak Leninist bir parti kitleler içinde
erime yeteneğine ve dolayısıyla da
derili toplu geri çekilme yeteneğine
sahiptir. Küçük burjuva sol bir örgüt içinse, "kendi içine kapanmak" doğal bir durumdur.
Anlaşılması gereken durum budur.
1983 yılına kadar
askeri diktatörlük altında "içine kapanan"
ya da dağılan, parçalanan ilişkiler nedeniyle, pratik ve teorik olarak, anlaşılmasında güçlük çekilen sorunlar; özellikle 1983 yılı sonrası, siyasal ve ekonomik
koşulların zorunlu sonucu,
burjuva parlamenter sisteme geçişle birlikte, dar,
kısıtlı ve hayalete çevrilmiş de olsa, legal burjuva demokratik olanakların, işçiler ve sosyalistler tarafından zorlanarak kullanılmaya başlanması ve 1985'ten
itibaren de devrimcilerin ileri atılımına denk olarak yayın yaşamına başlayan legal sosyalist dergilerin varlığını
sürdürme savaşımı; eski ve yeni
kadroların durumu ile ilgili önemli siyasi bir verinin ortaya çıkmasında rol
oynadı. Bu önemli veri şu idî: 12
Eylül askeri diktatörlük dönemi, "devrimci kadrolarda" psiko-siyasi geriliğe yol açmıştır ve bu siyasi kadroların yaşadığı siyasi erozyonun hacmi olukça büyüktür.
Bugün, yaşanan bu
siyasi erozyonun yıkıcı gücünü ve büyüklüğünü görmeyen
örgütler, taktiklerini saptarken önemli ve büyük
hatalara kaçınılmaz olarak düşeceklerdir. Bu olguyu çoğu siyasi Örgüt yaşadı ve halâ yaşıyor.
Sosyalist parti ve
örgütler açısından bu olgunun pratik varlığı; 12 Eylül
öncesi çok sayıda kadroya sahip olan örgütlerin, darlaşmış ilişkilerle eski
strateji ve taktiklerini sürdürmelerine olanak tanımadı. Birçok
siyasi örgüt bu durum karşısında önemli yapısal ve politik
değişime uğradı. 12 Eylül 1980 öncesi, siyasi örgütlerin
politikalarına egemen olan ilkellik ve dar kapsamlı çalışma çizgisi bu değişmenin seyrini ve niteliğini etkiledi. Devrimci bir dönüşüm için gereken alt yapıya (Devrimci politik çizgiye ve örgüte) sahip olmayan yapılar kaçınılmaz olarak savruldular. Dünkü ve bugünkü örgüt yapılarına ve politik rotalarına bakarak diyebiliriz ki; bu siyasi örgütlerin, eski politik çizgilerini ve örgütsel ilişkilerini aynı yapısıyla korudukları sürece,
işçi sınıfının devrimci, komünist Öncü partisine dönüşmeleri,
artık olanaksızdır.
12 Eylülle birlikte Türkiye Devrimci Hareketi
açısından yeni bir süreç başladı. Örgütsel yapıların tümü ya dağıtıldı ya da
kendiliğinden tasfiye oldu. 1987’ye dek uzanan süreç, zindanlara hapsedilmiş
devrimci yapıların özeleştiri süreçlerini başlattı. Bu özeleştiriler kimi zaman
yeni ayrışmalara kimi zamanda yeni tasfiyelere yol açtı. TİP ve TBKP kanadında
Parlamenterist ve uzlaşmacı eğilimin getirdiği sonuç: Yurt dışında bulunan bir
takım kadrolarının ayrışmaları ve tasfiyeleri iç tartışmalar ve çelişkiler
üzerinden gerçekleşti.
TİP’in içinde Yalçın Küçük’le birlikte
tasfiye edilen Sosyalist İktidar grubuyla, TKP’den atılan TKP-İşçinin Sesi
çevresi 12 Eylülün arifesinde gerçekleşen ilk tasfiye hareketidir. 1987’ler de
Sosyalist İktidar grubu 12 Eylül sonrası Gelenek dergisi etrafında, Yalçın
Küçüksüz olarak, tekrar toparlandı. Gelenek, Sosyalist İktidar çevresi olarak,
80 yılındaki eleştiri ve özeleştirilerinde sosyalist devrim tezini savunarak,
kapitalist olmayan kalkınma yolu reddedildi. Eksik olan bir iktidar perspektifi
geliştirerek Devrimci Harekete ulaşmaya ve yeniden bağ kurmaya çalıştı.
Böylelikle Gelenek kendince sol tarihimizde MDD-Sosyalist Devrim
kutuplaşmasının çarpık yönlerini de düzeltmiştir. TİP cenahında önce legal
Marksizm ile akrabalık ilişkisine sokulan, sonra da ihanet edilen sosyalist
devrim tezi, Leninist devrim ve örgüt teorisiyle barıştırılmıştır.[159]
Türkiye Devrimci Hareketinin önemli
damarlarından birisi olan THKP-C çizgisi Mahir Çayan’ın kesintisizlerine
dayanan teorik duruşundaki yalpalamalarla birlikte 80 sürecinden büyük bir
çözülüşle çıktı. DEV-YOL, çizgisi “maceracı sapmalardan” ayıklayıp bir
ideolojik devrimci tasfiyeci dalganın devrimciler üzerinde yarattığı ideolojik,
siyasi ve ahlaki tahribatın ürünü olan, “parti olmayan parti” ÖDP ortaya çıktı.
THKP-C geleneğinin bir diğer akımı olan Kurtuluş (KSD) da ÖDP içinde önce
bölünüp sonra da küçük bir grup olarak varlığını farklı şekiller altında yasal
düzlemde sürdürmeye çalışmaktadır.
1980 öncesi süreçte Mahir Çayan çizgisinin
tutarlı savunucusu olarak ortaya çıkan DEV-SOL 1980 sonrasında DHKP-C adını
alarak ve THKP-C programını kabul etmeyi büyük bir titizlik sürdürmeye devam
etti. Devrimci-Sol’a ise her şeyin eskisi gibi sürdüğünü gösteriyordu.
Diğer alanda ise ÇKP çizgisindeki TKP/ML
(partizan) olduğu gibi kendisini korumayı hedef seçerek varlığını sürdürmeye
çabalamaktadır. AEP çizgisinde olanların ise örgütlerin tümü geçmişleriyle
ilgili (ciddi bir özeleştiri söz konusu olmazsa da) yaptıkları ciddi bir
özeleştiriden söz ediyorlardı. Ayrışmalardan çok, yeni birleşme çağrıları
ortalığı kaplamıştı. TKİH aralarında ciddi programatik farklılıklar görmediği
ve kardeş komünist partiler olarak ilan ettiği TDKP, TİKB ve TKP-ML Hareketine bir
birleşme platformu önerdi.
Birleşme çağrıları yanında
TDKP, TKİH ve TKP/ML Hareket içindeki kimi devrimcilerin özeleştiriyi daha
kapsamlı bir boyutta sürdürme amacıyla, başlattıkları yeni tartışmalar örgütsel
tasfiye ile son bulurken süreç sonunda, TKİP’le partileşen EKİM hareketini
oluşturmuşlardı. EKİM hareketinin geçmişle hesaplaşmasının en önemli bölümü
milli demokratik devrim-sosyalist devrim tartışmasının derinleştirilmesidir.
EKİM, Demokratik devrimi benimseyen örgütleri küçük burjuva popülistleri olarak
değerlendirerek, Türkiye Devrimci Hareketinin küçük burjuva devrimciliğinin ve
popülizminin en önemli nedeni olarak sosyalist devrim anlayışının
benimsenmemesini görüyordu. 1980 yenilginin en büyük nedeninin ’80 öncesi
devrimci saflardaki proleter ve küçük burjuva safların birbirine karışmasında
gören EKİM “herkes kendi bayrağı altına!”çağrısı yapıyordu.
Devrimci
Hareketlerin Genel İncelemesi
Bu alt-bölümde, 1980 12
Eylül’üne öngelen birkaç yıllık yoğun dönemde, sol harekette belli bir öbeği
temsil eden ve Marksizme yönelim konusunda görece ileri bir konumda yer alan üç
hareketi, temel ideolojik bilinçleri, tutarsızlıkları ve Marksizme ulaşamamanın
yarattığı sancıları örneğinde, betimsel
bir tarzda ele alacağız.
AEP taraftarları, Arnavutluk-Çin ayrışmasından
sonra ortaya çıkmıştı; bir bakıma programatik temelde bir ayrışmanın ipuçlarını
da ifade ediyordu. Bu kanadı oluşturan örgütler, TDKP, TİKB, THKP-C/ML[160]
ve TKP-ML Hareketi, teker teker “maoculuk
özeleştirisi” verdiler. Sonra da “Üç
Dünya Teorisi”ni reddettiklerini ilan ettiler. Üç dünya teorisinin reddi
taşıdıkları kemalizmin etkisi, milli burjuvaziye karşı gösterilen uzlaşmacı
tutum ve bunların etkisiyle, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine karşı takınılan
sosyal-şoven bir tutuma rağmen devrimci reflekslerini her zaman korudular.
Bütün bunlara rağmen Mao Zedung düşüncesinin
özünü oluşturan yaklaşımlar ve teorik tutum hiçbir şekilde terk edilmemişti ve
teorik olarak bu sefer Mao’dan çok Lenin, Stalin’in eserlerinde gerekçelerine
dayanaklar bulunurken dünyalarına yeni giren Enver Hoca’nın eserleri de
bunların dayanağını oluşturdu. Ortaklıklarının bu kadar çok olmasına rağmen her
örgüt diğerinden nasıl farklı olduğunu ve ayrı çatılar altında bulunmalarını
meşrulaştıracak nedenlerin bulunduğunu ısrarla savunuyorlardı. Bu nedenler de
genellikle ülkenin iktisadi yapısıyla ilişkin olarak, ortaya konulan
belirlemelere dayandırılıyordu.
Örneğin, TİKB’yi TDKP, THKP-C\ML ve TKP-ML
Hareketi’nden ayıran en önemli nokta onun ülkedeki devrimin anti-feodal bir
karakter taşıdığını reddetmesi idi. TİKB devrimin anti-emperyalist bir
karakterde olması gerektiğinde diğer üç grupla birleşirken, ikinci “anti”
konusunda böyle bir durum söz konusu değildi. TİKB Türkiye’de ayrışmamış bir
sınıf olarak köylülükten söz edilemeyeceğini belirterek “anti-feodal”i
anti-faşizmle ikame ediyordu. Anti-feodal görevler vardı elbet ama bunlar
özellikle Kürtlere ilişkin olanlardı. Yine de Türkiye Devrimi bir demokratik
devrim olacaktı. Ama TİKB’nin seksen sonrasında, sosyalist devrimci EKİM tarafından
ileri ve “sosyalizme yakın”
bulunan başka bir özelliği vardı; o da TİKB’nin, önde duran demokratik devrimin
Türkiye özelinde sosyalist görevler taşıdığı teziydi. Bu yüzden de milli
burjuvazi demokratik devrimde bir müttefik olamazdı ve proletarya devrimin esas
gücüydü.
“TİKB” platformuna göre, Türkiye
emperyalizmin yeni sömürgeci boyunduruğu altında, kapitalist üretim
ilişkilerinin egemen olduğu geri kapitalist bir ülke idi. Temel dayanağını yarı
feodal toprak ağalığı ekonomisinde bulan pre-kaptialist ilişkiler, esas olarak
ulusal sorunla örtüşmüş vaziyette Türkiye Kürdistan’ında yoğunlaşmıştı....Öbür
yandan Türkiye hala bir küçük burjuvalar ülkesi olmakla birlikte, devrim
güçleri arasında yer alan köylü yığınlarının, kent küçük burjuvazisinin, gençliğin
ve ilerici aydınların önderi proletarya, niteliğinin ötesinde sayısal gücüyle
de merkezi bir konumdaydı.
...”Platform”, yarı sömürgelik koşulları,
feodal artıklar, Kürt ulusal sorunu ve diğer demokratik anti-faşist görevler
nedeni ile Türkiye devriminin bugünkü aşamasını Anti-Emperyalist Demokratik
halk devrimi olarak belirliyordu. Ancak kapitalizmin nispi olarak
gelişmişliğinden ve proletaryanın gücünden ötürü sosyalist görevlerin özgül
ağırlığının görece fazla olduğu, sosyalist devrime daha hızlı dönüşebilecek,
proletarya devrimi tipine yaklaşan bir devrim olacaktı.[161]
TİKB’nin bu yönelimine en sert yanıt TDKP’den
geldi. Özü toprak devrimi olan bir anti-feodal devrimi reddettiği için TİKB “troçkizm kusan revizyonistler” grubu
olarak nitelendiriliyordu. Milli burjuvaziyle ittifak kurmayı reddetmek TDKP
açısından devrim kaçkınlığıyla eş anlamlıydı.
Revizyonist hizipçiler ise, TİP’in
açtığı yoldan ilerleyerek uluslararası Marksist Leninist hareketin ardına
gizlenip troçkizm kusuyorlardı. Onlara göre, milli burjuvazi, ittifak
kurulabilecek bir sınıf değildir. Onlar, emperyalist feodal sömürü ve
bağımlılık ilişkilerini tasfiye eden demokratik devrimin kaçınılmaz olarak
kapitalizmin gelişmesine yola açacağı gerçeğinin iradi çabayla önlenebileceğini
sanıyorlar. Aşamaları reddederek bir çırpıda kapitalizmin yok edilmesi
gerektiği görüşünü ileri sürüyor, bu yüzden milli burjuvaziyle ittifakın mümkün
olmadığını söylüyorlar.
Türkiye’de devrimci
hareketlerin tarihlerini, örgütsel olarak örgüt sınırlarını aşamadan parti-öncesinde
kilitlenme, politik olarak günlük politikadan uzaklık yanında genel olarak
devrimci perspektife uygun
pratik-politika üretememek ve tıkanma, ideolojik-teorik olarak marksizmin doktriner tarzda ele alınması ve
ideolojik teorik tıkanma biçiminde ifade edebiliriz.
Devrimci kopuşun Türkiye Devrimine Yaklaşımı
Türkiye "sosyalist" hareketi
tarihinde, bağrında birçok yanlışlıklan taşısa da, İlk defa örgütlü şiddetin
gündeme geldiği 1968-71 eylemsel çıkışıyla olumluluk anlamında yeni bir sürecin
başladığını söylemek abartılı bir yaklaşım olmasa gerek.
Türkiye gerçekliğine uysun ya da uymasın
gerilla savaşı, halk ordusu veya halk savaşı, öncü savaş gibi terimlerin
sosyalist literatüre girmesi ve bunların doğru ya da yanlış pratikte uygulamaya
konulmak istemesi; Türkiye "sosyalist" hareken tarihinde ilk kez
ciddi ciddi "iç savaş" düşünüldüğünü, 1968-71 radikal "sol"
hareketi göstermiştir. Varolan bir diktatörlüğün ancak devrimci bir şiddet
yoluyla devrilebileceğini ve bu şiddetin de çeşitli aşamalardan geçecek olan
devrim mücadelesinin iktidarı zapt etme noktasına gelmede temel bir role sahip
olacağım teorik düzeyde belirten ve bu düşünceyi temel konularda da olmak
üzere birçok yanlışlığı bağrında taşısa da pratiğe aktaran yeni süreç devrimci
hareketleri, TKP geleneğine daha ziyade pratik anlamda darbe vuruyordu. Pratik
anlamda diyoruz; çünkü o geleneği İdeolojik anlamda tümüyle aşan yeni bir
perspektife ulaşamıyordu.
Tarihinde ilk kez "solu kitlesel bir
güce ulaştırmasına rağmen, legalist örgütlenme anlayışı ile reformist mücadele
tarzından kurtulamaması, parlamentarizmi temel bir mücadele biçimi olarak
gördüğü için giderek ağırlaşan toplumsal çelişkiler karşısında çözüm gücü
olamaması, reformizm biçiminde de olsa Misak-ı Miili'yi esas alarak Kürdistan'ı
göz ardı etmesi ve Kürdistan'da hâkim olan feodaliteyi Türkiye'nin sosyal
sistemi olarak ele aldığı için Türk köylülüğünün sorunuyla bu konuyu karıştırması
gibi Özellikleriyle TİP'in burjuva düzen partilerinden bir farkı kalmaması;
1960 Anayasası çerçevesinde o güne kadar ki en geniş Örgütlenme olanaklarına
kavuşan işçi sınıfının DİSK gibi bir sendikal örgütlenme çatısı alanda
"sol" adına toplanmaya başlanması ekonomik - demokratik istemli de
olsa geliştirdiği mücadele biçimleriyle kendisini eylem sahasında eğitmeye
başlaması; artan hayat pahalılığı nedeniyle dar gelirli nüfusun ve köylülüğün
değişik biçimlerde siyasal içerikten yoksun da olsa tepkilerini dile
getirmesi; TİP içerisinde başlayan sosyalizme İlişkin tartışmalar ve Türkçe’ye
çevrilen klasikler sayesinde tarihinde ilk kez sosyalist ideolojiye ve dünya
sosyalist hareketlerinin deneyimlerine bu denli yakınlaşması; Türk egemen
sınıflan arasındaki çıkar çatışmalarını çeşitli burjuva partileri aracılığıyla
kendisini güçlü bir şekilde hissettirmesi ve bu çatışmanın daha çok 1960
Anayasasının getirdiği "nispi demokratik" ortamın sınırlanması
şeklin-i e dışa vurması; Vietnam'a ABD askerlerinin gönderilmesi sonu-unda
Vietnam halkı üzerinde uygulanan kıyım ve buna karşı taşlayan kahramanca direniş
ile Küba ve Latin Amerika'daki gerilla deneyimlerinin Che Guevera'nın başarısız
Bolivya deneyimiyle birlikte Türkiye'de de izlenmeye başlanması, bunlara bağlı
olarak Amerikan karşıtı hareketlerin boy vermesi; iktidarda bulunan AP'nin ABD
işbirlikçisi olarak değerlendirilmesi ve ABD ile yapılan ikili antlaşmaların
kapsamının genişlemesiyle başlayan anti-Amerikancı öğrenci gençlik gösterileri
gibi etkenlerin bir araya gelmesi; Pekin-Moskova çatışmasının Çin deneyimine
duyulan merakı artırması, halk savaşı teorisi ve pratiğinin tartışma
platformuna girmesiyle birlikte TİP içerisinde yer alan öğrenci gençlik temsilcilerini
radikal bir çizgiye yöneltmiştir.
Bu koşulların etkisiyle örgütlü - militan
direniş hattı etrafında yerleşen çeşitli radikal kesimler; Sovyet - Çin
çatışması çerçevesinde ayrılık noktalarına düşerken halk savaşı - öncü savaş
gibi konularda formüle ettikleri devrimci şiddeti hayata geçirme süreci içine
girmişlerdir.
Anti- Amerikancı militan öğrenci gençlik
hareketinin temel karakterinin bazı noktalarda zorlamasına rağmen, onu
aşamayan bu yeni hareketler, 15-16 Haziran gibi deneyimleri yaşayan işçi sınıfı
hareketi ve çeşitli köylü eylemleri karşısında da büyük bir coşkuya kapılarak,
formüle ettikleri şiddet politikasını, dönemin kapandırdığı bakış
açısıyla bile üzerinde
durulması gereken yanlarını ele
almaksızın hayata geçirdiler.
Bu dönemin radikal çıkışlarını THKP- C,
THKO ve TKP- ML TİKKO temsil ederek, bugüne "iç savaşı" göze alma
gibi cesur bir miras bıraktılar. Şimdi bu mirasın sahiplerinin döneme ilişkin
tespitleri ve kurtuluş yolu olarak önerdikleri "çözüm" yollarını
kendi belirlemeleri çerçevesinde ele alıp değerlendirelim.
THKP/C
MDD çizgisinin YÖN/Devrim ekibinden koparak
evrilmesiyle başlayan ayrışma ve netleşme bir başka kanatta daha sürdü.
İttifaklar sorununu bir başka cepheden sürdüren bir kolda belki de kitlesellik
açısından en önemli gücü elde etmiş olan THKP-C geleneği oldu. Dev-Yol’un
başını çektiği bu kol meseleyi kısmen daha farklı bir sorunsal içinde ele
alıyordu. THKP-C’nin öncüleri daha önce de belirttiğimiz gibi Perinçek
çevresiyle tartışırken devrimde işçi sınıfının öncülüğünün şart olduğunun
altını çiziyordu. Ancak THKP-C’nin anladığı öncülük ideolojik bir öncülüktü.
Siyasal savaşım ise işçi sınıfı yeterince güçlü olmadığından bir halk savaşı
olarak gerçekleşecek ve işçi sınıfı ideolojisini temsil eden partinin
önderliğinde başarıya ulaşacaktı. Halk savaşıyla kastedilen de yine özü
itibariyle bir milli demokratik devrimdi. Belki asker zümre ve bürokratlar
müttefikler safından dışlanıyor, köylülüğe yeterli önem verilmiyordu, ama buna
karşılık küçük burjuva katmanların aktivizmi devrimi olanaklı kılan en önemli
etmenlerden biri olarak görülüyordu. THKP-C çizgisini izleyenler, 1970’lerin
başında çizilmiş olan ana perspektifi reddetmediği sürece hep bu görüşler
manzumesini benimsediler. Tartışma ve ayrışma konuları genelde Türkiye’nin
iktisadi yapısının tahlilinden çok, silahlı mücadelenin ve öncü savaşımının
yeri, zamanı ve şiddetiyle ilgili bir bağlamdaydı.
Her halükarda bu kolda gelişen program ve
stratejiye dair tartışmaların görece sınırlılığı, bu hareketin diğerlerine
kıyasla, daha içe kapalı ve uluslararası gündemden kopuk olmalarındandı.Bu
konuda, 1980'ler öncesi Türkiye'sinin siyasal gelişmeleri İçinde önemli bir
yere sahip olan THKP/C ve onun önderliğinin (Mahir CAYAN) şiddete bakış açısı
ve bu bakış açısını koşullandıran Türkiye somutu ile dünyayı yorumlayış
tarzını öncelikle ele alıp incelemek gerekmektedir.
'Devrim teorisi. Çalışma tarzı, örgüt
konularında... ", "devrimci Marksizm’in" temel kriteri olarak
"kendi özgücüne güvenerek devrim için yola çıkmaya cesaret..."
etmeyi gören M. Cayan; haklı olarak geleneksel "sofun, sınıfa ve halka
değil iktidara ve dışarıya dönük yüzlerini teşhir etmekle işe başlarken,
"devrimin kırlardan şehirlerin kuşatılması şeklinde, köylü ordusunun işçi
sınıfı kurmaylığında, uzun, dolambaçlı bir halk savaşıyla zafere
erişebileceğini..." savunarak örgütlü devrimci şiddeti, bir anlamda da
Lenin'in deyişiyle "iç savaşı" kabul eden anlayışını formüle
ediyordu![162]
özgüce güvenen ve halkın devrimci
şiddetinin formülasyonu ile yetinmeyin M. Cayan, devrimci mücadele ve iktidarı
zapt etme sorunuyla Parti arasındaki bağlantıya da açıklık getirme ihtiyacını
hissediyor.
"Eğer, proletarya partisi henüz
kurulmamış ise, ana görev proletaryanın öncü müfrezesini oluşturmaktır.
Proletaryanın sınıf partisinin olmadığı bir evrede, devrimci durumun olması
halinde bile proleter devrimci dil Fransızca olamaz."[163]
Alıntıdan da anlaşıldığı gibi M, Cayan, şiddet ve Parti arasında çok açık bir
bağlantı kuruyor. Ve Partisiz şiddeti düşünmüyor. Eğer devrimci şiddet
yürürlüğe sokulacaksa öncelikle parti kurmak şarttır, anlayışı Çayan'da hâkim
yan oluyor.
Proletaryanın "ideolojik "
öncülüğünde geliştirilecek olan şiddetin biçimi ve bu biçimi koşullandıran
etkenleri de şöyle açıklıyor M. Cayan:
"Devrim, kırlardan şehirlerin fethi
şeklinde bir rota izleyecektir. Bu, Leninîzm’in sömürge ve yarı- sömürge
ülkeler İçin öngördüğü evrensel bir tezdir. Türkiye de yan- sömürge bir ülke
olduğu için, Türkiye'de devrim, bu genel evrensel çizgiyi izleyecektir. Yani,
son duruşma kırlarda cereyan edecektir. Fakat emperyalizmin 3. Bunalım
döneminin özelliklerinden ve de Türkiye'deki üretici güçlerin gelişme seviyesinden
dolayı Türkiye devrimi Vietnam, Çin ve Küba devrimlerinden farklı ara aşamalardan
geçerek zafere erişecektir. Şehir ve kır ilişkileri ve halk savaşının
aşamaları kendine özgü olacaktır. Birinci dönemde şehirler temel, kırlar
yardımcı; ikinci dönemde kırlar temel, şehirler yardımcı "Birleşik
Devrimci Savaş"[164]
"Birleşik Devrimci Savaş"
konusunun bir başka yazıda inceleneceğini belirten Cayan, iktidar savaşının
sadece şiddet olgusu ile sınırlı tutulamayacağını belirtmeyi de ihmal etmiyor.
"Halk savaşı politikleşmiş bir
savaştır. Yani sosyalistlerin halk savaşındaki temel mücadele metotları askeri
savaş metodudur. Bu savaş klasik savaş metoduyla değil, politikleşmiş askeri
savaş metoduyla yürütülür. Bu savaşta, bütün demokratik ve ekonomik amaçlı hareketler,
kitle gösterileri, vs. bu politikleşmiş askeri mücadeleye tabidir."[165]
Alıntıdan da görüldüğü gibi askeri şiddet
tek bir mücadele metodu olarak ele alınmıyor; ama diğer tüm mücadele biçimleri
de o mücadeleye tabi kılınıyor. Yani, iktidarı ele almanın esas yöntemi olan
mücadele tarzı, diğer yöntemlerle beslenerek güçlendirilmelidir, anlayışı
hâkim yan oluyor.
Emperyalizmin (gizli ya da açık) işgali
altındaki yarı-sömürge bir ülke olarak değerlendirilen Türkiye için yapılan bu
tespitler, ilk bakışta THKP/C çizgisinin TKP ve TİP anlayışından tümüyle bir
kopuş, iktidar güçlerine karşı her alanda açılan bir savaş gibi
değerlendirilebilir. Fakat yine Mahir Çayan’dan yapılacak bir alıntı
çerçevesinde soruna yaklaşıldığında durumun hiç de öyle olmadığı daha iyi
anlaşılır. Ve 12 Mart askeri darbesinin karşısında yaşanan ağır yenilginin
nedenleri tüm yönleriyle açığa çıkarılır kanısındayız.
- "Mahalli, tarihi gelenek, görenek
veya üretici güçlerin gelişme seviyesi sadece Leninizm’in evrensel devrim
teorisinin taktiklerine yön verecek unsurlardır. Bu farklılıklar, her ülkenin
devrim stratejisinin kendine özgü ara aşamalarının niteliklerini biçimlendirirler."[166]
Burada, Leninist devrim teorisinin, tek
tek ülke somutunda (mahalli) nasıl uygulanacağına değinen M. Cayan, THKP/C'nin
de teorik perspektifinin çıkış kaynaklarının ne olduğunu belirtiyor. Ki bu
kaynaklar da bizim eleştirilerimizin çıkış noktasını oluşturuyor.
"Mahalli", "tarihi
gelenek" sözcükleriyle kastedilenler somut toplumsal (ekonomik, siyasal,
kültürel vb.) durum ile bu durumu ortaya çıkaran tarihi birikim oluyor. Bu
birikim, egemen sınıflar ve ezilen sınıflar açısından iki farklı biçimde
kendisini gösteriyor. Ki, eğer bu birikimin tüm yönleri açığa çıkarılıp,
günümüze nasıl yön verdiği değerlendirilecekse (mutlaka öyle olmalı) her iki
kesim (ezen ve ezilen sınıflar) da ele alınıp-incelenmelidir. Bu İncelemenin
odak noktası da özellikle her sınıfın kendisini ifade etmesinin biçimi olan
siyasal yanları olmalıdır.
işte bu noktadan yola çıkarak M. Çayan'ın
güne ilişkin formüle ettiği çözüm yollarının ve bunların pratiğe
aktarılmasının biçimleri olan taktik çıkışlarının kaynağında yatan
belirlemelere baktığımızda eleştirilerimizi sağlıklı bir biçimde
yöneltebiliriz.
"Osmanlı toplumu, 18. yüzyıldan itibaren
hızlı bir sömürgeleşme sürecine girmiş, devlet hızla kompradorlaşmış, embriyo
halinde yerli kapitalizm Avrupa kapitalizminin rekabetine dayanamayarak
kavrulmuş, ekonomi, feodal komprador bir yapıya sahip olmuştur.
"Bu feodal - komprador ekonomik
yapının önemli özelliklerinden birisi de, uluslaşmayı yürütecek, feodal veya
yarı-feodal toplum karakterinden, gelenek ve törelerinden doğan sosyal, psikolojik
ve de kültürel oluşumun etkisi altında uyuyan halk kitlelerini harekete
geçirecek, ilerici ve demokratik düşünceyi yaygınlaştıracak güçte devrimci
burjuvazinin olmayışıdır. Bu görev zorunlu olarak küçük burjuvazinin omuzlarına
yüklenmiştir."[167]
Osmanlı toplum yapısını bu şekilde
değerlendirerek gerçek niteliğini gözler önüne seren M. Cayan, "uluslaşmayı
yürütecek" bir burjuva sınıfının olmayışı gerçeğinin karşısına, hiç de hak
etmediği halde, tümüyle komprador burjuvazinin ve kompradorlaşmış devletin
özelliklerini üzerinde taşıyan, bu özellikleriyle de "devrimci" bir
karaktere hiç bir zaman sahip olamayan küçük burjuvaziyi koyarak, ona
"devrimci" bir rol vermiştir. Bu rol, yine Çayan'dan aktaracağımız
alıntıda da görüleceği gibi, THKP/Cnin Kemalizm’e bakışı açısının temelini
oluşturmaktadır. Ki, bu da 70'ler THKP/C pratiğinin ve hedefler tespitiyle
ittifaklar anlayışının teorik zemini anlamına gelmektedir.
Küçük burjuvazinin karakterini bir dipnot
olarak ele alan Cayan, şöyle demekte:
"Modem bir sosyal sınıf olmayan
küçük burjuvazi açık işgal şartlan hariç- emekçi halk kitlelerini uyandırıp,
onları yüzyılların feodal uyuşukluğundan kurtaracak güçlü bir devrimci hareket
yaratma kabiliyetinden yoksundur. Bu bakamdan, Osmanlı milliyetçi asker-sivil
aydınların bulanık milli ve devrimci hedeflere yönelik hareketleri daima zayıf
ve cılız olmuş, halk kitleleri üzerinde önemli bir etkiye sahip olamamış,
genellikle kitleler bu hareketlerin seyircisi olmuşlardır." [168]
Bu alıntıda küçük burjuvaziye ilişkin
olarak yapılan "açık işgal şartları hariç- için biçilen rol önemlidir.
Çünkü M. Çayan'ın, Kemalizm’e ilişkin olarak yapmış olduğu tespit Kemaliz mi,
Çayan'a göre koşullu da olsa devrimin ittifakı pozisyonuna getirmekte.
Eğer, Osmanlı tarihi, özellikle de
Tanzimat süreci sonrası dikkatle incelenmiş olsa idi, böylesi bir hatalı
tespite gidilmez; devlete ve egemen sınıflara takılan komprador sıfatı
"asker- sivil aydınlar" için de söylenir ve bu kesimin
"bulanık" da olsa "zayıf ve cılız" da kalsa "milli ve
devrimci hedeflere yönelik hareketlerinden” bahsedilerek Kemalizm için
"ilericilik", "devrimcilik" anlamında teorik bir zemin
yaratılmazdı.
Küçük burjuvazi için "devrimci
burjuvazinin” görevini yerine getirme işlevini yükleye M- Cayan, tarihe
ilişkin "tarihsel" belirlemelerini şöyle sürdürüyor:
"2) Osmanlı feodalizminin
niteliğinden dolayı (klasik anlamda feodal – serf ilişkisinin açık ve kesin olmaması ve de iç
sömürünün yumuşak ve gizli olması) isyancılık emekçilerde bir gelenek haline
gelmemiştir. Merkezi feodal devlet, dış talanı temel alıp, iç sömürüyü nispeten
gizli ve yumuşak yürüttüğünden dolayı, Anadolu halkına bir yüce baba, bir hami
gibi gözükebilmiştir.
"3) (....) "özetle söylersek,
feodal devletin kompradorlaşma öncesi dönemine kadar ki süre içinde devlet,
"halkın babası" ve "kerim devlet" olarak kitlelere
görünmüştür. Komprador-feodal devlet döneminde ise devletin kitlelere
görüntüsü, ceberutlaşmış, ancak "karşı konmazlığı",
"yıkılmazlığı" düşüncesi devam etmiştir."[169]
Yukarıda aktarılan alıntılardan da
anlaşılacağı gibi M. Cayan, emekçilerde isyancılığın bir gelenek haline
gelmemesini devletin "yüce baba", "hami" gibi gözükmesine
bağlamış. Neden olarak da "iç sömürünün yumuşak ve gizli olması",
"feodal, serf ilişkisinin açık ve kesin olmaması" gösterilmiş. Eğer,
Osmanlı tarihi dikkatle izlenirse durumun hiç de böyle olmadığı, Anadolu halkı
üzerinde de yoğun bir baskı ve sömürü yaşandığı, bu baskı ve sömürüye karşı
kesintili ve farklı bölgelerde olsa da yüzyıllarca süren köylü isyanlarının
olduğu, bu isyanların Osmanlılar ta-ramdan çok acımasız bir şekilde
bastırıldığı görülür. "Klasik anlamda feodal, serf ilişkisinin olmaması,
bu gerçeklerin yaşanmadığı anlamına gelmez. Merkezi feodal despotik devlet,
halk ve halklar üzerindeki feodal baskı ve sömürünün en uç noktadaki temsili
anlamına gelir Osmanlılarda. Bu anlamıyla, devletin "ceberrut'luğu ve
"yıkılmazlığı son dönemlerin değil kuruluş yıllarının da bir ifadesidir.
Diğer yandan, M. Çayan'ın "açık ve
kesin olmaması" ve "yumuşak ve gizli olması" nedenine bağladığı
sömürü ve çelişkiye ilişkin belirlemesi de, daha sonraki Türkiye'sinde toplumsal
çelişkilerin çözümüne ilişkin olarak getirilen "suni dengenin bozulması"
teorisine bir zemin oluşturmaktadır. Osmanlı döneminin "suni
dengesini" halk kitlelerini uyandırıp, onları yüzyılların feodal
uyuşukluğundan" uyandıracak güç olarak gösterilen "küçük burjuva
aydınları" bozarken, yeni "suni denge"yi de THKP/C bozacaktır.
Bu her iki belirlemenin de ortaya
çıkardığı bir gerçek olarak da karşımıza miras alınacak bir halk direnişinin
bulunmamasıdır. Uyuşuk, isyana geleneği olmayan bir halk gerçeği miras alınamayacağına
göre, onları uyandıran, çelişkileri gösteren "küçük burjuva aydın"
geleneğinin miras alınması ve hiç de hak etmedikleri halde bu kesime
"devrimci" payesinin verilmesi doğal olmakta. Sonuçta, geleneksel
yapıyı birçok yönden zorlamasına rağmen THKP/C, mirasını, aşamadığı sınıf
karakterinin tarihin-
da bulmakta. İşte böylesi bir sistem
içinde oluşan "halk anlayışını yıkmak" görevi ilk elden Kemalizm’e
düşüyordu.
"Ancak 1. Milli Kurtuluş
Savaşı" döneminde, açıkça işgalci düşmanın saflarında yer alan komprador -
feodal devlete karşı Kuvay-ı Milliye'nin başarılı eylemleri ceberut,
'yıkılmaz', 'karşı konmaz', 'gücünü tanrıdan alan' Osmanlı devletinin bu görünümünü
yıkıp atmıştır."[170]
"1. Milli Kurtuluş Savaşı" diye
bahsedilen Kemalist hareket, Osmanlının söz konusu edilen özelliklerini
yıkmamış, aksine görüntüsüyle birlikte yıkılan, fiilen halk üzerinde herhangi
bir işlevi kalmayan, işgalle birlikte devlet olma Özelliğini yitiren, Osmanlı'nın
yıkıntıları üzerinde, döneme uygun bir "ceberut"
"yıkılmaz", "karşı konmaz" bir "Cumhuriyet"
yaratmıştır. Yani, savaş, sonrasında tüm özelliklerini kaybeden devlete yeniden
ve j daha güçlü bir işlerlik kazandırmıştır. İşte bu Özelliğiyle Kemalist
hareket ve "Cumhuriyet' Osmanlılar tarafından isyan geleneği törpülenmiş
bir halkın, işgal karşısında yeniden isyan geleneğini edinmesi başlangıcında,
başlayan bu geleneği susturmanın ve halkı "seyirci", "koyun
sürüsü" durumuna getirme girişiminin adı olmuştur.
işgale karşı bile millici yönü çok güdük
kalan, anti-demokratlığı ve halk düşmanlığı ön plana fırlayan Kemalist
ha-raketin, bu şekilde değerlendirilmesi THKP/C çizgisi ve pratik adımlarının
Kemaliz mi aşamaması, onu devrimin hedefi haline getirememesi sonucunu
doğurmuştur. Aksine, geçmiş feodal-komprador ilişkilerin bir adım bile ötesine
gidemeyen Kemalizm için küçük burjuva aydın devrimciliği sıfatını yakıştıran M.
Cayan, Kemalistler için müttefiklik sorununu şöyle ele alıyor:
"Öncü savaşı aşamasında olan
THKP/C'nin küçük burjuva aydın çevrelerdeki müttefiki; ancak Kemalistler
olabilir. Onlarla olan ilişkilerimizde sağ kanadın oligarşinin kesin müttefiki
olduğunu, her zaman devrimci saflara, tarihi bir hareket anında ihanet
edebileceğini, nedenleri ile birlikte anlatmalıyız. Ortak cephe bu kanadın,
darbeciliğin çıkar yol olmadığını anlayıp, sağ kanadı artık dostu olarak
görmediği zaman mümkün olacaktır."[171]
Osmanlı İmparatorluğu'nun elde kalan
mevzilerini korumak için dönemin özellikleriyle bütünleşerek hareket eden, halk
düşmanlığı ve Kürdistan halkını yok etmenin simgesi olarak tarih sahnesine
çıkan, bu özelliklerini daha savaşın ilk yıllarında gösteren Kemalizm İçin,
"küçük burjuvazinin en sol, en aydın kanadının milli kurtuluşçu politik
tutumudur."[172] diyen M. Cayan, daha da ileri giderek,
"Kemalistler için ülkemizdeki , asker sivil aydın zümrenin jakobenleri
diyebiliriz." ifadesiyle Kemalizm’e ilişkin görüşlerini, onun irtifak
kabul edilişinin nedenlerini iyice pekiştirerek, Kemalizm'den ne kadar
"koptuğunu" göstermiş oluyor.
Tarihe bakış içinde, toplumsal
gelişimimiz içinde önemli bir yere sahip olan "küçük burjuva aydın"
lar ve "Kemalizm" hakkındaki görüşlerini böylece açıklayan; devrimci
harekete miras bırakmış bir halk isyanı geleneğini bulamayan, bunun için de
"küçük burjuva aydın" geleneğine "devrimci" bir özellik
yakıştırarak, onun yaratmış olduğu sözde miras üzerine konan THKP/ C; yalnız
bu konularda değil, yine tarihimiz açısından oynadığı olumsuz rolle önemli bir
yere sahip olan TÎP geleneğine bakış açısıyla da nasıl bir mirasın sahiplenildiğini
göstermektedir.
Dönemin tartışmaları içinde yer alan
Mihri Bellinin "devrimci " hareketin tarihini temsil etmesi sorunu
üzerine görüşlerini belirten M. Cayan, aynı zamanda geleneksel "sofun
tarihine de nasıl baktığını göstermiş oluyor.
"Bazı arkadaşlar M. Belli’nin tarihi
temsil ettiğini..." söylüyorlar," Bu temelsiz, saçma sapan ve
devrimci olmayan bir tutumdur. " sözleriyle M. Belli'ye ilişkin
düşüncelerini açan M. Cayan, buradan yola çıkarak geleneksel "sol" a
nasıl baktığını ortaya koyuyor.
Türkiye'deki Marksist hareket şerefli bîr
mücadele tarihine sahiptir. CHP ve DP yönetimlerinin karanlık yıllarında,
siyasi İrticanın en azgın olduğu yıllarda, Türkiyeli proleter devrimciler
yiğitçe ve mertçe mücadele vermişlerdir. Türkiye proleter devrimci hareketi
içinde siyasi irticaya karşı baş eğmez bir mücadele içinde olan arkadaşlarımız,
daima biz genç proleter devrimciler için örnek olmuşlar ve büyük değer
taşımışlardır. Ama bu geçmişteki mücadelelerin hatalarını eleştirmeyeceğimiz
anlamına gelmez. Bugün ve yarın için doğru olan politika, dünün eleştirisinden
çıkar.
"Biz, Türkiye'deki Marksist
hareketin tarihine sonuna kadar saygılıyız. Ve onun bir devamı olarak kendimizi
görmekteyiz."[173]
Diğer çatışmalarımızda ve bu çalışmamızın
baş kısmında özelliklerini esas yanlarıyla belirttiğimiz ve kendisine
"Kemalizm’in sol lastiği" olma
özelliğini yüklediğimiz, onun için de bir miras olarak değil de
"reddedilmesi" gereken bir geçmiş olarak gördüğümüz TKP geleneğine
karşı M. Çayan'ın yaklaşımı bu oluyor. her ne kadar hatalarını eleştirmek
gerektiğini söylüyorsa da "onun bir devamı olarak kendimizi
görmekteyiz" diyerek, ne derece eleştirel bir gözle bakıldığını da ortaya
koyuyor. TKP geleneğinin devamı olduğunu söyleyen bir hareket, TKP ne kadar
Kemalizm’e karşıysa ve ne denli Kemalist düzene karşıysa, o da o denli karşı
olur.
Oportünist de olsa, küçük burjuva
karakterini aşamamış, reformculuk peşinde koşan bir hareket de olsa, bir
hareketin içinde gerçekten saygı duyulması gereken, mücadeleci insanlar çıkmışsa
elbette öylesi militan kişilikler saygı ile anılır ve onların yarattığı miras,
daha da geliştirilip - güçlendirilerek günümüze aktarılır. Böylece de anıya
bağlılığın gerekleri yerine getirilmiş olur. Ama TKP geleneği içinde yer alıp
da sonuna kadar direnen, düzenle hiç bir noktada uzlaşmayan ya da en azından
esas olarak düzenden kopuşu ön plana çıkaran militan devrimcilerin anısını
yaşatmakla TKP geleneğine sahip çıkmak farklı bir şey olur. Birincisi direnişi
ikincisi İse oportünizmi miras almaktır.
Yukarıdaki alıntı ve aşağıya
aktaracağımız alıntı THKP/C çizgisinin oportünizmi miras aldığını
göstermektedir.
"Milli kurtuluş savaşımızdan bugüne
kadarki süregelen proleter devrimci mücadele öyle pek kolaylıkla azımsanacak
bir şey değildir; 20 Eylül 1919'da Türkiye işçi ve Çiftçi Sosyalist
Fırka-51'nın kurulması, kurulmasından 3 ay sonra 2000 işçi delege ile ilk
kongresini yapmış olması, İngiliz sansürüne rağmen Marksist bir yayın organı
olan Aydınlık'ın çıkartılması, 1946'da Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü
Partisi'nin kurulması ve bu ara dönemde siyasi irticaya karşı, demokrasi
düşmanlarına bile şapka çıkarttıracak kadar güçlü bir mücadele verilmiş
olması, 951 olgusu, Vatan Partisi'nin kurulması öyle bir kalemde karalanacak
olgular değildir."[174]
Kronolojik sıraya göre verilen Türkiye
"sosyalist" hareketin-deki bu gelişmeler elbette "bir kalemde
karalanacak olgular değildir" . Fakat bu olgular "sosyalizm"
adına değil, Kemaliz mi güçlendiren, onun baston değneği olma adına bilinmesi
ve mutlaka dersler çıkarılarak aşılması gereken olgular olarak "bir kalemde"
silinip anlamazlar. 'Aydınlık"ın ne denli Marksist bir dergi olduğunu daha
önceki bölümde yaptığımız alıntılarda da görmüştük. Ve yine "demokrasi
düşmanlarına bile şapka çıkarttıracak kadar güçlü bir mücadele" verenlerin
kimler olduğunu ve nasıl bir mücadele verdiklerini diğer çalışmalarımızda
açıklamaya çalışmıştık.
Diğer yandan, alıntının içerisinde geçen
"demokrasi düşmanları" deyimi de CHP ve DP iktidarları döneminde
yani "siyasi irticaa"nın "güçlü" olduğu dönemlerde bir de
demokratik güçlerin varolduğu anlamını da taşımaktadır. Ki, bu "anlayış
TKP geleneğinin politikasına başından sonuna kadar yön veren anlayıştır. M.
Cayan, söz konusu belirlemesi ile iktidar yürüyüşünde yaptığı radikal belirlemelere
rağmen iktidar güçlerinin bir kanadından halen birtakım beklentilerinin
olduğunu ortaya koymaktadır. Bu da, gizli de olsa reformculuğu beslemektedir.
Tarihsel gelişim içinde toplumumuzun
siyasal yelpazelerine ve bu şekilde yaklaşan ve esas çıkarılması gereken
dersleri göremeyen bunun için de gerek devlete yaklaşım konusunda ve gerekse
"suni denge" anlayışında yürütülen mücadele pratiğini esas
yöneltilmesi gereken noktaya yöneltemeyen THKP/C çizgisinin, o günün Türkiye
somutuna ilişkin getirilen "çözüm" yollarını yine M. Çayan'ın
belirlemelerinden ele alarak inceleyelim. Emperyalizmin "gizli
işgali" altında olan yarı-sömürge ülke Türkiye'de "oligarşi"yi
yıkmanın yolu var olan "suni denge"yi bozmaktan, "suni
denge" nin bozulmasının yolu da emperyalizmin "gizli işgali"ni
açığa çıkarmaktan geçer diyen M. Cayan, bu belirleme üzerine "öncü
savaş"ı formüle ederek, isyan geleneğinden "yoksun" halkı,
olası bir açık emperyalist işgale karşı ayağa kaldırma, böylece de "2.
Milli Kurtuluş" savaşını başlatma pratiği içine yöneldi.
"Biz düzen örgütünden değil, savaş
örgütünden yanayız. Savaş örgütü olabilecek bir parti Leninizm’in ilkelerinin
temeli üzerinde, Leninist örgütlenmeye uygun bir şekilde kurulur."[175] diyen
M. Cayan, proletaryanın ulusal sınırlar içinde örgütlenerek kendisini ulus
katına yükseltmesi ve ulusal sınırlar içinde kendi egemenlik sistemini inşa
etmesi gerçeğinden uzaklaşarak, ulusal soruna ilişkin düşüncelerini formüle
etmemiş, Misak-ı Milli'yi esas alarak, "son duruşmanın" olacağını iddia
ettiği "kırları" belirsiz bir zemin üzerine oturtmuştur. Yani,
"kır" diye kastedilen alan, nerenin, hangi ülkenin
"kırı"dır, ayrı bir ulus olan Kürdistan, Türkiye'nin "kır"ı
işlevini mi görmektedir sorularına yanıt vermemiştir. Bu da doğal olarak farklı
çelişkileri yaşayan iki ayrı ulusun devrimine eklektik, şoven bir yaklaşımı
koşullandırmıştır. Bu noktada, Kemalizm’den kopamayan M. Cayan, Kürdistan
sorununda şunları söylemekte:
"Biz, ulusların kendi kaderlerini
tayin hakkının ışığı altında diyoruz ki: 'Her şart altında, her zaman meseleyi
Misak-ı Milli sınırlan içinde ele almak gerekir veya Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla
bağdaşan tek çözüm yolu ayrılma hakkının kullanılmasıdır' diyen görüşler
yanlıştır. Bu görüşlerin sahipleri, her iki tarafın burjuva ve küçük burjuva
milliyetçi unsurlardır. Oysa devrimci proletarya, meseleyi diyalektik bir
tarzda ele alır. Yani, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının öngördüğü
ayrılma, özerklik, federasyon vs. çözüm yollarının hangi şartlar altında ve ne
zaman geçerli olabileceğini açıkça ortaya koyar. (Biz bu meseleyi ayrı bir
yazıda etraflı bir şekilde ortaya koyacağız. Bu kısa açık mektubun amacı bu
olmadığı için bu meseleye burada girmiyoruz.)"[176]
M, Cayan, bu sorunu daha başka bir yerde
inceleyemedi. Fakat bu kısa değerlendirmesinde Kürdistan sorununu ve ulusların
kaderlerinin tayin hakkının ne anlama geldiğini bildiğini ortaya koymakta. Ama
alıntıdan da anlaşıldığı kadarıyla Kürt ulusunun ayrılma sorunu ile Kürt
halkının iradesi arasındaki bağlantıyı görememektedir. Her ne kadar
"ayrılma, özerklik, federasyon, vs. çözüm yollarının hangi şartlar
altında ne zaman geçerli olabileceğini" kendi kaderini tayin etme hakkıyla
İlintili olduğunu söylese de, tüm teorik açılımlarını Misak-1 Millî temeli
üzerine oturtan M. Cayan, Kemalist ulus anlayışı çerçevesini bir türlü
açamamaktadır. Ki, çizilen devrim stratejisi ve buna uygun düşen mücadele tarzı
da bu temel üzerinde şekillenmektedir. Aslında, M. Çayan'ın teorik
belirlemelerinde Kürdistan adeta yok sayılmaktadır. Kemalizm’in de zaten hâkim
kılmak istediği anlayış budur.
Ulusal sorun karşısında hiçbir şey
söylememeyi tercih eden, bunun için sosyal- şoven çemberi kıramayan, pratik
anlamda Kürdistan üzerinde soldan bir ilhakçı pozisyonunu aşamayan M. Cayan, iktidar
mücadelesinde "Devrim için objektif şartlar hazırdır. Fakat ülke işgal
altında olduğu için, devrim için emperyalizme karşı halk savaşı vermek
zorunludur." diyerek, emperyalizme karşı olma ile iktidara yürüme
arasındaki bağıntıyı kuramadığı gibi iki karşı çıkış biçimini de birbirine
karıştırarak hedefini şaşıran bir strateji çiziyor,[177]
Bununla da sınırlı, kalmayan teorik
belirlemelerinden birinde, "... bu devrimde köylülerin temel gücü teşkil
etmesinin ana nedeni, devrimin tarım devrimi olması değil de, kırların temel
savaş alanı olmasıdır. Bir başka deyişle, emperyalizmin işgali altındaki
ülkelerin demokratik devrimlerinde halk savaşının zorunlu bir durak olmasından
dolayı köylüler temel güçtür" diyerek, üretici güçlerin gelişme düzeyi,
devrimle sınıflar arasındaki ilişkiyi ne denli kavramış olduğunu ortaya
koymaktadır.
"Halk savaşının zorunlu bir
durak" olduğu Çin, Vietnam gibi ülkelerde Ulusal Demokratik Halk Devrimini
koşullandıran etkenlerin başında fiili işgalin olması ve köylülük sorunun çözümlenmemesi
ile birlikte ülkenin esas olarak bir köylü ülkesi olması gerçeği
gelmektedir.Yani bu ülkelerde verilen "halk savaşı" gerçeği bu
temeller üzerine yükselmiştir. Yoksa her ülkede, yani demokratik devrim
sürecini tamamlamamış ülkelerde verilecek olan halk savaşı, mutlaka "son
duruşma" kırlarda yapılması, "kırların temel savaş alanı"
olarak kabul edilmesinden dolayı "kır"lar temel seçilmemiştir.
Türkiye'nin somut durumu, "2. Milli
Kurtuluş"u gerektirecek denli bir açık işgali yaşamaması, çarpık da olsa
tarım sorunun çözümlenmiş olması, şehirlerin kırlar aleyhine büyüyerek nüfusun
çoğunluğunu içine alması, proletaryanın nicelik olarak da ülke nüfusu içinde
önemli ve devrimde fiili öncülük edecek güce ulaşması gibi olgular "son
duruşma"nın kırlarda değil şehirlerde olacağının bir göstergesidir. Doğal
olarak böylesi bir ülkede iktidara yönelim hayali bir "açık işgal"
beklentisi üzerine değil somut durum üzerine kurulmalıdır. Elbette bu, kırların
öneminin küçümsenmesi, gerillanın devrimde oynayacağı rolün hafife alınması
anlamına gelmez. Hiç bir devrim olasılıklar üzerine inşa edilemez, mevcut
çelişkilerin çözümü üzerine yükselir. Toplumumuzun demokratikleştirilmesinin
bir gereği olarak formüle edilen Demokratik Devrim ve Halk Savaşı esprisi kıra
özgü mücadeleyi yadsımaksızın, hatta onun açacağı yoldan ilerleyen, onunla güç
kazanarak savaşıma süreklilik kazandıran şehirler ve devrimin fiili gücü olan
proletarya üzerine şekillendirilmek zorundadır. Ki, bunun ilk koşulu da,
Kürdistan'ı Türkiye'nin "kır"ı olarak görmekten vazgeçmektir.
Her ne kadar M. Cayan, "ülkemizdeki
baş çelişki oligarşi ile halkımız arşındadır" diyorsa da, gerek pratik
mücadele anlayışı gerekse de teorik çözümlemelerinin içinde durumun hiç de öyle
olmadığını açıkça şu sözleriyle ortaya koyuyor:
"Oligarşi içinde bizzat emperyalizm
yer aldığı için devrimci savaş sadece sınıfsal planda yürümeyecektir. Savaş,
sınıfsal ve ulusal planda yürüyecektir. Şüphesiz oligarşik devlet cihazının
militarize gücü yetersiz kalıp. Amerikan ordularının açıkça savaş içinde yer
almasına kadar, sınıfsal yan ağır basacaktır."[178]
Hep bir fiili işgal beklentisi içinde
olan ve böylece de Kemalistlerin harekete geçerek kendilerine katılması hayali
üzerinde oluşturduğu teorisi ile orduya karşı tavır koymaktan kaçman THKP/C,
Kemalizm’in esas koruyucu gücü olan, emperyalizme-gericiliğe karşı tavır
koyması beklenilen ordu eliyle tasfiye edilmekten kurtulamadı-
Yani, daha "savaşımın sınıfsal" yönünün hâkim olduğu dönemde, ulusal
savaşın müttefikleri olarak görülen, bir anlamda da kendisine umut bağlanılan
Kemalist ordu, radikal hareketin Azrailli oldu.
Diğer yandan, THKP/C, Politikleşmiş
Askeri Savaş Stratejisi diye adlandırdığı Halk Savaşı Stratejisi'ni sadece
askeri bir şiddet olayı olarak görmemesine ve legal - illegal, ekonomik, demokratik,
akademik örgütlenme ve etkinliklerin de bu savaşa kanalize edilmesi gerektiğini
savunmasına rağmen; öğrenci gençlik çevresini aşamayan çalışma tarzı ile sınıf
ve halkta bütünleşememiş, onu isyana kaldırabilme adına temel olarak aldığı
işçi sınıfı ve köylülükten uzaklaşarak elit - azınlık bir gruba dönüşmüştür.
Mücadelenin sürekliliği ile öncünün
sürekliliği arasındaki bağlantıyı, "içinde bulunduğumuz devre ricat
devresidir. Öz gücümüzü ezdirmeme, güç toplama, savaşı gücüne göre sürdürme
devresidir. Partizan savaşı akmasının gerilla savaşı dönemi."[179]
şeklinde kuran M. Cayan, devamla bu konuda da her ne kadar yüzeysel ve ne kadar
coşkuyla davranıldığını şöyle ifade ediyor:
"Bu dönemin ilk evresi
geçirilmiştir. Dostun düşmanın ciddiye aldığı, vurduğu yerden ses çıkartan,
dediğini yapan bir örgütün var olduğunu ispat ettik. Belli bir 6-7 kişilik
kadroyu kısa da olsa eğitimden geçirdik, fakat hâlâ güçlü bir yan örgütlenmemiz
yoktur." [180]
M. Cayan, "ricat devresi" diye
adlandırdığı devreyi, "güç toplama" dönemi diye adlandırırken,
soruna ne kadar yüzeysel yaklaştığını, öncünün sürekliliği konusunu ne kadar
sığ bir şekilde ele aldığını böyle gösteriyor. Bu da, gericilik fırtınasının en
şiddetli döneminden geçen THKP/C' nin Önderliğinin imha edilmesiyle birlikte,
mücadelenin kesintiye uğramasından öteye tümden tasfiye edilişinin nedenini
tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
Bütün bu özellikleriyle "1950,
Türkiye'de karşı devrimdi." , "1960, 27 Mayıs Harekatı bir devrimdi" diyen, mahkeme savunmalarında
6İ"Anayasası'nın uygulanmasını istediklerini söyleyen M. Cayan
öncülüğündeki THKP/C,... bugün için tayin edici gelişme, proletarya İle
burjuvazi arasındaki çelişme değil, Yankee emperyalizmi ile bütün Türkiye halkı
arşındadır... Bu durumda proletarya partisinin görevi ... milli cephenin
basına geçip, Amerikan postalları altında ezilen milli bağımsızlık bayrağını
yükselterek milli devrimi yapmaktır" anlayışı île esas yönü ÂBD'ne yönelik
olan ve adına öncü savaşı denilen gerilla savaşını şehirlerde başlattı. Temel
olarak alınan, esas savaş alanı olarak görünen "son duruşma"nın
yapılacağı "kırlara" ulaşılamadan, hareket şehirlerde boğuldu.
1968 - 71 yıllarının radikal çıkışının
en önemlisi olması özelliğiyle Türkiye halkının ve Kürdistan halkının ulusal -
sosyal uyanışında tarihsel bir miras yaratan; şiddeti esas almasına ve halk
savaşı üzerine ısrarla vurgu yapmasına ve militan bir pratiğin sahibi olmasına
rağmen geleneksel küçük burjuva kalıpları bir türlü kıramayan; Kürdistan'a
bakış açısıyla, ittifaklara bakışta, ,anti-emperyalistliğinin güdüklüğünü
anlayamamada kendisini şekillendiren Kemalizm’in karakterini çözümleyemeyen,
bunun İçin esas yönelinmesi gereken TC'nin temel yapı taşı olan orduya
yönetemeyen; kırların temel alındığı bir savaş stratejisi içindeki köylülüğün
esas sorunlarını göz ardı eden; ideolojik öncülük düzeyinde de olsa, devrim
Önderliği rolü biçilen proletaryaya bir türlü ulaşamayan; şablonculuğu
eleştirmesine rağmen halk savacı konusunda görüldüğü gibi şablonculuktan
kurtulamayan; tarihsel geçmişini halkın direniş mirası üzerine değil de küçük
burjuva aydın geleneği üzerine inşa ederek halkı politika dışı İntan; Leninist
örgütlenme anlayışının abc'si olan öncülükte süreklilik anlayışını harekete
geçiremeyerek küçük burjuva coşkusuyla hareket eden; bu özellikleriyle militan
öğrenci gençlik hareketinin silahlı
biçimine dönüşmesi özelliklerini aşamayan THKP/C, 12 Mart.Faşizmi karşısında
büyük bir yenilgi alarak tasfiye olmaktan kurtulamadı. Yenilgi nedenlerinden de
görüldüğü gibi, ortaya çıkan sonuç, bazı çevrelerin iddia ettiği gibi taktik
yanlışlıklardan değil, çizgi sorunundan kaynaklanmakta-ılır. Bu sorunun
temelinde de sınıf karakterini aşamama yatmakladır. Tüm bu özellikleriyle hem
militan çıkışı hem de eğer ders çıkarılırsa yenilgisiyle önemli bir yere sahip
olan THKP/C çizgini, bizim açımızdan da bilince çıkarılması gereken önemde bir
mirastır.
THKP/C ML (Halkın
Yolu)
Örgütsel
olarak kendisini 1975 başlarında gösteren THKP-C/ML hareketi, 71 hareketinin
halkçı devrim anlayışını reddetmeksizin, temelde küçük burjuva maceracılığına
ve modern revizyonizme tavır aldı. Mücadele anlayışında, “öncü savaş” yerine
“kitleler” konularak “devrim kitlelerin eseri olacaktır” şiarı öne çıkarıldı.
Geçmişle kıyaslanınca, bu, mutlak bir ilerlemeyi belirtiyordu. Halkçı
anti-emperyalist devrim kavramının ön kabulü Çin Devriminin etkisi altında
şekillendi. 1976 yılında Halkın Yolu Gazetesinde yayımlanan “Örgüt
Platformu”nda, devrim anlayışı Maocu halk savaşına ve üç dünya teorisine göre
şekilleniyordu. Türkiye üzerine şu türden tahliller yapılıyordu:
“Türkiye emperyalizme bağımlı
geri bir tarım ülkesidir.
“Ülkenin dünya çapında can
çekişen kapitalizme bağımlılığın bir sonucu olan yarı-sömürge, yarı-feodal
yapısı sürdüğü sürece çözülmesi gereken temel çelişme (...) emperyalizmle
emperyalizmin uzantısı tekelci burjuvazi, feodal toprak ağaları ve tefecilerle
çeşitli milliyetlerden halkımız arasındaki mücadelede yansıyan, üretici
güçlerle, üretici güçlerin özgürce gelişmesini önleyen yarı-sömürge,
yarı-feodal yapı arasındaki çelişmedir. “…devrimin yolu uzun süreli halk
savaşıdır.”[181]*
Platform, Mao-Zedung düşüncesi
ve Çin’deki ekonomik sosyal yapının Türkiye koşullarına uygunluğu ön kabul
alınarak oluşturulmuştur. Marksist teori ve birikim bakımından eksik olan
hareket, “üç dünya teorisi"nin tartışıldığı bir ortamda lider kadrosunun
büyük bir kısmının Aydınlık’a geçmesi ile birlikte oldukça geriledi. Geride
kalanlar 1978 yılında hareketin ilk aşamasından kalan zaafları temizleme ve
yeniden toparlanma çabasına girdiler. Yayımladıkları Devrimci Teori'nin 2.
Sayısında işe ilk kurucuların teorik anlayışlarını eleştirerek başladılar.
Temelde yine eski teorik yapı olmak kaydıyla söylenen, “proleter devrimci
hareket(in), önünde duran bir dizi meselede esas olarak doğru tahliller
yaptığıydı[182].
“HY’ nin programı, doğrudur ve izlediği siyasete temel teşkil etmiştir. Bundan
sonraki yayınlar için de teşkil edecektir”[183]
deniliyor ve Halkın Yolu’nun, ”Esas yönüyle Marksizm-Leninizm yolunda ilerleyen”[184]
politik niteliğine vurgu yapılıyordu.
Oldukça kısa sürede
programatik görüşlerde baş döndürücü bir dönüşüm yaşanır. “Devrimci Teori’de
yayınlanan… ifadelerimiz üç dünyacılığa tayin edici darbeyi indirmeye hizmet
etti. M-L ve Mao-Zedung düşüncesi tabii ki oportünizmi reddediyordu.”[185]
Dönüşümde 1979 yılı önemli bir aşamayı
temsil ediyor. Devrimci Teori'nin 5. Sayısında şunlar söyleniyor: ”HY,
Marksizm-Leninizm’in klasiklerini incelemeye, işçi sınıfı ile birleşmeye büyük
önem verdiği için, Mao-Zedung’u savunmaya çalışmasına rağmen … temel noktalarda
Maoculuğun etkisini kırdı, doğru kavrayışı getirdi.”[186]
Halkın Yolu, bu dönemde, kendi Marksist gelişimini ve diğer siyasi hareketlerle
ayrımını da ortaya koyuyor: “Eleştirilerimiz Maoculuğun, Aydınlık / TİKP revizyonizminin
ideolojisini… Maoculuktan beslenen ‘Partizan’, ’DHB’, ’HK’ ve hatta ‘Devrimci
Yol’ gibi akımların da teorik eleştirisidir.”[187]
Alıntılarda ele aldığımız tarihsel
aralık oldukça ciddi zaaflar içermektedir. Hareketlerin dayandığı teorik temel,
“ne olursa olsun her zaman en doğru şeyi söylemiş olmak” gerekliliğine inanan,
dünyanın kendi eksenleri etrafında döndüğünü sanan bir grup “aydın"ın
önünü görmeyen mantığından başka bir şey değildir. Önce bir dünya yaratılır ve
sonra yaratılan bu dünyaya, inanmanın ötesinde tapınılmaya geçilir. Çünkü
birbirine benzeyen gruplar arasında farklı olduğunu göstermek, grubu ayakta
tutmanın ve eldeki kadroları harekete bağlamanın ana koşulunu oluşturmaktadır.
Değişime yeni bir örnek; 1979 tarihli THKP-C/ML örgüt programıdır: “Üretim
araçlarının tekelleşmesi, sermayenin hakimiyet alanı büyürken buna paralel
olarak üretim araçlarının özel mülkiyeti ile üretimin sosyal karakteri
arasındaki çelişki büyümektedir.”[188]
Kapitalizmin geliştiği saptamasına ulaşmak için ne kadar uzun bir süreye
ihtiyaç duyulduğu görülüyor.
Hareket, 12 Eylül sonrasında dağıtılır
ve örgütsel faaliyet durdurulur. 1984 Haziranında yapılan 1. Genel Toplantı ile
TKİH adı alınır ve yeniden toparlanma kararı alınır. İşçinin Yolu Dergisinde
geçmiş şöyle değerlendirilmektedir: “Örgütümüzün geçmişine göz attığımızda,
1975’lerde Marksizme yönelme çabamıza rağmen 1979’da Mao-Zedung düşüncesinin
mahkum edilmesi ile küçük burjuva dünya görüşünün çemberini
parçalayabildiğimizi açık ve belirgin olarak Marksizme yöneldiğimizi
görüyoruz.”[189]
“Kıymeti kendinden menkul” hareket, öncellerinden devralınanları deyim yerinde
ise rötuşlarla süslediği eski fikirleri, süreç içerisinde değişikliğe
uğratmadan olduğu gibi savunmaya devam etmektedir.
'90'lı yılların başlarında, TKİH ve
TKP/ML Hareketi ilerlemelerini, “bu topraklarda gerçekleştirilemez denilen bir
hedefe ulaştıklarını, kendilerini feshederek MLKP-K adlı yeni bir örgüt
kurduklarını”[190] açıklamakla sürdürdüler. Tarihsel bir
ilerleme olarak kaydedilen bu gelişme sonucunda varılan teorik duruş şu şekilde
ifade ediliyordu: “Tarih kendi yok oluşunun maddi koşullarını yaratan
kapitalizmi mezara gömme görevini, ücretli köleler sınıfını oluşturan
proletaryaya vermiştir. Komünist hareket, üretimin toplumsal karakteri
ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişmeyi çözmeye yönelen işçi
sınıfı hareketinin ve bilimsel sosyalizmin teorisiyle aydınlatılmış
anlatımıdır.*”[191] Sol
hareketin tarihinde gerçek bir ilerleme sayılacak bu birleşme, hareketin teorik
gelişiminde Marksist anlamda bir ilerleme sağlayamadı Hareketin teorisini
temellendirmek amacıyla yapılan bir araştırma ve değerlendirme çalışmasında şu
tespitler yer almaktadır: “Bugünkü geriliğin ve dağınıklığın belli başlı iki
nedeni vardır: Bunlardan birincisi, yığın hareketini gerektiği gibi yönetme (…)
yeteneğine sahip olamamış, işçi sınıfı hareketi ile birleşememiş sosyalist
hareket; ikincisi ise en özgür yıllarda dahi yaygın bir karakter kazanamamış,
derinleşememiş (…) yığınların spontane mücadelesinin gelişim seyri.”[192]
Anlatılanlara baktığımızda, teorik
gelişimden anlaşılanın, Marksist klasiklerin pedagojik tarzda okunmasından
ileri gitmediğini; yapılan değerlendirmelerin ise teorik gelişmeden çok pratik
politik faaliyetlerin “teorik“ bir biçim verilerek değerlendirilmesinden ibaret
olduğunu görüyoruz.
TKP/ML (TİKKO)
1968 - 71 radikal çıkışı içinde ayrı bir
çizgi olarak ortaya çıkan; bu çıkışıyla Türkiye "sosyalist" hareketi
içinde önemli bir yer tutan; ÇKP çizgisinin Türkiye'deki bir görüntüsü olma
Özelliğini bir türlü aşamamasına rağmen, Halk Savaşı, Kemalizm, Kürdistan
sorununu ve Türkiye Komünist Fırkası’na bakış açısıyla ayırt edici bir yere
sahip olan TKP/ML-TİKKO, geliştirerek pratiğe aktarmak istediği askeri şiddet
anlayışı ve önderlik düzeyindeki direnişi ile bugün için önemli derslerle dolu
bir miras bırakmıştır.
TKP/ML-TİKKO'nun önderliğini üstlenerek,
onun ideolojik-politik - örgütsel perspektifini çizen İbrahim Kaypakkaya, Çin
modeli biçiminde de olsa, Öncülüğünü yaptığı çizginin, baştan bir "iç
savaş"ı kabul etmesi, "reformcu" geleneğe karşı bir darbe
anlamına gelmiştir. Bu darbe sadece "iç savaş" ı kabullenmesiyle de
sınırlı kalmamış, TKP geleneğine karşı ideolojik düzeydeki tavrı, Kemaliz mi
yorumlayış tarzı ve Kürdistan sorununa yaklaşımı detaylı bir şekilde formüle
edilişi ile de kapsamlı hale gelmiştir.
Latin Amerika devrimciliğinin farklı bir
görüngüsü olan Kapyakkaya çözümlemeleri, devrimciliği ÇKP etkisi ile bir
siyasal çıkış olarak ideolojiyle örgüt arasındaki bağı "örgütlenmedeki
kavrayacağımız halka, parti önderliğinde, gerilla birimleri
Örgütlemektir."[193]
diyerek sınıf ve sınıf mücadelesi kavrayışında öncelikli gerillayı hedefine
koymaktadır.
"Burjuva baylar, bizi
Guevaracılıkla, fokoculukla, THKP/C, THKO takipçiliği ile itham
ediyorlar."[194] Diyerek
diğer yapılar ile arasındaki farklılığı tanımlamaya çalışan Kaypakkaya, böyle
bir şeyin olmadığını söyleyerek, onlarla kendi örgüt ve mücadele anlayış
farkını "kır" çalışmaları çerçevesinde şöyle koyuyor:
"Marksist -Leninistlerin köylüler
arasındaki örgütlenme politikası açıktır. Her köyde, köy parti komiteleri
örgütlemek. Yine her köyde, partili ve partisiz devrimci yoksul köylülerden,
üretime bağlı silahlı mücadele müfrezeleri yani köylü milisleri örgütlemek.
Köy parti komitesine bağlı partili ve partisiz unsurlardan, silahlı mücadeleye
hizmet edecek, çeşitli görev grup ve hücreleri örgütlemek. Ayrıca, köy esasına
bağlı olmayan, bölgedeki parti komitesine bağlı profesyonel gerilla birlikleri
örgütlemek. Bütün bu örgütlenme faaliyetlerinin amacı yoksul köylüler ve tarım
işçiler arasında partiyi ve halk silahlı kuvvetlerini inşa etmektir. Bu inşa,
barış içinde değil, silahlı mücadele içinde olacaktır.[195]
Köylülerle devrim yapmak için yola çıkan
kaypakkaya zorunlu olarak gerilla ve kır arasında kaçınılmaz bir bağ kurarak
örgütü kırlara taşıyarak mücadeleyi buradan örgütlemeye çalışmaktadır. Üç
dünyacı bakış açısının bir farklı göstergesi olan kırlardan kentleri kuşatmak
ve kentleri uyandırmak gerekliliğindendir. THKP/C’nin öncü savaşçıları ile
teorik olarak ilişkilendirilebilecek bu noktada kır örgütlenmesi üzerinde
ısrarla durulması ve Kendilerinin siyasi mücadeleyi reddettikleri ve salt
askeri bakış açısına sahip oldukları doğrultusunda getirilen eleştirilere yanıt
olarak da Kaypakkaya şöyle demektedir:
" 'Salt askeri' görüş açısı,
savaşmak için savaşmak tutumuna sahip olanların görüş açısıdır. Biz, devrimin
siyasi görevlerini yerine getirmek için savaşmak istiyoruz. Kırlık bölgelerde,
parti Önderliğinde halk ordusunu yaratmak, mahalli ve merkezi otoriteyi adım
adım parçalayarak, halkın iktidarını gerçekleştirmek İçin silahlı mücadeleyi
savunuyoruz."[196]
THKP/C’nin suni dengeyi kırmak için yola
çıkardığı öncü savaşçılar Kaypakkaya’da kırsal alanda yapacağı örgütlenme ile
köylülerden oluşturacağı gerilla ile kentleri kuşatıp devrimi
gerçekleştirecektir.
Bütün bu belirlemeleriyle "12 Mart
Askeri Faşist Darbesi" koşullarında çizgisini hayata geçirme faaliyeti
içinde olan TKP/ ML, ideoloji - politika - örgüt ve mücadele anlayışını
şekillendiren teorik yapılanmasında diğer ’71 devrimci hareketinden farklı
olarak Kemalizme karşı açık bir duruş sergilemesidir. Kemalizm’e bakış açısını
şöyle formüle etmektedir:
"... Kemalist diktatörlük işçiler,
köylüler, şehir küçük burjuvazisi, küçük memurlar ve demokrat aydınlar
üzerinde askeri faşist bir diktatörlüktür."[197]
Kemalizm’in siyasal karakterini bu
şekilde koyan Kaypakkaya, onun ulusal sorun, emperyalizm karşısındaki yeri ve
sınıfsal konumu hakkında da şunları söylemektedir:
Kemalist hareket genel olarak değerlendirildiğinde,
sanayi proletaryasının ve onun örgütlenmesinin gayet güçsüz olduğu, ve genel
olarak bir tarım ülkesi görüntüsü içinde olan, emperyalist güçler ve onların
kuklası Yunan gericiliği tarafından fiilen işgal edilerek sömürge haline
getirilmek tehlikesiyle karşı karşıya olan bir ülkede gerçekleşen bir üst
tabaka devrimidir. Kemalist devrim, esasta ülkenin sömürge haline gelmesini
engelleyen ve fakat emperyalizme bağımlılık ilişkisini söküp atmayan güdük bir
anti-emperyalist devrimdir. Oysa Kaypakkaya bu koşuları görmezden gelerek
Kemalist hareketi:
"Kemalist devrim, Türk ticaret
burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi
burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir. Yani, devrimin
önderleri, Türk komprador büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır.
Devrimde, milli karakterdeki orta burjuvazi önder güç olarak değil, yedek güç
olarak yer almıştır. Diyerek sol bir değerlendirmeye tabi tutumuştur.
Kemalist önderlik tarafından sürdürülen
“Kurtuluş Savaşı”, ülkeyi işgal eden yabancı emperyalist güçlere karşı
gerçekleşmiştir. Ülkenin Birinci Dünya Savaşı galipleri tarafından doğrudan
sömürgeleştirilmesinden zarar görecek tüm sınıf ve katmanlar (yani ülkeyi işgal
eden İngiliz-Fransız-İtalyan emperyalizminin kompradorları ve bunlarla ittifak
içinde olan feodaller dışındaki tüm sınıf ve katmanlar) bu devrime katılmıştır.
Devrimin esas ordusunu tabii ki işçiler, köylüler, emekçiler oluşturmuştur. Ve
fakat önderlik burjuvazinin elindedir.
Kaypakkaya , dönemindeki hareketlerin yansımalarından
birisi olan komprador burjuvazi, milli burjuvazi ve bunların yanında orta
burjuvazi gibi katmanlara ayrılmış bir sınıflar tahlili yapmakta bunlardan
birilerini gerici ilan ederken birilerini de ilerici olarak yanına yedek olarak
almayı düşünmektedir. Komprador burjuvaziyi bizzat emperyalizme bağımlılığı ve
onun acentalığını yapması üzerinden gerici ve uzlaşılmaz olarak ilan edilirken
orta burjuvazi gibi yine millici bir kesim devrime yakın düşünülmektedir.
Burjuvazinin bu kesimi ile uzlaşmak sadece emperyalizme karşı olabilmesi
üzerinedir.
Emperyalizme bağımlı komprador
burjuvazinin milliciliği ve orta burjuvazi denilen “ulusal burjuvazinin”
milliciliği ölçülerek ortaya ittifak belirlemede farlar sergilenmeye
çalışılmaktadır. Kemalist devrimi yapan sınıfları sıralarken aynı ayrımı yapan
kaypakkaya farkına varmadan Kemalizmin millici kulvarına doğru çubuğu
bükmektedir.
Komprador burjuvazi üzerine fırtınalar
koparan devrimci hareketler, bu burjuvazinin emperyalizmle bağlarından dolayı
millici olmadığının kanıtlanması için yarışa girmişlercesine tartışırlar ve
birbirlerini eleştirirler. Bu eleştirinin temelinde komprador burjuvazinin
emperyalizm eliyle yaratıldığı ve asla ve asla milli özellikler taşımadığıdır.
Kaypakkaya bir yandan Kemalist devrimden söz ederken diğer yandan bu devrimin
“önderleri, Türk komprador büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır.”
Diyerek Kemalist hareketi bir devrim olarak nitelerken komprador burjuvaziye
bir ilericilik de atfetmektedir. Emperyalizmin yarattığı burjuvazi cılızda olsa
emperyalizme karşı Kemalist bir devrim yapmıştır.
"Devrimin önderleri, daha
anti-emperyalist savaş yıllarında iken itilaf emperyalizmi ile el altından
işbirliğine girişmişlerdir; emperyalistler Kemalistlere karşı hayırhah bir
tutum takınmış, bir Kemalist iktidara rıza göstermeye başlamıştır.
Kurtuluş Savaşı Türkiye’sinde ne işçi
sınıfının nicel gücü ve ne de onun bilinç ve örgütlenmesi, Kemalistlerin
Kurtuluş Savaşı’ndaki önderliğini ve sonraki olası bir iktidarını gerçekten
tehdit edecek seviyede değildi. Kurtuluş Savaşı Türkiye’sinde iktidar
mücadelesi, esas olarak Türk ticaret burjuvazisinin ve kapitalist köylülüğün
(bir başka deyimle milli burjuvazinin) temsilcisi olan Kemalistlerle,
emperyalist işgalciler ve onların uzantıları olan güçler arasında yürüyordu.
Oysaki Kaypakkaya’daki subjektivizm "Kemalist
hareket, özünde "işçilere ve köylülere, bir toprak devrimi imkanına
karşı" gelişmiştir noktasına varmıştır.
"Kemalist hareketin sonucunda,
Türkiye'nin sömürge, yarı-sömürge, yarı-feodal yapısı; yarı-sömürge ve
yarı-feodal yapı ile yer değiştirmiştir; yani
yarı-sömürge ve yarı-feodal iktisadi yapı devam etmiştir.(...)
Kaypakkaya’nın Kemalist hareketi
eleştirdiği sömürgelikten yarı sömürgeliğe geçişte milli burjuvazinin
önderliğinin reddedilmesidir. Komprador burjuvazi tüm varlığıyla bağlı olduğu
emperyalizme karşı çıkarak, siyasal bağımsızlık elde ederek sömürgeliği ortadan
kaldırdığından yarı-sömürge bir yapı oluşturmuştur. Komprador burjuvazi eliyle
sömürgenliğin ortadan kaldırılması tuhaf bir ikilemle karşı karşıya bırakıyor
Kaypakkaya’yı. Komprador burjuvazi ve toprak ağalarını milli baskının asıl
şampiyonları olarak ifade edilirlerken, buna karşı koyacak bunlar dışındaki
diğer burjuva kesimleri “kendi pazarlarına hakimiyeti” sağlamak için
emperyalizme karşı savaşacak güçler olarak ifade edilmektedir.Böylece
emperyalizme ve komprador burjuvazi ve toprak ağlarına karşı devrimci
ittifakları belirlemek başka bir millici
yanın ortaya çıkarılmasıdır. Bu millici yan şu sözlerle devam ediyor:
"Kemalistler, devlet tekelleri
kurarak, rekabeti geniş ölçüde ortadan kaldırarak, halk kitlelerini insafsızca
sömürdüler. Tekeller sayesinde hükümetin kendisi de bir müteşebbis olup çıktı.
Müteşebbislikle hükümet üyelerini birleştiren tekeller, burjuvaziye bürokratik
bir nitelik kazandırdı."[198]
Emperyalizm çağında devlet tekelleri
serbest rekabeti “geniş ölçüde ortadan kaldırarak halk kitlelerini insafsızca
sömürdüler” sömürünün nedeni devlet tekelleri midir? Eğer öyleyse sömürünün
insafsızca devam etmesi kapitalist ilişkiler üzerinden yürümektedir. Tekellerin
devlete ait olması ya da olmamasının bir önemi yoktur. Diğer yandan neden
devlet tekelleri rekabeti büyük ölçüde ortadan kaldırdığı için tepki konuyor ,
bu tepki açıktır ki burjuvazinin ittifak içinde görülen millici yanı içindir.
Ama aynı kaypakkaya, haklı olarak da milli burjuvazinin şoven yanına ilişkin de
“Kemalist diktatörlük azınlık milliyetleri ve özellikle Kürt milletini amansız
milli baskı politikasıyla ezdi- Kitle katliamlarına girişti. Türk şovenizmini
bütün gücüyle körükledi."[199]
Diyerek tepkisini doğru bir biçimde ortaya koyuyor.
Kemalizm hakkındaki düşüncelerini millici
olup olmamak arasında gidip gelerek formüle ederek, Türkiye
"sosyalist" hareketi içinde İlk defa böylesine bir değerlendirmeye
giden Kaypakkaya, devrimle Kemalizm arasındaki ilişki ve çelişkiyi şöyle ifade
ediyor.
"Kurtuluş savaşını takip eden
yıllarda, devrimin baş düşmanı Kemalist iktidardır. O dönemde komünist
hareketin görevi, hâkim mevkiini kaybeden eski komprador burjuvaziye ve toprak
ağaları kliğine karşı, Kemalistlerle ittifak değil (böyle bir ittifak zaten
hiçbir zaman gerçekleşmemiştir), komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının
bir başka kliğini temsil eden Kemalist iktidarı devirmek, yerine işçi sınıfı
önderliğinde ve işçi - köylü temel ittifakına dayanan demokratik halk
diktatörlüğünü kurmaktır." [200]
Kemalist harekete karşı sosyalistlere
düşen görev bu hareket ve onun temsil ettiği sınıflara karşı başka millici
güçlerle savaşmak ve demokratik halk diktatörlüğü kurmak savunuluyor. Komprador
burjuvazi ve toprak ağalarına karşı köylülük hareketi örgütlemek açık ki
burjuvazinin bir kesiminin emperyalizme ve toprak ağalarının iktidarına karşı
nefretinden medet ummanın başka bir göstergesidir. Bu da Kemalizmin başka bir
göstergesidir. Kemalist olmak için Kemalizmi savunmak gerekmediği gibi karşı
durmak da Kemalizmin sınırlarını aşmak anlamına gelmemektedir.
Türkiye devrimci hareketinde Kaypakkaya 70’li
yılların başlarında, bütün sol içinde Kemalizm’in hakim olduğu bir ortamda,
Kemalizm’in devrimi için bir müttefik
değil, esas saldırı hedefi olduğunu tespit ederek Kemalizm kuyrukçuluğuna
yıkıcı bir darbe vurmuştur. İbrahim KAYPAKKAYA, Kemalizm konusunda esasta
doğruları savunmuştur; Devrimci hareket açısından, Kemalizm’e yaklaşımda bir
anlamda milattır! Onun, Kemalizm değerlendirmesinde düştüğü kimi sol hatalar
(örneğin, Kemalist devrimde önderliğin Türk komprador burjuvazi ve toprak
ağalarının elinde olduğu tespiti ve bunun gerekçelendirilmesi), haklı olduğu
gerçeğini değiştirmez!
Kemalist harekete bu şekilde bakan ve onu
devrimin karşısındaki yerini belirleyen Kaypakkaya, yine millici bir bakış
açısıyla hareket ettiğinden Kemalizmin kulvarının dışına çıkamıyor.
Toplumumuzun siyasal olumsuzluk anlamında önemli bir yeri olan TKP’ye ilişkin
geleneğine ilişkin olarak da. şunları belirtmektedir.
"..,. TKP, Mustafa Suphi yoldaşın
ölümünden sonra, kesin sağcı ve revizyonist bir çizgi izlemiştir. Partinin
önderliğini ele geçiren Şefik Hüsnü, Kemalistlerden sosyalist devrim yapmalarını
bekleyecek kadar Marksizm-Leninizm’den uzaklaşmıştır. Şefik Hüsnü
önderliğindeki TKP, köylülerin devrimci rolünü asla kavramamıştır; işçi-köylü
ittifakını asla kavramamıştır; daima burjuvaziyle ittifak kurmaya çalışmış ve
daima da bunun cezasını çekmiştir;ama bu cezayı işçi sınıfımıza ve yoksul
köylülerimize de çektirmiştir. Şefik Hüsnü önderliğindeki TKP, Kemalist
iktidara sonsuz bir sadakat beslemiştir; silahlı mücadele yolunu reddetmiştir;
önce Kemalist iktidarın tedrici devletleştirmeler yoluyla sosyalizme (!)
varmalarını beklemiş, sonra da hayal kırıklığına uğrayarak Kemalistlerin
sosyalist devrim için şartlan olgunlaştırmasını beklemeye koyulmuştur;
Kemalist iktidarın azınlık milliyetlere yönelen zulüm ve baskılarını
alkışlamıştır. ... komünizm davasına gerçekten bağlı bir hareket böyle bir
mirası reddeder. Biz, Mustafa Suphi yoldaşın ve onun önderliğindeki TKP'nin
mirasçısıyız. Komünizm davasına, devrimci yürekten bağlı, ama revizyonist
önderlik yüzünden inançları ve enerjileri yanlış yollara kanalize edilmiş işçi,
köylü ve aydın kadroların, sübjektif olarak kafalarında ve yüreklerinde
taşıdıkları 'devrim' ve 'komünizm' ateşinin sarsılmaz İnancının
mirasçılarıyız" [201]
Şefik Hüsnü Önderliğindeki TKP'ne karşı
böylesi bir eleştiri ile yaklaşan, bu yaklaşımı ile de Türkiye
"sosyalist" hareketi için devrimci bir bakış açısı sunan İbrahim
Kaypakkaya, "1950'de DP'nin başa geçmesi, ne devrimdir ne de karşı
devrimdir. Hâkim sınıfların öteden beri devam edip gelen iki siyasi kliği
arasında bir iktidar değişikliğidir."[202]
dedikten sonra aynı sürecin "sosyalist" hareketi için de şu
değerlendirmeyi yapıyor:
"Komünist hareket, TKP içinde,
burjuva reformizminin dalgaları arasında eritilmiş ve boğulmuştur. Küçük
burjuva muhalefeti de, orta-burjuva reformizminin bendine akmıştır."[203]
Kemalizm’e ve TKP geleneğine karşı
geliştirdiği eleştirel bakış açısıyla milli bir iktidar yürüyüşü anlayışı
geliştirmenin ön koşulunu yaratan Kaypakkaya, kendi deyimi ile “orta-burjuva
reformizminin“ sınırlarını aştığı söylenemez. Kaypakkaya bu yanıyla THKO ve
THKP/C gibi hareketlerden nitelik olarak farklı değildir. Ama Marksizmi ifade
etmekte ve savunmakta onun genel doğrularına sahip çıkmada onlardan çok be çok
ilerde olduğu da yadsınmaz bir gerçekliktir.
Ulusal sorun konusuna o güne kadar
geliştirilmemiş refleksi Kaypakkaya geliştirmiş ve bunu ifade etmiştir.
"Bugün Türkiye sınırları hâlâ bir çözüme bağlanmamış olan milli hareket,
Kürt hareketidir."[204]
diyerek Kürt sorununa yaklaşımını açmaya devam eden Kaypakkaya, şöyle devam
ediyor:
"Lozan Antlaşması, Kürtleri çeşitli
devletlerarasında parçaladı. Emperyalistler ve yeni Türk hükümeti, Kürt
milletinin kendi kaderini tayin hakkını çiğneyerek, Kürt milletinin kendi
eğilimini ve isteğini hiçe sayarak, sınırları pazarlıkla tespit ettiler."[205]
Kürdistan'ın bölünmesini "tarihi bir
haksızlık" olarak ifade eden Kaypakkaya, bu sorunun giderilmesininin
(Kürdistan’ın parçalanmışlığının yok edilmesinin) Türkiye devriminin sorunu
olmadığını; "Türkiye'de komünist hareket ancak Türkiye sınırlan İçindeki
milli meseleyi en iyi, en doğru çözüme bağlamakla yükümlüdür. Irak ve İran’daki
komünist partileri de, milli meseleyi kendi ülkeleri açısından en doğru çözüme
kavuştururlarsa, söz konusu haksızlığın hiçbir değeri ve Önemi kalmayacaktır. Bütün
Kürdistan'ın birleştirilmesini programımıza koymamız bir de şu açıdan
sakattır. Bu, bizim tayin edeceğimiz bir şey değildir. Kürt milletinin
kendisinin tayin edeceği bir şeydir. Biz, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin
hakkına, yani ayrı bir devlet kurma hakkını savunuyoruz. Bu hakkı kullanıp
kullanmayacağını veya ne yönde kullanacağını Kürt milletinin kendisine
bırakırız."[206]
sözleriyle ortaya koyuyor. Bunun yanı sıra Türkiyeli komünistlerin,
"kendi kaderini tayin hakkı" üzerine görevinin ne olduğu konusuna
vurgu yapıyor. Tayin hakkı için, bu hakkın kullanılıp kullanılamayacağını
"Kürt milletinin kendisine bırakırız" diyerek en doğru çözüm yolunu
gösteriyor.
Kemalizm’in "tek ulus - tek
pazar" yaratma girişimine de değinen Kaypakkaya, TC'nin uygulamalarını bu
konuda da teşhir ediyor.
Yine aynı eserinde Kaypakkaya,
Kürdistan'a yönelik bu Kemalist seferin TKP ve onun etkisinde olan geleneksel
Türkiye solu tarafından yanlış algılanmasına değinerek şöyle dikkat çekiyor:
"Kürt isyanlarının yani Türk devleti
tarafından vahşice bastırılmasını ve peşinden yapılan kitle katliamlarını
feodalizme karşı yönelmiş ilerici', 'devrimci' bir hareket diye alkışlayanlar
sadece ve sadece iflah olmaz hâkim ulus milliyetçileridir. (....)
"İngiliz emperyalizminin, Şeyh Sait
hareketinde parmağı olduğunu iddia ederek, Türk hükümetinin Kürt ulusunun kendi
kaderini tayin hakkını çiğnemesini, kitle katliamlarına girişmesini vs. haklı
ve ilerici göstermeye çalışanlar, bir kere daha tekrarlayalım iflah olmaz Türk
şovenistleridir"[207]
Ulusal sorun konusuna böylesine boyutlu
bir yaklaşımla değinen Kaypakkaya, hem konu üzerindeki yanlış yaklaşımlara
karşı verdiği ideolojik mücadelenin bakış açısıyla da geleneksel Türkiye solundan
ayrı bir yerde durduğunu da ispatlamaktadır.
Kaypakkaya,esas çözüm yolu üzerine
belirlemelerine devam ediyor. “Ülkemizin
bugünkü şartlarında özü toprak devrimi olan demokratik halk devrimi mücadelesi,
aynı zamanda anti-faşist bir karakter taşır. Feodalizm ve emperyalizmle birlikte
faşizmin de kökünü kazıyacak olan mücadele, proletaryanın önderliğinde, temel
gücünü köylülerin teşkil edeceği silahlı halk savaşıdır. Emperyalizme ve
feodalizme olduğu gibi faşizme karşı da halkın üç silahı vardır: Parti, halk
ordusu, halkın birleşik cephesi. Halk bütün düşmanlarını; feodalizmi,
komprador büyük burjuvaziyi, emperyalizmi ve faşizmi bu üç silahla yenecektir."[208]
Parti - Cephe - Ordu üçgeni içinde
geliştirilecek olan halk savaşı İçin başlangıç noktası gerilla savaşının
zorunluluğu ve niteliği üzerine de yaptığı tespitleriyle, "iç
savaş"ı göze alma kararında ne
kadar tutarlı ve kararlı olduğunu gösteren Kaypakkaya bu konuda da şunları
söylüyor:
"Marksist - Leninistler, ne ebedi
olarak, ne de geçici olarak, hiçbir mücadele biçimini reddetmezler. Sadece,
esas mücadele biçimleriyle tali olanları birbirinden ayırırlar; tali olanı,
esas olana bağımlı kılarlar. Biz bugün, silahlı mücadele içinde esas mücadele
biçimi olarak gerilla savaşını görüyoruz. Gerilla savaşı zayıf bir gücün
kendinden üstün bir düşmana karşı mücadele biçimidir. Aynı zamanda köylü
gerilla savaşı, yürütüldüğü böl-gede köylüleri ayaklanmaya, hazırlamanın da
bir vasıtasıdır. Ve en önemli vasıtalardan biridir. Gerilla savaşı ile nihai
zafer kazanılamaz. Gerilla savaşı düşmanı yıpratır, zayıflatır, moralini bozar
Düşmana nihai darbeyi düzenli ordu indirecektir. Gerilla savaşı aynı zamanda
düzenli orduya geçiş vasıtasıdır."[209]
Gerilla birliklerinin oluşturulması,
kadroların konumlandırılması ve
eğitilmesi, lojistik hazırlıklar, sığınaklar, depolanacak eşyalar üzerine de
kapsamlı bilgiler sunan İ. Kaypakkaya öncülüğündeki TKP/ML-TİKKO 12 Mart askeri
faşist darbesi karşısında büyük bir yenilgi almaktan kurtulamadı.
Savaşımın esasını "kırlar"
üzerine oturtarak başlattığı mücadelesiyle ya da en azından mücadele girişimiyle
iktidar yürüyüşüne çıkan TKP/ML-TİKKO, radikal bir hareket olarak, ideolojik
düzeyde sunduğu yeni perspektiflerle Türkiye "sosyalist" hareketi
için ileri bir noktayı ifade ederken, mücadelesinde bir süreklilik
sağlayamamıştır. Bunun nedenlerini kısaca şöyle özetleyebiliriz.
Türkiye "sosyalist" hareketinin
temel özelliklerinden biri olan, kendisine bir dış merkez arama, bu merkeze
göre şekillenme ve Ülke somutunu yorumlayıştan, tespit edilen stratejik hedefe
vurma aşamalarına kadar, hatta taktiklerin biçimine kadar o merkezin
deneyimlerini taklit etme; bu yanıyla da ülke somutundan uzaklaşma anlayışını
TKP/ML-TİKKO'da aşamamıştır.
Yarı-sömürge, yarı-feodal olarak
değerlendirilen Türkiye somutu ile Çin arasında benzerlik anlamında bağlantı
kuran İ. Kaypakkaya, halk savaşı teorisinin ve bu savaşın geliştirilmesinin
ilk verimi olarak ele aldığı gerilla savaşını, bu savaşın biçiminin geçireceği
aşamaları Mao'nun formüle ettiği biçimde ele alarak ülkemiz üzerinde
uygulamaya kalktı.
Bu özelliğiyle, her ne kadar savaşın esas
yanına hizmet etmesi anlamında değişik mücadele biçimlerini savunduysa da,
savaşım anlayışını "kır"ın dışına taşırarak, gerillayı besleyen diğer
etkinliklere yönelemedi.
Kemalist iktidara karşı mücadele
konusunda anti-faşist halk cephesini savunmasına rağmen, TKP/ML. bu çizgiyi
hayata geçirecek bir yönelim içine giremedi.
Kürdistan konusunda oldukça gelişkin ve
dönemin tüm siyasal akımlarının ilerisinde görüş belirtmesine ve "Kürt
Milli Hareketi ezilen bir ulusun, hâkim bir ulusun hâkim sınıflarına karşı
mücadelesi olarak ilericidir ve demokratik bir muhteva taşır. Biz bu demokratik
muhtevayı kesinlikle ve kayıtsız şartsız destekleriz" demesine rağmen;
"kızıl siyasi iktidarlar" konusunda "ülkemizin özellikle Doğu
ve Güneydoğu bölgeleri, 'kendine yeterli ekonomik kaynakları' açısından son
derece elverişlidir" sözleriyle ne denli Kemalizm’i aşmış olduğunu da
göstermiş oluyor.
İradesi tanınan, ayrı devlet kurma hakkına sahip olduğu
söylenen ayrı bir ulusun, Kürt ulusunun toprakları, Türkiye devrimi adımı yola
çıkmış olan bir hareketin önderi tarafından "ülkemizin Doğu ve Güneydoğu
bölgeleri" diye değerlendiriliyor ve adına yola çıkılan Türkiye devrimi
için bu "bölgeler" gerilla savaşı için en elverişli alanlar olarak
değerlendiriliyor. ki, TKP/ ML’ nin en büyük açmazlarından birisi hatta temeli
de bu sorun olmuştur.
Türkiye koşulları değerlendirilirken
demokratik devrimle çözümleneceği söylenen feodalizm sorunun da temelinde
"sağlam bir kitle temeli, yeterli beslenme kaynakları ve askeri harekete
elverişli arazi" olarak görülen Kürdistan yatmaktadır.
Temel olarak, teorik düzeyde
"kaderini tayin hakkı" savunulan Kürdistan, pratik düzeyde
sosyal-şoven bakış açısı ile ele alınan Türkiye'nin "kır"ı olmaktan
çıkarılamamıştır.
Bu yanlış yaklaşım, TKP/ML’ ni
Türkiye devrimi içinde önemsiz bir pozisyona düşürmüş, onu çarpık bir
köylü hareketi olma Özelliği içine itmiştir. Bu çarpıklık sonucunda yabancı bir
ülke adına yola çıkılan devrimde Kürdistan esas alındığı için Türkiye devriminin
esas dinamikleri göz ardı edilerek öncülük sorunu muğlaklaştırır.
"Parti ve ordu silahlı mücadele
içinde inşa edilmelidir" denilmesine rağmen, teorik düzeyde başlatılan
mücadelenin pratiğe aktarılması beklenilmeden oluşturulan parti ve ordu
gerçeği altında ezilen bir pratik sergileyerek, üstesinden gelemeyecekleri
görevlerle, anlayışını hayata geçirmeye çalışmıştır. Bu da TKP/ ML’ nin
donanımsız yakalanması anlamına gelmiştir.
Türkiye halkının ve proletaryasının
öncüsü olarak çıkılmasına rağmen, Kürdistan köylüsünün esas alınması
yanılgısının yanı sıra; mezheplere göre örgütlenme kolaycı yaklaşımını aşamayarak
Aleviler içinde örgütlenmiş. Bu da, TKP/ML’ ni hem bir mezhep, hem de bir bölge
örgütü olma derekesine düşürmüştür. Yani, bu hareket, daha çıkışında kendi
kendisini dar bir bölge içinde boğulmaya mahkum etmiştir.
Bütün bu Özellikleriyle geleneksel Türk
aydın özelliklerinin kötü bir kopyası olma özelliğini aşamayan, sözleriyle
pratiği arasında korkunç bir uçurumu yaşayan TKP/ML-TİKKO, önderlik düzeyinde
yediği darbe ile tasfiye olmaktan kurtulamamıştır.
Teorik düzeyde gerilla üzerine en çok
açılım yapan, kır ile gerilla savaşı arasında bağlantı kuran, gerillanın
oluşması ve bu oluşumun üzerine şekillenen ordunun kurulması ile devrim arasında
ilişki kuran bir hareket olmasına rağmen TKP/ML-TİKKO, geliştirmiş olduğu
pratikle sahte bir gerillacılık örneği sergilemiş oldu. Mezhep ve bölge Örgütü
olma özelliğini aşamayan karakteriyle de kendisini bir türlü aşamayan, ilkel -
dar bir örgüt içi ve örgütler arası İlişki yaşayan TKP/ML, ulusal
örgütlenmelerden çok, feodalizmin kapalı pazar ekonomilerine özgü bir organizasyon
olarak kendisini günümüze taşırdı.
TKP/ML, 1968 - 71 hareketi
içinde yer almasına rağmen Türkiye halkı içinde yeterince yankı bulamazken,
ideolojik perspektifi ondan daha geri olan, Kürdistan, Kemalizm ve geleneksel
sol konularında var olan kalıpları aşamayan, devlete yönelimden çok
emperyalizme karşı olan yanı ön plana çıkan TİKKO ve Önderlikleri, halkımızdan
ve Kürdistan halkından beklenilenin de ötesinde bir yankı bulmayı başararak,
"sosyalist" hareket içinde önemli bir yer tutmuştur.
TKP/ML (H) (Halkın Birliği)
TDKP, TİKB, THKPC/ML, dışında kalan hareketlerin biri de TKP-ML
Hareketiydi. Bu örgüt demokratik devrim tezini savunmak için 1980’e kadar iki
ayrı gerekçe kullanmıştı. Bunlardan biri Arnavutluk kampındaki örgütlerin temel
gerekçesi olan Maoizmden kalma “yarı-feodal
Türkiye” belirlemesiydi. 1976 yılında örgüt bu belirlemeyi terk etmiş ve
Türkiye’yi sadece kapitalist diye tanımlamaya başlamıştı.[210]
Artık demokratik devrimin temel dayanağı işçi sınıfının yeterince gelişmiş
olmamasıydı. TKP-ML Hareket ile diğer devrimci gruplar arasında sürdürülen
tartışmaların en önemlisi emperyalizmin sermaye ihracı yoluyla feodal
kalıntıları çözüp çözemeyeceği sorunu idi. TKP-ML Hareketi’nin yayın organı
Halkın Birliği’nin bu konudaki görüşleri emperyalizmin feodal kalıntıları hem
çözüp hem de tasfiye edebileceği yönündeydi. Türkiye’nin yarı-feodal bir ülke
olarak görülmemesinin nedeni buydu. TDKP buna karşı çıkarak emperyalizmin
feodal ilişkileri çözebileceğini fakat tasfiye edemeyeceğini savundu ve TKP-ML
Hareketi’ni demokratik devrimi savunan pratiğiyle çelişmek ve sosyalist devrimi
savunan bir teoriyi benimsemekle suçladı.
TKP-ML, MDD hareketinin bir parçası
olan burjuva şovenist ve legalist tutumuna karşı, devrimci radikal bir anlayışı
benimsediği için PDA-TİİKP (Proleter Devrimci Aydınlık-Türkiye İhtilalci İşçi
Köylü Partisi) hareketinden koptu. TKP-ML’nin teorik programına göre yarı-sömürge,
yarı-feodal Türkiye’de feodalizm ile halk arasındaki çelişkiyi demokratik
devrim çözecektir. Devrim bir “halk devrimidir.”
“…halk işçi sınıfı, köylülük, şehir
küçük burjuvazisi ve orta burjuvazinin devrimci kanadından oluşmaktadır;
iktidar bu sınıfların ortak diktatörlüğü, ama ittifakta proletarya egemen ve
önder bir rol oynadığı için de proletarya diktatörlüğünün bir biçimi olan
demokratik halk diktatörlüğü olacaktır.”[211]
Görüşler tamamen Çin devriminin Türkiye’ye uyarlanmasından oluşmaktaydı. Ancak,
TKP-ML'nin, Kemalizm ve ulusal sorunda, THKO ve THKP/C’den ayrı ve özgün
yanları vardı.
12 Mart döneminden sonra, örgüt içi
tartışmalar, geçmişi tümüyle savunan TKP/ML ve eleştirel bakan TKP-ML Hareketi
olarak 1976'da ikiye ayrılışla sonuçlandı. TKP-ML Hareketinin kendisini
sorgulaması ve yeni düşüncelere yönelmesi olumlu yönde bir adımdı. Örneğin
ülkenin sosyo-ekonomik yapısını değerlendirirken yarı-feodalizmin reddedilerek
kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu sonucuna varılması ve Latin tarzı
devrimciliğin reddi, önemli adımlar olarak kaydedilebilir. Ancak bu yıllarda,
“Üç dünya teorisi"nin kabulü, PDA ile “proleter devrimcilerin birliği”
gibi anlayışlar temelinde birleşme yolları aranması, hareketin sağcılığa doğru
kaymasının göstergeleri arasında yer alıyordu.
“Halkın Birliği, Ulusal Demokratik Halk
Devrimi’nin özü toprak devrimidir diyor. Bu demokratik devrimin özünü toprak
devrimi teşkil eder demektir. Peki, toprak meselesi ya da köylü meselesi nedir?
Bu tam da, tarımda feodalizmi ya da feodal kalıntıları tasfiye etme
meselesidir. Eğer emperyalizm (ve komprador kapitalizm) bu meseleyi, devrimci
olmayan bir biçimde de olsa halledebilirse, o zaman demokratik devrimin özü
gerçekleşmiş demektir. Bir devrim özü itibariyle gerçekleşmişse, yerini esas olarak
ondan sonra gelen devrim aşamasına, sosyalist devrim aşamasına bırakması
gerekir. Halkın Birliği’nin iddialarından çıkarılacak tek tutarlı sonuç budur.[212]
1976-79 arasında hareket bu görüşler
çerçevesinde faaliyetini sürdürdü. Yine bu dönemde AEP’in etkisiyle “üç dünya
teorisi"nin reddi gerçekleşti ve bu düşüncenin kaba hatları temizlenmeye
çalışıldı. 1979 Konferansında yapılan değerlendirmelerde hata ve zaaflar tespit
edilirken bunları aşma ve yenilenme yerine, TKP-ML Hareketi, kendisinden başka
Marksist-Leninist hareket olmadığını ilan ederek*,
kabuğuna çekildi ve giderek küçülerek sekter ve kapalı bir yapıya dönüştü.
Örneğin ulusal meselede iki cami arasında “be
namaz” durumda kalan ve Kemalizm’e bakış açısından diğer hareketlerden ayrılan
TKP/ML (H) Kürt halkına devrimci temelde yönelen ilk örgüt olması yanında hem
bu yönelimini koruyup hem de milli burjuvaziyle beraber davranmayı öngören
demokratik devrim stratejisini benimsemesi olanaklı değildi. TKP-ML de kendi
programatik temellerini çok fazla irdelemeye gerek görmeden mücadeleyi kendi
pratik sezgilerine göre yürütmüş, teoriyi bu pratiğin gerekçelendirildiği bir
kılıf olarak kavramıştır. YÖN-MDD çizgisindeki kalkınmacılık izlerini içeren
programına rağmen TKP-ML’nin Kemalizm’den kopabilmesi de önemlidir.
Görüldüğü gibi, TDKP, tartışmalarında diğer
yapılara deyim yerindeyse “kırk katır veya kırk satır” ikilemini sunuyordu…
Tartışmalarda emperyalizmin feodal kalıntıları tasfiye edemeyeceğini kabul edip
demokratik halk devrimi stratejisini savunmak ya da tasfiyenin gerçekleştiğini
kabul edip sosyalist devrim stratejisini benimsemekti. Doğal olarak İkinci
seçeneğe yönelmek; sosyalist devrimi seçmek H. Fırat’ın deyimiyle kendilerine
gösterilen “Boran sopası”yla
“falakaya yatmaktan” öte bir şey değildi.
1986 yılında yapılan 2. Konferansla,
hareket içerisinde süren iç tartışmalara kesin bir nokta konuldu. Her
tartışmanın ardından varılan sonuçlarda da; sık sık özeleştiri yapılırken artık
geleneksel hale gelen şu değerlendirme eklenmeden geçilmiyordu: ”Hareketimiz
Marksist-Leninist örgütlenme anlayışını kendisine rehber almıştı ve yönelimi
esas olarak doğruydu. Ancak bunların hayata geçirilmesi esas olarak yanlıştı.”[213]
Seçenek Dergisinin geçmişi değerlendiren
yazılara yer verilmiş bir sayısındaki sunuş yazısında yapılan bir
değerlendirme, bu politik akımlara yönelik 'ideolojik etki'nin yönünü
belirtmesi bakımından kayda değer: “Anti-sosyal-emperyalist kesimde Maocu
revizyonizme karşı açılan ideolojik savaşımdan sonra, Marksizmin devrim
sorununa ilişkin teorik görüşlerine hâkim olunamadığı ölçüde, Troçkizmin
etkilerine doğru savrulma tehlikesi doğdu ve bu zamanla giderek yaşandı.”[214]
Birleşme ve MLKP Değişen ne?
Türkiye
Halk Kurtuluş Ordusu (THKO)
Türkiye toplumsal gerçekliğini
genellemeler çerçevesinde ele alan, Kemalizm’e, ulusal soruna bakış açısı net
olmayan, ülke ve tarih bilincinden uzak olarak ortaya çıkan, büyük oranda 1968
- 71 radikal çıkışını koşullandıran etkenler nedeniyle, radikal öğrenci
hareketinin vermiş, olduğu coşkuyla devrime inanç temelinde şekillenen, dünya
devrimlerinden edinilen halk savaşı ve gerilla bilinciyle, bu inancı
birleştirerek devlete değil de emperyalizme karşı mücadele için Filistin
sahasında gerilla sanatını kadrolarına öğreten; öğrenilen bu sanat çerçevesinde
gerillanın zeminini yaratmak için "kıra yönelen, fakat daha hazırlık aşamasındayken
önderlerini kaybeden THKO, özellikle gençlik içinde "romantik
devrimcilik" anlamında büyük bir etki yaratarak "sosyalist"
hareket içinde örgütlü şiddetin savunulması anlamında önemli bir yere sahip
oldu.
TKP - TİP geleneğinin reformizmin kalesi
niteliğinde olması, bunların birer devrim partisi olmama gibi bir özellik
taşıması, 15-16 Haziran gibi görkemli bir çıkışın yenilgiyle sonuçlanması, SBKP
ve adeta onun birer seksiyonu olan KP’ lerin modem revizyonist partiler olarak
değerlendirilip, devrim değil düzen içi partiler olarak görülmesi, Küba
devriminin yeterince bilince çıkarılmaksızın "partisiz olarak başarıya
ulaştı" şeklindeki değerlendirme gibi etkenlerle THKO Önderliği, diğer
radikal soldan ayrı olarak Regis Debray'ın "Devrimde Devrim" eserinde
formüle ettiği "Fokoculuk'a yöneldi. Ve devrimci mücadele içinde partinin
günün değil ilerinin bir sorunu olduğu düşüncesini savunarak partisiz
muadeleyi anlayış düzeyine getirdi. Yine aynı THKO, kırların temel alındığı
halk savaşı mücadelesinde işçi sınıfı arasında çalışmayı da ilerinin bir
sorunu olarak gördü.
Bunların dışında illegal temelde
yürütülecek olan mücadelede gerillayı esas alıp, diğer legal ve çeşitli
mücadele biçimlerini fiilen reddeden THKO, radikal sol içindeki “programsız”
tek örgüt olma Özelliğini taşıdı.
Az gelişmiş kapitalist ülke diye
adlandırdığı Türkiye için Milli Demokratik Devrim stratejisini savunan THKO,
kırlardan şehirleri kuşatan bir gerilla ile başlayan halk savaşını ve bu savaşı
yürütecek olan halk ordusu örgütlenmesini savundu.
THKO söyleminde sınıf partisine vurgu
yaparken fiilen bu konuda hareket olanağı bulamamıştır. Teorik eksikliği bir
yana koyarak.[215]
Gerilla ile halk arasındaki bağıntıyı, yapılacak olan gerilla eylemleriyle
halkın ayağa kalkacağını, eylemlerden ele geçirilen silahların bu ayağa
kalkmış halka dağıtılarak halk isyanının başlayacağını düşündüler.
Kemalizm ve TC'ne bakış açısı;
mahkemelerde avukatların hazırladığı savunmalarda ortaya çıkan, THKO'nun
"esas Kemalist" olma misyonunu yüklendiği ve "1961 Anayasası'na
işlerlik kazandırmak" için yola çıktığı söylemleri gerçeğe aykırıdır. Bu
savunmalara karşı, Denizler değişik bir savunma yapmayarak bu görüşleri onaylamış
görünüyor gibi göstermek onların darağacında özellikle Deniz’in son
sözlerindeki proğramatik ifadeyi kavramamaktır. Deniz son sözlerinde temel
düşüncelerini nerdeyse proğramatik olarak özetlemiştir..
Ulusların kendi kaderlerim tayin hakkını
tartışmasız, mutlak bir hak görerek, Kürt ulusunun ayrı devlet kurma hakkını
savunun THKO, birlikte örgütlenme zorunluluğunu getirerek, bu hakka karşı ne
denli duyarlı olduğunu gösterdi.
TKP geleneği konusunda da eleştirel bir
bakış açısı geliştiren THKO, Kürdistan'daki isyanlar karşısında Kemalistlerin
tavrını destekleyen TKP'ni mahkum ederek, "isterse feodallerin öncülüğünde
gelişsin ve herhangi bir emperyalist güçle ilişkisi olsun, Kürdistan'daki
hareketlerin demokratik bir içeriğinin" olduğunu savundu.
îşte bütün bu ideolojik görüşler ışığında
Filistin sahasında eğitilen kadrolarıyla, halkla hiçbir İlişkisi olmayan
gerilla savaşını başlatmak isteyen THKO kaçınılmaz sonu yaşamaktan kurtulamadı.
Türkiye "sosyalist" hareketi
içinde birçok temel yanılgıyı bağrında taşımasına rağmen çığır açan, kendileri
gerçekten birer sosyalist örgüt olamadıkları halde inançla çıktıkları devrim
yolunda gösterdikleri kararlılıkla Türkiye ve Kürdistan halkına sosyalizme
sempati bilincini taşıran 1968 - 71 radikal sol hareket Önderlikleri,
kaçınılmaz olan sonla karşılaştıklarında gösterdikleri kahramanca
direnişlerle, biz iktidar yürüyüşü öncülerine paha biçilmez derslerle dolu bir
pratik bıraktılar.
THKO’nun Şekillenmesi
“1971 'Sol-
Hareketinin unsurlarından biri olan Türkiye
Halk Kurtuluş Ordusu, 1970 sonlarında Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil, Yusuf Aslan, Cihan Alptekin ve diğer bir grup radikal gençlik lideri tarafından
kuruldu. Bu örgüt “1971 'Sol' Hareketinin bütün temel ve belirleyici özelliklerini üzerinde taşıyordu ve
özel olarak da Guevaracı ihtilalci bir çizgiye sahipti.
Türkiye Halk Kurtuluş
Ordusu, son derece dar bir örgüt olarak
kuruldu. O, “öncü savaş” ve “öncü savaşçı” anlayışını
savunuyordu. Her türlü mücadele araç ve biçimini
devrimci bir biçimde kullanmak anlayışının yerine; silahlı mücadele dışında bütün araç ve biçimleri
“lekeli” olarak niteleyip
reddediyordu.
Türkiye Halk
Kurtuluş Ordusu, 1971 başlarında ülkemizde durumun silahlı mücadele açısından
tamamen elverişli olduğunu ve o koşullarda silahlı
mücadele yürütmeyen bir örgütün hiç bir zaman gerçek bir iktidar alternatifi olamayacağını savunuyordu. Örgütün adından
anlaşılacağı üzere THKO, işçi
sınıfının devrimde tarihi rolü. İşçi sınıfının partisinin önderliği
konularına, teorik olarak bir karşı duruş ortaya koymamışlardır. pratikte partinin, ordu faaliyeti sonucunda ileride oluşacağını ve onun içinden ayrışacağını savunuyordu.
Bütün bu tahlil ve tezlerine uygun olarak
THKO kısa bir hazırlık döneminden sonra, kırlarda silahlı mücadelenin başlatılması için, tespit edilen bir bölgede
“gerilla kolu”nu faaliyete geçirdi.
Kırda bu çalışmalar sürdürülürken,
şehirde de kırdaki bu faaliyeti desteklemeyi amaçlayan silahlı eylemlere girişildi ve “1971 'Sol'
Hareketi” açık eylem olarak böyle
başladı.
O dönemde THKO'nun
ideolojik-siyasi görüşlerini derli toplu olarak
ortaya koyan belge olan “Türkiye Devriminin Yolu” broşürü
de bundan sonra yayınlandı. Bu broşürde
THKO'nun savunduğu görüşler şunlardı: Ülkemizde (ve dünyada) silahlı mücadelenin objektif koşulları sürekli olarak vardır. Mevcut
koşullarda silahlı mücadele yürütmeyen “ordusuz” bir örgütlenme kaçınılmaz olarak bir düzen örgütü haline dönüşür. Parti kadroları, silahlı mücadelenin
ateşinden, halk ordusunun saflarından çıkacaktır;
bu yüzden ilk aşamada gerekli olan bir parti kurmak değil, aynı zamanda işçi-köylü ittifakının da organı olacak olan bir halk ordusu kurmak ve mücadeleye
girişmektir. Parti, süreç içinde
başlangıçta partinin işlevlerini de
yerine getirecek bu ordunun saflarından doğacaktır. Silahlı mücadele temel mücadele biçimi, kırlar
temel mücadele alanıdır. Şehirlerde işçi sınıfı içinde yürütülecek mücadele
belirleyici bir önem taşımamaktadır. Mevcut rejimde legal mücadele yürütme olanağı son derece sınırlıdır, bu yüzden silahlı mücadele dışında ve anında
ona bağlanmayan ekonomik ve demokratik
haklar için mücadele yürütmek
gereksizdir. Ayrıca bu broşürde, o
zaman “sosyalist hareket” içinde
yer alan bütün siyasi akımlar tarafından değişik biçimlerde savunulan, revizyonist tezlerin bir kısmı
genel olarak doğru kabul ediliyordu. Broşürde formüle edilen Kemalizm, ordu,
devlet vb. konulardaki görüşler revizyonizmin derin etkisi altındaydı.
Yine revizyonizmden etkilenmeye paralel olarak, broşürde revizyonizmin karakteri,
sınıf niteliği kavranamıyor ve Sovyetler Birliği revizyonist bir ülke
olarak nitelendirilmekle birlikte, burjuva kapitalist ve emperyalist bir ülke olarak görülmüyordu. Broşürde birçok Marksist terim kullanılmakla ve bazı Marksist genel doğrular kabaca sıralanmakla
birlikte, o, Özü itibariyle
revizyonizmin etkisi altında şekillenmişti.
Bu broşür,
yenilginin hemen sonrasında yazılmıştı, 12
Mart dönemi boyunca yarı-askeri faşist
rejimin azgın terörü altında, önderlerinin ve ileri
militanlarının hemen hemen tümü katledilmiş
ya da hapishanelere doldurulmuş ve
örgütlenmesi dağıtılmışken, kuşkusuz THKO'nun siyasi çizgisinin ve eylemlerinin
sağlıklı bir muhasebesini yapmasının objektif koşulları da yoktu.
Yenilgi koşullarında diğer örgütlerin
saflarında döneklik, yılgınlık, pasifizm alabildiğine yaygınlaşıyor, bunlar tarafından üretilen “provokasyon” teorileri ortalığı kaplıyor ve
ihtilalcilik alabildiğine
lanetleniyordu. Bu koşullarda THKO
militanları için asil önemli olan,
çizgilerinin ihtilalci özüne sadık kalmak, karşı- devrimci terör ve baskıya boyun eğmemek, devrimin ve halkın çıkarlarını her koşulda
savunmaktı. Birkaç dönek dışında THKO militanlarının bunu
gerçekleştirdiğine dost, düşman herkes tanıktır. THKO devrimci
militan çizgisini bu dönemde henüz bütünüyle sürdürüyordu.
THKO’dan TDKP’ye Doğru
1970'li yılların ikinci yarısı '71
devrimci hareketinin ürünü THKO ve benzeri gruplar için bir gelişip serpilme
dönemi olmuştu. '71 devrimci hareketinin direnişçi ruhunun, yeni dönemin genç
kuşakları üzerindeki olumlu etkisi ve
kitle hareketine sağladığı uygun atmosferin de etkisiyle güçle siyasal
kuvvet olma olanağı buldular. ’71 hareketinin geçmiş hareketin günahlarının
kefareti tanımlamasıyla yüzünü işçi sınıfına dönen hareketler Marksizm’le bağ
kurmaya dönük olarak, '71 Hareketi'nin
maceracı eylem çizgisini terk ettiler. Genel olarak 74le çıkış yapmaya çalışan
hareketler, içinden çıktıkları çizgiden kopuşlarını her yönüyle
gerçekleştirememişlerdir. Marksizm’e doğru dönüş Sovyet revizyonizmi tespiti
ile Sovyetler Birliği dışında dünya üzerinde örnek alınacak başka ülke
arayışına dönüştü. Türkiye’nin yarım yamalak, el yordamıyla yapılan sosyo
ekonomik tahlilleriyle Çin devriminin ve
sosyal koşullarının olduğu gibi alınıp ülkeye eklektik bir tarza adapte
edilmeye çalışılması ile sonuçlandı.
THKO’ya bu dönem yöneltilecek hiçbir
eleştiri yoktur. Zira halkçı ideolojik özü ile bu ufku aşamayan programatik
görüşlerini olduğu gibi korudular tarzında eleştiriler bir programı ve
sistematik olmasa da belli görüşlere sahip yapılara yöneltilebilir. Oysa THKO
tüm bunlardan yoksun bir örgüttü. ’71 yenilgisinden sonra THKO kadroları
geçmişi reddederek yeni bir yapılanmaya dönük durdular. Bununla birlikte, genel olarak bakıldığında,
bu gruplar söz konusu dönemde olumlu ve devrimci bir rol oynadılar. Burjuva
reformizmiyIe aralarına belirgin bir ideolojik ayrım çizgisi çektiler ve dönem
boyunca devrimci radikal bir çizgide mücadele, ettiler.
THKO’nun da içinde olduğu devrimci
akımlar, bu hareketlilik içinde küçük-burjuva sosyal katmanlara ve temelde
öğrenci gençliğe dayanarak gelişip serpildiler. Devrimci radikal çizgideki
mücadele bu akımlara reformizme ve revizyonizme karşı ideolojik ve siyasal
mevziler kazandırdığı gibi, onlardan bazılarını teoride Marksizm’e pratikte
proletarya hareketine yakınlaştırdı. Fakat tüm sosyalizm söylemlerine rağmen
sınıf ile bu devrimci hareketler arasında tarihi birleşme yaşanmış değildir. Bu
olumlu sürecin ileri siyasa ve örgütsel
ifadesi akımlardan biri de. 1980 yılı Şubat ayında kuruluş kongresi ile TDKP’yi kuran THKO oldu.
Türkiye’deki devrimci hareketin
(Devrimci Yol ve Kurtuluş'la birlikte) ön planında yer alan ve o dönemlerde
çıkardığı gazetenin adı ile anılan HK (Halkın Kurtuluşu) hareketi, sonradan
partileşerek TDKP adını aldı. Kendilerini 'anti-revizyonist kamp'ın temsilcisi
sayan hareketlerle geçirdiği teorik evrim 'üç dünya teorisi'nin kabulünden
başlayarak, 'Mao-Zedung düşüncesinin savunulması ve reddi gibi süreçlerde de
benzer seyir izlemiştir.
THKO, MDD grubundan ayrılan
hareketler içinde MDD etkisini en çok taşıyan grup durumundaydı. 71 hareketinin
yenilgisi aynı zamanda “öncü gerilla savaşı” düşüncesinin yenilgisiydi. 1975
yıllarında gelişen anti-faşist gençlik ve kitle hareketinin etkisi, kalan
kadrolarda “kitle devrimi” perspektifinin benimsenmesini sağladı.
YOLDAŞ I. Kendince
gelinen yere kadar ki gelişimi Özetliyor, bir yandan özeleştiriye
dikkat çekiyor, ülkedeki bütün devrimcilere
bu yönde bir çağrı yöneltiyor ve
kendince ülkede tüm proleter
devrimcileri birliğe çağırıyordu. Öte yandan; “Devrim Kitlelerin Eseridir”,
“Sınıf Mücadelesi Toplumun Her Alanında ve Çeşitli Biçimlerde
Sürdürülen Mücadelelerin Bir Bütünüdür”, “Ancak
işçi Sınıfının ve Onun Devrimci Komünist Partisi'nin
Önderliği Devrimi Zafere Götürür”, “Modern Revizyonizme
Karşı Mücadele Tarihi Bir Görevdir”
başlıklarıyla, THKO'nun geçmişteki hatalarını
ve bunların yerine konan teorik tutumu
ele alıyordu.[216] Bu yönelim THKO
kadrolarının yönelimlerini ifade etmede önem taşımaktadır. Fakat gerek YOLDAŞ-I ve gerekse ona paralel olarak yayınlanan iç yazılarda Parti ve benzeri konularda
temelli yanlışlar da vardı.
Gelişme süreci
içinde THKO, attığı ilk adımlardan biriside geçmiş sol hareketle bağlarını
koparma yolunda giriştiği
değerlendirmelerle birlikte uluslar arası hareket içindeki modern revizyonizmin
niteliğini kavrama doğrultusunda değerlendirmeler yaptı. “YOLDAŞ-II revizyonizmin iktidarı gasbettiği ve sürdürdüğü ülkelerde kapitalizmin restorasyonunun kaçınılmazlığını ve onun sosyalizmin kötü bir türü değil, bir burjuva
ideolojisi-ve pratiği olduğunu ve
revizyonizme karşı amansız bir mücadele
yürütülmesi gerektiğini ortaya
koyuyor; Sovyet sosyal emperyalizmine karşı açık tavır alıyor ve onun yüzünü
teşhir ediyordu.”[217]
Bu gelişmeler aynı
zamanda kendi içinde çatlamalara ve bölünmelere neden oluyordu. Bu dönemde, grup, önce “Mücadelede
Birlik” adlı bir broşür
yayınlayarak sosyal emperyalizm
teorisine açıkça karşı çıkarak THKO’dan ayrıldı.
YOLDAŞ-lll'de ise, “Modern Revizyonizm,
Troçkizm ve Türkiye Devrimci Hareketi”
başlığıyla modern revizyonizmin ve
Troçkizmin belli başlı tezleri kendi içinde tartışıyordu.[218]
İzlenen çizgi ’71
yenilgisinin ardından, toparlanmak ve hareketin işçi sınıfı merkezli bir yapıya
kavuşturulması gibi bir niyeti içinde taşımaktaydı. Tutturulmak istenen
doğrultu Marksizm-Leninizm olmakla birlikte,
THKO'nun gelişmesi düz bir çizgi izlemedi. Gelişme süreci içinde düşülen hatlar ve bunların
kavranıp düzeltilerek ileri
atılınmasıyla oluşan zigzaglar ortaya çıktı. Elbette bunun nedeni, THKO'nun o dönemde
Marksizm-Leninizm’i henüz bütünüyle kavramamış ve henüz Marksist-Leninist
bir program ve bütünlüklü bir siyasi çizgi oluşturmamış olmasıydı.
THKO’nun 71,
THKO’sundan farkı ortaya koyduğu el yordamı ilerleyen sağcı çizgisidir. Bu
çizgi kendi geçmişinin değerlendirmesini yaparken Devrimci Nitelikteki Denizler
THKO’sunu revizyonizm ve troçkizme kapılarını açtılar tarzındaki ilk
eleştiridir.[219] Bir yandan bu hareketi
troçkist ve revizyonizme kapılarını açarken diğer yandan da bir yanı ilede
marksizme, leninizme açık olan yanları
vardı diyerek kendi durumlarını ileri sürerek Marksist-Leninist olduklarını
ileri sürüyorlardı.[220]
Küçük burjuvazinin
dünyaya bakışı kendini olduğu gibi ortaya koyuyordu. Bütünlüklü davranmak
yerine parçaları görmek ve parçaları teorize etmek kaygısı ile her atılan
adımdan sonra tökezlemeye yol açarken bu kez tökezlemenin teorisi yapılmakla iş
geçiştirilmeye çalışılıyordu.
Revizyonizmin ve
troçkizmin devrimci olmayacağını o zamanki bir çocuk bile tartışmazken THO’nun
yeni önderleri eski THKO’yu bu kalıpla eleştirip onların devrimci yanlarını öne
çıkarmalıyız demekten de geri durmuyordu. Zira kendilerinin Marksist
olduklarını da “bugün ülkemizde doğru devrimci bir çizgiye sahip ve partileşme
süreci yaşayan Marksist-Leninist bir hareket var” [221]
söyleminde kendi durumlarının üzerini kapatmaya çalışıyorlar
Örneğin, “Üç Dünya
Teorisi” kabul edildi. THKO, geçmişin
özeleştirisi ile birlikte. Marksizm-Leninizm’in, komünist hareketin uluslararası niteliğini, proletarya enternasyonalizmini kendi içinde tartışmış kendisini ve
uluslararası komünist
hareketin genel çizgisine bağlılığını ilan ederken verili aldığı durum ÇKP’nin ülkede esen rüzgarına
kapılma ve onun ardında sürüklenmenin ötesine geçmiyordu. Zira Küçük burjuva sınıfın başka bir davranış
özelliğini sergilemekle meşguldü. Zira Üç dünya teorisini savunan güruhun
“geniş bir kesimi ilgilendirmesi ve bu teorinin tartışılması” onları peşinden
sürüklemeye yeten bir durumdur. Her ne kadar “Ancak Arnavutluk Emek Partisi'nin
yanında, Çin Komünist Partisi'ni
de uluslararası komünist hareketin ileri
bir müfrezesi olarak görüyordu. ÇKP'nin uluslararası
komünist harekete dayattığı “Üç
Dünya Teorisi”, “Uluslararası Komünist
Hareketin genel çizgisidir” anlayışıyla kabul ediliyordu.[222] Deseler de, THKO’nun yöneticilerinin o sürüklenmede AEP’i ve Enver Hocayı
gördüklerini ve söylemek oldukça güç.
“Üç Dünya
Teorisi”nin kabulünün yanında, bunun söz konusu
edilmesi gereken belli başlı diğer göstergeleri şunlardır:
1975 sonunda THKO sonradan ortak görüşler
taşıyan bir grupla birleşti. Bu grup kendini
dağıtarak THKO'ya katıldı.[223] Bu
söylem bile THKO’ yöneticilerinin ve THKO ile birleşen grubunda, ilkesizliğini
ve sınıfsal aceleciliklerini ortaya koymaktadır. Ve diğer grubun kendisini
dağıtarak katıldığı söylemindeki samimiyetsizlik ve inanmazlık daha sonra
ayrışma yaşandığında sarf edilen sözlerle ispatlanmaktadır.
58 yıllık sol
hareketin eleştirisi ve TKP’nin mahkum edilmesi
çabaları, aynı dönemde, “Sürekli Faşizm Üzerine” ve YOLDAŞ-IV'de “Tırmanan Faşizme Karşı Örgütlenmemizi sağlamlaştıralım. Kitle Mücadelesini Yükseltelim” adlı yazıların yayınlanmasıyla revizyonist-sağcı Faşizmin Tırmanışı
teorisini kabul ediyordu. Böylelikle, THKO’nun kendine has düşünce üretmek yerine
dışardan el yordamı ile aldıkları düşünceleri teorileştirmelerini ortaya
koyuyor.
Üçüncü gösterge ise
—aynı zamanda, bu sağa kayışın da bir sonucu
olarak— TİİKP ile girilen yakınlaşmayı.
TİİKP karakterine uygun olarak “Üç Dünya Teorisini bütünüyle savunuyordu ve faşizmin tırmanışı teorisi de onun temel görüşleri arasındaydı. TİİKP ile olan bu teorik siyasi yakınlaşma, pratikte de THKO-TİİKP yakınlaşmasını ve onun eksiklikler taşıyan bir proleter devrimci akım olarak görülerek, proleter devrimcilerin birliğinin bir unsuru olarak kısa bir süre içinde
olsa görüşmelere girilmesini
getirmiştir. [224]
Bütün bu
zikzaklı ilerlemeler bir biçimi ile teorik zayıflığın marksizmi kavrayamamanın
bir sonucu iken bu yalpalamalar “ Ancak bütün bunlar, gelişmekte olan THKO'nun
gelişmesi içinde düştüğü hatalardır. THKO içine düştüğü bu hataları da aşmayı ve Marksizm
yolunda ilerlemeye çalışıyordu.” Diyerek geçiştirilmeye çalışılıyordu.1976 Mayıs'ında yayınlanan YOLDAŞ-V, “Her 6 Mayıs'ta Marksizm-Leninizm ve Devrim Yolunda Bir.Adım Daha İleride” ve “Özeleştiri
Kampanyasını Marksist-Leninist
Tarzda Derinleştirelim” başlıklı
yazılarıyla adeta bunu bir kere daha vurguluyordu.[225]
Hareketin 'kendiliğinden'
gelişimi nedeniyle teorisizlik hâkim öğe durumundaydı. Teorisizlik; Türkiye
tahlillerinde “faşizmin tırmandığı" görüşünden kısa bir zaman sonra
“faşist diktatörlük” tespitine doğru evirilmelerinde ÇKP’nin etkisi ile “Sovyet
revizyonizmi"ne tavır alırken “üç dünya teorisi"ni kabul etmelerinde
ve bir ara PDA ile “proleter devrimcilerin birliği” adına, “parti birliği”
girişiminde bulunmalarında kendisini gösteriyordu.
Yeterince teorik donanımı
olmayan hareket, anti-emperyalist, anti-faşist mücadele ajitasyonuna dayanan ve
gelişen küçük burjuva kitle hareketinin siyasi canlılığı sayesinde büyüdü. 1980
yılına kadar geçen süreçte THKO, düzenlediği kongreyle, “Türkiye’deki çeşitli
milliyetlerden proletaryanın ve tüm komünistlerin tek gerçek partisi olarak
TDKP kuruldu”[226]
diyerek kendisini “tek komünist parti” ilan ederken de oportünistçe
davranıyordu.
Gelişim konusunda çok iddialı
olan örgütün birkaç yıl içinde yaşadığı gelgitler, teorik durumunun sefaletinin
göstergesiydi. “Mao-Zedung yoldaş bizim de yolumuzu aydınlatmıştır ve
aydınlatıyor. Bu yoldan saparsak bize lanet olsun.” “UDHD bizi
Marx-Engels-Lenin-Stalin ve Mao-Zedung’un kızıl düşüncelerinden vazgeçmeksizin
son hedef olan komünizme ulaştırabilir. Ondan vazgeçmek demek, Mao-Zedung’un
kızıl yolunu terk etmek, Krusçev’in kara yüzlü dönekliğini benimsemek
demektir.”[227]
Örneklerin çok olması ve
marksizm yaklaşımlarının farklılığı TDKP-MK’sının aklını epey karıştırmışa
benziyor. Kendilerine teorik sığınak yapacak birilerinin arayışı sonunda Enver
Hoca önderliğindeki AEP’le buluşturuyor; “Mao
Zedung Düşüncesinin, Mao'nun ve ÇKP'nin teori ve pratiğinin yeniden değerlendirilmesi konusunda da uluslararası komünist hareketin deneyleri ve
Arnavutluk Emek Partisi ve gerçek Marksist-Leninist partilerin düşünce ve tespitleri Örgütümüz için uyarıcı ve
eğitici olmuş ve her adımda
ufkumuzu genişletmiştir.”[228]
denilerek TDKP-MK’ca “bir gün önce” söylenenler “ertesi gün” şöyle bir
söyleme dönüyor: “Üç Dünya Teorisinin
reddinden sonra, bu teorinin bizzat
Mao'nun eserlerine dayanılarak savunulması Arnavutluk Emek Partisi'nin “Açık Mektup”u ile Mao Zedung'un ve ÇKP'nin modern revizyonizme karşı
mücadelede yalpalama ve
tutarsızlıklarının ve milliyetçi çizgilerinin açıkça ortaya çıkması, Çin'in karşı-devrimci uygulamaları ve son olarak Mao'nun yayınlanan Seçme
Eserleri'nin 5. cildi, örgütümüzü bu
konularda tavrını yeniden belirlemeye götürdü.”[229]
“ 'Mao
Zedung Düşüncesi', Marksizm-Leninizm’in yepyeni bir düzeye
çıkarılması, 'çağımızın Marksizm-Leninizm’i' değil; tersine,
Marksizm-Leninizm’in koyu ve sinsi bir revizyonudur.”[230]
Hemen ardından yapılan kuruluş
kongresinde yapılan değerlendirmeler ve Mao düşüncesinin örgütteki etkileri
üzerine söylenenler: “Bilindiği gibi
örgütümüz 1975'de özeleştirisinden sonra
“Mao Zedung Düşüncesi” terimini hiç bir zaman kullanmamakla birlikte;
Çin'i de uluslararası komünist hareketin
bir merkezi olarak görüyor ve Mao Zedung'a ve ÇKP’ ye aslında hak etmedikleri bir değer biçiyordu. Bunun kökleri daha
eskilere, 1960'ların sonlarında Türkiye' de gelişen ve THKO'nun da dâhil olduğu devrimci demokrat hareket üzerindeki Çin Devriminin ve Mao
Zedung'un büyük etkisine kadar da
uzanmaktadır.
İdeolojik-siyasi inşa
faaliyetini ve ideolojik-siyasi plandaki gelişmeyi
başından beri izlediğimizde görürüz ki, THKO her dönemde
Marksizm-Leninizm doğrultusunda adım
ilerleyerek, adım adım “Mao Zedung Düşüncesi ile çelişti. Örgütümüz,
ideolojik-siyasi inşa faaliyetinde daima
Marksizm-Leninizm i, Marks, Engels, Lenin ve Stalin'in ölümsüz düşüncelerini temel aldı. Mao Zedung'un çeşitli kitaplarından yararlandıysak da
bu, siyasi çizgimizde köklü etkiler
yaratmadı.”[231]
Devrimci demokratizm sınırını
aşamayan ve bunu Marksist söylemlerle aynı potada eritmeye çalışan THKO,
kendiliğindenci gelişim içerisinde devrimci akıntıya tabi oldu. Ancak, Halkın
Kurtuluşu literatürü bunu, bekleneceği üzere, farklı yorumladı: “THKO özeleştiri
yoluyla örgütsel bütünlüğünü koruyarak niteliğinin değişimiyle Marksist bir
örgüte dönüştü ve gelişmesini bundan sonra daima M-L doğrultuda sürdürdü.”[232]
Söylenenler ve gelinen yer günlük politikaya tabilik, politik anlamda
kendiliğindencilik, diğer yandan politik olamamanın ve günlük küçük gerçeklerin
peşinden koşturmanın bir ifadesi olmaktadır.
TDKP-MK kendinden menkul
teorik duruşlarıyla burunlarından kıl aldırmazlarken, örneğin Mao konusunda
söyledikleri : “'Mao Zedung Düşüncesi',
revizyonist, küçük- burjuva bir teori
ve pratiktir.”[233]
“'Mao Zedung
Düşüncesi', Marksizm-Leninizm’den ödünç alınmış
fikirler ve formülasyonlarla; her türden küçük-burjuva oportünist, pragmacı
(yararcı), revizyonist, idealist düşünce ve
tezlerin eklektik bir karmaşasıdır. Onun
esas karakteri, özü, ikinciler tarafından belirlenmektedir. 'Mao Zedung
Düşüncesi Anti-Marksist’tir.”[234]
Düşünceleri başkalarına karşı kullanırken pervasızca küçük burjuva Anti
Marksistler diyebilmektedir. Bütün devrimci ruhlarına rağmen bu düşünceleri
programatik olarak savunan aynı MK üyeleri özeleştirilerinde bizler bunları
savunurken “, revizyonist, küçük-
burjuva, teori ve pratisyenlerdik”
demedikleri gibi, “çok bağlı” oldukları işçi sınıfına “Mao düşüncesini
savunurken “Anti-Marksistlik” yaptık özeleştirisini vermemişlerdir.
Yukarıda yapılan alıntılarda
görülen apolitik şekilsiz tutum, kaba ve mistik dil bir yana; 'üç dünya
teorisi'nin reddi gibi teorik bir sözde özeleştiri yazısında; “Biz aslında üç
dünya teorisini savunmadık, çünkü tezlerimiz bu teoriyle taban tabana zıttı. …
Üç dünya teorisi çizgimizde bir süs gibi duruyordu” gibi bir samimiyetsizlik
örneği verilebiliyor veya “Mao-Zedung düşüncesi”nin reddedilmesi gündeme
geldiğinde, Maocu geçmiş, “elimizdeki belgeler,…ÇKP’nin teori ve faaliyetlerinin
gerçek boyutları ile anlaşılması açısından son derece yetersizdi”[235] gibi
ifadelerle gerekçelendirilebiliyordu. Teorik olmayan içi boş ifadeler,
gelişmelere göre tavır almak, önce savunulanları yadsımak ve hiç söylenmemiş
gibi göstermeye çalışmak, teorisiz politika yapmaya çalışmanın
beceriksizliğidir. İşte iki örnek daha:
“Özellikle platformumuza temel
teşkil eden yazılarda Mao-Zedung’un Marksizm-Leninizm’e herhangi bir katkıda
bulunmadığını, böyle olduğu söylenen meselelerin Lenin ve Stalin’de olduğunu
ortaya koyduk.”[236]
“Nitekim genel siyasi
çizgimizi oluşturan temel tezlerin içinde Marx, Engels, Lenin, Stalin'in
fikirleri ve eserlerine ters, bunlarla doğrulanamayacak bir görüş yoktur.
Mao-Zedung’u yeniden değerlendirirken M-L klasiklerin yanı sıra, kendi
ideolojik siyasi çizgimizi de esas alıyor ve bu çizgiyi tüm oportünist ve
revizyonistlere karşı kararlılıkla savunuyoruz.”[237]
Burada doğrudan yapılmayan
şey, Marksist klasiklerin kendi tezlerine destek olmak üzere yazıldığını iddia
etmektir. Aslında, kendi temel tezlerinin doğruluğu vurgulanarak, Marksist
klasikler ikinci planda bu tezlerin destekçisi, yani ideolojik öğeleri
destekleyen ideolojik eserler olarak ele alınmaktadır. Türkiyeli devrimcilerin
dogmatik olduğu görüşü, tam da burada yerine oturmaktadır. “Marksizmin örgüt
endeksli kavranışı, politik Marksizm anlayışına üstün kılındı.”[238]
El yordamı ile teori üreten
TDKP, bir yandan kitle olarak gelişirken, diğer yandan siyasal olarak sağa
savrulmaktadır. “Elli yıllık sol tarihin mirasçısı” olmakla övünmek, bir yandan
elli yılın olumluluklarının yanında olumsuzluklarını da üstlenerek bunun
içinden çıkma çabasını ve sorumluluğunu beraberinde getirirken, TDKP “mirasçı”
olarak sadece pratik deneyimleri almış ve teorilerinin sadece pratik politik
deneyimlere dayandığını göstermiştir. Ortaya çıkan “ucube”, tecrübeli, küçük
burjuva dar ufuklu, Marksist teoriye bir türlü sahip olamayan ‘teorisyenler’
örgütlülüğüdür. Nitekim örgütlülüğün geldiği nokta, sağa savrulmanın en son
noktası legalizm ve illegal örgütlülüğün tasfiyesi olmuştur.
Oysa siyasi bir örgüt Lenin’in
deyimi ile "Bir siyasa! partinin kendi yanılgıları karşısındaki tutumu, bu
partinin ciddi olup olmadığını kendi sınıfına karşı ve emekçi yığınlara karsı
görevlerim yerine gerçekten getirip getirmediğini saplayabilmemiz için, en
önemli ve en güvenilir ölçütlerden biridir. Yanılgısını içtenlikle kabul etmek,
nedenlerini arayıp bulmak, bu yanılgıya yol acun koşulları tahlil etmek,
yanılgıyı doğrultma yollarını dikkatle incelemek; işte, ciddi bir partinin
belirtileri bunlardır, bu, ciddi bir parti için görevlerini yerine getirmek,
sınıfı ve ardından da yığınları eğitmek ve bilinçlendirmek demektir."[239]
Bu dönemde
kitleselleşme adına ve izlenilen yarı legal çizginin bir ürünü olarak
THKO-GMK’sı bir kitle yayın organının yayınlanması kararını aldı. Kitle yayın organı başlangıçta devrimci bir
görevi yerine getirirken diğer yandan Örgütü ve kadroları düşman önünde açığa çımasına
neden oldu. Örgüt yapısı hedeflenen illegal çekirdekten illegal yapıya girmek
yerine legal olanakları kullanma adına legalden illegale giden bir şekil
izledi. Bu durum aslında devasa gelişmeye rağmen örgütün tasfiyesinin bir başka
biçimiydi. Örgütlenmenin ve propagandanın kollektif örgütleyicisi olan
gazete kendi etrafında yarattığı etki ile kadroları açığa çıkarıyordu. THKO
yerine “Halkın Kurtuluş’çuları
ortaya çıkıyordu.
Zira THKO’ nun
ulaşamadığı alanlarda “gazete sempatizanlar
geliştirdi, kazandı, örgütledi, seferber etti. Örgütümüzün
siyasi gelişimine paralel olarak o da gelişti,
güçlendi.” Bir gazete örgütün yerini aldı ve örgütün yapacaklarını yaptı bu
söylem bile illegalitenin nasıl kavrandığının bir anlatımıdır. İşte
anlayışın net ifadesi: “Bugün ülke
çapındaki yaygın taraftar çevremizi, etkimizi, işçi sınıfı ve halkımızın bağrındaki prestijli yerimizi aynı zamanda kitle yayın organımıza borçlu
olduğumuzu söylediğimizde bu
gerçeğin ta kendisi olacaktır.[240]
THKO'nun gelişiminde
oldukça önemli hatalara
düşmesine, bu dönemde önderliğin taşıdığı
zaaf ve hatalar da neden olmuştur. En başta teorinin önemi ve İdeolojik-siyasi çalışmanın
belirleyiciliğinin önderlik tarafından
kavranmaması; öte yandan önderliğin kitle kuyrukçusu
bir tavır izlemesi ve genel gibi görünen her şeyin peşinden koşması ve onları
kendince teorileştirmesi, öncelikle güçlü olmak gibi dertle ilkesiz
birlikteliklerle revizyonist unsurlarla
birlikte hareket etmesine neden
oluyordu. Önderlikte ideolojik-siyasi uzlaşmacılık ağır basıyordu.
Bu sürecin ilk adımı
“Tırmanan Faşizm” teorisinin eleştirilmesi, reddi
ve THKO'nun bu konudaki özeleştirisi oldu.
YOLDAŞ-Vl'da “Faşizm Meselesi Üzerine Özeleştiri” yayınlandı. Bir tökezleme örneğidir. Bu özeleştiri
özünde, tökezlenmenin teorileştirildiği
bir dizi diğer yazı örgüt içinde yayınlandı. Bu yazılarda faşizm sorununun yanında Marksist emperyalizm teorisi, devlet teorisi, inceleniyor ve bunların yanında ülkemizin sosyo-ekonomik
yapısı ile ilgili tezlerde yer alıyordu.
Durmadan
tökezleyerek ilerlemeye çalışan önderlik, ülkenin sosyo-ekonomik yapısı, ülke devriminin niteliği, devrimin yolu ve diğer sorunları kapsayan “Ulusal Demokratik Halk Devrimi” konusunu, ardından uluslararası durumu örgüt içinde tartışmaya
açma ve sonucu belirleme kararı aldı.
Tam da bu dönemde
“salonda oturan fili” keşfeden THKO önderliği, Arnavutluk Emek Partisi'nin VII.
Kongresinde Enver Hoca’nın Kongre'ye sunduğu raporunda “Üç Dünya Teorisine karşı tavır alındığını öğrendi. Dünyada yeni bir rüzgar esmeye başlamıştı ve
bu rüzgarın esintisi THKO’ önderliğini başının dönmesine yetti… Üç dünya
teorisinin tökezlenmesi ile canı yanan yapı önderlerinin bunu teorileştirme
lerine bir örnek: “THKO'nun esas
niteliği ile hiç bir zaman uyuşmamış olan bu teorinin reddedilmesi yönünde
güçlü bir eğilim oluştu. GMK bu gelişmeler içinde, kendi içinde”Üç Dünya Teorisinin reddedilmesi kararını aldı ve önce Ulusal Demokratik Halk Devrimi'nin, ardından da “Üç Dünya Teorisinin tartışmaya açılmasını kararlaştırdı.”[241]
AEP’in yeniden keşfedilmesi, daha doğrusu
arkasından sürüklenecek bir rüzgar bulmanın hevesi ile YOLDAŞ-VII’ de “Üç Dünya
Teorisini ret kararını ve bu konuyla
ilgili üç yazı yayınlandı.
YOLDAŞ-VIII, IX ve Xl'de art arda “Ulusal
Demokratik Halk Devrimi”, “Üç Dünya
Teorisi” üzerine Özeleştiri ve
“Milli Mesele Üzerine” tezler yayınlandığında THKO önderliği kendisine
muhalefet edecek hiçbir güç bırakmayarak örgütü kendi denetimlerine aldılar.
1980 kongresinde “tam bir birlik içinde” yapılan kongreyi ve bu kongrenin
seçtiği Merkez komitesinin 1980 de 12 Eylülde neler yaptığına ilerde değineceğiz.
THKO yöneticileri bu teoriyi savundukları için
kendilerine tavır alan ve ayrılanları,
“revizyonist elebaşılar”, “anti-parti,
karşı-devrimci bir faaliyet” olarak niteledi. Hizip gördüğü yapıya ağzına
geleni söyleyen THKO önderleri aynı zamanda onları örgüt dışına çıkarmak yerine
birleşmeye ve tartışmaya davet etme ilkesizliğini gösterirken bunu da
teorileştirip kendini aklamak için yalan ve iftira atmaktan çekinmeyerek “Burjuvaziyle açıktan bir birleşme içinde, bilebildikleri kadarıyla örgütsel
sırları deşifre etmeye, her türlü
yolla THKO'nun faaliyetini engellemeye
ve provokasyonlar düzenlemeye giriştiler.” “TİKB” adlı bir karşı-devrim çetesi kurdular. Provokasyonlarını uluslararası
planda sürdürmeye çalıştılar. Bu da yetmedi, onlar komünist hareketimize
saldıran kiralık katiller çetesi olarak, yoldaşlarımıza ve taraftarlarımıza silahlı saldırılar düzenlemeye giriştiler.”[242]
Sol içindeki çatışmalarda Türkiye Solunun
genel olarak sabıkalı olduğu tüm komünistlerce bilinmektedir. Küçük burjuva
önderlikler, örgütler içindeki egemenliklerinin sarsılmaması için kendilerine karşı çıkan herkesi karşı
devrimci diye nitelendirip taraftarlarına saldırı hedefi olarak
göstermişlerdir. Devrimcilerin devrimcilere karşı bu tavrı sadece burjuvazinin
işine yaradığını aklıselim hiçbir devrimci tartışmaz. Dün sürdürülen bu tavır
bugün için hala sürdürülmeye çalışılmaktadır.
Sonuçta hala örgütlerdeki Küçük burjuva örgüt anlayışı ve önderliği
aşılamamıştır. Sosyal pratik devrimcilerin birliğinin her zaman büyük bir öneme
sahip olduğunu en açık bir şekilde doğruladı.
Bu eğilimlerin dışında THKP-C
izleyicileri görünüşte geçmişi savunuyor görünmekle birlikte, 1974’lerde
gelişen devrimci popülizm karşısında “küçük burjuva maceracı” tezleri
eleştirmeden, sessizce terk ettiler. Fakat genel teorik temelin ve devrim
anlayışının korunmasının da yardımıyla, gençlik içerisinde kendilerine yer
edinmelerini sağlamıştı. Bunda, özellikle Devrimci Yol başarılı oldu. Geçmişi
ve değerlerini savunarak içlerinden çıkan küçük gruplar fazla etkili olamadılar.
Bunların içerisinde örgütlenerek M. Çayan çizgisinin savunuculuğunu üstlenen ve
1980 sonrası dönemde toparlanarak faaliyetlerini sürdürebilen neredeyse sadece
Devrimci Sol olmuştur. Kurtuluş grubunu oluşturanlar geçmişin özeleştirisine
girmekle beraber revizyonizmle aralarındaki bağı koparamadıklarından,
özeleştirileri onları daha çok revizyonizme yaklaştırdı. Geçmişteki
maceracılığı eleştirmek ve bunun ötesine geçememek Kurtuluş'u ‘sağcı’ bir
çizgiye götürdü.
Herhangi bir hareketin, önce
kabul ve bir müddet etkileşim ve ilişki içinde olunan merkezin tavrına bağlı
olarak reddettiği tezler karşısında, hiçbir devrimci örgüt diğerine “niçin
savunduğunun” hesabını sormamıştır. Dün savunulan teori için, reddedildikten
sonra savunanlara “karşı devrimci” diyenler ve hatta bu düşünce sahiplerini
şiddetle cezalandıranlar, kendilerinin dün savunduğu düşünce dolayısıyla karşı
devrimcilik yaptıklarının özeleştirisini hiç yapmamış ve hiçbir örgüt de bunun
nedenini sorgulamamıştır. Yukarıda görece ayrıntılı bir şekilde gösterildiği
üzere, Mao-Zedung düşüncesinin anti-Marksist olduğunu ‘bir sabah
uyandıklarında’ anlayanlar, her zaman için (teoriyi savundukları dönem de dâhil
olmak üzere) Marksist olduklarını iddia etmişlerdir.
TDKP, “Demokratik
Halk Devrimi” ve “Demokratik
Halk İktidarı” kavramları ile oluşturulan ve genelde Arnavutluk
çizgisinde yer alan odakların tümünün benimsediği “devrim şemasının” en tutarlı savunucusuydu. Bu anlayışa göre
devrim anti-emperyalist anti-feodal bir halk devrimi olmalıydı. Bu devrimin hem
ideolojik hem de fiili önderi işçi sınıfıydı. İşçi sınıfının öncülüğünde
köylülük ve küçük burjuvazinin de katılacağı milli burjuvazinin
tarafsızlaştırılacağı bir devrim gerçekleştirilecekti. "Milli burjuvaziyle
ittifak mümkündür, çünkü o, emperyalizm ve feodalizmin baskısı altındadır,
milli kapitalizmin serbestçe gelişmesi onun çıkarınadır.”[243]
Komüntern kararlarının ışığında, Demokratik devrim sonrası kurulacak iktidarın
adı demokratik halk diktatörlüğü olacaktı. Demokratik halk diktatörlüğü ise
proletarya diktatörlüğünün özgül biçimiydi. Leninist kesintisiz devrim
düşüncesi şablonlaştırılmış ve bakış olarak da Demokratik devrim ve sosyalist
devrim diye iki ayrı devrim yoktu. Devrim iç içe geçmiş iki aşamadan
oluşuyordu. Sosyalist aşamaya demokratik halk iktidarı yoluyla tedricen
gerçekleşecekti. Halk iktidarının bir bileşenini oluşturan proletarya ve yoksul
köylülük dışındaki sınıflar teker teker yalıtılıp eritilecek böylelikle
sosyalist aşamaya geçilirken proletarya diktatörlüğünün özgül biçimi olan demokratik
halk iktidarı, proletarya diktatörlüğünün kendisine eğriltilecekti.
12 Eylül: Sınıf Mücadelesinde Kırılma Noktası
Türkiye burjuvazisi eklentisi
olduğu uluslar arası sermaye ile daha sıkı bağlar gerçekleştirmek ve onun
yapısal dönüşümlerini gerçekleştirmeye çalışıyordu. Bu değişim ihtiyacı, büyük
burjuvazi açısından daha 1980’lerin başında kendisini dayatmıştı. 1980’lerin
başından beri emperyalist dünya sistemiyle tam entegrasyonu hedefleyen ve
emperyalist-kapitalist hiyerarşide üst basamaklara çıkmak isteyen tekelci
burjuvazi, ulaştığı birikim düzeyi ve dünya konjonktürünün gerekleri yüzünden
yapısal değişim ihtiyacı içindeydi. Ancak bu değişim ihtiyacı, çok büyük
zorlukları ve kapitalist ekonomide yeniden yapılanma anlamına gelen kapsamlı
düzenlemeleri de beraberinde getirmekteydi. Bu düzenlemeler ister istemez
karşılıklı mücadeleyi gerektirdiğinden, burjuvazi için bir risk oluşturuyordu.
‘70’li yıllarda sınıf mücadelesi ve devrimci harekette başlayan yükseliş,
burjuvazinin ileriye yönelik planlarını uygulamasının önünde ciddi bir engel
oluşturuyordu. Sermaye sınıfının istediği dönüşümler işçi sınıfının ve devrimci
hareketin mücadelesine rağmen kolaylıkla gerçekleşemezdi. Bunun için ilk hedef
işçi sınıfı hareketinin tamamen geriletilmesi ve devrimci hareketin
bastırılmasının gerekliliğiydi. İşte büyük burjuvazinin orduyu imdada çağırması
o aşamada olmuştu. Amaçlanan şey işçi sınıfı mücadelesini parçalamaktı. Askeri
diktatörlük yasaları emekçileri boğan bir cendere olarak varlığını sürdürüyor.
Faşist
diktatörlüğün 12 Eylül askeri yönetimiyle gerçekleştirmek istediği temel hedef,
kendi iktidarına yönelik devrimci hareketin etkisizleştirilmesi ve yok edilmesi
olmakla birlikte, devrimci hareketin gelişimine neden olabilecek her türden
ekonomik, sosyal, politik ve kültürel ilişkilerin de tasfiye edilmesi
hedeflenmiştir ülke tarihinin en geniş terör uygulamasının gerçekleştiği 12
Eylül döneminin izlerinin günümüzde bırakalım silinmesini, yarattığı toplumsal,
siyasal, ekonomik tahribatların etkisi bile azaltılamamıştır. Bu çerçevede, bir
yandan devrimci örgütlere ve devrimci kitleye yönelik kanlı bir terör
uygulaması sürdürülürken, diğer yandan devrimci hareketin gelişiminde ve
yayılmasında etken olan tüm ilişki ve kurumlara saldırılar düzenlenmiştir. Saldırılarla
güdülen imha politikası, herhangi bir dönemle kıyaslanmayacak ölçüde ve yeni
uygulamalarla bugün bile sonuçlarına tüm toplumun katlanmak durumunda olduğu
bir duruma gelinmiştir.
Sermayenin “yapısal dönüşüm” sancıları
12 Eylüle ilerleyen süreçte
burjuvazi için bir açmaz da işçi sınıfının giderek güçlenmesi ve sınıf
mücadelesinde kendi aleyhindeki yükselişti. 1960 darbesi sanayi sermayesinin
gelişme zeminini hazırlamış ve kısmi liberal-demokratik açılımlara olanak
sunmuştu. İşçi sınıfı 1960’tan sonra toplumsal hayatta belirleyici bir güç
olmaya başladı ve bu gelişmeler sendikal ve siyasal örgütlülük düzeyinin
yükselmesinde yansımasını buldu. TİP’in kurularak parlamentoya girmesi, DİSK’in
kurulması ve dünyada esen 68 fırtınasının Türkiye’den geçmesi, Türkiye’de sınıf
mücadelesi bağlamında bir ivmelenmeydi. Nihayetinde 15-16 Haziran direnişi,
işçi sınıfı için büyük bir hareketlenmeydi. Gerekli sinyali alan burjuvazi bir
kez daha orduyu yardıma çağırdı. 1971 askeri cuntası işçi sınıfı hareketini
parçalamaya, sendikaların etkisini daraltmaya çalıştı, TİP kapatıldı,
devrimciler cezaevlerine tıkıldı ve gözdağı vermek için devrimci öğrenci
liderleri idam edildi.
İkinci Dünya Savaşından sonra
emperyalist metropollerde 20 yıldan uzun süren hızlı büyüme dönemi 70’lerin
başlarında hızını kaybederek son buldu ve 70’lerin sonuna doğru, özellikle
Amerika ve Avrupa’da işçi sınıfının kazanımlarına yönelik topyekûn saldırılar
başladı. Emperyalist-kapitalist sistem yeni bir bunalım dönemine adım
atmaktaydı. Dünya burjuvazisi için krizden çıkışın yolu, var olan pazarları
derinleştirmek ve yeni pazarlar bulmaktı ve bu ihtiyaca uygun olarak Türkiye
gibi ülkeleri emperyalist pazara derinlemesine entegre etmek zorunluydu. Yani
uluslararası sermaye ile Türkiye burjuvazisinin çıkarları çakışıyordu. İşte 24
Ocak kararları burjuvazinin dönüşüm sancılarına ve uluslararası sermayenin
çıkarlarına bir yanıt olarak gelişti. TÜSİAD, “şiddetle ihtiyaç duyduğumuz
dış kredilerle, uyguladığımız ekonomik sistem birbirine çok yakından bağlıdır. Pazar
ekonomisinden giderek uzaklaşan bir anlayışla ne Batı dünyasında hak ettiğimiz
yeri, ne yeterli kredileri, ne yatırımlar için gerekli dış sermayeyi
bulabiliriz” diyordu. IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmaları da, ihracata
dönük bir ekonomik uygulamanın başlatılması ve emperyalist sisteme tam
entegrasyonun sağlanması doğrultusundaydı.
Bunun için burjuvazinin yeni
bir yapılanmaya ihtiyacı vardı. Sermayenin önündeki engellerin kalkması için
işçi sınıfının tüm kazanımlarının yok edilmesi ve sömürünün alabildiğine
yoğunlaştırılması gerekiyordu ve bu da istikrarlı bir burjuva siyasal rejimin
varlığına bağlıydı. Burjuvazi emperyalist kapitalist sistemde artık sermaye
ihraç eden birileri olarak yer almak ve oraya entegre olabilmek için devletini
de buna uygun olarak yeniden düzenlemek istiyordu. Ancak burjuvazinin kriziyle
işçi sınıfının devrimci mücadelesinin ve Kürt halkının uyanışının aynı döneme
gelmesi kapitalistler sınıfı için ciddi bir tehdit oluşturuyordu.
Dönüşümün önündeki engel: sınıf mücadelesi
12 Eylül’e varan süreçte sınıf
mücadelesinin keskinliği özellikle 1977 yılı sermaye açısından ciddi bir krizin
kendisini hissettirmeye başladığı yıl oldu. 1977 işçi sınıfı hareketinin
militanlık düzeyinin görülmedik bir seviyeye ulaştığı, burjuvazinin krizini aşabilmek
için yükselen harekete saldırmaya başladığı ve 1 Mayıs katliamının yapıldığı
yıl oldu. Küçük-burjuvazinin radikalleşen kesimleri de işçi sınıfının
mücadelesinin yarattığı etkiden nasibini alıyordu. İşçi sınıfı sanayi
bölgelerini ve şehrin her köşesini bir eylem alanına çevirebilmekteydi. İşçi
sınıfının böyle bir güce ulaşmış olması, onun aslında potansiyel olarak düzeni
değiştirecek bir güce sahip olduğunun somut ifadesiydi.
Burjuvazi her türlü oyuna
başvurarak sınıf mücadelesine saldırılarını arttırmaya başladı. Kitleler
üzerinde bir terör havası yaratmak için; yığınların milliyetçilik-mezhepçilik
temelinde çatışmalar yaratıldı, devrimci gençlik hareketine ve militan sınıf
mücadelesine karşı faşist terör devreye sokuldu. Faşist gruplar neredeyse tüm
grevlere, mitinglere ve öğrencilere saldırmaya başladı. Burjuvazi yığınlar
üzerinde derin bir psikolojik çöküntü yaratmak istiyordu. İşçi sınıfının
üzerinde estirilen terör ile tüm sendika, dernek ve devrimci örgütlere yönelik
saldırıların amacı kitleleri korkutmak, pasifleştirmek, güvensizleştirmek ve
sokağa çıkmalarını önlemekti.
16 Mart 1978’de faşistler
İstanbul Üniversitesine saldırdı ve 7 öğrenci öldürüldü. Bu olaya karşı DİSK’in
önderliğinde büyük bir tepki örgütlendi. 20 Mart’ta 2 saatlik üretimi durdurma
eylemine 1 milyon işçi ve emekçi katıldı. Bundan sonra saldırıların boyutu
genişleyerek devam etti. Önde gelen aydınlar, faşist örgütler tarafından
katledildi; işçi sınıfı ve öğrenciler üzerinde artan saldırılar Anadolu
şehirlerine de kaydırıldı ve mezhep çatışmaları kışkırtıldı. İlk saldırılar
Malatya-Sivas-Elazığ’da gerçekleştirildi ve bu şehirlerde yaşayan Aleviler ile
Sünniler karşı karşıya getirildi. Buralarda bulunan TÖB-DER’e ve devrimci
örgütlere ait binalar yakılıp yıkıldı. Çatışmalar tüm şehri sararak günlerce
sürdü Malatya’da. Bu saldırıların ardından diğer şehirlerde de çatışmalar baş
gösterecekti. Asıl büyük saldırı Kahramanmaraş’ta başlatıldı. 19 Aralık 1978’de
başlayan saldırılar tam anlamıyla bir katliama dönüştü. Şehir yıkıldı, dağıtıldı
ve yağmalandı. 25 Aralığa kadar süren çatışmalarda yüzün üzerinde insan
faşistler tarafından hunharca katledildi ve yüzlercesi yaralandı; Alevi
kökenliler şehri terk etmek zorunda kaldılar. Kahramanmaraş katliamı, DİSK
önderliğinde ve çeşitli meslek ve öğrenci örgütlerinin de katılımıyla, 500 bin
işçinin kısa süreli iş bırakmasıyla protesto edildi.
Aslında Kahramanmaraş,
olayların gelişiminde bir dönemeç olduğu gibi, bir kırılmayı da ifade ediyordu.
Faşist saldırıların yarattığı terör, sermayenin planlarını uygulamak için somut
zemin hazırlamıştı. 1979’da sıkıyönetim ilan edildi. Ancak darbenin zemini hâlâ
hazırlanmış değildi. Çünkü işçi sınıfı mücadeleyi bırakmamıştı; grevler,
yürüyüşler, işgaller devam ediyordu. 1979’da 190 grev olurken yaklaşık 40 bin
işçi greve çıkmıştı ve işgünü kaybı 2.217.347’ydi. 1980 yılı ise grev ve
kaybolan işgünü sayısında görülen muazzam bir yükselişin ifadesiydi: 227 işyeri
greve çıkarken, 36 bin işçi grev çadırlarındaydı ve işgünü kaybı dokuz aylık
süre içinde 5.408.618’e ulaşmıştı. Burjuvazi için durum hâlâ korkutucuydu.
Olaylar sıkıyönetim altında daha da tırmandırıldı; burjuvazi kitlelerin
tepkisini kesin surette ölçmek istiyordu.
İzmir’de Tariş işletmesinde
çalışan işçiler işten atılıp yerine faşistler alınmak istendi. Bu, planlı bir
saldırıydı ve işçilerin fabrikaya sahip çıkacağı biliniyordu. Tariş direnişi
sendikacıların ihanetiyle yenildi ve bu yenilgi gerek İzmir işçileri için
gerekse Türkiye işçi sınıfı için bir moral bozukluğu dalgası yarattı.
Kahramanmaraş saldırısına
benzer bir saldırı da 1980 Temmuzunda Çorum ve Fatsa’da gerçekleştirildi. 22
Temmuzda ise Maden-İş Genel Başkanı Kemal Türkler katledildi. Özelikle
Türkler’in öldürülmesi burjuvazi için mücadelenin seyri açısından çok büyük bir
anlam ifade ediyordu. İşçilerin tepkisi ölçülmek isteniyordu ve Türkler’in
katledilmesine verilecek yanıt burjuvazinin planları açısından belirleyici bir
etken olacaktı. Türkler’in cenaze törenine yüz binlerce işçi ve devrimci
katıldı. Ölümünün ardından 1 milyona yakın işçi üretimi durdurdu. Ancak
sendikal bürokrasinin ve sendikalarda etkili olan TKP bürokrasisinin
dizginlemesiyle tepkiler yatıştırıldı. Böylece kitle hareketi saldırılara
etkili bir cevap veremeyerek pasif bir bekleme konumuna itilmiş oluyordu.
12 Eylül askeri darbesi ve yarattığı etkiler
Katliamlarla ve
provokasyonlarla bir darbenin zeminini hazırlamaya çalışan burjuvazi açısından
artık koşullar “olgunlaşmıştı. Amaç, kapitalistler sınıfının kârlarını artırmak
için işçilerin mücadelesini silah zoruyla bastıran bir baskı rejimi kurmaktı.Bu
Koç’a göre ise “12 Eylül devletin yeniden kurulması devri” olacaktı.
1980’in 11 Eylülünde, yani darbeye bir gün kala, TİSK başkanı Halit Narin
üretimi nasıl arttıracaklarının formülünü açıklamıştı: “DGM’ler kurulmadan
üretim artmaz”.Aynı Halit Narin 12 Eylül’ün anlamını darbeden sonra şöyle
açıklıyordu. “Şimdiye kadar biz ağladık onlar güldü. Şimdi sıra onlarda”.
Askeri diktatörlük işçi sınıfı
yığınlarına adeta savaş açtı, o zamana kadar elde edilen tüm kazanımlar bir
günde yok edildi. Artık grevler yoktu ve ücretleri Yüksek Hakem Kurulu
belirleyecekti. SSK Kanununda değişikliğe gidildi. Sendikalar Kanunu ve Toplu
İş Sözleşmesi Kanunu yeniden düzenlendi; sendikalaşmanın önüne muazzam engeller
dikildi. Burjuvazi işçi sınıfını dağıtmak, eski mücadele geleneğini unutturmak
ve düzen içi kanallarda boğmak için Türk-İş üst bürokrasisini devreye soktu.
Türk-İş genel sekreteri Sadık Şide askeri diktatörlük hükümetine çalışma bakanı
olarak hükümete alındı. Böylece bu bürokrasinin denetimindeki Türk-İş,
burjuvazinin askeri diktatörlük altında işçi sınıfına karşı uyguladığı tüm
saldırılara ortak olup destekleyen bir konuma itildi.
Burjuvazi bu durumdan oldukça
memnundu. Turgut Özal: “12 Eylül olmasaydı bu ekonomik programın
neticelerini alamazdık”; Rahmi Koç: “askeri yönetimin zamanında ve doğru
kararlar almasıyla çok değerli zaman tasarrufu sağlandı”; İSO
başkanı İbrahim Bodur: “12 Eylül’den sonraki yönetim 24 Ocak kararlarının
başarısını iki kat artırmıştır” demekteydi. Böylelikle hem uluslararası
burjuvazi hem de Türk burjuvazisi askeri diktatörlükle birlikte siyasal
istikrarı yakalamış oluyordu. Çalışma hayatını düzenleyen yasaları TİSK başkanı
Rafet İbrahimoğlu’nun kaleme alması yeterince açıklayıcıdır.
Cumhuriyet Gazetesi - 12 Eylül
2000’de Açıkladığı Darbenin
bilançosu şöyledir:
- TBMM kapatıldı, anayasa
ortadan kaldırıldı, siyasi partilerin kapısına kilit vuruldu ve mallarına el
konuldu.
-
650
bin kişi gözaltına alındı.
-
milyon
683 bin kişi fişlendi.
-
Açılan
210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
-
7
bin kişi için idam cezası istendi.
-
517
kişiye idam cezası verildi.
-
Haklarında
idam cezası verilenlerden 50'si asıldı (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli
suçlu, 1'i Asala militanı).
-
İdamları
istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderildi.
-
71
bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.
-
98
bin 404 kişi ''örgüt üyesi olmak'' suçundan yargılandı.
-
388
bin kişiye pasaport verilmedi.
-
30
bin kişi ''sakıncalı'' olduğu için işten atıldı.
-
14
bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
-
30
bin kişi ''siyasi mülteci'' olarak yurtdışına gitti.
-
300
kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
-
171
kişinin ''işkenceden öldüğü'' belgelendi.
-
937
film ''sakıncalı'' bulunduğu için yasaklandı.
-
23
bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.
-
3
bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine
son verildi.
-
400
gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.
-
Gazetecilere
3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.
-
31
gazeteci cezaevine girdi.
-
300
gazeteci saldırıya uğradı.
-
3
gazeteci silahla öldürüldü.
-
Gazeteler
300 gün yayın yapamadı.
-
13
büyük gazete için 303 dava açıldı.
-
39
ton gazete ve dergi imha edildi.
-
Cezaevlerinde
toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.
-
144
kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
-
14
kişi açlık grevinde öldü.
-
16
kişi ''kaçarken'' vuruldu.
-
95
kişi ''çatışmada'' öldü.
-
73
kişiye ''doğal ölüm raporu'' verildi.
-
43
kişinin ''intihar ettiği'' bildirildi.
12 Eylül yılları işçi sınıfı
ve devrimci hareket için karanlık yıllardı. Kenan Evren idama mahkûm edilen
devrimci işçi ve gençler için şöyle diyordu: “Asmayalım da besleyelim mi?”
diye ortalıkta pervasızca söylevler veriyordu.
Tüm bu süreçte, devrimci
örgütlerin, tarihin en azgın terörü ile ezilmeye çalışılmasının sonuçları açık
biçimde ortaya çıkmıştır. Tüm toplumu en geniş biçimde etkileyen devrimci
düşünceler ve devrimci faaliyetler, yürütülen büyük terör ile bir süre için
etkisizleştirilmiştir. Ancak devrimci örgütlerin belli bir süre sonrasında
kendilerini düzenleyebilmeleri, gelişen bir dizi olguyla etkili olmalarına yol
açmamıştır. İşte, genel olarak toplumsal ilişkilerde günümüzde bile sonuçlar
üreten tüm çürümüşlüğün ortadan kaldırıcıları olan devrimciler, aynı zamanda bu
çürümüşlük ortamında etkisiz kalmışlardır.
Askeri diktatörlüğün aldığı
kararlar ve yaptığı uygulamalar her türlü yargı denetiminden muaftı. MGK’nın
aldığı 52 sayılı kararda şunlar yazıyordu: “Sıkıyönetim Komutanlıklarının
kararlarının tartışılması ve haklarında kamu davası açılmış tüzel ve gerçek
kişilerle ilgili olarak kamuoyunu yanıltıcı ve ilgilileri etkileyici
sözlü-yazılı demeç ya da makale yayımı yoluyla beyan ve yorumda bulunmak da
yasaktır.” Daha sonra bizzat askeri diktatörlük tarafından hazırlanan
Anayasaya göre, cuntanın uygulamalarına ve cuntacılara karşı herhangi bir yasal
işlem yapılamayacaktı. Askeri cunta siyasal alan üzerinde tam egemenliğini
kurmuştu.
Devrimci örgütlerin etkisiz
kalışlarında, şüphesiz uygulanan devlet terörünün yaratmış olduğu yılgınlık ve
bu yılgınlığın yarattığı devrimci örgütlerden ve düşüncelerden kopuş önemli bir
etken oluşturmuştur. Ancak, hemen her dönemde ortaya çıkan bu türden kopuşlar,
günümüzde varlığını sürdüren bir sürecin tek belirleyicisi olmamıştır. 12 Eylül
faşist cuntasının, tüm ilerici, demokrat, yurtsever ve devrimci unsurları,
neredeyse yaşama ve çalışma koşullarının dışına itmesi, oligarşinin "adam
satın alma" politikaları için gerekli zemini oluşturmuş ve tüm sürece
damgasını vuran sonuçlar yaratmıştır.
Toplum korkutulmuş ve
sindirilmiştir. “Örgüt” sözcüğünden kitleler korkar hale geldi ve devlet bunu
her fırsatta hissettiriyor. Devrimci hareket ve Kürt halkı üzerinde terör
estirilmeye devam ediliyor. AB eliyle çıkarılan “demokratik” yasalar sermaye
sınıfı için bir anlam ifade ederken, işçi sınıfı ve Kürt halkı için baskılara
devam anlamına geliyor. 12 Eylül’ün üzerinden silindir gibi geçtiği işçi sınıfı
ve devrimci hareket, ne yazık ki henüz kendini toparlayabilmiş değil.
Tüm saldırıların sonuçlarından
biriside sınıf mücadelesinden vazgeçerek hidayeti burjuvazinin kanatları
altında olduğunu keşfedenlerin kendilerini açıkça ortaya koyması oldu. Devrimci
dalganın yükseldiği dönemlerde mangalda kül bırakmayan küçük burjuva örgüt ve
örgüt şefleri karşı devrimin zoru karşısında süratle yerlerini değiştirerek
burjuvazinin safında dizilmekte gecikmediler. Bunu yaparken sınıf ve sınıf
mücadelesini burjuvazi adına onun sermayesine yedeklemek için ellerinden gelen
her türlü sosyalist numaraya başvurmaktan çekinmediler ve hala
çekinmiyorlar. Türkiye devrimci işçi
hareketi bu tasfiye ve teslimiyeti görmezlikten gelemez.
12 Eylül saldırısının sonuçlarından tasfiyecilik
Sağ sosyalizmin tasfiyeciliği TBKP (Türkiye Birleşik Komünist Partisi)
Sol
hareket içinde 1980 sonrası ilk yasalcı eğilim ve demokrasi havariliği yine sağ
sosyalizm çizgisinden çıktı., 198O'1İ yıllarda önemli yapısal ve biçimci bir değişme de sağ
oportünist çizgide görüldü.
12 Eylül’e TKP’ tam olarak tavır bile
alamamıştır. “12 Eylül darbesi
olduğu gün… ilk TKP MK'nin
bildirisi hazırlanır. PB üyelerinin de gelmesiyle bildiri taslağı kabul edilir. İçerik olarak faşist bir
darbe olduğuna dair yorum yapma olanağı
veren bir anlatım içindedir: "Türk
tekelci burjuvazisinin en geniş kesimlerinin darbesidir ve ana doğrultusu işçi sınıfına,
komünist
harekete, emekçi sınıflara karşıdır."[244]
sözleri ile biter.
Fakat gerek TKP
kadrolarından, gerekse diğer yakın partilerden TKP'ye bir dizi bilgi iletilir. “…En önemli bilgilendirme ise TKP
kadrolarından gelenlerdir.
Çünkü Parti kadroları içinde bir dizi generalin çevresine çok yakın, hatta
ailesinden insanlar vardır. Emniyet
Genel Müdürlüğü’nden yargı organlarına, Dışişleri Bakanlığına kadar o gibi yerlerde, o gibi ailelerden gelen Parti
üyelerinin verdikleri bilgiler, Cunta'nın içinde iki kanadın var olduğu yönündedir. Sosyalist ülkelerde
bilim adamı olarak çalışan insanların verdiği bilgiler de aynı doğrultudadır.
Parti kısa bir süre sonra Cunta'nın karakteri
hakkında farklı bir pozisyona girer. Bu bilgilendirmeler sonucu analiz ettiklerinde Cunta'da bir
kesiminin tırnak içinde "Kemalist", bir kesiminin ise
tipik "faşist" olmak
üzere iki kanattan oluştuğunu;
dolayısıyla "bu bir gerici
askersel darbedir" sonucuna vardıklarını; "askersel darbeyi desteklemediklerini, askersel darbenin gerici bir karakter taşıdığını "vurguladıklarını; ancak onun içinde bir "çatlak" olduğunu; bu
çatlağın belirli ölçülerde faşist MHP'ye yönelik
tutuklamalarda kendini gösterdiğini,
bir yandan sola vururken, diğer taraftan faşistlere bile vurduğuna dair olguları hesaba katarak öyle bir çizgi
oluşturduklarını belirtiyor ve
ekliyor: "Yalnız burada tabii
bazı kaba yaklaşımlar da oldu ve bu çok şematik hale geldi. Öyle olunca sanki
Cuntanın bir ilerici, birde gerici kanadı varmış gibi bir intiba uyandı. Parti yayınlarında da
zaten buna uygun, bunu pekiştiren, böyle bir izlenimi güçlendiren görüşler de
yer alıyordu."[245]
1980 öncesinde Türkiye’de faşizmin varlığına karşı duran TKP, bütün
sosyalizm ve komünizm söylemlerine rağmen uzlaşmacı tavrını faşist cunta
karşısında bile böyle ifade ediyordu. Zira yukarıda haber kaynaklarına
bakıldığında örgütün kadro yapısının yapısı ve durumu bu uzlaşmayı gerekli
kılmaktadır.
1980 öncesi TİP - TKP
Arasındaki Birlik
TKP ve TİP çizgileri, bu iki düşman kardeş
parti, bir sihirli
değneğin değmesiyle bir araya gelmezler bu birleşmenin daha öncesi de vardır.
“ N. Sargın, 1979
Seçimleri'nden sonra 80 başında yapılan TİP-TKP protokol taslağının, resmi bir açıklama yapmaksızın legal
bir parti kurmak türü bir yaklaşım
olmasın diye, "Cephe gibi değil,
biz sizinle aynı yerdeyiz' 'biçiminde olduğunu
ve TKP'nin, "Eşit koşullarda
ileri giden, bize legal bir şey lazım" dediğini; 12 Eylül'den
sonra yurtdışına çıkınca, "Birleşme yerine, kaynaşma" yaklaşımının geldiğini açıklıyor, 12 Eylül öncesi görüşmeler. TIP-TKP arasındaki birlik ilişkilerini eski TKP'li kadrolar sevinçle karşılamış.”[246]
“Bu nedenle protokol
formülasyonları, TİP'le ilişkilerini geliştirme kararında olan bir TKP; bu konuda kesin kararı var, ama TİP
gibi bir birlik istemeyen bir TKP" diyor.
TKP ile TİP'in birleşme girişimlerinin
1979'da başladığını ve
yoğun bir biçimde 12 Eylüle kadar
geldiğini; TKP'den kendisinin, Mehmet
Bozışık ve o dönemin Türkiye temsilcisinin, TİP tarafında da her zaman N.
Sargın, zaman zaman B. Boran ve ara sıra O. Sakalsız'ın katıldığı sürekli toplantılar biçiminde sürdüğünü; TKP'nin, "Önce eylemde birliği sağlayalım, bu eylem
birliğinden birleşmeyi çıkaralım" diyerek
eylem birliğini, TİP'lilerin ise
birleşmeyi savunduklarını belirtiyor. Ancak, o günlerin tartışmaları birleşmenin zaafını oluşturmuş,
aşılamamıştır. Tartışmalarda TİP'in
genellikle, "Siz böyle diyorsunuz
güzel, ama TÖB-DER'in şu kongresinde sizinkiler şöyle yaptı" yahut "Şu
sendikanın kongresinde sizinkiler böyle yaptı" dediklerini, TKP'nin de: "Peki güzel, belki haklısınız, biz onları
etkileyemiyoruz, ama siz de etkileyemiyorsunuz, sizin de filan kongrede arkadaşlarınız
şöyle yaptı" biçiminde,
karşılıklı suçlamaların getirildiğini
anlatıyor.”[247]
12
Eylül sonrası 1983 “serbest seçimlerin” yapılması ile TKP eski gizini ve
"devrimci" parti
çizgisini bıraktı; NATO'ya ve AET'ye hayır politikasından
vazgeçerek, Anti-Amerikancı tavrını yumuşatarak yeniden yapılandı. Bu
yeniden yapılanmanın adı da Türkiye Birleşik
Komünist Partisi oldu.
“Türkiye'de 1980
öncesi görüşmeleri Haziran 1980'de iki parti arasındaki birleşme protokolü ile sonuçlanır. Protokol TİP ve TKP yönetimleri tarafından
Sofya'da imzalanır. N. Sargın, 1980 yılında ilk protokolün içerik olarak "TİP-TKP Marksist-Leninist ilkelerden
esinlenir, birbirlerini aynı zeminde görür ve sosyalizmi hedefler" biçiminde olduğunu ve bunun, özellikle
"TKP açısından böyle kabul
edilmesinin önemli olduğunu, çünkü o
güne kadar TİP'İ hep "sosyalizan
bir parti" olarak gördüğünü belirtiyor.”[248]
TBKP
Önderleri, sosyalizm söylemlerinden vazgeçmeksizin, eski minareyi yeni kılıf
içerisinde sunarak değişimi
gerçekleştirdiler. Bu birleşme ve legalleşme çizgisi, çoğu genç kadrolar içerisinde benimsenmese de, artık tamamen ticari
ve bürokratik İşlerle "sosyalizmi" sürdürerek, düzene eklemlenme sürecini tamamlamış "eski"
parti kadroları bu gelişmeleri, yaşadıkları sürece denk düşmesi anlamında,
ayakta, alkışlarla karşıladılar.
TBKP'nin açığa çıkması cunta başı Kenan Evren'in Ekim 1988'de Almanya gezisi sırasında yaptığı açıklamalarda Kenan Evren, 'Türkiye'de koşullar
olgunlaşınca, komünist bir partinin kurulmasına izin verilebileceğini"
açıklamasının ürünüdür; Bu açıklamayı da
TBKP kendince sürdürdüğü mücadelenin zaferle sonuçlanmasının bir ifadesi
olarak sunmaya çalıştı. Burjuvazi “yıllardır
uğraştığı” TKP’yi TBKP ile dizginlemiş ve kendi saflarına açık olarak
katılmasını sağlamıştır.
TBKP’ gerek TİP olarak
gerek TKP olarak yıllardır eklemlenmeye çalıştığı burjuva parlamenter sisteme
en nihayet kavuşma olanağını buldu. Türkiye cumhuriyetinin yasal bir öğesi olmayı hak etti. Şu anda, burjuva demokrat
parti CHP'den daha geri bir politik programa sahip olması TBKP'ye bu hakkı
kazandırıyor. 12 Eylül askeri
diktatörlüğünün saldırısı karşısında, burjuva parlamenter sisteme
eklenerek, yapısını korumaya çalışan "sosyalist"
bir partinin legal olarak varlığını sürdürmesi, ancak radikal alanı terk etmesi ile mümkün olabilirdi. TBKP ‘de sistemdeki yerini aldı.
TBKP’de
1989’da yöneticilerinin “illegal çalışmayı sona erdiriyoruz. Türkiye’de çağdaş
yığınsal geniş bir komünist partisine ihtiyaç olduğunu, bunun ülkedeki tüm
Marksistlerin komünistlerin eseri”[249]
olacağını belirttikleri anda TBKP yaşamına son vermişti.
Yaşanan
bu süreci TBKP önderleri nasıl açıklıyorlar; "Ülkemiz politik kültüründe
demokratikleşme, uygarlaşma doğrultusunda
önemsiz sayılmayacak değişiklikler var. Ülkemizde politik rejimin
belirlenmesine Marksistlerin kendi katkılarını
yapmaları daha olanaklı. Şimdi değişen
nedir? Değişen 1980 öncesi, daha
Gorbaçov uluslararası politikada etkin rol üstlenmemişti ve bugünkü
resmi Sovyetler Birliği Komünist Partisi
politikası henüz gündeme girmemişti.
Önümüzdeki bir yıllık kritik döneme bu koşullarda girmemiz Önemli bir avantaj. Bunu değerlendirebilmek için her çabayı göstermemiz gerekiyor."[250]
Yıllardır
izlediği Sovyet çizgisinden sapmayan ve her durumda onları takip eden TKP’nin
Türkiye’de tamamen yer aldığı cepheyi açıklaması 1980’lerin sonunu bulmuştur.
Söylemlerinde devrimci hareketlere karşı takındığı sağ uzlaşmacı yaklaşım her
şeye rağmen onu sol bir çizgide değerlendirilmesine neden olmuştur. Böylece hem
TİP hem de TKP tarihsel olarak gerçek yerlerini almışlardır. TBKP’nin bu durumu
kesinlikle devrimcilikten reformizme veya yasalcılığa savrulan örgüt ve
partilerin yapısı ile karıştırılmamalıdır. Zira her iki yapı her zaman devrimci
radikal çizginin dışında durmuşlardır.
Yeni
Açılım Dergisi yazarı, "Politik
kültüründe demokratikleşme", "uygarlaşma" "Marksistlerin kendi katkıları",
"kritik dönem" gibi tanımlamaların
arkasına sığınarak yasalaşmanın üzerinden atlıyor. Yazar "politik
kültüründe demokratikleşme, uygarlaşmanın" verilerini açıklamıyor. Zira bu
açıklamaların gideceği yer, burjuva kapitalist sistemin muhalefet ile sınırlı
olmak koşuluyla kabulü olacaktır. Politik rejimin belirlenmesinde "Marksistlerin
kendi katkılarının neler olabileceği
ve bunun kime hizmet edeceği sorulmuyor bile.
TBKP'nin
teorisyenleri hareketin yönünü şöyle belirliyorlar; "Hareketimiz ayrı zamanda bir
yenilenme sürecindedir.
Bu, çok yönlü, çok boyutlu bir
yenilenmedir. Programatik yaklaşımlarımız geçmişi değerlendirmemiz, geleceğe bakışımız
değişmekte çağın
koşullarıyla uyum içinde bir
politika oluşturulmaya çalışılmakta,
günlük çalışma tarzı,
Örgüt anlayışı, birbirimizle ve dışımızdaki güçlerle yeniden düzenlenmektedir.”
"Geride
bıraktığımız dönemde, bu üç doğrultuda atılan adımlarla eski durum terk edilmiştir, eski varlık koşullarında köklü değişiklikler gerçekleşmiştir. Yeni niteliksel durum ise henüz tam oluşmamıştır, Bir geçiş dönemindeyiz."[251] "Eski
varlık koşullarında köklü değişiklikler", "yeni niteliksel durum" gibi hayali, varsayılan olguları
hesaba katmazsak, yazarın söylediği
yeni bir şey yoktur.
1980
yılı ile 1984 arasında bir tarihte, Türkiye’de TKP'nin varlık koşullarında
köklü değişikliklere neden
olacak bir değişim gerçekleştiğini ifade eden yazar bunları pek açıklamıyor. Bu köklü değişikliği sadece TKP'liler
fark etmiş durumda. TKP,
yasal ve parlamenterci TİP ile birleşince birden ufukları açıldı bir
"B" eklenmesinin ile onlarca değişikliğin farkına vardı. Hakkını
yememek lazım kapitalist sistemin nimetlerini Gorbaçov’la yeniden keşfeden
TBKP, bugün toplumsal bir "ilerleme" ile sosyalizme geçeceğimizi bize
söylerken; bu
köklü değişikliğe bağımlı olarak da "açıklık" ve "yeniden yapılanma" politikaları
uygulamaya sokulacak.
Gorbaçov'un SBKP
Genel Sekreteri olmasıyla birlikte,
“sosyalist” bir ülkenin iktisadi ve siyasi sorunlarına ilişkin, yeni politik, ekonomik programlar ve çözümlemeler gündeme alınmıştır. Bu yeni politika, Sovyetler Birliğinin, yani
sosyalist bir ülkenin ekonomik
ve politik sorunlarına ilişkin
çözümler ve buna bağlı olan yapılanmalardır, TBKP önderleri sorunun bu yanını atlayarak, taklitçi,
şemacı -her zamanki tavırlarıyla-
bir yaklaşım içine girerek, bu yeni politikayı
Türkiye'ye taşımaya çalışıyorlar. "Dikkat edin yalnız komünist partiler değil, ilerici, demokrat pek çok insan bugün Moskova'ya gidiyor, Moskova'ya
koşuyor. Niye? Gorbaçov pek çok gazeteciyle röportajlar yapıyor.
Bunlar geçmişte olmazdı. Öyle zannediyorum ki, Ekim Devriminin 70. yıl dönümü kutlama toplantıları, dünya komünist
hareketinde önemli bir canlanmanın
İşaretlerini gösterecektir."[252]
İşte TBKP'nin yaşadığı canlanmanın
gerçek nedenlerini.
TBKP'nin
legalleşmesinin gerekçelerini açıklamak için bunca zorlanmanın anlamı yoktur. TBKP’nin dün ve bugün için söyleyebileceği şey; "Biz eskiden de legaldik; illegalite, yalnızca
burjuvazinin komünistleri bizim sayemizde işçi sınıfı ve ezilenlere "Öcü" gibi göstermek
gereksiniminden doğmuş bir
tanımlamasıydı.
TKP'nin,1980 askeri
darbesiyle birlikte, "komünist" maskesi düştü. Artık, "gizlilik" altında
kendini "güçlü" ve "öncü
parti" olarak gösterme olanağı yoktur. Üstelik TBKP'nin gizleyecek şeyi de kalmadı. "Komünist
partilerinin bugün bir zayıflama
içinde olduğu açık bir gerçek. Kimse bunu
gizlemiyor zaten."[253]
TBKP önderleri gerçekten de içtenlikli
davranıyorlar, durum bu kadar açıktır.
1980 yılı öncesi
burjuvazinin de TKP'yi gizli parti imajı yaratarak
güçlendirmesi TKP'lilerin işine yaradı. Ama savaş anı
gelip çattığında rüzgâr ters döndü. Gizlilik TKP'nin rahatının bozulmasına
neden oldu. Kuşkusuz artık burjuvazinin de
bugün için böyle bir imaja gereksinimi kalmadı. Tekelci burjuvazinin Avrupa'ya
şirin görünmek gibi bir derdi var ve
tam da bu noktada yeni tarihsel görevi için, TBKP soyunmak istiyor. Nedir bu görev? TBKP önderleri
açıklıyor; "Demokrasi bizim sorunumuzdur. Komünistlerin özgür çalışma
koşullarına kavuşması demokrasimizin artık pratik bir ihtiyacıdır."[254]
Önümüze konulan
sorun, yine demokrasidir; söz konusu
demokrasi de burjuva demokrasisinden başka bir demokrasi değil. TBKP önderleri
burjuva demokrasisinin "pratik
ihtiyacı" uğruna, "özgür çalışma koşullarında" olmayı istiyorlar. (Burjuva demokrasilerin de devrimci bir parti
için özgür çalışma koşullan ne kadar
mümkünse tabi.) Ve salt bunun için legalleşmek uğruna
savaşıyorlar. Başkaca dertleri yok; amaçlan
bu kadar masum. Her şey burjuva demokrasisi
İçin.
Kruşçev’den
başlayarak Brejnev’le devam eden kapitalizmin restorasyonu politikasını göklere
çıkaran TKP, bu gün Gorbaçov'la birlikte Brejnev politikasını bile eleştirmiş
ve yetersiz görmüştür. Zira çağımızın en büyük “devrimcisi” Gorbaçov’dur. Zira
o Brejnev gibi bir sosyalizm maskesi arkasına saklanma ihtiyacı duymadan
varolan durumu kabullenmiş ve duruma uygun davranmıştır. TBKP önderleri geldikleri nesnel gerçeği gayet iyi
görüyorlar artık eskisi gibi komünizm iddialarıyla illegalite oynamaya
çalışmanın bir anlamı kalmamıştır.
TKP'nin 1980 öncesi savunduğu stratejik ve taktik politikada, öze ilişkin gerçek bir
yenilenme yoktur. TKP'nin, Devrim,
devlet, Örgütlenme ve ulusal soruna
ilişkin görüşlerinde hiçbir "ilerleme" olmamıştır. TKP önderleri 973 yılından beri sınıf savaşımından ve toplumsal ilerlemeden söz ettiler
ama proletarya diktatörlüğü sorununu hiç tartışmadılar. TKP önderleri, toplumsal ilerlemeyi kapitalist sistem
dışına hiç taşımadılar, toplumsal ilerlemeyi proletarya diktatörlüğüne vardırmadılar. Bunun nedenini
şimdi anlatıyorlar; "Bu programımızda
proletarya diktatörlüğünü göremiyorsunuz. Çünkü bize göre, proletarya
diktatörlüğü en gelişkin demokrasi demek.
Fakat günümüzde bu söz bunu vermiyor.
Bu yüzden bırakıyoruz."[255]
TBKP için, proletarya diktatörlüğü yalnızca bir "söz" ve bu
basit "söz", "gelişkin
demokrasiye" karşılık gelmiyor; bu yüzden bırakılıyorlar. TBKP önderleri için sorun bu kadar basit
TBKP önderlerinin
dün sınıf mücadelesinden söz etmeleri onların Marksist olmasına yetmemişti "Yalnızca sınıf mücadelesini
kabul edenler, henüz Marksist değillerdir; denilebilir
ki, bunlar hala burjuva düşüncesinin ve burjuva siyasetinin sınırlarım aşamamışlardır. Marksizm'i sınıf mücadelesi öğretisiyle sınırlamak demek, Marksizm’i
budamak, çarpıtmak ve burjuvazi
tarafından kabul edilebilir bir şeye
indirgemek demektir. Ancak sınıf mücadelesini kabul etmeyi proletarya diktatörlüğünü kabul etmeye vardıran kimse Marksistir. Marksist ile sıradan
küçük ( aynı zamanda büyük) burjuva
arasındaki en derin ayrımı oluşturan
şey de budur."[256]
Dün ve bugün
TKP'nin programında devrimci bir yönde gelişme
olmadığı ortadadır. TBKP, parti programında proletarya diktatörlüğünden söz edilmiyor. Açıkça proletarya diktatörlüğünü savunmayı ve bu
belgeyi parti programına koymayı
reddeden TBKP önderleri, bu tavırlarına bağlı
olarak hiçbir dönem savunmadıkları devrimci şiddeti de reddettiklerini ısrarla belirmeden geçmiyorlar.
" Ama biz
şimdi öyle bir yol döşemeye çalışıyoruz ki bu demokratik yoldur, şiddetle karşılaşılmasın, Biz şiddetle karşılaşmayalım biz de şiddet kullanmak durumunda
kalmayalım.
Bunun için şimdiden demokratik yollara dört elle sarılmak ve barışçı yolu hazırlamak lazım. Biz
barışçı yolu hazırlamak istiyoruz ve açık ki şiddeti reddediyoruz."[257]
Bir
partinin Marksist
bir parti olmamasını belirleyen ana karakteri, onun silahlı mücadele biçimlerini veya
parlamenter savaşım biçimlerini temel savaşım biçimi olarak kabul etmesi değildir. Çünkü kendi başına bir
silahlı mücadele veya şiddete dayanan devrim düşüncesi bir yapıyı Marksist
anlamada sosyalist kılmaz. Barışçıl yöntemleri savunmak veya reddetmek de aynı
anlamda değerlendirilmelidir. TBKP'yi küçük burjuva Sağ sosyalist yapan ana ölçüt; onun programında, dün olduğu
gibi bu günde, sınıf mücadelesini, proletarya diktatörlüğüne ve sınıfsız
topluma vardıracak ve
bunu nihai olarak hedefine alan bir anlayışa ve bu anlayışı ifade eden bir
belgenin olmayışıdır. "Ama bu
kapitalist demokrasiden, kaçınılmaz bir biçimde
dar olan ve yoksulları sinsice bir yana iten, bu yüzden de iliğine kadar ikiyüzlü ve sahte olan bu
kapitalist demokrasiden yola
çıkılarak sağlanacak gelişme, liberal Profesörlerin ve küçük burjuva
oportünistlerinin bizi inandırmaya çalıştıkları gibi kolayca, dosdoğru ve
dümdüz ilerleyerek "gitgide daha geniş bir demokrasi"ye götürmez.
Hayır, ileriye doğru, yani komünizme doğru
gelişme proletarya diktatörlüğünden geçer; başka türlü de olmaz, çünkü
kapitalist sömürücülerin direnmesi başka hiç bir kimse tarafından, ya da başka hiç bir biçimde kırılamaz."[258]
Fakat TBKP önderlerinin gözlerini burjuva
demokrasisinin erdemlerine öylesine dikmişlerdir ki, "Bu gün kapitalizm çerçevesinde
demokratik alternatif politika öne sürüyoruz. Demokrasiyi koruyup güçlendirmeden sosyalizme geçişin
yolunun açılamayacağına, sosyalizme
ancak demokrasi yolundan geçilebileceğine
ve sosyalizmin ancak demokrasinin gelişmesiyle
gelişebileceğine inanıyoruz."[259]
Bu inanç ile burjuva demokrasisinin geliştirilmesinden başka yol
göremiyorlar.
Dün
için utangaç sistem savunuları artık burjuva demokrasisinin açık savunularına
ve meziyetlerinin övülmesine dönmüştür. Oysa Lenin’in dediği gibi
"Kapitalist toplum, en elverişli koşullar altında gelişecek olursa bize, demokratik cumhuriyette az
çok eksiksiz bir demokrasi
getirir. Ne var ki, bu demokrasi her zaman kapitalist sömürünün getirdiği dar
sınırlar içine hapsolmuştur. Bu yüzden, bu demokrasi gerçekte her zaman
azınlık İçin, ancak mülk sahibi
sınıflar, ancak zenginler için bir ile
demokrasi olarak kalır"[260]
TBKP, önderlerinin
anlamadığı -anlamak İstemediği-durum budur.
Yalnızca, proletarya diktatörlüğü sorununa yaklaşım biçimi dahi; TBKP'nin Marksist-Leninist bir parti olmadığını kanıtlamaya yeter. Evet, TBKP hareketi
dün de bugünde Marksist bir parti olmadı. Bu koşullarda olması da mümkün görünmüyor.
TKP'de
yaşanan değişim; devrim
devlet sorunlarında değil ama örgütlenme
anlayışında, biçimsel bir değişim yaşadığı söylenebilir. TİP için bu geçerli değildir geçmişte
ne ise birleşmede de ve yok oluşunda da aynı olarak kaldı. TKP’nin, devrim diye bir sorunu hiç olmadı; bu
nedenle TKP için "gizlilik"
şekilselliğin dışında, devrimci bir anlam taşımadı. Bu gizlilik, bir mason tarzı vb. örgütlenmesinin
"gizliliği" kadar
şekilseldir. TKP de bu şekilselliğe son
verdi.
THKP/C
Sol görünümünden DEVRİMCİ YOL Sağ Oportünizme bir ilerleme
Türkiye sol tarihinde 71 devrimci
kopuşunun ayırt edici özelliği pasifizme karşı başkaldırıdır. 1974 sonrası
gelişen ve 12 Eylül sürecine kadar ki zaman diliminde kendisini ortaya koyan
hızla gelişen yapılardan biride THKP/C’ dir.
THKP/C’nin temelde Mahir Çayan’ın
kesintisizlerini temel arak ve onun devamcısı olmak adına Marksizmle bağ kurma
konusunda hiç bir adım atmadı. Söylemlerindeki Marksizm-Leninizm’den sadece
kesintisiz Devrim çalışmasını destekleyecek atıflar dışında öz olarak bir şey
yoktur. Ama yinede “sol tarihi” içerisinde özel bir yer tutan Devrimci Yol
Hareketi gelişmesi ve ulaşabildiği devasa boyutuyla incelemeye değerdir.
DY hareketine, "Özel" bir
önem atfedilmesinin gerekçeleri vardır. 12 Eylül 1980 öncesi “Che vari” "burjuvazi
bizi savaşa davet etti, daveti
kabulümüzdür." Gibi bir söylemle, geniş gençlik yığınlarını peşinden sürüklemişti. 12 Eylül'ün hemen sonrasında teslim olarak tam bir çözülme içine girdi.
İzlediği politik çizgiyle, arkasından sürüklediği yüz binlerce insanı, reformizmin, pasifizmin
kucağına bıraktı. Bu çözülme ve
teslimiyet, kadrolarının çok büyük oranda siyasi erozyona uğramış olmasını beraberinde getirdi. "Devrimci Yol" erozyona uğrayan siyasi
grupların başında geliyor denilebilir. 12
Eylül 1980 öncesi, önemli kitlesel bir potansiyeli, deyim yerindeyse,
elinde tutan DY’ nin içine düştüğü
teslimiyet psikolojisinden uzun bir
süre kurtulamamaları ve dışarıda bulunan kadrolarının da iradi inisiyatiften yoksun oluşu, hareketi uzun süre başıboş bıraktı.
Başsız ve örgütsüz kalan kadro ve taraftarların önemli bir bölümü bölünebileceği ve dağılabileceği kadar
parçalandı. Bu parçalanma ülke içinde
reformmizmin kuyruğa takılmak ve onun peşinden sürüklenmek oldu. Avrupa'da bir grup DY'ci
sivil toplumculuğa sığınarak erirken; "Devrimci
İşçi" Dergisi çevresinde kalan bir avuç insan ise, sesini yeniden duyurmak için yırtındı durdu. Ama
denilebilir ki, genel olarak Kendisini THKP/C olarak adlandıran hareket DY
hareketi olmanın ötesine geçemedi. Bağımsız
bir politik hareket durumuna ulaşamadı. DY’ nin, kadroları, devrimci bir
politikadan uzak olarak, burjuva
politikalarının arkasından sürüklenerek, burjuva düzenine eklemlendiler. Bu eklenmede gruplar halinde sempatizan ve
taraftarı peşlerinden sürüklediler. Çıkışları itibarı ile Marksizme mesafeli
duruşları ve marksizmin edinimini Çayan üzerinden gerçekleştirme çabaları DY
kadrolarının, 12 Eylül yenilgisi sonrasında kendi durumlarını politik bilince çıkartacak teorik ve pratik
çözümler bulma olgunluğundan yoksun bırakmıştır.
Bu
kadrolar, kitlelerin kendiliğindenci hareketi arkasında sürüklenmeyi ve
kendiliğindencilik önünde boyun eğmeyi bir politik duruş saydılar ve
etraflarında sundular. 12 Eylül öncesi tipik bir küçük burjuva "sol"
sosyalist çizgi olarak siyasi arenada önemli bir yer işgal eden DY Dergisi
hareketi 12 Eylül 1980 sonrası ise sağ oportünist bir tavırla siyasi arenadaki
yerini korudu. Kitlesel boyutta aynı gücü yakalamasa da örgütsel boyutta ve
örgütlenmede daha gelişmiş bir hareket olan, Türkiye Devrimci Komünist Partisi
(Halkın Kurtuluşu) de aynı karakteri gösteren bir hareket sayılabilir.
"Devrimci
Yol" (DY), sınıfsal açıdan irdelenecek olursa yöntem ve dolayısıyla da
stratejik çizgisiyle bir küçük burjuva hareketidir.
Birinci
olarak; DY önderleri, teoride, silahlı propagandayı, giderek halk savaşına
dönüşecek olan devrimci terörü, "kitleleri harekete geçirecek bir
mücadele biçimi olarak görmeyi ve savunmayı
"devrimciliklerinin" "özel" belirtisi saydılar. “suni dengenin” kırılması için silahlı
Propaganda, Mahir Çayan'da ifade edildiği biçimde konuldu; Fakat DY hareketi bu
tanımlamayı "silahlı mücadele" tarzında savunarak hareket etmekte bir
sakınca görmemiştir.
DY’ nin "öncü savaş”çıları, Pratikte, demokratik
kitle örgütlerinde ve sendikalarda
çalışmaların İçerisinde
boğulmalarına rağmen; keskin, savaşçı ve "devrimci" sloganları bol bol kullanarak, diğer siyasi örgütlerden ayrıcalıklarını vurgulamaktan geri
kalmadılar. THKP/C’nin partileşmesi ve öncü
savaşçı bir parti olarak sınıf mücadelesine atılması da bilinmeyen bir sürecin sonuna itildi. Öncüsüz savaş; nihilizmin, “başıbozukluğun”,
disiplinsizliğin ve kendiliğindenciliğin yaygınlaştırıldığı
bir ortam da 12 Eylül sonrası
dağılmanın maddi ve entellektüel kökleri filizlendi.
DY Dergisi,
kendince sağcılıkla eleştirdiği diğer sol hareketlere karşı sağ oportünizme
karşı çıkma adına sözde "şiddetli"
bir savaş başlattı. Diğer yapıların, sağ çalışma tarzına saplanmakla eleştirilmesi sadece kendi içine
dönük bir sağlamlaştırma çabasıydı. Pratikte
attığı her adım devrim adına; günlük çalışmanın kısır çıkarlarına feda edildi ve
sağ oportünizmin yaptığını yaptı.
DY önderlerinin Marksizmden etkilenmeleri; teoride, işçi sınıfının
gerçek ve devrimci çıkarlarını savunmak gibi görünürken marksizm alanıyla
gerçek bir bağ kuramadılar; işçi sınıfının devrimci çıkarları yerine halkın çıkarlarını savunmayı
amaç haline getirdiler. Kuşkusuz bu bakış açısı, DY önderlerini, sınıflar savaşımında, Marksistlerden
ayırdı. "Revizyonist Diktatörlük"
gibi ucube kavramların türetilmesi ya da daha önceden M. Cayan tarafından kullanılmış olan "işçi
sınıfının ideolojik
öncülüğü", "Suni denge", Politikleşmiş askeri savaş
stratejisi", "açık faşizm-gizli faşizm", "evrim-devrim iç
içedir" vb. dayanaksız
kavramlara sarılmasının temelinde de duran
bu bakış açısıdır. Ki DY önderleri bu bakış açısından kurtulamadılar.
Sınıfsal karakter
olarak küçük burjuvazi, kendi
içinde sürekli olarak dağılan ve farklı biçimlerde yaşamını sürdürmeye çalışan
toplumsal bir kesimdir. Küçük ölçekli üretimden, büyük ölçekli
üretime zorunlu geçişin seyrine ve
kapitalizmin, giderek, tekelci kapitalizme evirilmesine koşut olarak ve bu sürecin içinde yer alarak yoksullaşan
ve mülksüzleştirilen bu toplumsal kesimler, bu etkinin verdiği savrulmalarla
hızla devrimci yola girerler. Dolayısıyla bu kesimler, bu süreçte, kaçınılmaz olarak öfkeli çıkışlarla ve
çözülmelerle kendilerini ifade
ederler. Küçük burjuvazisinin "devrimcilikten" pasifizme de hızla kayması, onun sınıfsal
karakterinin önemli bir yanıdır.
Türkiye'nin nesnel gerçekliği, küçük burjuvazinin bu karakterinin var olmasına elverişli konumdadır. Türkiye'deki ve Dünyadaki
sınıf savaşımları tarihi ve mücadele deneyimleri, küçük burjuvazinin bu ikili karakterini gösteren
örneklerle doludur ve bu olgu sağ ve
sol sosyalizm çizgilerine zengin bir görüntü sağlamıştır.
Ülkemizde Latin
Amerika tarzı gerilal devrimciliğinin ortaya çıkması ve bu tavrı da kendi
"devrimciliğinin "özel" belirtisi olarak göstermesi; yalnızca Türkiye'deki sol sosyalist hareketlere özgü bir tavır değildir. Bu, genel,
uluslararası bir tavırdır. Ancak bu hareketler var oldukları ülkenin siyasi ve iktisadi yapısına göre farklı biçimlerde şekillenirler.
Diğer yandan bu sol maceracı
çıkışların, yenilgiye uğraması; bu türden hareketlerin kısa soluklu olması;
hareketin küçük burjuva sınıfsal zemine
oturmasından kaynaklanır.
Devrimci terörü
"oligarşi" ile halk arasındaki "suni denge"yi kırmak için
ve "patlamaya hazır" halkı
"harekete" geçirmek İçin gerekli ve temel mücadele aracı olarak görmek -ya da öyle savmak- küçük burjuva
sol devrimciliğinin uluslararası ve geleneksel ideolojisinin ana ve belirgin niteliğidir. Bu çizgi, Türkiye'de 1970'Ii
yılların başında Mahir Cayan
tarafından şöyle formüle edildi; "Silahlı
propagandanın dışındaki öteki politik, ekonomik demokratik mücadele biçimleri silahlı propagandaya tabidir ve silahlı propagandaya göre biçimlenirler. (Tali
mücadele biçimleri temel mücadele biçimlerine göre şekillenir. Yani silahlı
propaganda metotlarına göre şekillenir).
"İşte silahlı
propagandayı temel, öteki politik ve ekonomik ve demokratik mücadele
biçimlerini, bu temel mücadele biçimine tabi olarak ele alan devrimci
stratejiye, politikleşmiş askeri savaş stratejisi denir." [261]
Kuşkusuz, mücadele
biçimlerini ele alış konusunda, DY önderleri Mahir
Çayan'ı izlemediler; "Politikleşmiş askeri savaş stratejisine" bağlı kalmadılar.
DY Dergisi
hareketi, her ne kadar pratiğiyle, söyledikleri
uyumlu olmadıysa da, tipik bir küçük burjuva sol çizgi olarak ortaya çıktı ve bu çizgisini sürdürdü. DY hareketi, teorik ve pratik olarak, eklektik çizgisinin
İzin verdiği ölçüde siyasi ve
ekonomik tüm mücadele biçimlerini yürüttü. Bu faaliyetlerini de
önemle vurguladı. Hatta pratikte, ekonomik
ve demokratik mücadele, silahlı mücadeleden
çok daha öne geçirildi. DY hareketi, teorik olarak, "silahlı mücadeleyi" temel mücadele biçimi
saydıklarım açıkladılar. Ancak,
pratikte, siyasi mücadelenin tüm
barışçı ve reformcu metotlarını, ana
çalışma biçimleri olarak kullandı. DY hareketi,
siyasi ve ekonomik mücadeleyi birlikte yürüten, siyasi parti ile sendika karışımı bir örgüte dönüştü. DY hareketi
söylemde sol sosyalist, pratikte ise reformist, sol Kemalist-halkçılık çizgisinde yürüdü.
DY ile
Mahir Çayan'ın tezleri arasında lâfzî birkaç söz dışında herhangi bir bağ
yoktu. Pratik tutum olarak Mahir Çayan'ın
eylem anlayışı reddetmişti. Çayan’a
göre: "Demokratik hak ve
özgürlüklerin kullanılmadığı -rafa kaldırıldığı- daha doğru bir değişle
oligarşi tarafından kullanılmasına
"izin" verilmediği, ordusu, polisi ve diğer güçleri ile emekçi kitlelere tam bir tenkil
politikasının izlendiği bütün geri
bıraktırılmış ülkelerde bu tip klasik "kitle
çalışması" ile ekonomik ve demokratik mücadeleyi, politik mücadeleye
dönüştürmek isteyen örgütler, düşmanın askeri
üstünlüğü ve baskısı karşısında, güçsüzlüğe düşecekler, giderek de iyice sağa kayacaklardır.
"Bu yol"
oligarşik diktatörlük ile halktan gelen baskı arasında kurulmuş olan suni dengeyi bozacak yerde onu devam ettirecektir."(Che) "Evet devam ettirecektir. Elbette bu yoldan
gidildiğinde de görünüşte
bazı ilerlemeler olacaktır. Ancak bu yolun
savunucuları giderek başlangıçta savaşçı niteliklere sahip olsalar bile, bu nitelikleri kaybedecek, yozlaşacak
ve giderek
bürokratlaşacaklardır."[262]
"Devrimci
Yol" Dergisi hareketi, Mahir Çayan'ın bu tezlerine, pratik olarak karşı çıkmadı ama sahip çıkmaya çalıştığı için ve gereklerini yerine
getiremediği içinde THKP-C hareketinin
mirasının ağırlığı altında ezildi. M. Çayan'ın
çizgisini teorik olarak aşamadığı noktada; eklektik bir teoriye ve pratik programa sahip olduğu için kendi ağırlığı altında ezildi. Savaş dönemi gelip çattığı an; atılan keskin söylevler, DY hareketinin gövdesini ayakta tutmaya yetmedi. Büyü bozuldu; gerçek
kendini gösterdi. O "büyük" görüntünün altındaki kof ve zayıf beden
ortaya çıktı.
Bugün DY önderleri içine girdikleri teslimiyetin yarattığı
zayıflığı gizlemek için tüm günahı devrimcilere ve onların çevresine yüklüyorlar.
Ve DY önderleri bu ruh haliyle, kendilerine yöneltilen "Mahir Çayan'ın
tezlerini savunma"
suçlamalarını (!) mahkeme karşısında çürütüyorlar.(!)
"Görülüyor ki, faşistlerin yürüttüğü iç savaş politikalarının bir sonucu olarak meydana gelen
olayların, devrimciler tarafından sözde "devletle-halk arasındaki suni dengeyi kırma amacıyla (!)" veya "örgütün
stratejisinin bir gereği olarak
(!)" gerçekleştirildiği iddiaları Devrimci Yol Dergisinde savunulan görüşlere de açıkça aykırıdır. Ve elbette hiçbir şekilde ciddiye alınamaz."[263]
Devimcilikten ricat etmek
DY hareketi bir
yandan Mahir Çayan'ın tezlerine bağlılıklarını onun tezleri teorilerinin ana çıkış noktası durumuna
getirerek göstermişlerdi. Diğer yandan ise somut koşulların şematik analizini
yaparak, analizin sonuçlarını
bu ana çıkış noktası ile eklektik bir biçimde
uzlaştırdılar. Mahir Çayan'ın tezlerine bağlılığın bir sonucu,1980 öncesi "seçimleri boykot" eden DY
pratikte, silahlı mücadeleye
girişmenin koşullan olmadığı için, "silahlı isyanı öneremediler. Seçimleri "boykot" gibi keskin -o gün için
keskin- çığlık, direniş komitelerini
örgütleyin gibi solgun bir ses içinde eritildi.
Proletaryanın henüz güçsüz olduğu bir dönemde ve henüz
proletaryanın büyük çoğunluğunun burjuva demokrasisinin ve burjuva parlamentosunun gerçek yüzünü görmediği ve burjuva parlamenter sisteminde çıkış
yolu umduğu ve aradığı bir dönemde
seçimleri boykot taktiği, çaresizlik, dolayısıyla da zayıflık ifadesidir.
DY hareketi içinde
egemen olan kaygı; eski biçimi, yeni bir içerikle doldurmak ve bu
eski biçimle yeni içerik arasındaki
çelişkilerin fark edilir, açık yanların "usta" yöntemlerle gözden
uzak tutmayı başarabilmektir. Bu operasyon bazen Mahir Çayan'ın tezlerinin sivri
noktalarının törpülenmesiyle, bazen da yeni düşüncelerin yumuşak noktalarını sivrilterek, kütüğe kama sokar gibi,
M. Çayan'ın tezlerine sokulmasıyla
yapıldı. Ve bu yolla yeni DY Dergisi tezleri
oluşturuldu. Bu suni döllemelerin sonucu; eklektizmden muzdarip siyasi belirsizlik ve ilkellik oldu.
1971 hareketi,
faşist diktatörlüğe karşı, inançlarını
gerçekleştirmek için intiharı göze alan yiğit
devrimcilerin mirasını, örgütlenme ve siyasi var olma basamağı yapan ve bulaştıkları legalizmi, reformizmi, küçük burjuva sol sosyalist çizgisiyle uzlaştıran bir çizginin, savaş alanındaki trajik sonucudur.
1980 ise
küçük burjuva sosyalist sol teslimiyet çizgisinin trajik sonu oldu. DY Dergisi hareketi önderleri THKP-C
hareketi önderlerinden küçük burjuva
devrimci yiğitliğini, atılganlığını miras
olarak aldılar, ama mahkemede bir
örgüt olmadıklarını, bir dergi Çevresi
olduklarını ısrarla vurgulamaları ile başlayan ve bugüne miras bıraktıkları,
bozgunu, bezginliği, teslimiyeti,
örgütsüzlük düşüncesini ve ihaneti bıraktılar. THKP-C’nin mirası üzerine, DY,
Acil, Kurtuluş, Devrimci Kurtuluş,
MLSPB ve Devrimci Sol vb. örgütler kuruldu. DY’ nin mirası Üzerine inşa edilen
ise, politik silikleşme ve nihilizmdir.
DY Dergisi
önderleri, hareketi, Türkiye emekçi halkının
öncü örgütü İlan ettiler. Bu "öncülük" ilanına rağmen, DY önderleri, demokratik halk devriminin sınıfsal içeriği
ve işçi sınıfının demokratik halk devrimindeki öncü rolü sorununa açıklık getiremediler. Bu can alcı sorun DY Önderleri tarafından
"fiili öncülük mü?", "İdeolojik öncülük mü?" ikilemi içerisinde kayboldu. Fakat gerek Mahir Cayan, gerekse DY ve "Devrimci Sol" hareketi Marksizm-Leninizm'in çatısı altına durmaya özel bir önem
verdiler. Çünkü uluslararası
politikada, sol sosyalizmin iflası nedeniyle, bu türden hareketlerin, açıkça sol sosyalizm adına ortaya
çıkmaları, daha baştan ideolojik
kayıpları anlamına gelir ki; bu durum, küçük
burjuva hareketlerinin, açık olarak kendi İdeolojilerini savunarak ortaya
çıkmalarını engeller.
Tüm Marksist'Iik
iddialarına rağmen, DY Dergisi önderleri,
Marksizm’in en temel sorunlarında, Marksizm" Mahir Çayan’ın kesintilerine
destek olarak revize edenlerin başında
geliyorlar ve hâlâ da niteliklerini (M. Çayan’ı unutsalar bile) sürdürüyorlar. THKP/C ve ardılları, genel olarak
işçilerin, köylülerin ve kent küçük burjuvalarının
ortak çıkarlarının savunucusu oldular.
DY'nin önder
kadroları, devrimci bir savaşım sonucunda,
kapitalist devletin yerle bir edilerek parçalanmasıyla birlikte, yeniden inşa edilecek devrimci demokratik halk iktidarının sınıf özünün, işçi sınıfı diktatörlüğü
olduğunu söylemekten
özellikle kaçındılar. Kendisini işçi
sınıfının öncü örgütü olmaktan daha
çok bir genel halk hareketi öncülüğüne misyonu
biçen ve kendilerine komünist demekten kaçınarak
genel olarak devrimci diye tanımlayan, bunu da programı
ile de ifade eden DY Dergisinden Demokratik
halk devrimi sonrası kurulacak devrimci
diktatörlüğün sınıfsal Özünü açık bir dille ifade etmelerini beklemek, boşuna bir çaba olacaktı.
DY hareketinin
sosyalist devrim sorunu hiç olmadığından kadroları "sürekli faşizm" tespiti ile anti-faşist anti-emperyalist mücadele noktasında tutmaya
gayret gösterdiler. Anti-faşist cephenin kurulması
-hatta partinin kurulması- sorunlarını devrim sorununun önünde tuttu. DY’nin bu oportünist politikasının arka planındaki teorik neden: "sürekli
faşizm" tespitine dayanarak
anti-faşizm programım hep önde tutulmasıdır. “sürekli faşizm” gibi eklektik teorilerle silahlı
mücadelenin koşullarından söz etmek onlar için örgütleri ve kadroları, salt anti-faşist mücadele perspektifine bağlı kılmaya iter. Bu perspektif sürekli
bir mücadele içermesine rağmen devrim perspektifi içermemiştir.
İşçi sınıfının
önündeki demokratik devrim sorununun ideolojik
ve pratik çözümü durmaktadır. Özellikle 1971–1973
ve 1980–1983 yıllan arasında kurulan askeri diktatörlüğe
karşı, anti-militarist bir cephenin kurulmasının pratik koşullan oluşmuşken;
işçi sınıfının yeterli Örgütlülüğe
sahip olamaması ve öncü partisinin yokluğu; bu cephenin kurulmasını ve sıcak savaşımın sürmesini engelleyen temel etmen oldu. Bu durumu kavramaktan
uzakta bulunan THKP-C ve devamcısı
örgütler ile TKP, TİP, TSİP gibi diğer sağ
sosyalist örgütlerde anti-faşist
cephenin kurulması için epey çaba saarf
ettiler. Dolayısıyla demokratik devrim programı, anti-faşist cephesin kurulması programı ile gölgelendi.
Özellikle bu durum, DY Dergisi
Önderlerinin burjuva reformist yüzlerini açığa çıkardı. DY önderleri tüm politik tezlerini bu çizgiye oturttular ve sürekli olarak anti-faşist cephe
sorununu gündemde tuttular.
Orta burjuvaziden
medet uman yapılanmalar, bu kesimden destek bulamayınca
zorunlu olarak, DY, başlangıçta, direniş
komitelerini, anti-faşist cephenin nüveleri
olarak yapılanmasını önerirlerken, giderek direniş komitelerinin toplumsal yapısını daralttılar. Ve bu
örgütlenmeler, yalnızca, emekçi halk
kesimlerinin içinde yer aldığı
yapılar olarak; halk iktidarı nüveleri biçiminde şekillendirilmeye çalışıldı.
Ancak bir yandan anti-faşist cephenin kurulması
isteği ve programı, diğer yandan demokratik devrim cephesinin yaratılması çabalan birbirine karıştı. Sonuçta ortaya
çıkan manzara; içi doldurulamayan direniş
komiteleri İşlemez duruma geldi.
12 Eylül 1980'e kadar anti-faşist ve
anti-militarist cephenin kurulması sloganları ve direniş komiteleri havada kaldı.
12 Eylül 1980 sonrasında ise, anti-militarist bir cephenin oluşturulması
gündeme geldiğinde; artık çok geçti. Çünkü bu cepheyi örgütleyecek işçi
sınıfının öncü partisi yoktu ve işçi sınıfı bu cepheyi örgütleme gücünden açık
saldırısı ile daha da uzaklaştırılmıştı. Dolayısıyla 12 Eylül 1980 sonrası
anti-militarist hareketin öncülük rolü küçük burjuva demokratlarına ve
anti-militarist burjuvalara kaldı. Bu kesimlerin sınıfsal yapısı ise
anti-faşist, anti-militarist bir cephenin kurulmasına uygun değildi.
Anti-militarist cephe pratik olarak varolmadı.
Ancak, bu toplumsal kesimleri ve işçi
sınıfı bir araya gelemeden, dağınık bir şekilde, her kesim kendi mevziisinden savaşımı sürdürdü, tekelci
burjuvazi askeri diktatörlük altında ekonomik ve siyasi krizini atlattı. Dolayısıyla anti-militarist bir cephe kumlamadan varlık koşullarını yitirdi.
DY'nin devrim
programı, bir burjuva demokratik
cumhuriyet programı olmaktan ileri gitmedi.
Bu da pratik olarak burjuva
demokrasisinin sınırlarının genişletilmesi
İsteğiyle çakıştı. "Çünkü hareket fiili olarak sivil faşistlerle çatışma anayasal düzeni değiştirme düşüncesine yönelik olarak yapılmış değildir. Düşünceyle
hareket arasında doğrudan bir sebep sonuç bağıntısı
yoktur. Faşist saldırılar anayasal düzenin bir kurumu ya da anayasal düzenin bir gereği değildir.
Böylece, DY “sürekli faşizm” teorilerinden de vazgeçiyorlar.
“Bu nedenle faşizme karşı mücadele, anayasal
düzeni yıkma suçu olarak görülemez."[264]
DY önderleri burjuva anayasal düzeni
yıkmak gibi bir sorunlarının olmadığını,
anayasal düzen dışı gelişen faşist harekete
karşı demokrasi mücadelesi verdiklerini ifade ediyorlar.
Teorik olarak
devrimi savunan DY’nin örgütlenmesini ve pratiğini yaratan da bu reformcu
politikadır. DY Dergisi
hareketi, geniş, kitlesel ve legal bir örgüt biçimine
ulaştı; yasal ve reformcu bir mücadele çizgisi içerisinde yerini aldı. DY
hareketinin reformcu bir politika izlediği
DY önderlerinin toplu dava savunmalarıyla da belgeleniyor. DY Dergisi hareketinin niteliği budur. DY hareketi bir burjuva demokratik harekettir ve kadrolarına, sempatizanlarına, kitlelere sunduğu
"devrim" programı ve program
hedefi de burjuva demokratik cumhuriyettir.
Silahlı savaşımın
"şiddetli" savunucusu DY’nin . TKP'nin ileri demokratik devrim tezi ile DY'nin sınıfsal Özü silikleştirilen -ya da bu özün
belirtilmesinden kaçınılan-
"halk devrimi" tezinin reformist kardeşlikleri, bu noktada kol kola girer. DY'nin silahlı savaşımı savunması, onun programının burjuva demokratik özünü değiştirmez. Bugün uluslararası siyasi
alanda, küçük burjuva sol sosyalist
hareketlerin hemen hepsi ve hatta radikal İslamcılar dahi silahlı savaşımı savunurlar. Marksistleri. Bütün bu hareketlerden ayıran, savundukları ve toplumsal
savaşımının gündemine aldıkları
devrim programının özüdür. DY
dergisi hareketi, silahlı mücadeleyi
savunarak, kendilerinin Marksist-Leninist olduklarını kanıtladıklarım sanmaları ve bu savı sağ sosyalizme karşı bir saldırı aracı olarak
kullanmaları küçük burjuva bir budalalık örneği sayılmalıdır.
DY’nin sağ sosyalist ideolojik
politik tezlerini, Mahir
Çayan'ın sol sosyalist
tezleriyle uzlaştırma çabaları hareketinin çizgisi
yöntem olarak eklektik bir hale getirmiştir. Özünde küçük burjuva
sosyalist çizgiler olarak aynılık gösterse de, Mahir Çayan'ın politik çizgisi ile DY önderlerinin
politik tezleri aynılık değil,
ayrılık gösterir.
"Faşist terör
şiddetinden, hiçbir şey kaybetmeden ve yaygınlaşarak
sürüyor ve bu saldırılar iç savaşı derinleştiren bir doğrultuda gelişiyor. Her gün 5–6
kişinin öldüğü bu savaşın derinleşerek
devam edeceğine kuşku yoktur."[265]
Bu savın yöntem olarak Mahir Çayan'ın tezleriyle çelişir.
DY’nin tespitinden
yola çıktığımızda; M. Çayan'ın politik tezlerine göre, iç savaşı, genel çatışmayı başlatacak olan öncü savaştır. Öncü
savaş gerçekleştirilmeden, iç savaşın başladığını söylemek "suni
dengenin kırılması" için "öncü savaş"ın başlaması gerekliliğidir. İç savaş derinleşerek sürüyorsa öncü
savaşı kimler veriyor belli değil… DY iç savaşın "derinleşerek" sürdüğünü kabul etmekle M. Çayan'ın bu
tezini reddediyor.
Sürekli
faşizmin varlığı ve onun baskısı, M. Çayan'a göre baskı ve terör -Sürekli
faşizm- halkı pasifize eder. Bu
baskı ve terör süreklidir. Bu baskı, terörün,
dolayısıyla da emekçi halk
yığınlarının "bilinçsiz tepkileri" ve pasifize durumu ile "oligarşi" arasında kurulan "suni dengenin"
kırılması -kitlelerin devrim saflarına çekilmesi- için silahlı propaganda, yani "öncü savaş gerekli ön koşuldur.
Ama
DY için, baskı ve terör iç savaşa yol
açtığı gibi iç savaşı derinleştiren bir doğrultuda etki yapar. DY Dergisi
yazarı M. Çayan'ı reddediyor. Doğru olan şu ki; Türkiye'de 1976 yılı sonrası yıllarda, iktisadi ve siyasi koşulların
zorunlu sonucu, toplumsal bir çatışma
ortaya çıkmıştır. Bu toplumsal çatışma
faşist burjuvazi, faşist parti ve sivil faşist çetelerce de körüklendi. Ama bu
çatışmalar ne burjuvazinin sözcülerinin abarttığı gibi bir kaos ortamı ne de
DY’nin belirttiği bir iç savaş ortamıydı. Burjuvazinin içine girdiği krizin
topluma bir çeşit yansımasıydı.
Hiçbir sol hareket bu krizden faydalanmayı beceremediği gibi örgütlenmesini de
sınıfsal temele oturtamadı. Marksistleri diğer sosyalistlerden ve burjuva siyasetçilerinden ayırdeden faktör; iç savaşı
tespit edebilme niteliği değil, iç
savaş karşısında ve iç savaş içerisinde geliştirilen tavrın niteliği ve mücadele biçimlerini seçiş tarzıdır.
DY Dergisi yazarları, yaşanan toplumsal çatışma karşısında tam da bir küçük
burjuva gibi davrandılar.
Marksizm,
devrimci proletaryanın iç savaşa girip girmemesinde güçler dengesinin işçi sınıfının lehine olmasını
şart koşar. DY kendiliğinden ortaya
çıkan mücadelelerin abartısı ardından
sürüklediği, küçük burjuva kitlelerini hazdan mest edecek keskin sloganlar
üretmeyi devrimciliklerinin göstergesi saydılar. Hiç bir gerçekliği göz
önüne almadan kendi gövdelerine bakıp, iç
savaşa çağrı çıkardılar. "Burjuvazi bizi savaşa davet etti, daveti kabulümüzdür." Diye
“savaşa atılan” DY, savaş alanına,
militarist güç karşısında burjuvazinin "teslim ol" davetini de kabul
ettiler.
"1974'ten
itibaren Türkiye, gelişmekte olan bir iç savaş sürecine girmiştir. Emekçi
halkın reformist taleplerle örgütlenmesi ve eylemli hale gelmesi karşısında
sivil faşist terörün ortaya çıkışı ve
toplumun bütün katlarını içine almaya başlayan bir
yaygınlık göstermesiyle faşist saldırganlığa hedef
olan toplum katlarının direniş eylemleri olarak
beliren iç savaş 1977'den itibaren toplumun gündemini belirleyen temel eksen haline gelmiştir."[266]
"1977'den
itibaren toplumun gündemini belirleyen
temel eksen" olan iç savaş belirlemesi; Faşist saldırganlığa hedef olan
toplum katlarının eylemleri olarak
beliren" direnmeye neden
oluyor. Kitlelerin kendiliğinden direnmesi DY için öncü savaşın üstünden atlama
vesilesi oluyor. Saldın ve baskı
halk kitlelerinin pasifizmine, suskunluğuna neden olmuyor; aksine, saldın ve
faşist terör direnmenin nedeni
oluyor. "emekçi halkın
reformist taleplerle
örgütlenmesi" ve "emekçi halkın
eylemli hale gelmesi"nin nedeni olarak gösteriliyor. Halk kitleleri kendiliğinden reformist taleplerle örgütlenerek eylemli hale geliyor. Bu yaklaşım, bilinen ekonomizmin açık ifadesidir. Öncü savaşçılarına
ihtiyaç duymadan, tüm toplum katlarının direniş eylemleri olarak beliren bir
"iç savaş" ve iç savaşın "toplumun gündemini belirleyen temel eksen haline" gelişi gerçekleşiyor. DY bunları savunurken “Mahir’in kemikleri
sızlıyor”.
Bu sav,
Devrimci Yol’un politik çizgisinin tam olarak İfadesidir. Türkiye
Sorunları Dizisi olarak DY dergisinin devamı niteliğindeki yazılarda, Devrimci
Yol Dergisi önderlerinin çömezliğini
üstlendiğini görüyoruz. “Toplumsal sınıflar arasındaki mücadelenin iç savaş biçimleri alarak gelişmeye başladığı her
durumda, burjuva liberalleri ve küçük burjuva sosyalistleri (ki bizim ülkemizde bu ikisi ayrı anlama gelirler) savaşan güçlerin içinde politika yapan politik
grup ve örgütleri iç savaşı tahrik
(provake) etmekle, iç savaşa yol açmakla
suçlarlar"[267] Yazar yazısında bir iç savaş belirliyor ve bu
iç savaşa yönelten eleştirileri eleştirmektedir. Gerçek bir iç savaş yaşanmış
ve bu savaşımdan birileri yenilmiş gibi gösterilmesi ancak DY ve ardıllarına
özgü bir davranış biçimi.
Mahkemeler de sistemle sorunları
olmadıklarını itiraf eden örgütlenmenin vardığı yer Özgürlük ve Dayanışma
Partisi ÖDP olmuştur. Mahkemelerde devrime ve devrimcilere sırtını dönen DY
önderlerinin bir kısmı sağa savrulan kadroları toparlamanın yöntemini yasal bir
yapı kurmakta buldular.
TDKP’nin Tasfiyesi
“Bir kimliğin utangaç taşıyanı olmak,
kimseyi "günah"lardan muaf kılmıyor.”
"herkes
her şeyden sorumludur" (Dostoyevski)
‘75lerde kurulan ve toparlanmaya
çalışan hareketler kısa sürede ulaştıkları kitlesel büyüklüklere rağmen teorik
darlık ve tıkanma sürecine girdiler. 12 Eylül karşı-devrimi, bu hareketlerin
yaşadıkları tıkanıklığın, teorik sığlığın göstergesi ve dayandıkları sosyal
sınıfların turnusol kağıdı oldu. Karşı-devrim saldırısı bu akımların yapısal
yetersizliklerini ve içsel tutarsızlıklarını açığa çıkardı. Onları hızlı bir
örgütsel çöküntü ve ideolojik tasfiye sürecin içine soktu. TDKP de bu aynı
ideolojik ve Örgütsel tasfiye sürecini kendine özgü bir biçimde, fakat işin
özünde tüm öteki küçük-burjuva halkçı akımlarla aynı biçimde yaşadı. TDKP için
"80'li yılların ilk yansı, düşman karşısında ağır bir yenilgi,
teslimiyet, yozlaşma ve bütün bunların bir ifadesi olarak, bir küçük-burjuva
tasfiye ve yok oluş, dönemi oldu.
Gerek
Kongre öncesi gerek sonrası kendi içinde tartışmaları gerçekte bitiremeyen ve
yeni gelişmelerde sağa sola savrulan, Marksizm’in belli bir kavranışı ile
hareket eden TDKP’ yi 12 Eylül karşı devrimi hızlı bir yön değişikliğine
sürükledi; TDKP örgütsel tasfiyeden önce belirgin bir ideolojik tasfiye
sürecine girdi. İlk adımlar, karşı-devrimin azgın saldırıları karsısında
kararsız ve tutarsız davranan kuruluş kongresinde seçilen TDKP-MK tarafından,
"Yeni Bir Arayış mı?" yazısıyla TDKP'nin eklektik küçük burjuva
ideolojik çizgisinde ve programında kendisini gösteren ideolojik planda atıldı.
'80'li yılların ortalarına gelindiğinde
gerçekte TDKP'den eser kalmamıştı. Onlarca parti ve komsomol gençlik üyesi ve
parti sempatizanı binlerce genç, zorunlu olarak düzen içinde bir yaşam kurmaya
yönelmişti. Yılgınlık ve gericilik koşulları ataletle birleşince gerçek bir çürüme
yaşanmıştı. Durum böyleyken, o günkü yöneticiler "Parti dimdik
ayakta" söylemiyle insanları aldatmakta herhangi bir sakınca
görmüyorlardı. Mevcut duruma tepki duyanlar yurtdışına çekiliyor,
mültecileştirme adeta muhalefet bayrağını indirtmenin bir rüşvetine
dönüştürülüyordu.
TDKP, tarihinin en kritik seçimi ile
karşı karşıya idi: Ya ideolojik, siyasal ve örgütsel planda köklü bir sorgulama
yaşayarak, 12 Eylül'de alınan kolay yenilginin ve sonrasında devam eden
ideolojik çöküş, örgütsel dejenerasyon ve dağılmanın gerçek nedenlerine
ulaşılacak, böylece sağlıklı bir zeminde gelişmesini güvenceye alacaktı. Ya daha
da gerileyecek, kendisine, devrimci kimliğin tümden tükenmesiyle sonuçlanacak
bir son hazırlamış olacaktı. Toparlanma çabasının ilk adımlarından biri olan
ve yaşanan iç ayrışma ve bölünme ile bitmeden dağılan konferans, bu temelde iki
farklı iradenin ortaya çıkmasına zemin oldu.
TDKP önderliği her zamanki gibi sorunlara
devrimci sorumluluk ve ciddiyetle yaklaşmak bir yana, kusurlarını
erdemleştirmenin yolunu tuttu. "Parti yıkıcılığına karşı mücadele"
demagojisiyle devrimci gelişme yönünde ısrar eden kadrolara karşı akıl almaz
bir kişisel spekülasyon ve karalama kampanyası yürüterek sorunların üstünden
atlama yolunu seçti. Yaşadığı yenilgiyle hesaplaşmaktan kaçınan TDKP önderleri
tartışmanın önünü her türlü yol ve yöntemi kullanarak kestiler.
TDKP'nin geçmişi aşarak devrimci bir
çizgide ilerleme şansını tümüyle tükettiğini görmekteyiz. 10 yıllık süreç, '87
yılında yenilginin anlamına ve sonuçlarına karşı tutum üzerinden yaşanan bu iç
çatışma ve ayrışmanın anlamı, mahiyeti ve sonuçları hakkında yeterli açıklığı
yaratmıştır. Bugün o günkü ayrışmanın tarafları ortadadır. On yıllık bir
sürecin yarattığı bugünkü açıklığa gözlerini kapayanlar devrimci sürece yüreği
yetemeyenlerdir.
Gürültülü bir biçimde kurulan “kitle
partisi” net ve bütünlüklü bir fikrî şekillenme yansıtmıyor ise de bugüne kadar
sözlü veya yazılı yapılan açıklamalar bir araya getirildiğinde amaçlarının ne
olduğuna dair belirli bir fikir edinmek mümkün olabiliyor. Özellikle,
“devrimciler örgütü”nün gerekliliğini reddetmedikleri biçimindeki yaklaşımlar
ile sergiledikleri pratik arasında ciddi bir açı söz konusudur. Objektif
olarak; toplumsal muhalefet dinamiklerinin sistem içi kanallara sevkini
üstlenen kitle partisi, sahip olduğu bünye itibarıyla kitleleri iktidar
hedefinden uzaklaştırıcı ve sistemi tehdit eden yanları törpüleyici bir öze
sahiptir.
Marksistler için tarih sayfalarını
karıştırmak, alınacak dersler itibariyle bir gerekliliktir. 2. Enternasyonal
oportünizminin tarih karşısında mahkûm olan tezlerinin açık kitle partisi
savlarıyla “yeniden” ısıtılmaya çalışıldığını görüyoruz. Stalin tarafından, “2.
Enternasyonal’in Devrimci dinamikleri yok sayan, karşı-devrimin güç ve
olanaklarını abartan, sistem içi alanlarda sıkışıp kalan ve bütün bunları
bilinç bulanıklığı yaratmaya çalışan çalışma
yöntemi ve silahları” hakkındaki saptamalarına bir göz atalım;
“Bu dönem, (...) seçim savaşımının ve
parlamento gruplarının baş döndürücü başarılar sağladığı; legal savaşım
biçimlerinin övgülerle göklere yükseltildiği ve Legalite yoluyla kapitalizmin
yenilebileceğine inanıldığı bir savaş öncesi dönemdi. Kısaca, bu dönem, 2.
Enternasyonal partilerinin kendilerini besiye çekip semirdikleri ve devrimi,
kitlelerin devrimci eğitimini ciddi olarak düşünmek istemedikleri bir dönemdi.
Tutarlı bir devrimci teorinin yerine;
birbirine karşı teorik tezler kitlelerin devrimci savaşımından kopmuş ve modası
geçmiş dogmalar haline gelmiş teorik parçaları almıştır. Görünüşü kurtarmak
için, Marx’ın teorisi elbette anılıyordu. Ama bu, Marksist teorinin canlı
devrimci ruhunu boşaltmak için yapılıyordu.
“Tasfiyeciliğin özü, ‘yeraltının
reddedilmesi, tasfiyesi, onun yerine her ne pahasına olursa olsun, yasal olarak
çalışan, biçimden yoksun bir örgüt konmasıdır. Bu nedenledir ki, partinin
reddettiği şey yasal çalışma, ya da yasal çalışma gereği üzerinde ısrar
değildir. Parti, eski partinin adına parti denemeyecek, biçimden yoksun “açık”
bir şeyle değiştirilmesini kınamaktadır.”[268]
Gizlilik temelinde örgütlenmiş bir
savaşçı partinin yanında, ona tabi, onu tamamlayan ve onun politik belirlenimi
altında yürüyen legal oluşumlar elbette mümkündür ve gereklidir. Ancak,
mücadelenin farklı araç ve biçimlerinin peşinen reddedilmemesi gerektiği
biçimindeki öngörü, sınıflar mücadelesinin ihtiyaçları dışında keyfiyete dayalı
tarzların öne çıkarılmasına gerekçe oluşturmamalıdır. Sınıflı toplumda, teslimiyetçilerle komünistler arasındaki
farkların belirginleştiği meselelerden biri de savaşlara ve şiddete karşı
takınılan tutumdur. «Savaşa karşı sınıf savaşı; şiddete karışı şiddet» şiarları
komünistlerin ayırdedici tutumudur.
“Devrimci, reformu sadece legal ve
illegal çalışmayı birleştirmenin bir dayanak noktası olarak ve burjuvaziyi
devirmek için kitlelerin devrimci hazırlığını amaçlayan illegal çalışmayı
güçlendirmeye yarayan bir siper olarak kabul eder. Reformist ise tersine,
reformları her türlü illegal çalışmayı reddetmek, kitlelerin devrime
hazırlanmasını baltalamak ve “bağışlanan” reformların gölgesinde uykuya yatmak
için kabul eder.”[269]
Yeni toparlanma dönemine hiçbir
değerlendirme yapılmadan girildi. "konferans" yapıldığı ilan edildi
ve geçmişin değerlendirmesinin kongreye bırakıldığı açıklandı. Kuruluş
kongresini izleyen 10 yıllık süreye rağmen kongre yapmak yerine konferansı
seçenler yeni bir kongrenin zamanlaması hakkında da bir sır vermediler. Mevcut
önderlik yaptığı gecekondu konferansı dayanak göstererek kendini tartışmasız
parti otoritesi ilan etti.
Bir parti düşününüz ki, yaşadığı yenilgi
ve tasfiye dönemine ilişkin olarak ciddi hiçbir değerlendirme ortaya koyma
gereği duymasın. Geçmişi değerlendirmek de dahil tüm temel sorunların
tartışılmasını ne zaman yapılacağı belli olmayan bir parti kongresine havale
etsin. 17 yıl boyunca kongresini toplamasın. Tüzüğünde kongre iradesine
bağladığı program değişikliğini bir "röportaj" vesilesiyle
gerçekleştirsin. Ciddi bir siyasal partide değil, olsa olsa körü körüne
bağlılığa dayalı bir mezhep geleneğinde karşılaşılabilecek bir durumdur bu.
Evet, komünistlerin de söylediği gibi,
devrimci TDKP'nin ömrü ikinci bir kongreye gerçekten yetmedi. Düzenin
ehlileştirme politikasının da yardımıyla, geçmişin devrimci TDKP'sinden ne
kaldıysa, bu liberal şefler önderliğinde adım adım tasfiye edildi. Teorik
dergilerinde "güçlü Bolşevik partilere ihtiyaç var" türünden
samimiyetsiz vurgularına, pratikte açık kitle partisi kurmanın ideolojik ve
pratik koşullarını altan alta hazırlama sinsi çabaları eşlik etti. Kongre
bekleyenler partinin sonu ile karşılaştılar.
Bu bölümü, henüz
"açık işçi partisi" kurmanın pratik bir uygulamaya dönüşmediği, hala
TDKP'nin varolduğu, hala "tek gerçek ihtiyaç"ın "daha güçlü bir
Bolşevik parti" olduğu üzerine ısrarla samimiyetten yoksun ikiyüzlü
laflar edilmeye devam ediliyordu.[270]
Yasal parti ihtiyaç mı idi?
Türkiye’de illegal alandan legal
alana direk geçen yapılanmalarda yaşanmakta olan sorunlar, çeşitli açılardan
değerlendirilebilir. Yasalcı yapılar içindeki dalgalanmaları, örgüt içi
bürokrasiye, kastlaşmaya, irade dayatmasına, vb. çözüm olarak görüldüğü ve
örgüt içi demokrasi meselesinin legal-illegal olmak ikilemi içine
sıkıştırıldığı bilinmektedir. Kendince aşağıdan yukarı örgütlendiği ve seçim
yaptığı için bürokrasiyi illegal örgütlülüğü aştığını iddia
edenler ve böyle bir kanaati, devrimci-demokrat kamuoyunda yerleştirmeye
çalışanlar, özgürlük konusunda pratiğin sınavında sınıfta kaldılar.
Kendilerince kitleselleşeceklerine inananlar gittikçe darlaşan ve kendi içinde
katılaşan yasalcı yapılara dönüştüler.
Yeni dönemin yeni partileri olarak
tarihte bir uğrak yeri olacaklarına olan inançları ile geçmişin zaaflarını aşmak
noktasında “biz aşağıdan yukarıya
örgütleniyoruz, eski hastalıkları tekrar etmeyeceğiz” diyerek, demeçler
veriyorlardı. Aynı tavrın yasal olarak ortaya çıkmak isteyen yapıların tümünde
görülmesi şunu ortaya koyuyordu bu yapılara ya ihtiyaç duyan birileri vardı ya
da bunlar birilerinin ihtiyacının karşılığıydı.
Türkiye coğrafyasında Yasallaşmaya çalışanların kurdukları partilerin
kuruluş süreçleri, daha başlangıcında ülkemizde mevcut ekonomik ve siyasal
yapının değerlendirilmesine dayalı olarak, ortaya çıkmış bir örgütlenme tarzı
değildir. Bu niteliğiyle başarı şansı yoktu olamadı da… Yasallaşmanın başladığı
dönemlerde anlatılacak şeyler hiç kimseyi ikna etmeye yetmiyordu. Şimdi deniz bitti ayaklar karaya basıyor;
Yasallaşma olgusunun gerçekte sebep olduğu tahribat da daha somut örneklerle
gözlenebilecek durumdadır. Geçmişte, devrimcileri eleştirmek ile devrimcilere
küfretmek arasındaki fark, belli çevrelerde bir netliğe sahipti. Oysa gelinen
yerde yasalcı yapılardan devrimcilere hakaret ve küfürler yağıyor.
Bu tutum, devrimci gruplar şahsında
devrimci değerlere saldırı ve karalama
olmaktadır. Onlar devrimci grupları eleştiriliyorlar, Devrimci gruplara
"gürültü grupları", "başı bozuk çevreler",
"vandallar", "kör terörcü"ler, "devlet solu" vb.
diyenler, Perinçek’ten aldıkları feyz ile
EMEP uleması bizzat
"kişinin, emeğin ve halkın kurtuluşu mevzisinde bulunan bir
devrimci olarak değil, emeği ve halkı kendi 'özel' amacının (örgütünün) yedeği
ve dayanağı olarak algılayan.... despotik karakterli solcu"[271].
Diyerek saldırıyor. Burjuvaziye has bilinen kibirlilik ve düşmanlık, EMEP
ulemasında tam bir düzeysizlikle birleşiyor.devrimcilerin emeği ve halkı kendi
'özel' amacı" için kullandığını iddia etmek fiilen karşı
devrimciliktir.Onlarca devrimci, hiçbir kişisel çıkar gözetmeksizin, kendini
halkın davasına adayarak ölümle kucaklaştı
"Egemen sınıflarla
doğrudan işbirliği içinde olmayan tüm sol yapılanmalar, birbirlerine
'müttefiklerinden' çok daha yakındırlar. Neredeyse tümü 'proletaryanın öz
örgütü' olma savı ile hareket ederler. Kendi aralarındaki tüm sorunlara rağmen,
egemen sınıflar karşısında birbirlerine oldukça yakın bir duruş
noktasındadırlar. Devrimcilik, boş zamanlarda ilgilenilen bir 'hobi' değil, çok
ciddi bir iş olarak algılanmalı; devrimi olanaklı kılabilecek tüm adımlar en
kararlı biçimde atılmalıdır. 'Tarihin izlediği yol Nevski'nin kaldırımı
değildir (Petersburg'un boydan boya düzgün ana caddesinin dosdoğru geniş ve düz
bir kaldırımı); kimi zaman tozlu, kimi zaman çamurlu, bazen bataklıklar arasında,
bazen sık ormanlıklar geçerek hep yolların dışında ilerler. Tozlanmaktan ve
ayakkabılarının kirlenmesinden korkanlar toplumsal eylemlere katılmamalıdırlar'[272]
Siyasal partiler, demokratik kitle
örgütlerinden farklı olarak, programları hedefleri, ideolojik duruşlarıyla
siyasal bir homojenlik taşırlar. Yasallaşma sürecinde tüm partiler, çok farklı
siyasal beklentiler taşıyan kesimleri “keskinliklerin aşılması” ve
kitleselleşme adına bir araya getirmeye çalışıyorlardı. Yaşanılan dünyayı
farklı değerlendiren, farklı siyasal önermeleri olan, farklı örgüt ve mücadele
deneyimleri, gerekleri, alışkanlıkları, tercihleri olan kesimler bir aradaydı.
Kucaklamaya çalışılan geniş
kesimlerin dikkatini çekmeye çalışan yasal yapılanmalar; yasallaşmanın ilk
adımında, yaptıkları açıklamalarla, farklılıklarını, devrimciler üzerinden
anlatmaya daha fazla gayret göstermişlerdir. Örgüt içi bürokrasiye karşı
alınmış “köklü önlemler”, “illegal olmamaya” dayanıyordu. Sonuçta, dayandıkları
noktalar bürokrasinin, anti-demokratikliğin, katılım kısırlığının, örgüt içi
tekelleşmenin salt legal olmakla aşılamayacağını, hatta bu olumsuzlukların
sistemden beslenip kök saldığı göz önüne alındığında daha yüksek olacağını
kendi partilerinde görüyorlar ve görmeye devam edecekler. Gerçekte tüm bu
olumsuzlukların panzehirinin Leninist parti anlayışının olduğu ve bunun
legal-illegal gibi bir ikileme sokulamayacağıdır. Eğer dün başarılamayan
şeylerin çözümünün, doğru yerde aranması gerektiği, yasallaşma deneyimi ile bir
kez daha açığa çıkmıştır.
Yasallaşma ve Legalite ve
illegalite ikilemi
Sınıf mücadelesinin söz konusu her
yerde, Legalite ve illegalite devrimci literatürün belki de en fazla kullanılan
sözcüklerinden ikisidir. Devrimci mücadelenin ve devrimci örgütlenmenin geçtiği
her yerde bu iki sözcük de mutlaka geçer. İki sözcüğün de çağrıştırdığı
biçimler tartışma konusu olur.
Yasallık ve meşruluk sistemin
kendince belirlediği ve onun için geçerli olandır. Her toplumsal sistem
yasallık ve meşruluğu toplum veya egemenler adına aynı şey olarak sunmakta ve
bunu dayatmaktadır. Burjuvaziye göre meşru olmak için yasal olmak gerekir.
Toplumsal muhalefetin yararlanabileceği yasal olanakları alabildiğine
sınırlayan burjuvazi, bu anlamda meşruluğun sınırlarını da iyice daraltmıştır.
Bu noktada yasallıkla meşruluğu ayni şey sayan görüsünü kamuoyuna kabul
ettirebildiği ölçüde muhalefeti de sınırlamış olmakta, oligarşinin izin verdiği
biçimler dışında mücadele edenleri "gayri-meşru" saymaktadır.
Yasallık ve legallik de ayni şey değildir. Legal olan bazı şeyler yasal
olmayabilir de. Bunda da asil olan meşruluktur.
Marksizm için
sınıf mücadelesinin sürdürülmesinde izlenecek yöntemlerden birisi, legal veya
illegal siyasal oluşumların gerekli olduğu; bunların, birinin diğerini
yadsımadığı karşılıklı bir ilişkilenme içinde olduğudur. “İşçi sınıfının kurtuluşu için demirle ve
ateşle yok edilmesi gereken çok fazla şey var bu dünyada” diyerek
mücadeledeki şiddeti vurgularken şiddetin sürdürüldüğü illegalite koşularından,
legal alana doğru; Lenin’in “Gerici
parlamentolardan devrimci amaçlarla yararlanılması gibi çetin bir sorunun
üstesinden ‘atlayarak’ bu zorluktan kaçınmayı denemek tam bir çocukluktur.”
dediğini de biliyoruz. Buna rağmen, birileri, yasallık adına, günün birinde,
bir kitle partisinin gerekliliğini keşfedip, bunu Leninist Parti’nin
alternatifi gibi gösterip kendi geçmişlerini de reddetmişlerdir.“ Yasal “kitle
partileri” her durumda devrimcileri ve sosyalistleri her sağlıksızlığın kaynağı
olarak gösterme yolunu seçtiler. Hatta öyle ileri giderek; "Devrimciler
kendilerini, işçi ve emekçiler kendilerini örgütlesin!" diyebilecek kadar
devrimcilerden nefretlerini kusuyorlar.[273]
işçi sınıfını devrimci görevlerden uzak
tutmaya çalışmanın, işçi sınıfına devrimci bilinç taşımaya karşı çıkmanın,
kendiliğindenliğe tapınmanın en uç biçimini yaşayan EMEP ulemasına karşı
devrimciler her daim Lenin’in yanında durarak şöyle seslenecekler :
"Biz profesyonel devrimciler, bu
türden 'iteklemeyi' şimdiye,kadar olduğundan yüz kez fazla iş edinmeliyiz ve
edineceğiz. Ama 'dışardan itekleme' gibi İğrenç bir deyim seçmeniz olgusu -öyle
bir deyim ki, işçilerde, (hiç değilse sizin kadar bilinçsiz isçilerde) dışardan
siyasal bilgi ve devrimci deneyim getiren herkese karşı güvensizlik duygusu
yaratmamazlık edemez, ve bunların hepsine karşı işçilerde içgüdüsel bir direnme
isteği doğurmamazlık edemez-, demagog olduğunuzu kanıtlar, ve demagoglar işçi
sınıfının en kötü düşmanlarıdır."[274]
Bu aynı zamanda ideolojik olarak da;
sınıf mücadelesi içerisinde, örgütün çıkarlarını ya da işçilerin kısmi, yerel
ayrıcalıklarını sınıfın bütünsel kazanımlarının önüne çıkaran
oportünizmdir. Bütün oportünistler,
İşçilerin ya da devrimcilerin belirli kesimlerinin çıkarlarını korumak için,
sınıfın bütünsel çıkarlarını feda ederler. Burjuva siyasetinden işçi hareketine
bulaşan diplomasi, ve uzlaşmacılık gibi zaaflardan bu beslenirler. Burjuva
siyasetinin yöntemlerine kendilerini uydurmaya çalışanlar önünde sonunda onun
kuyruğuna takılmaktan öteye gidemezler. TDKP şeflerinin bugün geldiği nokta
budur.
"... Ve demagogların işçi sınıfının
en kötü düşmanı olduklarım usanmadan yineleyeceğim. En kötü düşmanıdırlar,
çünkü yığınlarda en bayağı içgüdüleri uyandırırlar, çünkü, bilinçsiz işçi,
kendisini bir dost olarak sunan ve hazan da bunu içtenlikle yapan kimselerin kemli
düşmanı olduklarını anlayamaz. En kötü düşmanıdırlar, çünkü birliğin
bulunmadığı sallantılı bir dönemde, hareketimizin henüz şekillenmeye başladığı
bir sırada, hatalarını sonradan acı deneyimle anlayacak olan yığınları yanlış
yola yöneltmek için demagojik yöntemleri kullanmaktan daha kolay bir şey
yoktur."[275]
Lenin’ devrimci mücadele içinde işçi
sınıfını eğiten ve onunla birleşmeye çalışanlara karşı duranları ve onları
küçümseyenlere karşı:"Size sorabilir miyim: Öğrencilerimiz, işçilerimizi
neyin içine 'iteklemişlerdir'? Olsa olsa, kendisinin sahip bulunduğu bölük
pörçük siyasal bilgiyi, edinebilmiş olduğu sosyalist fikir kırıntılarını işçiye
götürmüştür" [276]
Tüm yönlendirmeleri bu hedefe
kanalize eden parti, doğrudanlık ve kavramsallaştırmadan çok, iktidarı
hedefleyen yolun tayini, mücadele araç ve yöntemlerinin seçimi, uygulamada
koordinasyonu sağlayabilme ile söz konusu işlevi yerine getirir. Maddi bir
gücün, ancak bir başka maddi güç ile yenilebilecek olması gerçekliği partiyi
devrimin olmazsa olmaz aracı haline getirir. Partinin en temel şeylerinden biri
de iktidar hedefli olmasıdır…"(..)
tek doğru örgüt türünün, yasal ve yarı-yasal işçi kuruluşları ağı ile
çerçevelenmiş parti çekirdeklerinin toplamı olan yasadışı bir parti örgütü
olduğunu..."[277]
savunan Lenin, öngördüğü parti modelinde, yasallık-yasadışılık ikilemine
girmeden araçları ihtiyaç ve öncelikler sıralaması içinde birbiriyle
ilişkilendirmiştir. Elbette ki devrimi yapan partinin kendisi değildir.
Elverişli bir maddi zeminde eylemi ile devreye giren kitleler ve çeşitli
biçimlerde işlev yüklenmiş örgütlenmeler, sonucu tayin edecektir. Ancak
partinin buradaki rolü öylesine önemlidir ki; en uygun koşullarla beslenmiş bir
devrimci durumun olması halinde bile partisizlik sürecin devrimle
sonuçlanmasına engeldir. Buradaki diyalektik ilişkiyi doğru kurmak, bir
zorunluluktur. Öncülük görevi, kendini devrimi yapacak tek güç olarak görmeye
sebep olmamalıdır.
Devrimci mücadelenin örgütlenmesi,
muhalefet kesimlerinin devrimci bir doğrultuya kanalize edilerek iktidara
yöneltilmesi sürecinde öncü görevi görecek olan bir partinin
"tercihen" değil "mecburen" illegal bir zeminde oluşması
çeşitli nedenlerle "komploculuk" çağrışımı yapabilir. "Otokratik
bir ülkede böyle güçlü bir devrimci örgüt biçim olarak aynı zamanda 'komplocu'
bir örgüt olarak da nitelendirilebilir. Çünkü Fransızca 'konspiration' sözcüğü
Rusça 'zagovar' (komplo) sözcüğünün karşılığıdır. Ve böyle bir örgüt, tam bir
gizlilik içinde çalışmak zorundadır. Gizlilik bu türden bir örgütün öylesine
zorunlu bir koşuludur ki, bütün öteki koşullar (üyelerin sayısı ve seçimi,
işlevler vb.) bu birinci koşula uyum içinde olmalıdır. Onun için biz
sosyal-demokratların komplocu bir örgüt kurmayı istediğimiz yolundaki
suçlamalardan korkması gerçekten de büyük bir safdillik olur. Her ekonomizm
düşmanı için, böyle bir suçlama, Narodnaya
Volva çizgisini izlemek suçlaması kadar övünç verici olmalıdır."[278]
Devrim süreçlerinin zor ve karmaşık özelliği partiye çok önemli işlevler
yükler. Siyasal iktidar mücadelesi anlık bir muharebe işi değildir.
İleri atılımlarla, geri çekilmelerle dolu zorlu bir sürecin örgütlenmesi; buna
uygun yeteneklerle donanmış bir savaş örgütünü gerektirir.
Proletarya partisinin birinci
görevi, işçi sınıfın bağımsız siyasal örgütü olarak, her alanda proletaryanın
sınıf tavrını ortaya koymak ve buna bağlı olarak proletaryayı bilinçlendirmek,
örgütlemek ve kendi talepleri ve görevleri uğruna mücadeleye çağırarak harekete
geçirmektir. Bu çağrı aynı zamanda
proletarya partisinin temel görevi olarak, proletaryanın siyasal bilince
ulaştırılması, doğrudan proletaryanın siyasal eğitimi ile bağlantılıdır.
Proletaryaya yönelik siyasi gerçekleri açıklama, proletarya partisinin
eyleminin muhtevasını oluşturur.
"Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı,
zor ve suistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse ve
işçiler, bunlara karşı başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal-demokrat
açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfının bilinci gerçek bir
siyasal bilinç olamaz."[279]
Lenin'in ifade ettiği gibi,
proletaryanın, sosyalist siyasal bilinci, sadece kendisine yönelik ve kendisini
etkileyen egemen sınıf uygulamalarına karşı değil, tüm halk kesimlerine yönelik
ve onları etkileyen egemen sınıf uygulamalarına karşı tepki göstermesini
sağlayan bir bilinç ve hareketlilikle kendini somutlar. İşçi sınıfının tarihsel
olarak sınıfsız toplum hedefi, diğer ezilenlerin ortak hedefidir ve
kurtuluşudur. Bu anlamada salt işçi sınıfının mücadeledeki bakış açısı, kendi
üzerinde değil genel olarak ezilenlerin tümünü kapsayan bir politika ve hedef
olarak algılanmalıdır. "Kim ki, işçi sınıfının dikkatini, gözlemini
ve bilincini, tamamiyle ya da hatta esas olarak işçi sınıfı üzerinde
yoğunlaştırıyorsa, böylesi sosyalist değildir."[280]
Proletaryanın en devrimci sınıf olarak, nihai amaç yönünde, tüm insanlığın
gerçek kurtuluşuna yönelik hareketin yürütücü olarak, kendi eylemini, gözlemini
ve bilincini, sadece kendisi ile sınırlayamaz ve işçi sınıfı partisi de buna izin
veremez. Lenin, işçilerin sosyalist siyasal bilince eriştirmeleri için nasıl
bir eğitime sahip olmaları gerektiğini bir başka yerde şöyle ortaya
koymaktadır:
"Bir
sosyalist haline gelebilmesi için, işçi, toprak beyi ile papazın, yüksek memur
ile köylünün, öğrenci ile serserinin iktisadi niteliği ve toplumsal ve siyasal
özellikleri konusunda açık seçik bir fikre sahip olmalıdır; onların güçlü ve
zayıf yanlarını bilmelidirler; her sınıf ve tabakanın kendi bencil özlemlerini,
kendi gerçek 'iç yapısını' gizlemek için kullandığı bütün parlak sözlerin ve
safsataların anlamını kavramalıdır; belirli kurumların ve yasaların yansıttığı
şu ya da bu çıkarın neler olduğunu ve bu yansıtmaların nasıl olduğunu
anlamalıdır."[281]
İşte
proletaryanın siyasal bilince ulaşması, ancak böyle gerçekleşebilir ve
proletarya partisinin görevi de bu bilinci proletaryaya ulaştırmaktır. Ancak
mücadelesinin içeriğini siyasal bilince çıkaran proletarya, devrimci
görevlerini yerine getirebilir ve demokratik devrimde proletaryanın hegemonyasını
kurabilir. Türkiye proletaryasını siyasal sınıf örgütüne kavuşturma,
komünistlerin bugünkü temel sorumluluğudur. Bunun için komünistlerin, işçi sınıfı üzerindeki küçük-burjuva
reformist ve popülist akımların ideolojik ve örgütsel etkinliğini kırmaya, ve
kendi çizgilerini tutarlı Marksist-Leninist temelde kurmalarına bağlıdır.
Ülkemiz solunda uzun yıllar
proletarya adına söz söyleyen ve buradan yola çıkarak sosyalist devrim
teorileri yapanların, ortaya koydukları her politik ifadede sınıfsal karakterlerini ifade etmeleri ve
işçi sınıfını bu karakteri gizleme aracı olarak kullanmaları sonucu, uzun
yıllar proletarya, siyasal bir güç olarak politik sahnede gerekli yerini
alamamıştır. Kısa bir mücadele sonucunda iktidarın ele geçirileceği
beklentileriyle devrimci mücadeleye katılmış küçük-burjuva unsurların, 12 Eylül
sonrasında yenilgileri bunun açığa çıkmasındandır. "İşçi sınıfına
gitmek" ya da "devrimcilerin onunun altısının işçi sınıfı içinde
çalışması" gibi sözlerin arka planında küçük burjuvazinin politik
düşünceleri vardır.
Yeni bir Arayış ve devrimden kopuş
EMEP Süreci ve Tasfiye Planları
Tarih,
sınıf mücadelesi içinde onlarca yapı ve kişinin, devrimcilikten reformize
savrulmasına tanıklık etmiştir. Küçük-burjuva devrimciliğinin, küçük-burjuva
refomizmine evrilmesi süreci söz konusu
sosyal sınıfın tarihsel refleksi olarak değerlendirilmelidir. Bu sosyal sınıf
üzerinden yükselen yasalcı yapıların ve önderlerinin misyonu, proletarya
hareketini zayıflatmak ve öncüsünü tasfiye etmektir. EMEP'in yöneticilerinin
bugün soyunduğu rol de budur. Proletaryayı küçük-burjuva reformizminin sıradan
bir eklentisi durumuna düşürmeye çalışmaktadırlar.
EMEP, küçük-burjuva devrimciliğinin
karşı-devrimin basıncı altında küçük-burjuva refomizmine evrilmesinin bir
ürünüdür. Devrimci niteliğini yitiren küçük-burjuva halkçı çizgi, bugün
"demokratik devlet"de en özlü ifadesini bulan düzen içi bir
platforma dönüştü.
1980'de yapılan kuruluş kongresi,
TDKP'nin gelişmesinin doruğuydu. TDKP şahsında küçük-burjuva devrimciliğinin, Marksizm’in
eksikli kavranışının beraberinde getirdiği teorik darlıkla aslında ulaşabileceği en son sınıra ulaşmış ve
tıkanmıştı. Tıkanıklık ve çözümsüzlük 12 Eylül karşı-devrimin azgın
saldırılarıyla birleşti. 1981’de Devrimin Sesi’nde ortaya konulan perspektif, küçük burjuvazinin
TDKP-MK aracılığıyla "Türkiye'de hala gerekli olan burjuva demokrasisidir.
Burjuvazili ya da burjuvazisiz, ama burjuva karakteriyle bir demokrasiye
ülkemiz mutlaka ulaşacaktır." Tespitindeki
“Yeni Bir Arayış”la "milli sanayi burjuvazisi "ni ittifaka
çağıran, EMEP'in bugünkü platformunu
yaratanların sesi.
'80'li yılların ilk yarısı azgın bir
karşı-devrim ve ağır bir yenilgi dönemi oldu. Tüm devrimci örgütler bu dönemde
tam bir çürüme, yozlaşma, mültecileşme ve tasfiye süreci içine girdiler.
TDKP-MK, 1981 yılındaki "Yeni Bir
Arayış mı?" çıkışına anlam kazandırmak üzere, DSP'yle "İlkeli bir
ittifak yapmak için" kollan sıvıyordu. "DSP Broşürü" olarak
bilinen ve MK tarafından onaylanan yazı DSP şahsında "mili devrimci
özellikler taşıyan bir akım" m doğduğu, bu akımla, "yöntem
farklılıklarına rağmen demokrasi hedefi" çerçevesinde "ilkeli bir
ittifak yapmak için" tüm çabanın harcanması gerektiğini söylüyordu.
Bu tespitler ve yapılmaya çalışılan şey
geçmişte üç dünyacı Perincek ve tayfası ile devrim adına birleşme çabasıydı. THKO'nun sağa kaydığı bu dönemde, TİİKP de devrimcilerin
birliği içinde değerlendirildi. Bugün içinde burjuvazi ile geniş bir ittifak
arayışında SHP, CHP veya DSP de olsa frketmmektedir.
“TİİKP'nin “Üç Dünya
Teorisi”ni bütünüyle hayata geçirmeye yönelmesi
sonucu THKO bu karşı-devrimci örgütle
görüşmeleri kesti. Ancak henüz işin esasını “Üc Dünya Teorisinin
oluşturduğu kavranamıyordu” Bu dönemde
Çin’den başkasını gözü görmediği için hala uluslar arası komünist hareketi
keşfedemeyen TDKP-MK’sının ufku dar olduğundan “ ‘Üc Dünya Teorisi’ uluslararası komünist hareketin gene!
çizgisi anlayışıyla hala proleter
devrimcilerin birliğinin temellerinden
biri olarak görülüyordu.”[282]
“Üçüncü dönem, diğer
iki grupla yoğun görüşmelerin ve eylem birliklerinin sürdürüldüğü,
ancak hala “Üç Dünya Teorisi”nin bir temel
olarak alındığı ve Örgütümüzün bu gruplara karşı açık ve sonuç alıcı bir
ideolojik hesaplaşmayı sürdüremediği ve bu
yüzden de olayın kendiliğinden bir gelişim izlediği dönem oldu.”[283]
TDKP’nin kongresinde bile tam
oturtamadığı ideolojik çizginin yansımalarına bakıldığında; geçmişte ilkesiz
biçimde yapılmaya çalışılan grup birleşmeleri, üç dünya teorisi savunuculuğu ve
bunun getirdiği üç dünyacı eğilimleri devrimci göstermeye soyunmak ve birleşme
çabalarının gösterilmesi vb. tavırlar “DSP Broşürü” gelinen noktada bir arpa
boyu yol gidilmediğini ortaya koymaya yetmiştir.
Küçük burjuva dünya görüşünün
burjuvazinin kuyruğunda sürüklenmesinin en güzel örneklerinden biri olan
TDKP-MK’sının sınıfsal niteliğini belirlediği nokta işçi sınıfını burjuvazinin
yedeği yapmaya soyunmaktır. "Sınıf
bilinçli isçilerin, orta burjuvazinin de dahil olduğu halk kesimlerinin kısmi
de olsa, anti-emperyalist, anti-tekel taleplerini desteklemesi, program
hedefleri açısından orta burjuvazinin tarafsızlaştırılması, bağımsızlık
talebini tutarlılıkla savunma, ulusal ve halkçı ekonominin programını yapma
konusunda, işçi sınıfına olanak sağlar."[284]
İşçi sınıfına burjuvaziyi yedeklemek
çağıran özgürlük dünyası yazarı, parti şefinin daha sonra yapacağı kapitalizmi
ve bugünkü Türkiye burjuvazisini aklama çabasının öncülüğünü yapmaktadır.
Sınıf politikasından sıyrılarak
öncelikle halk kavramı üzerinden konuşmaya başlamak tipik küçük burjuva sınıf
tavrıdır. Burada söylenenler TDKP-MK’nın küçük burjuva reformist politik
kimliğini ortaya sermektedir. Artı-
değer kavramını yok sayarak sınıfın burjuvazi ile değil belli bir kesimle
çelişkisinin olduğunun iddiası,
burjuvaziye yedeklenerek devrim çağrısı yapma ve orta burjuvazinin tarafsızlaştırılması
(ortadan kaldırılması veya artı-değer sömürüsüne son verilmesi söz konusu dahi
edilmeden) hedeflenmektedir. orta
burjuvazinin gelişmesinin önündeki engelleri temizleyecek ve
tarafsızlaştırılacak. Zira Küçük burjuvazi iktidarı kendisi için istemektedir.
CHP ile ittifak politikası
TDKP’yi EMEP üzerinden düzene bağlayan yeni bir köprü olacaktır. CHP ile
ittifakın yolunu açmaya, bunun için "ulusal sanayi" adı altında orta
burjuvazi yaratmak ve bunu emperyalizme kafa tutmasını dilemek ancak küçük
burjuvazinin sınıfsal dünyasının bir ürünüdür. Bu açıdan bakıldığında EMEP
yöneticilerinin tuttuğu konum ve izlediği genel çizgi çerçevesinde, CHP ile
ittifak arayışında tutarlıdır. Tutarsızlık, gibi görünen açıkça ve yüreklice
yapmamakla eleştirilen EMEP’li yöneticiler ait oldukları küçük burjuva sınıfın
niteliğine uygun davranmışlardır.
DSP’yi ve CHP’yi içindeki burjuvalarca çekici gören
EMEP düzene yamanmak ve protokolde yer bulmakta gecikmiyor. EMEP Genel Başkanı,
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı nedeniyle 22 Nisan tarihli basın
toplantısından bir gün sonra SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın’ la birlikte
TBMM’de yapılan törene de katılarak protokolde istediği yeri de almış oldu.
Levent Tüzel’ in basın toplantısı EMEP’in yaklaşımını ortaya koyuyor.
“84 yıl önce ülkeyi işgal eden
emperyalist güçlere karşı halkın gerçek iradesini TBMM’nin temsil ettiğinin
ilan edildiğini, halkın esareti değil, bağımsızlığı tercih ederek,
işbirlikçilerin karşısına çıktığını” belirterek. Tüzel kendince,
“Anti-emperyalist bağımsızlık mücadelesinin örgütleyicilerinin oluşturduğu
Meclis’in bugünkü çoğunluğu, ülkenin geleceğini yayılmacı AB, Büyük Ortadoğu
gibi projelerde” aramaktaymış. Burjuvaziye akıl hocalığı yapmak için bütün
çabasını ortaya koyarak ne yapılması gerektiğini de anlatıyor.[285]
“’Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ unutulmuş. “Bugün üzerinde o kadar laf edilip bir o
kadar kirletilen ‘egemenlik kayıtsız şartsız halkındır’ düşüncesi kafalardan
silinmeyecek”miş. “Halkımız ABD
ve her türlü emperyalist mihrakın dayatmaları karşısında bağımsızlık, barış ve
kardeşlik ülküsüne sahiptir. Bunun kararı 84 yıl önce verilmiş”miş ve “hiçbir güç bunu engellemeyecek”miş.[286]
Levent Tüzel’in, Kurtuluş Savaşına
övgülerinden anlıyoruz ki, 23 Nisan 1920’de kurulan TBMM “halkın gerçek
iradesini” temsil etmiş, aynı zamanda emperyalizme karşı bağımsızlık
mücadelesini örgütlemiş ve yürütmüş. TBMM’nin 1920’li yıllarda emperyalizme
karşı mücadelesini yere göğe sığdıramayan Levent başkana göre aynı meclisin
bugünkü çoğunluğu, (tümü söz konusu edilemez zira içerisinde DSP ve CHP
şahsında “orta burjuvazı gibi ittifakları var) ülkenin geleceğini yayılmacı AB,
Büyük Ortadoğu gibi projelerde aramaktaymış.
EMEP uleması, varlıklarını bağladıkları burjuva sınıfların
kendilerinden yüz çevireceğine ve bunun düşledikleri “dünyanın” kapsamının
daralacağına neden olacağına inanıyorlar.
İşte sorunun düğüm noktası budur. Burjuvaziye
hizmet etmenin sınıf mücadelesiyle perdelenmeye çalışılmasının, oportünizmle iç
içe geçtiği yer burasıdır. Bu adamlar, burjuvazinin kendilerinden yüz
çevireceği ve böylece de içinde yer alacakları sistemin kapsamının daralacağı
gerekçesiyle, herkessi ve her şeyi feda etmeye hazırlar. Gerçekten, burada, bir
tüm olarak katıksız ve tutarlı bir biçimiyle, burjuvaziye hizmet ile karşı
karşıyayız: “devrim bir burjuva devrim olduğuna göre, burjuva darkafalılığının
önünde eğilmeli ve ona yol açmalıyız.”[287]
Böylelikle, burjuvazi, devrime yüz çevirmesin diye, demokrasi olsun diye,
proletaryayı, tümüyle burjuvazinin vesayeti altına sokmaya çalışıyorlar.
EMEP ulemasına göre “İşçi
(orta-burjuvaziye) şunu diyecektir: sen ekonomik durumunu benim sırtımdan
değil, emperyalizme, işbirlikçi tekellere karşı mücadele ile düzeltebilirsin.
Ve ben bunun için de mücadele ediyorum ve bu mücadelenin de en tutarlı
savunucusuyum'."[288]
Böylelikle proletaryayı ılımlı ve uysal olmaya zorlamış olacaklar. Ne için
olacak bu? Burjuvazi yüz çevirmesin diye demokrasinin, proletaryanın
istemlerini kucaklayacak ölçüde gerçekleştirilmesi uğruna, demokrasi
platformundan, yüz çevirmesin diye… EMEP uleması, devrime ihanet ederek,
burjuvazinin rızasını satın alarak, burjuvaziyle pazarlık platformuna
geçmelerinin teorisini üretiyorlar.
1980’de bu tavır başka türlü dile getirilmişti.
Türk burjuvazisinin önderlik ettiği milli kurtuluş savaşının anti-emperyalist
yönünü abartan ve burjuvazinin bir kesimini devrimci görerek ittifak arayışına
düşen kafa yapısı 1960’lardan bu yana Türkiye sol hareketinde görülen ideolojik
bir hastalıkla malüldür. Emperyalizme karşı “ulusal güçlerin” mücadelesini esas
alan bu gerici milliyetçi tutum İP çetesi ve onun reisi Doğu Perinçek
tarafından programatik bir çerçevede savunuluyor. Zaten insan Levent başkanın,
acaba Doğu Perinçek’ in yerine mi talip?
Çıkarları emperyalistlerle uzlaşmayan
ulusal burjuvazi gibi bir toplumsal kategori bugünün dünyasında, ve bugünün
Türkiye’sinde söz konusu değildir. Dolayısıyla emperyalizm ve proleter
devrimler çağında bu ittifakın işçi sınıfı açısından hiçbir pratik değeri
yoktur. Levent Tüzel’in kemalistlerin 1920’lerdeki mücadelesini övmesinin
altında EMEP ulemasının, emperyalizme karşı mücadele programı diye işçi ve
emekçilere önerdiği şey, “ulusal burjuvaziden” medet ummaktır. EMEP, bugün
tümüyle düzen içi bir akım haline gelmenin sancılarını yaşamaktadır. 3 Kasım ve
28 Mart seçimlerinde, SHP’yle girilen seçim ittifakı ve gelecekte CHP ile
muhtemel bir ittifaka dönük beklentiler bunun ifadesidir. TBMM’ye yapılan
ziyaretlerin ve 1920 TBMM’sine düzülen methiyelerin EMEP açısından hem bir
ideolojik mantığı, hem de düzene kendini beğendirme anlamında politik anlamı
bulunmaktadır.
EMEP programı
EMEP programına bakmak dün ve bugun
karşılaştırması yapmak açısından oldukça önemli. Zira EMEP’i kurmak bugun için
karar verilip atılmış bir adım değil dün ile güçlü bağlantıları olan bir
adımdır. Geçmişte hazırlanan program ile bu program arasındaki farkı
inceleyelim; "Emeğin Partisi'nin dünya görüşü(nün) bilimsel
sosyalizm" olduğunu iddia etmekte, "emperyalizm, tekelci kapitalizm
yarı-feodal kalıntıların tasfiye edilmesi" nin hedef olarak ortaya
koymakta ve bunun için de "demokratik bir halk iktidarının kurulmasını
zorunlu" görmektedir. Bu "demokratik halk iktidarı" ile ulusal
demokratik halk devrimi arasında ne gibi bir fark var belli değil.
"demokratik halk iktidarı" ile UDHD bir ve aynı öze tekabül ediyor.
Aslında pek de haksızlık etmeyelim
UDHD’de işçi sınıfı önderliğinde ibaresi devrimcilik adına vurgulanıyor. Oysa
“Demokratik Halk İktidarı”nda hangi sınıfın damgasını taşıyacağı konusunda bir
şey söylenmemektedir. Bu belirsizlik elbette bir rastlantı değildir.
Türkiye'nin Sosyo-Ekonomik Yapısı ve
Ulusal Demokratik Halk Devrimi" başlıklı temel metinde benzer şeyler şöyle
ifade edilmektedir: "Türkiye bugün demokratik devrim (Ulusal Demokratik
Halk Devrimi) aşamasındadır. Bu devrim emperyalizm ve feodalizm ile ezilen halk
kitleleri arasındaki temel çelişme (çelişmeler) üzerinde yükselmektedir." [289] TDKP
programında bakıldığında görülebileceği gibi, burada sosyo-ekonomik yapıya
ilişkin tanım ve' tespitler ile devrimin karakterine ve sorunlarına ilişkin
tanım ve tespitler arasında organik bir bütünlük vardır. Aynı şey EMEP
programı içinde de söz konusudur. Bir
ekonomik sosyal tahlil yapılmamasına rağmen “Demokratik Halk İktidarı” ile
Kruşçevci “Halk devleti” kavramını yakalamış bulunuyorlar. UDHD programında
çeşitli sınıfların iktidarı ve küçük burjuvazinin ilelebed yaşatılması ile EMEP
programındaki kapitalizmin yaşatılması aynı özün korunduğunu gösterir.
Öncelikle "Emeğin Partisi'nin dünya
görüşü bilimsel sosyalizmdir" Özgürlük Dünyasında yayınlanan "Yasal
Çalışma ve Yasalcılık"[290]
başlığıyla yayınlanan makale
"proletaryanın merkezi örgüt"ünün dünya görüşü bilimsel
sosyalizmin olduğunu, böylesi bir dünya görüşüne sahip "tek örgüt"
olabileceğini"[291]
anlatıyor. "bu merkezi örgüt, proletaryanın devrimci komünist
partisidir" deniliyor.
Böyle bir partinin Türkiye’de
kurulmasının "Türkiye'deyse, bugün, …siyasal özgürlük ve demokrasinin
proleter yoldan kazanılması" başarılmadan, "Türkiye'de aynı tür bir
örgüt öneren kişi ya da grup; …ne tür iddiada bulunursa bulunsun aşağılık bir
liberal, işçi sınıfı içine salınmış burjuva uşağı bir dağıtıcı ve tasfiyeci
olarak eleştirilmeye hak kazanır."[292]
deniliyor.
EMEP’in yasal bir parti olduğu dikkate
alındığında ve “"Emeğin Partisi'nin dünya görüşü bilimsel sosyalizm”
olduğuna, yasal olarak Türkiye’de kurulduğuna göre ne derlerse desinler EMEP
uleması “burjuva uşağı bir dağıtıcı ve tasfiyeci olarak eleştirilmeye hak
kazanır. Bu tutum dün: ”Mao-Zedung’un kızıl yolunu terk etmek, Kruşçev’in kara
yüzlü dönekliğini benimsemek demektir.”[293]
diyerek yüksek perdeden teori üretenler: en azından Mao’nun devrimciliğini dahi
terk eden “kara yüzlü dönek” olarak tarih sayfalarında yerlerini aldılar. Zira
bunun 1980 sonrasında aynı biçimde kendilerini “burjuva uşağı “ olarak değerlendirmelerinde
yanılmaları söz konusu değildir.
Bugünkü EMEP uleması yasal partiye karşı
tavırlarını Özgürlük Dünyasında ortaya koyarken söyledikleri: "amaçları ve
çalışmalarının reformcu, liberalizmden ödünç alınmış, sınıf içinde liberal bir
işçi siyaseti izlemeye dayanan, mevcut sistem yanlısı, ama katiyen onu
devirmeyi aklına bile getirmeyen küçük-burjuva ideolojik ve siyasal içeriğin
yön verdiği ve denk düştüğü örgütsel çizgi yasalcılık ve tasfiyecilik; örgüt
türü ise yasal bir örgüt"ten ibarettir…”[294]
”…ideoloji ve siyasette kendini yasalarla sınırlayıp yasalara uygun olarak
düzenleyen, her bir adımda, sınıfın eylemi ve alttan gelen toplumun dönüştürücü
gücü yerine anayasa ve onun nasılı ne içini peşine düşen" [295]
anayasalcı bir partidir. “Türkiye
koşullarında yasal bir parti, "kesinlikle devrimci olamaz ve ne tür
iddialarda bulunursa bulunsun devrimci bir çalışma yürütemez."[296]
Yasal partiye geçişin hemen öncesinde
bu tavır açıktır ki, devrimci bilinci ve duyarlılığı olan tabanı körleştirmek,
devrimci konumun, gerektirdiği örgütün korunacağına inandırmak amacını taşıdığı
açıktır. Devrimci bir politika yerine, zayıf ve cılız küçük-burjuva
oportünizmi, parlamento diplomasisini ve parlamenter kombinezonları kollayan
siyaset esnaflığı, görünüşü kurtarmak için, “devrimci” kararlar ve sloganlar
kabul ediliyordu, ama bunlar, büro çekmecelerinde saklanmak içindi.”[297]
Proletaryanın
komünist örgütlenmesi, kendi üzerine düşen görevleri başka bir organizasyona
havale ediliyorsa, bağımsız siyasal çalışma ve bunun gerektirdiği örgütlenme
yerine tüm dikkatler ve örgüt enerjisi legal bir kitle partisine yöneltilmişse
ortada bir tercih var demektir. Temel olan örgütlenme biçimi yasala feda
ediliyorsa, yapılan, kelimenin gerçek anlamıyla tasfiyeciliktir.
Bugünkü EMEP ulemasının niyeti ve gerçeği
konusunda daha dolaysız bir sonuca ulaşabilmek için, aynı makaleden son bir
bölüm daha aktarmak istiyoruz:
"İyi niyetle kurulacak yasalcılık
hayallerineyse, siyasal özgürlüğün geçerli olmadığı Türkiye'de yer yoktur. ...
Mücadelenin koşullarını ve akışını belirleyen, son derece katı
toplumsal-siyasal gerçeklerdir. Siyasal özgürlük koparılıp alınmamış ve
kazanılması devrimin hedefi olarak belirlenmişse -ki Türkiye'deki durum budur-,
yasalcılığın tek bir anlamı vardır: Devrimci örgütü tasfiye etmek ve faşist
diktatörlüğün sınırlamalarına boyun eğerek onun izin verdiği türden
faaliyetlerde bulunmak üzere yine izin verdiği türden örgütlenmek. Partinin
program ve taktiklerinden, devrimci geleneklerinden vazgeçmek. (…)demokrasi
için savaşmaktan vazgeçmek, en çok onu genişletme ve bunun için anayasal
düzenlemeler platformuna sürüklenmek! Ama bu durumda devrimcilik iddiasında
bulunma sahtekarlığı yapılmamalıdır."[298]
EMEP'in kuruluşundan hemen önce yer
almış bu makale, bugünkü EMEP gerçeği içinde ne anlama geldiğini
değerlendirmek EMEP ulemasını hiç ilgilendirmemektedir. Bu ölçüt gerçekte, çok değişik biçimlerde
süren sınıf savaşımını her alanda doğru tahlil edebilmenin de koşulunu sağlar.
Böyle bir savaşı örgütleme görevi ile karşı karşıya olan politik organizasyonun
yapılanması ihtiyaçlar tarafından belirlenir. Amaca hizmet etmek üzere varlık
gösteren ve ihtiyaca göre biçimlenen örgütsel yapı; araç-amaç ilişkisinin
içerdiği diyalektik ile doğrudan ilintilidir.
"Biz, sınıfların ortadan
kaldırılmasını istiyoruz. Buna erişmek için araç nedir?" diyen Engels,
Devrim, politikanın en yüksek edimidir ve devrim isteyen herkes, aracını da
istemek zorundadır." diye ekliyor. Doğaldır ki devrimin olmazsa olmaz
aracı, politik organizasyondur. "İşçi partisi (...) kendine özgü hedefi,
kendine özgü politikası bulunan bağımsız bir parti olarak oluşmalıdır." [299]
Yukarda söylenenler ışığında EMEP
ulemasının hazırladığı programın ne olduğunu göstermeye çalışmak, anlamsız bir
uğraşı olacaktır. Onlar kendilerinin ne olduğunu 1980 öncesi de sonrası da iyi
bilmektedirler.
Özgürlük dünyasında eleştirilen
anayasalcı bir parti; emperyalist zinciri kırarak "Emperyalistlerin ve işbirlikçilerin
elinde bulunan tüm işletmeler ulusallaştırılarak işçi denetimine ve halkın
yönetimine verilecektir". Gibi bir programa sahip olmasının anlamı
kalmamaktadır. Bu iddialar, yığınları aldatmaya yönelik bir aldatmacadan başka
bir şey değildir. Söylenenlerin gerçekleştirilmesi emperyalist tekelci
burjuvazinin sınıf egemenliğine son vermeyi gerektirir. Bu ise düzenin
partilerin işi olamaz. "Bir savaşın karakteri (bir gerici savaş mı, yoksa
bir devrimci savaş mı olduğu) saldırganın kim olduğuna ve kimin ülkesinde
'düşmanın' bulunduğuna değil, hangi sınıfın savaş yaptığına, bu savaşla hangi
politikanın sürdürüldüğüne bağlıdır." [300]
Dikkati mevcut sınıf egemenliği, sınıf
iktidarı ve bunların köklü bir devrimle alaşağı edilmesinden toplumsal devrimle
var olan sitemin yıkılmasından uzaklaştırmak gereklidir. Zira anayasal demokrasi gibi propagandalarla,
anayasal hayaller yaymak, sisteme sığınmış yaşamalarını bir süre daha
uzatabilir
EMEP uleması son "demokratik
devlet" açılımının Kürt sorununa uygulanması ve bunun gerekçelendirilmesi
ile görevini üstlenmişlerdir. Günlük gazetede yer alan "Demokratik Türkiye
İçin Kürt ve Türk’lerin Tam Hak Eşitliği" başlıklı makalede bu doğrultuda
ilk adımları atlı. Türk devletine "Kürt emekçilerine karsı sürdürülen
bugünkü politikanın terk edilmesi" çağrısı yapılırken : "Halkın
huzuru ve demokratik bir Türkiye için devletin Kürt politikası değişmeli,
ulusların ve dillerin tam hak eşitliği Anayasal garantiye bağlanmalıdır."[301] çözüm
önerileri Öcalan’ın söylemini
tekrarlamak olmuştur.
Devleti "politikasını değiştirme
"ye davet etmek kendi içinde bu
devletin varlığını ve sürekliliğini veri almak ve onun "demokratikleşmesi"ni kabul etmek
demektir. . Yani burada bir
"Demokratik Anayasa!" “Demokratik “Cumhuriyet” istiyoruz. Kürt
halkı "Anayasal güvence"ye
alınmış bazı sözde ulusal haklar! Yani bir kez daha Kürt ve Türk küçük
burjuvazisinin ve sihirli çözümü:
"Siyasal çözüm" ve bunu sağlayacak olan "demokratik
anayasa"
Ulaşılan son nokta
Kısacası, bütün o süslü ve keskin
söylemin arkasında, EMEP programından, "tekel dışı burjuvazi"nin iktisadi
ve siyasal çıkarlarının formülasyonu çıkıyor. Bu platform 1970'ler TKP'sinin
programının bir santim ilerisinde değildir.
EMEP uleması, 12 Eylül'ü izleyen
günlerde, bize gerekli olan "burjuvazili ya da burjuvazisiz, bir burjuva
demokrasisi" demişler ve "Avrupa tipi bir burjuva demokrasisi"
ülkemizde mutlaka kurulacak diye de eklemişlerdi. 12 Eylül'ün hemen ardından
girilen bu yönelimler zamanla derinleşip iç bütünlük kazanarak bugünkü EMEP'İ
üretmiştir.
Politik iktidarın
burjuvazinin elinde bulunduğu koşullarda, burjuva demokratik istemlere dayalı
bir asgari programı devrim ve iktidar programı, işçi sınıfının burjuvazinin
yedeğine alınmasını sağlamak ve sosyalizm söylemleri ardına gizlenmiş bir
kapitalizm savunusudur. Devrimin karakterini
belirleyen, devlet iktidarının hangi sınıfın elinde olduğudur. EMEP, proletaryayı
burjuva iktidarına parlamentoya girmek adına hapsedebilmek için,.Türkiye'nin
Anti emperyalist demokratik platformla programını sınırlamaktadır. Emperyalizmi
kapitalizmden ayıran kapitalist sınıftan söz etmeyen bir anti-emperyalizm ve
bağımsızlık anlayışının varacağı yer, kapitalist temellere ve burjuvazinin
sınıf egemenliğine dayalı bir "siyasal bağımsızlık" çizgisidir.
Anti-emperyalizmi salt "demokrasi" ve "uluslaşma" sorununa
indirgemek, MDD hareketinin savunduğu çizgiye yeniden dönüş demektir.
EMEP gerçekte yeni bir şey yapmıyor.
" TDKP programını geri ve eksikli ne kadar yanı varsa yeniden elden
geçiriyor içindeki devrimci niteliklerini ayıklayıp arındırıyor ve ortaya
demokratik halk iktidarından "Avrupa tipi bir burjuva demokrasisi"
yaratıyor. Tüm devrimci yönelimler silinirken ve nihayet aynı dönemde, Kırk
yıllık faşist Demirel’in “herkese iş, herkese aş” sloganı EMEP elinde bugünkü
"İş-ekmek-özgürlük" sloganıyla da programlaştı. EMEP, kendini
önceleyen bütün ideolojik-politik değişimin somutlaşmış örgütsel ifadesidir.
Küçük-burjuva sınıfsal karaktere sahip devrimci çizgisiyle TDKP’nin programı
ile burjuva liberal EMEP programı arasındaki uyum ve tutarlılık böyle
açıklanabilir.
Bugünün reformizminin dünün TDKP Programındaki kökleri
EMEP yapılanmasının temeli daha önceki
programında somutlanan sınıfsal yapılanmasının doğal sonucudur. Örgütün
devrimci duruşu ve Marksizme yönelmesi örgüt içindeki küçük burjuva unsurların
yönetimi ele geçirmesine ve kendi sınıfsal duruşuna göre yönlendirmesinin
önünde engel değildi. İçinden çıktığı dönem ve kökeni ele alındığında bu sonuç
olası bir durumdur. Devrimci bir yapılanmanın savrulmasını sağlamak kısa vadeli
değil uzun vadeli bir çalışmayı gerektiriyor. Örgüt içindeki küçük burjuvaların
sınıfsal karakterleri gereği istikrarsızlıkları ve zor karşısında geri adım
atıp uzlaşma tavırları 12 eylül darbesinin zoruyla açığa çıktı. Bu tasfiyecilik
kişilerin öznel kötülükleri üzerine kurulamaz ve kurulmamalıdır bu bir sınıfsal
bir duruş ifadesidir. Bu sınıfsal ifade THKO’dan başlayıp TDKP’ ile noktalanan
süreçteki küçük burjuva dünya görüşünün partiye program olarak sindirilmesidir.
THKO’nun, MDD hareketinden devrimci kopuşu, onun dünyayı kavrayışındaki küçük burjuva
uzlaşmacı teorik izlerinin reddi üzerinden olmadığı gibi bu etkileri TDKP’ye
kadar taşımış ve içselleştirmiştir. Bu içkinlik içte Yön ve MDD, dışta Mao
Zedung Düşüncesi beslenmekte, aynı küçük-burjuva teorik yanılgıların damgasını
taşımaktadır yönetici kadro tarafından teorik olarak tartışılmamış ve metafizik
idealist yöntem ve anlayış ile Marksizm-Leninizm buna dayanak yapılmaya
çalışılmıştır. TDKP Programı, proletaryanın sosyalist sınıf programının
küçük-burjuvazinin demokrasi özlemine dayanan bir revizyonudur.
TDKP'nin '80 öncesine ait tüm temel
teorik metinleri, köklü bir demokratik devrim olmadıkça yarı-sömürge ülkelerde
feodalizmin tasfiye edilemeyeceği, tam tersine, feodal ilişkilerin kırsal
ilişkileri belirleyen temel ilişkiler olarak yaşamayı sürdüreceği vb.
düşünceleri işlemekteydi.
TDKP programına genel olarak bir göz
atıldığında; "Sonuç olarak
yarı-sömürge, yan-feodal ülkemizde meta üretimi temeli üzerinde genel olarak
kapitalizm egemen bir duruma geldi.”[302]
Kapitalizmin egemenliğinin tanımlanması ile birlikte proletaryanın
nihai hedeflerini (abç) tanımlayan kısmında toplumun hala burjuva devrim
stratejik aşamasında bulunduğu tespiti yapılır nihai hedef ve demokratik devrim
birbiriyle çelişen iki durumdur. Emperyalizm ve feodalizmi tasfiye göreviyle
karşı karşıya olduğu söyleniyor ve bu nihai hedef olarak işçi sınıfına
sunuluyor. Bir yandan kesintisiz devrim savunusu diğer yandan nihai hedefi
demokrasi ile küçültmek ve ittifakları buna göre tanımlamak. Küçük burjuva işçi
devrimi anlayışı darlığının bir ifadesi bu ifade EMEP programında da en geniş
kesimle ittifaka yönelmekle ortaya çıkıyor.
Demokratik devrim anlayışı ile sınırlı
dünyalarında devrimin itici güçleri olarak işçi sınıfı, köylülük ve
küçük-burjuvazi sayıldıktan sonra, milli burjuvazi konusunda: "Bu aşamada ulusal burjuvazi tarafsızlaştırılacak ve devrime katıldığı oranda onunla ittifak yapılacaktır."[303] İçinde bulunulan devrim aşamasının aynı sınıf
güçleri, dolayısıyla ulusal "ulusal burjuvazi"ye biçilen rol ve
ilericilik tarihsel olarak YÖN ve MDD çizgisinin aşılamadığının bir ifadesidir.
En geniş cephenin kurulmasının gerekçesi “demokratik devrimin burjuva karakteri ve "özünde
köylülüğün toprak devrimi olması "ulusal sanayi kapitalizminin esas olarak
gelişmediği" , "feodalizmin
tasfiye edilmedi" ği vb. koşullarda
ulusal burjuvazi belirli bir Ölçüde ilerici bir rol oynar"[304]
sonucuna varılıyor.
Emperyalizm ve feodalizmin tasfiyesi söz
konusu edildiği için, proletaryanın temel bağlaşığı olan "köylülük"
ten tüm köylülük kastedilmektedir:
"... Türkiye Devrimci Komünist
Partisi, proletaryanın önderlisinde köylülüğü Örgütlemek ve onun anti-emperyalist anti-feodal potansiyelinden sonuna kadar
yararlanmak amacıyla, yoksul köylülerin ağırlıkta olduğu, tüm köylülüğü bağrında toplayan Köylü
Birliklerinin kurulmasına özel bir önem verir. "[305] Demokratik devrim içinde; feodalizme
ve emperyalizme karşı tüm köylülük kavramı zorunlu olarak zengin köylülüğü de
kapsar. Demokrasi için herkesle birlik yapma ilkesizliği ve esnekliği bir sınıf
tavrıdır.
Bütün köylülüğün kapsanması, burjuvazinin
bir kesiminin ittifakın içine alınması küçük burjuvazi için hedeflenen
demokrasi özlemidir. Bu program satırları Bugünkü EMEP’in burjuvazili ya da
burjuvazisiz demokrasi oluşturma demogojisine de yer kalmadan açığa çıkan ve
düzen sınırları içerisinde burjuvazili demokrasi hedefinin önceki görüntüsüdür.
"Ülkemizde emperyalizm ve
feodalizmle uzlaşmaz çelişmesi olan bir milli kapitalizm de vardır, ama bu
kapitalizm, emperyalizm ve feodalizmin baskısı altında gelişememiş ve güdük
kalmıştır. Bu yüzden de yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülkede hakim bir nitelik
kazanamaz. Bizde emperyalizm, komprador kapitalizm, buna bağlı tefeci-ticaret
burjuvazisi ve feodal kalıntılar; hepsi 'eski'nin temsilcileridir. 'Yeniyi ancak
bunlara karşı olanlar temsil eder. "Eski'nin temsilcileri içinde bir dönem
feodalizm bir dönem komprador kapitalizm hakim olmuş olabilir."[306] Dünkü
Programında, "milli kapitalizm",
"eski", ve "yeni" kavramlarının ardında
emperyalizmin ve "komprador kapitalizm'in
karşısına çıkartılıyor. Sonuç: Tekelci kapitalizme küçük ve orta burjuvazinin
mevzilerinden karşı çıkmak ve kendini proletaryaya ve sosyalizme götürecek en
ufak bir köprüye bile sahip olmamak. Bu durum sadece TDKP için değil aynı
dönemde birbirlerini bu durumu kavramamakla eleştiren tüm hareketlerde aynı
biçimde kendisini gösteriyordu. Örneğin TKP/ML
Hareketinin görüşleri de şöyledir: "... bugün Türkiye'nin (esas
olarak komprador nitelikte olan bir kapitalizmin hakim olduğu) kapitalist bir
ülke olduğunu.[307] '
"Ekonomik yapıyı niteleyen, hakim durumda bulunan, ekonominin kapitalist
temelde Örgütlenmiş kesimi, en başta da bu kesimi, kontrol eden komprador
kapitalizmidir."[308]
"Bugün ülkemizde komprador
kapitalizmi hakimdir. Komprador kapitalizmin adım adım gelişimi hakimiyet
aşamasına varmıştır... Biz, ülkemizde, kapitalizmin hakimiyetinden söz ederken
bunu kastediyoruz."[309]
Ülkenin sosyo ekonomik tahlilinin yapılmasında görülen Mao etkisi ve marksizmin
küçük burjuva kavranışı…
EMEP’in "Avrupa tipi bir burjuva
demokrasisi" düşü TDKP’nin programında “Bu yüzden komprador kapitalizminin
kaldırılması İle, Üretici güçlerin milli kapitalizm tarafından
geliştirilmesinin şartları yaratılacaktır."[310]
anlatılan dünyaya bakış açısı ile aynıdır. Tek farkla her şeye rağmen TDKP
devrimcidir.
"Bu
nedenle de halk yığınlarının başına geçerek demokratik devrimi tamamlamak ve milli
(rekabetçi) kapitalizmin gelişmesini
sağlayacak şartları yaratmak görevinin İşçi sınıfına düşmesi."[311]
gibi demokrasi adına burjuvaziye yedeklemek. TDKP’ni savunduğu "milli kapitalizm" geliştirilebileceği kadar
geliştirilmeli ve üretici güçler sosyalizme
hazır hale gelinceye dek beklenmeli, acele edilmemelidir. İşte, "komprador kapitalizm"e
karşı "milli kapitalizme sıkı sıkıya
sarılmalarının ve sözde "ekonomik çözümlemelerinin bütün amacı budur. EMEP’in kafasındaki "Artık
işçi partisinin politik platformu (asgari hedef-asgari program), sosyalist
değil, anti-emperyalist demokratik bir platformdur. Çünkü Türkiye, emperyalist
boyunduruk altında bulunan, uluslaşma ve demokratikleşme surecini henüz
tamamlamamış olan bir ülkedir. Kurtuluşunu sosyalizmde bulan işçi sınıfı,
ulusal özgürlük ve demokratikleşme sürecinin önündeki engeller kaldırılmadan
sosyalizme geçemeyeceğini bilen bir sınıftır."[312] İki
düşünce arasında programatik olarak bir fark yoktur.
1980 sonrası darbe ve etkilerini atılmaya
çalışılması sürecinde bütün özeleştiri süreçlerinde yaşanan küçük burjuva ruh
hali kendisini devam ettiriyordu. Ulemalar hala ulemaydı ve kimse onların
elinden bunu alamıyordu alamayacaktı. Zira zorun karşısında teslimiyet dönemi
başlamıştı.
1987 ile birlikte, TDKP, sosyo-ekonomik
yapıya ilişkin bu görüşlerini hiçbir eleştiri ve özeleştirisini yapmadan
tümüyle terketti. Artık komprador kapitalizm, yarı-feodal Türkiye, demokratik
devrimin özünü ve temelini oluşturan köylü-toprak devrimi vb. türden temel
düşünceler savunulmamaktaydı ama demokratik devrim tezini savunmayı
sürdürüyordu. "Ülkemizin içinde bulunduğu devrim aşamasında proletarya,
emperyalizmi, onun uzantısı komprador kapitalizmi ve feodalizmi işçi-köylü
ittifakı temelinde, şehir küçük-burjuvazisi ile birlikte tasfiye edecektir. Bu
aşamada ulusal burjuvazi tarafsızlaştınlacak ve devrime katıldığı oranda onunla
ittifak yapılacaktır."[313]
söylemleri küçük burjuva ulemanın demokratik devrim kavrayışı MDD tarzına
uygunluğunun sürdürülmesidir.
Küçük burjuvazinin savunacağı devrim
karakteri ve ittifakı olacak sınıflar bellidir; bunu tanımlarken “dün”
söyledikleri "Esas olarak orta
burjuvazinin oluşturduğu ulusal burjuvaziye gelince, o, sermaye sahibi
kapitalist bir sınıf olmasına karşın, emperyalizmin (ve komprador kapitalizmin)
ve feodalizmin baskısı altında olması ve sermaye birikiminin bu yapı tarafından
engellenmesi dolayısıyla iç ve dış gericilikle çelişen ve demokratik devrimden
objektif olarak çıkarı bulunan bir tabakadır."[314] Tüm
bunlar orta burjuvaziye kuyrukçuluğun bizzat TDKP programındaki teorik
temelleridir. Devrimin Sesi'nin 12 Eylül'ü izleyen günlerde yayınladığı
"Yeni Bir Arayış mı?" başlıklı makalenin içeriğinde, "Burjuva
demokrasisinde, isterse halk demokrasisi biçiminde olsun belirli bir sınırın
ötesinde uyum mümkün değildir. Ve bu sınır 'Arayışın’ uzlaşmasını özlediği
burjuvazi-proletarya çelişmesinin başladığı yerden geçer. Uyum ortak düşmanlara,
emperyalizme, komprador kapitalizme ve feodalizme karşı ortak çıkarlar çerçevesinde
sağlanabilir ve sağlanmalıdır. Onun ötesinde 'çok seslilik' burjuva
demokrasisinde kaçınılmazdır. (...)Uzlaşma da, demokrasi mücadelesinde işçiler,
köylüler, esnaf, küçük ve orta tüccar ve sanayiciler arasında anti-emperyalist,
anti-feodal bir uzlaşma olarak kabul edilebilir, edilmelidir."[315]
Küçük burjuva dünya kavrayışının bir
örneğini sergileyen ulema takımı, hem kapitalizmin ve kapitalist sınıfın
toplum üzerindeki egemenliğinin kabul ediyor ama burjuvazinin bir kesimini buna
karşı mücadeleye davet ediyor. Kendisinin emperyalizm karşısındaki
ezilmişliğinin emperyalizme yönelterek diğer burjuvalardan yardım istemektedir.
Uyum ve işbirliği arayışları sınıf işbirlikçisi bir liberal çizginin ifadesinden
başka bir şey değildir. TDKP programında kavranamayan demokratik devrim ve
iktidar sorununun, programda yansıyan biçimi 12 Eylül sonrasında yansıması tam
bir sınıf işbirliği çizgisidir olarak kendisini ortaya koymaktadır.
TDKP programında söz edilen Lenin’in İki
taktiğinde söz ettiği "proletarya diktatörlüğünün özgül bir biçimi olarak
devrimci işçi-köylü iktidarı"nın "halk demokrasisi" olarak
kavranması ve böyle teorileştirilmesi, Aynı TDKP yöneticilerinin, 1981
Mart'ında "burjuvazili ya da burjuvazisiz bir burjuva demokrasisi",
"karakter itibarıyla Avrupa'daki gibi bir burjuva demokrasisi" gibi
formülasyonların geçmesi şaşılacak şey değildir. TDKP devrimciliğinin bağrında
duran TDKP yöneticilerinin bu değişimin arkasında, küçük-burjuvazinin devrimci
yükseliş dönemindeki coşku ve iyimserlikten karşı-devrim döneminde bezginlik ve
karamsarlığa hızlı geçişi vardır. '84 yılındaki DSP Broşürü ile bu
kuyrukçu-sınıf işbirlikçisi görüşleri derinleştirip yeni bir düzeye
çıkaranlar. EP-EMEP olarak "demokratik devlet" platformuna kaymayı
kolaylaştıran etkenler; TDKP'nin teorik
temelindeki ve programındaki küçük burjuva sınıfsal yaklaşımlardır. Küçük
burjuvazinin sınıf mücadelesindeki pratik tutumu ve ideolojik şekillenmesi bu
değişimi kolaylaştırmıştır. . Tekrar belirleyelim, TDKP programını ve çizgisini
genel yapısı EMEP'in bugünkü reformist-liberal platformuna temel noktalar
üzerinden kaynaklık eden yönleri oldukça fazladır.
Öncü parti, tasfiyecîlik ve
kuyrukçuluk
"Leninizm'in işçi sınıfı hareketiyle
birleşmesinin ifadesi olan proletaryanın devrimci hareketi, sosyalist hareket,
partileşmezlik edemez; sosyalist proleter hareket ya da proletaryanın devrimci
hareketi, proletaryanın partileşmiş hareketidir. İçeriği bakımından sosyalist
olan işçi hareketinin örgütü, devrimci komünist partisidir. Sosyal kurtuluş
için kapitalizme karşı savaşmaktan başka bir alternatifi olmayan proletarya,
böyle bir örgüte sahip değilse, hiçbir şeyi yok demektir."[316]
Özgürlük Dünyası devam ediyor:
"Proletaryanın devrimci partisini, gerekliliğini ve varlığını redetmek,
tasfiyeciliğin kaba türüdür. Doğrudan ve kestirme yoldan sosyalizmi, devrimi ve
bir bütün olarak işçi sınıfı davasını redetmek demektir." [317]
EMEP uleması tüm suçunu değişik
biçimlerde defalarca itiraf etmişlerdir. "Proletarya böyle bir örgüte
sahip değilse, ne devrim olanaklıdır ne de devrimin hazırlığı. ... Proletarya
böyle bir örgüte sahip değilse, toplumsal etkinliğin çeşitli alanlarında
kendisi için sınıf olamaz. Kurtuluşu için mutlak gerekli olan bağımsız sınıf
politikalarından ve bağımsız bir politik mücadele yürütme yeteneğinden yoksun
kalır. Örgütleri ve mücadelesi burjuvazinin yedeğine düşer. Kendiliğinden
eylemleriyle mevcut kapitalist düzenin sınırlan içine hapsolur; kölelik
koşullarını değiştirmeyi zorlayamaz."[318] EMEP
ulemasının atmaya hazırlandığı adımın liberal ve tasfiyeci özünü gizlemek için
söylenen herşey, bugün dönüp EMEP gerçeğine tutulan bir ayna işlevi
görmektedir.
EMEP uleması, girdikleri yolun
gizlenilmesi için öneleri ince ve gizli bir TDKP savunusu yapmaktaydılar. Çünkü
ilgili yazıda; "merkezi bir örgüt, proletaryanın devrimci komünist
partisi" olmadan "proletarya, toplumsal etkinliğin çeşitli
alanlarında, ancak, kendiliğinden gelme eylemleriyle kendisini tanımlayabilir.
Çeşitli alanlardaki eylemleriyle dağınık ve birleşmemiş bir sınıf olarak
burjuvazinin zayıf düşmanı olur." deniliyor,[319]
Oysa gelinen yerde geçmişle tüm
bağlarını kopararak kendilerini EMEP’İn "sınıfın partisi olma yoluna
girdiğini"[320],
"sosyalist hareketle işçi hareketinin yeni ve görülmemiş derecede kitlesel
bir birleşmesi"[321]
olduğunu savunacak kadar yerlerinin sağlamlaştırdıklarını ifade etmektedirler.
Artık yasal bir partinin işçi sınıfının öncü gücü olduğunu savunacak kadar
kendinden geçen EMEP uleması için onların öncülüğüne yine kendi sözleri ile
cevap verelim: "ne tür bir iddiada bulunursa bulunsun aşağılık bir
liberal, işçi sınıfı içine salınmış burjuva uşağı bir dağıtıcı ve tasfiyeci
olarak eleştirilmeye hak kazanmaktadır.
Güç
ve Politika yapmak üzerine
"Doğru devrimci çizgi belirlendikten sonra, herşeyi, doğru çizginin kaderini, zafer ve yenilgiyi, kadrolar
belirler."[322]
Marksizm-Leninizm’de kadro
sorunu, doğrudan örgütlenme sorunu olarak ele alınır ve proletarya partisinin
örgütlenmesi olarak somutlaşır. Kadroların devrim mücadelesindeki
belirleyiciliği, devrim mücadelesinin gereklerine uygun bir bilince ve bunun
somutluğu olarak belirli bir pratiğe sahip olmalarını gerektirir. Her devrim
mücadelesinde ve proletarya partisinde, kadronun belirleyiciliği, mücadelenin
gerektirdiği bilince, ustalığa, kararlılığa, sınıf mücadelesine bağlılığa ve
gönüllülüğe sahip kadrolarla hareket etmektir. Parti örgütü içinde bu kadroları
yaratmak özel bir öneme sahiptir. Belirli bir niteliğe sahip kadrolara sahip
olmak, proletarya partisinin temel görevi ve sorunu olarak belirginleşir.
Devrimci çizgiyi pratiğe uygulayacak yeterlilikte ve sayıda kadroların
yaratılması, her devrimci örgütün birincil sorunu olmaktadır.
Proletarya partisinin sınıfı
mücadeleye davet etmesindeki motor güç,
eyleyici olması ve pratiği göz önüne alındığında, örgütlenme sorunu olarak
ortaya çıkar. Böyle bir örgütlenmeyi sağlamak, yeterli sayıda kadroya sahip
olmak, Marksizm’le, sınıf ideolojisiyle donanmış öncü müfrezenin mücadeleyi
planlandığı doğrultuda sürdürme olanağını yaratır. Sınıf mücadelesinin,
iktidara kadar süren bir mücadele olması, kaçınılmaz olarak, bu süreçte
kadroların yitirilmesine neden olur. Sürekli olarak yeniden yaratılması ve eski
kadroların yerlerinin doldurulması, kadro sorununu sürekli kılar.
Buraya kadar söylediklerimiz,
her devrimcinin bildiği ve bilmek durumunda olduğu gerçeklerdir. Ancak, sorun
pratik olarak ele alındığında, karşılaşılan sorunların boyutları, hiç de
konunun bu denli içsel bir sorun olmadığını ortaya koyar.
“Politika, güç demektir;
Politika güçle yapılır”.
İşte bu söz, bizim gibi ülkelerde kadro sorunun en yakıcı yönünü ortaya koyan
ve sık tekrarlanan küçük-burjuva dünya görüşü ile çarpıtılmış bir tekerlemedir.
Zira devrim mücadelesinde kadroları görmezden gelerek belirleyici olarak
kitlelerin kendiliğinden rolünü abartarak onların öncünün yerine geçirmek.
Diğer yandan kadro sayısı ile güç belirlemektir. Hiç kimse “güç olmak için
politika yapmak” gerekliliğinden söz etmez.
Politika yapmak için güçten
çok, doğru ve pratik anlamda konjonktüre oturan, yalpalamayan ve her gün adına
diğer gün dediğini ret eden tespitler yerine doğru şeyler söylemek ve
kadroların sınıfı bu tespitler etrafında mücadeleye çağırması önemlidir.
“Politika anda yapılır,
konjonktüreldir” gibi genel geçer yanılgılar, sınıfın mücadele azmini ve onun
içinde onu mücadeleye kazanmaya çalışan kadrolara karşı güvensizliği doğurur.
Politika sadece ana ve dar güncel bir konjonktüre sıkıştırıldığında değişen ana
bağlı düşünce değişiklikleri istikrarsızlığı ve mücadelede parçalanmayı
doğurur.
Sınıfa güven vermeyen ve
sadece anı ve konjonktürdeki durumu kurtarmaya çalışan ve burada politika
yapmaya çalışan ancak küçük burjuva sosyalizmine saplanmış ve onun ufkundan
kurtulmayanlardır. Devrim karşısındaki tutumlar, her zaman sınıfsal konumlanmalara denk gelir.
Kapitalizm tarafından sürekli olarak yoksullaşan ve mülksüzleşen
küçük-burjuvazi, bu yanı ile proletaryaya yaklaşırken; diğer yandan karşısına
çıkacak fırsatlardan yararlanarak büyük burjuvalar arasına girmeyi umut eder.
Bu sınıfsal özelliği, küçük-burjuvaziyi sürekli olarak güçler dengesini
gözetmeye ve buna uygun olarak tavır belirlemeye yöneltmektedir. Böylece,
sözcüğün tam anlamıyla küçük-burjuva politik tutumu ortaya çıkar. Bu politik
tutum, güçler dengesi kimin lehineyse, ondan yana tutum belirlemek şeklindedir.
Bu tutumun dildeki yansıması, "politika, güç demektir" sözü ile ifade
edilirken. Teorik yansıması da politika anda yapılır ve konjonktüreldir
olmaktadır.*
Bu güç fetişizmi, aynı zamanda
egemen burjuvazinin politik faaliyetlerinin ve ideolojik saldırılarının yönünü
belirlemektedir. Eğer nicel güç belirleyici olacaksa, nüfus içinde çoğunluğu
işçilerin ve emekçilerin sağladığı günümüzde ne yazık ki işçi sınıfı politika
yapamıyor. Söz konusu olan güç zora dayalı bir güç ise bu "politik
güç", her zaman ve her an politika yapma erkini elinde bulundurur. Demek
ki politika yapmak için anlar beklemek gerekmez. Her an ve her konjonktürde
işçi sınıfı sosyalizm ve devrim için politikalar yapar ve savunur.
Küçük-burjuva aydın tutum güç ve politika ilişkisini fetişleştirerek Politika
yapmayı da güç olmaya endeksleyerek sürekli olarak aba altında sopa
göstererek gözdağı, vermekte ve
burjuvaziyi güçlü göstermeye çalışmakta ve bu yolla işçi sınıfı ve ezilenlerin
devrim mücadelesine katılmasını engellemeye uğraşmaktadır.
Küçük-burjuvazi, sınıf olarak,
küçük mülkiyeti ve küçük sermayeyi ifade eder. genellikle küçük-burjuva
sözcüğü, köylü, öğretmen, öğrenci, memur gibi toplumsal tabakaları tanımlamak
için kullanılmaktadır. Bu toplumsal tabakaların sergiledikleri sınıf
özellikleri, sadece küçük-burjuva sınıfla sınırlı özellikler olmadığı gibi bu
sınıfın gerçek ifadesi değildirler. Küçük-burjuvazi, kesinkes küçük mülkiyet ve
küçük sermaye ile nitelenir ve tüm sınıfsal özelliği bu küçük mülkiyeti ve
sermayesi tarafından belirlenmektedir.
Küçük-burjuvazinin politik
tutumu tarafından belirlenen "politika güçle yapılır" ifadesi,
doğrudan küçük-burjuvaziyi kazanmaya yönelik politikalarda kendi gerçekliğini
bulur. Bunun soldaki yansısı ise, belli bir güç olmak için belirli bir
niceliğe, "sayıya" sahip olmak ve bunun aracılığı ile politika yapmak
şeklinde olmaktadır.
Böylece de, devrimci faaliyetin sürdürülmesi,
niceliğe indirgenmektedir ve "güç" kavramının ölçütü nicelikte
aranmaktadır. Pratikte çalışan kadroların sürekli olarak duydukları söz,
"siz kaç kişisiniz?", "nerede varsınız?" türünden
olmaktadır. Devrimci mücadeleyle az çok tanışıklığı olan her kişinin, illegal
bir mücadele söz konusu olduğunda, bu soruların sorulamayacağını bilmelerine
karşın, soruyor olmaları ilginçtir. Son yıllarda, ülkedeki sol hareketin gücü
kadrolarının sayımı ile belirlenmektedir.
Güç-nicelik ilişkisi, bir kadro veya
üye sayısı üzerine oturtulamaz. Nicellik eşittir güç diye düşünenlerin
kavrayamadıkları öncü ve kadrolar kavramıdır. Bin aptal bir güç oluşturamazken
on akıllı bin aptalı istediği alana sürükleyebilir. Nicelik öncünün denetiminde
ve onun yol göstericiliğinde, pratik
faaliyetlerde bir etkinlik demektir. Örneğin, bir protesto eyleminde ya da bir
grevde yer alanların sayısının 100 kişi olması ile binlerce kişi olmasının
etkisi kıyaslanamaz. Fakat binlerin kendiliğindenci eylemi de öncü
denetimindeki etkiyi oluşturamaz. Bir öncünün denetiminde ve önderliğinde
kitleler "elle tutulur, gözle görülür" sonuçlar ortaya çıkarır.
"zaten kaç kişisiniz ki, etkiniz ne olacak" sözleri, sınıf içerisinde
sayıdan çok kitleler üzerindeki etkinin ve öncülük kapasitesinin
ifadelendirilmesidir.
Devrimciler için geline yede,
"güç-nicelik" kavrayışı, şu ya
da bu örgütlenmeyi tercih etmek şeklinde somutlaşır. Öncü ve öncü kadro
anlayışının kavranamaması, öncelikle örgütü amaç haline getirmiştir. Sınıf
mücadelesinden çok mücadelenin temeli yapılan örgütlenmenin kendisini bir
"güç" olarak gösterecek eylemlere girişmeleri ve bu eylemlerin
yaratacağı varsayılan "fırsatlardan" yararlanmaya çalışmaları
olmaktadır. Sınıfa rağmen sınıf için örgüt; sınıf mücadelesi için değil kendisi
için örgüt ya da kendiliğinden örgütten kendisi için örgüte dönüşmek anlayışının
temeli de budur
Gerçek gerçeklikte, güç-nicelik ilişkisi,
egemen sınıfların yüzyıllardır egemenliklerini sürdürmek için kullandıkları ve
her türlü propaganda aracı ile sürekli olarak işledikleri bir konudur. Devlete
karşı sürdürülen tüm mücadeleler güç-nicelik kavrayışının üzerinde yükselemez.
Burjuvazi nicelik olarak oldukça az bir sayıya denk gelirken oldukça büyük güçe
sahiptir.
Güç-nicelik kavrayışı, ve bu kavrayışa ilişkin politika
yapmak ve politikayı ana sıkıştırarak güdükleştirmek ve istikrarsızlaştırmak
kendisini yeniden üreten ideolojik bir kavrayıştır. Ancak egemen sınıflar
açısından bu ideolojik kavrayış, salt ideolojik araçlarla sürdürülen bir
propagandanın ürünü olarak yaygınlaşmamaktadır.
Doğal olarak, kendi günlük yaşamında kaçınılmaz bir ilişki olarak ortaya
çıkan güç-nicelik ilişkisi ile belirlenen anda politika yapmak bireyler için
doğal karşılanabilen ve sorgulanmayan bir kavrayış olarak karşımıza çıkar.
Politika kendi dışında birileri tarafından yapıldığından birey bu anda kendisini
olaya dahil ederek kavrayışını ortaya koymaktadır. Bu kavrayışın toplumsal
ilişkiler alanı içersinde sürekli yeniden üretimi ile ortaya çıkan varoluyormuş
duygusu, bu kavrayışı, bilince ve bilgiye değil, sezgilere ve bireysel yaşam
deneyimine dayanan ölçü, ölçüt ve kavrayışlar öne geçmektedir.
Güç-nicellik ve politika
yapmak, bu kavrayış karşısında ödenen bedel, devrimci mücadeleye katılımda
karşımıza çıkmaktadır. Belli bir güç olana kadar olayları izleme yönündeki
eğilim ve ideolojik saldırı ödenen bedelin büyüklüğünü göstermektedir.
Güç-nicelik kavrayışı, kendiliğinden gelişen bir güç ve buna katılımı hedefler. Kendiliğindenci sıçramalar
her zaman toplumlarda mümkündür. Bu durumlar belirli anlarda ortaya çıkan ve
dizginlenemeyen hedefsiz anlık çıkışladır. Çıkışları gibi yok oluşları da aynı
biçimde gerçekleşir ve toplumsal devrim açısından bir sonucu yoktur. Bu da,
devrimci mücadeleden uzak durmayı empoze ettiği gibi, politikanın güç ilişkisi
çerçevesinde ele alındığında devrimcilerin iradesi dışında gelişebileceği
kavrayışına ulaşır.
"Hele şöyle bir güç olun, o zaman biz de
varız" türünden sözlerin, salt nicelik yönünden ele alındığında bile,
devrimci mücadele açısından ne denli anlamsız olduğu görülecektir. Bugün için
onlarca devrimci onlarca komünist dışar da durarak devrişme ve devrimcilere
yabancılaşmaktadır. Sınıf mücadelesi, kitleleri bilinçlendirme ve devrimci bir
güç haline getirme mücadelesidir. Eğer devrimci mücadelede yer alınacaksa,
devrim mücadelesini devlete karşı bir "alternatif" güç haline
getirmek için yer alınacaktır. Yoksa böyle bir güç kendiliğinden oluşmayacaktır
ve şayet kendiliğinden oluşursa bile, o zaman, bugün devrimci mücadeleden uzak
duran kadroları komünistleri değil, bilinçsiz, ama savaşan yarının bilinçli
kitlesini kapsayacağı açıktır. Eğer belirleyici olan güç nicelik ve güç
biriktirerek politika yapma anlayışı ise, her katılım, niceliği her nicelik
artışı, gücü arttıracaktır. Artan güçte yeni niceliklere ihtşyaç duyacaktır. Bu
da, bu kavrayışın kendi içersinde sonsuz gidişin ve bir şey yapmamanın ifadesi
olacaktır.
"Güçe bağlı politika
yapma kavrayışı, devrimci ve komünistlerin kendisini mücadelenin dışında bir varlık varmış gibi görmesine
neden olmaktadır. Bu varlıkların, önce bir araya gelmesini ve kendilerini
"güç" haline getirmesini beklemek, yabancılaşmanın başka bir
biçimidir. "Tamam, doğru şeyler söylüyorsunuz, size katılmamak mümkün
değil ya da en azından sizlere yardımcı olmak isterim, ancak önce birşeyler
yapın görelim" tarzı ifadeler sıkça karşımıza dikilmektedir. Bu ifadelerde
mücadelenin haklılığına inanmak ifadesi, yardım etmek isterim ifadesi ile
bütünleşmekte ve yabancılaşma devrimcinin kendisini sınıf mücadelesinde bir
yardımcı unsur gibi görmesine neden olmaktadır. Devrimciler ve komünistler
nerede ve nasıl olurlarsa olsunlar mücadelenin asli unsurlarıdırlar. Onlar
mücadeleye yardım etmek veya sınıf savaşında yardımcı olmak gibi bir lükse
sahip değildirler. Ya mücadelenin içinde ve öncü olarak görevlerini tek
başlarına dahi olsalar örgüt gibi davranarak yerine getirmek zorundadırlar.
Eğer bu kişilerin mücadeleye katılması, aynı zamanda mücadelenin gelişmesi
olmayacaksa, Onların dışında bir gelişim ortaya çıkarak, onlara rağmen
"birşeyler" yapılıyorsa, kendilerine neden gereksinme duyulacağını
sorgulamak zorundadırlar..
Görüldüğü gibi güce dayalı
politika yapma kavrayışı, sadece pratik devrimci mücadelenin engeli değil, aynı
zamanda devrimci olunmasının da engeli olan bir ideolojik kavrayıştır.
Proletarya, sınıf olarak, sadece kendisinin niceliğini değil, aynı zamanda
burjuvazinin zıttı olarak bir niteliği ifade eder. Burada onun niteliğini
belirleyen niceliği değildir. Üretimdeki yeri, onu, sadece nicelik olarak
değil, niceliğin belli bir nitelikle birleşmesinin ürünü olarak belirlemiştir.
Tek tek işçilerin birleşik ve kollektif eylemi, proletaryanın sınıf niteliğini
ortaya çıkarır. Küçük-burjuva dünya görüşünün ürünü olan bu kavrayış karşısında
proletaryanın sınıfsal tavrı, tümüyle bilimseldir.
Güç, politika ilişkisi doğru
kavranamazsa ve politika yapmak için mücadeleyi güç olmak için sürekli erteleme
esas alınırsa, sınıf mücadelesinde bir dizi sapma kaçınılmaz hale gelir. 1970
hareketinin küçük burjuva maceracı hareket ve onun yenilgisi; Kendisini belli
bir "güç" olarak göstermek isteyen ve bu yolla güçlenmeyi uman pek
çok devrimci örgütün, kendi gücünü aşan ve tarihsel koşullara uygun düşmeyen
bir dizi eyleminin sonucudur. Sonuçları ise, devrimci mücadelenin verdiği
kayıplardır.
Haklılık ve meşruluk
Yasallık
kavramı ve meşruluk kavramı farklı dillerde farklı içerikler kazanır.
Dolayısıyla meşruluk kavramını yasalarca tanımlanan sınırlarla tanımlama de
dünyaya farklı bir bakış açısını dile getirir.
Böylece «meşru olan aynı zamanda yasaldır; en azından yasal sınırlar zorlanarak
bu çerçeveye sığdırılabilecek olan eylem ve düşünceler meşrudur» diye
özetlenebilecek olan düzen kurallarıyla da buluşmuş olurlar. Hatta yasalarla
meşruluk arasında böyle bir paralellik kuran düşüncenin bir adım sonrası: yasal
olmayan eylem ve duruşlar meşruluk da kazanamaz. Bu konuda Engels’in, Hegel’in
devlet anlayışındaki “Akli olan gerçek, gerçek olan aklidir” tartışmasını
gündeme getirmektedir. Engels bu anlayışın devleti aklamak olduğunu ifade
ederken Hegel’i de devletin ne olduğunu kavramamakla eleştiriyordu.
Meşru
olan yasaldır, yasalaşmayan meşru ve haklı olamaz düşüncesi benimsendikten
sonra, yasaların dışına çıkan her eylem ve düşünce zararlıdır sonucuna
varılır. Bu düşüncenin kaynağı ise
devletin tarafsızlığına inanmaya dayanır. Haklılık ve meşruluk kavramlarını
sınıf mücadelesinden de bağımsız bir zeminde aranmaya başlanır. Devlet, yasalar
ve hukuk, sınıf mücadelesinin bir aracı ve dolayısıyla da tarafını
oluştururlar. Meşruluğu burada aramak, kapitalist toplumda sınıf mücadelesinde
devletten medet ummak ve onun tarafsızlığını ilan edip savunmak demektir.
Meşruluğu yasallıkla özdeşleştirenler, sınıf mücadelesin de kendilerini
devletin tarafında, dolayısıyla da karşı olduklarını iddia ettikleri sınıfın
cephesinde bulmaktadırlar.
Devrimciler, mücadelelerini meşruluk-yasallık
çerçevesinden sürdüremezler. Bunun için, meşruluk kavramı ile yasalar arasında
değil, haklılık temeli üzerinden kurarak yürütür. Devrimcilerin haklılığı ister yasal sınırlar
içerisinde ister dışında olsun geçerli olan tek meşruluktur. Haklılık dolayımı
üzerinden meşruluk ile dolaysız ilişki kurulabilir. Haklı olanın meşruluk
kazanması için kitleler tarafından da haklı görülüyor olması gerekir. Tarzı
kitle kuyrukçusu yaklaşımlar; haklılık ve meşruluk arasında bir ilişki
olmadığına işaret edilmiş oluyor. Devrimciler kitlelerle birlikte hareket
ederler ve onları kendi talepleri uğruna mücadeleye çağırırlar. Ama kitlelere haklılığı göstermek için zorunlu
bir faaliyete ihtiyaç olduğunun bilinciyle hareket eder ve meşruluğunu burada
ortaya koyar. Bu da siyasal mücadelenin ta kendisidir. Türkiye’de toplantı ve
gösteri yürüyüşler kanununa rağmen Zonguldak madencileri binlerce kişi ile
Ankara’ya ilerlediklerinde atıkları her adım yaslara göre suç işliyorlardı ve eylemleri meşru değildi.
Oysa bu yürüyüş madenciler için hem haklılıktı hem de meşruluktu bu meşruluğu
belirleyen Zonguldak maden işçilerini gücüydü.
Komünist kadrolar, insanlığın
gelişmesinin önünde engel koşulların ortadan kaldırarak, insanlığın tarihsel
gelişiminin önünü açan, bu süreci hızlandıran, görev ve sorumluluk ile hareket
ederek, kendilerini ortaya koyarlar. İster politik iktidarın ele geçirilmesi
sürecinde olsun, ister politik iktidar ele geçirildikten sonra olsun, devrimci
niteliğini yeniden üretir ve kendini aşar. Bu nedenle de, komünist kadro,
kendisi ile birlikte partisini sürekli olarak, yenileyen ve devrimci mücadele
sürecinin öne koyduğu görev ve sorumluluğun bilincinde ve ona göre faaliyet
yürüten insandır.
Sınıf mücadelesi sadece
fabrikalarda veya dişe diş sürdürülen meydan kavgalarında yaşanmaz. Bazen
mücadele yalnız kalındığında kapitalizmin sinsi ve azgın saldırıları
karşısında, sadece devrimci niteliğini korumak için yürütülen bir mücadele
haline dönüşebilir. Komünist tutum ve irade bazen de, tutsaklık, tüm
yoldaşlarıyla bağları kesilmiş yalnızlık ve birçok olumsuz koşullarda, düşmanın
her türlü ideolojik ve fiziki baskılarının yoğunlaştığı bir ortamlarda,
devrimci onuru ve kişiliği korumak için direniş olarak karşımıza
çıkacaktır.
Komünistlerin üzerine düşen görev her
koşul altında, devrimci olarak varolabilmek, onun gerektirdiği görev ve
sorumluluğu taşımaktır. Her türlü olumsuz duruma meydan okumak, koşulları
devrim lehine çevirmek için, bıkmadan, usanmadan mücadele etmek, devrimci
niteliğin ifadeleridir. Bütün politikalarında sayının azlığına bakarak,
uzlaşmak, politik esneklik adı altında tavizler vermek, devrim saflarından
uzaklaştırılması gerekenleri uzaklaştırmaktan kaçınmak, devrim mücadelesine
zarar veren unsurları görmezlikten gelmek, devrimci görevin ve sorumluluğun
gerektirdiklerini yerine getirmekten kaçınmak bir devrimci için ölüm demektir.
Aynı şekilde, nicelik artışını nitel bir sıçrama gibi görmek ve bir güç olarak
tanımlayarak, her türlü devrimci ilişki ve ittifakı bir yana bırakmak, tüm
ilişkilerde buyurucu olmak, devrimci niteliğin yeterince gelişmemiş olduğunu
gösterecektir.
Komünistler için sınıf çıkarından
başka çıkar yoktur. Bu çıkarın gerçekleşmesi için sorumluluk, bireyin diğer
bireylere göre belirlediği, ya da bu tarihsel koşulların sorumluluğunu taşıması
gereken bireylerin tavırlarına göre şekillenen bir bireysel sorumluluk
değildir. Devrimcilik, bireyin, tarih
karşısında, içinde yaşadığı tarihsel koşullar karşısında, kendi bilinci ile
belirlenen sorumluluk ve görev demektir. Bu sınıf mücadelesinin getirdiği sorumluluktur.
Bu sorumluluğun gereklerinin yerine getirilmesi ve buna uygun görevleri
başarmak için her türlü özverinin gösterilmesi, komünist kadronun doğal
niteliklerdir. Bu nedenle, bu niteliklerin, bireylerde yüceltilmesi ya da bu
niteliklerin komünist kadroların değil de, belli bireylerin niteliğiymiş gibi
ortaya konulması yanıltıcı sonuçlar doğuracaktır. Her devrimciden beklenilen ve
kendisinde olması gereken, özveri, kararlılık, sabır, direnme ve düşmana asla
teslim olmama, üstlendiği görevleri yerine getirme gibi özellikler, devrimci
kişiliğin ayrılmaz ve ayrılması olanaksız özellikleridir.
Zafer hiçbir zaman kendi
kendine gelmez; her zaman sökülüp alınır. İyi kararlar, partinin genel
çizgisinden yana bildiriler, ancak bir başlangıçtır. Doğru bir çizgi, sorunun
doğru bir çözümü verildikten sonra, başarı, örgüt çalışmasına, parti çizgisinin
pratik uygulaması için mücadelenin örgütlenmesine, adamların iyi düşünülerek
seçilmesine, kararların uygulanıp uygulanmadığının denetimine bağlıdır. Bu
olmazsa, partinin doğru çizgisi ve doğru kararlar, ciddi olarak tehlikeye
düşmek tehdidi altındadırlar. Bundan başka, üstelik doğru siyasal çizgi bir
kere belirlendi mi, herşeyi, hatta siyasal çizginin kendi kaderini de, onun
gerçekleştirilmesini ya da başarısızlığını da belirleyen, örgüt kadrolarıdır.
“Yönetim aygıtının
bürokrasiciliği ve kırtasiyeciliği; canlı, diri ve somut bir yönetim yerine
"genel anlamda yönetim" üzerine bir takım gevezelikler; örgütlerin
işlevsel yapısı (yani aynı yönetiminin çeşitli servisleri arasına bölmeler
koyma) ve kişisel sorumluluktan yoksunluk; alınan kararların uygulanışının
sistemli bir biçimde denetlenmemesi; özeleştiri korkusu; işte bizim
güçlüklerimizin kaynakları, işte bugün bu güçlüklerin toplandıkları yerler.
Bu güçlüklerin, sertlik ve kararlarla yenilebileceğini
sanmak safdillik olur. Uzun zamandan beri, bürokratların ve kırtasiyecilerin,
parti ve hükümet kararlarına bağlılıklarını sözlerle açıklamakta, ama fiilde
onları çekmecelere saklamakta üstlerine yoktur. Güçlükleri yenmek için örgüt
çalışmamızın, partinin politik çizgisinin gereklerinin gerisinde kalması
durumunu ortadan kaldırmak gerekiyordu; örgüt konusundaki yönetim düzeyini,
ulusal ekonominin bütün alanlarında siyasal yönetimin düzeyine yükseltmek
gerekiyordu; örgüt çalışmamızın siyasal sloganlarının ve parti kararlarının
pratiğe geçirilmesini sağlayacağı şekilde davranmak gerekiyordu.
Şimdi de ikinci tipe bakalım.
Gevezelerden sözetmek istiyorum, namuslu gevezeler de diyebilirdim, evet bu
namuslu, dürüst, Sovyet iktidarına bağlı, ama ne olursa olsun bir şeyi
düzenlemek, yönetmek ellerinden gelmeyen adamlardan sözetmek istiyorum. Geçen
yıl, bu yoldaşlardan biri ile bir görüşmem oldu, çok değerli, ama iflah olmaz
bir geveze, her işi o boş lafları içinde boğabilir. Bakın görüşmemiz nasıl
oldu:
Ben.- Sizde
ekim işleri ne durumda?
O.- Ekim
işleri mi Stalin yoldaş? Seferber olduk.
Ben.- Nasıl
olur?
O- Sorunu tam cepheden ele aldık.
Ben.- Peki sonra?
O.- Hızlı ve köklü bir değişiklik oluyor Stalin yoldaş; yakında, büyük bir
köklü değişme olacak.
Ben.- Ya, peki başka?
O.- Bizde ilerlemeler belirgin hale gelmektedir.
Ben.- İyi.
Ama, öyle de olsa, ekim işleri nasıl gidiyor?
O.- Ekim işleri konusunda, Stalin yoldaş, şimdilik herhangi bir hareket
yok.
İşte gevezenin
portresi: Onlar seferber olmuşlar, sorunu cepheden ele almışlar, hızlı ve köklü
bir değişme var, ilerleme var, ama işler olduğu gibi duruyor. “
İşte Ukraynalı bir işçi kısa
bir zaman önce bir örgütün durumunu tastamam böyle karakterize ediyordu. Bu
örgütün çizgisinin ne olduğu kendisine sorulduğunda, şöyle karşılık veriyordu:
"Çizgi, inan olsun ki çizgi var elbette, ama çalışma görülmüyor
ortalıkta." O örgütün de böyle namuslu gevezeleri var, besbelli. Ve bu gevezeler yerlerinden alındıkları ve pratik
çalışmadan uzaklaştırıldıkları zaman, kollarını açıp şaşkınlıklarını
gösteriyorlar: "Neden bizi görevden alıyorlar? İşler yürüsün diye ne
yapılmak gerekiyorsa hepsini yapmadık mı? Yıldırım işçileri konferansı
toplamadık mı, bu konferansta partinin ve hükümetin sloganlarını herkese
bildirmedik mi? Merkez Komitesinin tüm Politbürosunu onursal başkanlığa
seçmedik mi? Stalin yoldaşa selamlarımızı yollamadık mı? Daha ne istiyorsunuz
bizden?" [323]
Genel Bir
Değerlendirme
THKO
ve 1980 sonrası TDKP geçmişte de devrimci özeleştiri yapma gücünden ve
ciddiyetinden yoksun bir hareketti. Ona hep kendiliğindencilik ve kuyrukçuluk
yön verdi. '71 sonrası ilk toparlanma döneminde maceracılık yerildi ve
"kitlelere" şiarına sarılındı. Çünkü '71 devrimci hareketi yenilmişti,
ama kitle hareketi yükseliyordu. Maceracılığın pratikte yenildiği ve kitle
hareketinin hızla yaygınlaştığı bir ortamda "kitlelere" şiarının
ileri sürülmesi herhangi bir güçlük taşımıyordu. Gelgeldim "hangi programla?"
kitlelere gidileceği sorusu, '77'lere kadar yanıtsız kaldı. Bu hiçbir zaman da
irdelenmedi. Geleneksel önyargı ve kalıplar, Çin Devrimi süzgecinden
geçirilerek, böylece UDHD programı oluşturuldu. Mao sözümona eleştirildi ve
reddedildi; ama Çin Devrimi formüllerine dayalı programatik görüşler olduğu
gibi korundu. 12 Eylül yenilgisi ve yıkımı da hiçbir biçimde ciddi bir
sorgulamaya tabi tutulamadı. Bu yöndeki taban basıncı hiçbir zaman
toplanamayacak bir kongre gerekçe gösterilerek sürekli bastırıldı.
“Marksist
aydın” olarak rüştünü ispat çabası, devlete kendisini muhatap olarak kanıtlama
temelinde oluşan kişiliği; bunu örgütüne ve mücadele anlayışına yansıtması
Türkiye solunun bugüne ulaşan temel bir özelliği olagelmiştir. Bu iddianın
temelinde yatan gerçek şudur: Osmanlı’dan bu yana ilk muhalefet hareketlerinden
başlayarak Şefik Hüsnü TKP’sinden 71 kuşağına dek “Marksist” veya “sosyalist
aydınlar”, sadece politik muhalefet görevini üstlenen örgütler içerisinden
çıkarak gelmişlerdir.* 71
kuşağının üzerinde yükseldiği mirasın bulaşıklığı bir biçimde bu devrimci
harekete de yansımıştır.
Devrimci demokrat hareketler, bir yandan kapitalizmin
egemenliğini kabul ederek sosyalist devrim perspektifi ile devrim tahlilleri;
diğer yandan kapitalizmin aşırılıklarının ön plana çıkarılmasına dayanan ve
bunları yok etmeye yönelik reform programları yapmışlardır.*
Diğer
yandan; yeterli teorik birikime sahip olmayan devrimci hareketlerin küçük
burjuva sınıfsal tabanı, Marksist teoriyi kendi sınıfsal gerçeklerine göre
değerlendirmelerine neden olmuştur. “Önsel olarak öne sürülmüş programatik
düşüncelere dayanak arama girişimi araştırmada olguları ‘amaca uygun bir
biçimde irdeleme’ tek yanlılığını getirmiştir.”[324]
Sol
hareketin 71 ve sonrasında ortaya koyduğu teorik siyasal programlar, hem farklı
bir tarih diliminde, hem de örnek alınan ülke ve siyasi yapıların özgün
koşullarında oluşmuş ve olgunlaşmıştır. Koşulların farklılığını gözetmek yerine
onları yapay bir biçimde birbirine yaklaştırma çabaları, yöntemdeki idealizmi
ortaya koyucu niteliktedir.
Marx’ın
ekonomi politik konusunda Alman aydınları için söylediği şu sözler oldukça
anlamlıdır: “Almanya’da ekonomi politik şu ana kadar yabancı bir bilim olarak
kaldı. (…) Demek ki ekonomi politiğin yeşereceği toprak yoktu. Bu ‘bilim’,
İngiltere ve Fransa’dan hazır mal olarak ithal edilmek zorundaydı; ve Alman
(ekonomi politik -çev.) profesörleri öğrenci olarak kaldılar. Yabancı bir
gerçeğin teorik ifadesi, bunların elinde bir dogmalar demeti haline geldi ve
çevrelerindeki küçük ticaret aleminin terimleriyle yorumlandı ve bunun için de
yanlış yorumlandı. Bilimsel iktidarsızlık duygusunu, tümüyle bastıramadıkları
bu duyguyu, gerçekten yabancısı oldukları bir konuya dokunmuş olmanın
bilinçaltı rahatsızlığını, ya tarih ve yazın alanlarında ‘allamelik’ taslayarak,
ya da ‘kameral’ bilimler denilen ve Alman bürokrasisinin arafı geçmek zorunda
olan umutsuz adaylarının laf kalabalığından alınmış yabancı malzeme karışımı
ile beceriksizce örtmeye çalıştılar.”[325]
Marksist
olmaya Marx’ın eserlerinin okunması nasıl yetmiyorsa, Lenin'in Ne Yapmalı'sının
bir bölümünün okunması da “devrimci Marksist örgüt yaratmaya” yetmiyor. İlki,
“ideolojik olarak doktrinarizm şeklinde ifade edilebilecek”[326]
bir teoriyi, ikincisi ise ancak dar örgütçü ve sekter kast tipi örgütleri
ortaya çıkarmıştır.
Örgütlenmelerin
tümünde görülen, kendi gelişim süreçlerine, varılması gereken sonuç olarak
bakan “nirvana”ya ulaşmış insanların yaklaşımı: “Önce bu aşamalardan geçtik,
sonra şu kadar süre ideolojik tartışma ve netlik aranışıyla geçti …ve sonunda
‘erdik’". ‘Ermişliğin’ dayandığı temellerden biri, “Ülkedeki bütün
devrimcilerin eninde sonunda kendi çevrelerinde toparlanacağına olan inanç”tır.[327]
Türkiye’nin
sosyo-ekonomik yapısının incelenmesi ve politik programların bunun üstüne inşa
edilmesine olumlu bir adım olarak bakmak mümkündür. Fakat teorik olarak yapılan
tartışmalarda sosyo-ekonomik ve politik unsurların hesaba katılmadığı görülür.
“Halkın temel sömürü biçimi”nin devrimin niteliğini belirleyeceği tespitinden
yola çıkılarak, egemen üretim biçimi kapitalist ise sosyalist devrim,
kapitalist üretimin varlığıyla birlikte çoğunlukla yarı feodal ise “demokratik
devrim” yapmak gerekli görülür. Gerekliliğin temelinde ise kapitalizmin “ne
oranda gelişmiş olduğu” sorusuna verilen cevap vardır. Bu cevap, aynı zamanda
“hangi tipte devrim” sorusuna karşılık gelmiştir. Yapılan incelemelerde varılan
sonuç yine küçük burjuva ekonomist bakış açısını aşamamıştır.*
Marksizme
yönelen devrimci hareketler, küçük burjuva sınıf nitelikleri nedeniyle küçük
burjuva devrimciliğinin etkisinden kurtulamamış, Marksist nitelik pratik
politik örgütlenme düzeyinde gerçekleşmiş, ancak teorik alana geçirilememiştir.
“Marksist politik var oluş gerçekleşti, ama Marksist teorik üretim olmaksızın…
Türkiye’de sırf yeterince teorik edinim sağlanamadığı için söz konusu nüfuz
kırılamadı.”[328]* Sol örgütler kendi sınıfsal
konumlarını, Marksizm adına üretilen ideolojilerle teorize etmektedirler.
Marksizm de buna kılıf olarak geçirilmektedir. Marksizmin yorumlarını, ideoloji
adına politik destek olarak almak bir dönem örgütün hareketliliği için
yetebiliyor. Fakat Türkiye solunda yenilgi dönemlerinin sonrasında yapılan
özeleştiri ve geçmiş değerlendirmeleri, kadroları örgütte tutmanın telaşıyla
üretilmeye çalışılan teoriler, gerek örgütsel yapıyı gerek kadroları,
zenginliğin bulunabileceği kaynaklardan da büsbütün uzak tutuyor.
“Tarih…kapitalizmi mezara gömme
görevini, ücretli köleler sınıfını oluşturan proletaryaya vermiştir” sözlerinde ifadesini bulan “öznel örgüt Marksizmi”
“Teori ile praksisin birliği bilincin gerçeklikle böyle bir ilişki kurması
durumunda imkan içine giriyor. Ama bu imkanın oluşması için, bilincin ortaya
çıkışı da, tarihsel sürecin kendi amacına (insanların iradelerinden oluşan, ama
keyfiliğe ve akıl-ruhun icadı olmayan bir amaca) doğru atmak zorunda olduğu
kesin sonuçlu bir adım şeklinde olmalıdır”[329]
İfadesinde tarihe hedef koymak biçiminde kendisini ortaya koyan Lukaşyan
idealizm, sol hareketlerin programında tarihi kişileştirmekle aynı bataklıkta
dolaşıyor.
Türkiye
solu, kendi içinde sorgulayıcı, duyarlı olamamış ve gelişmeleri asgari düzeyde
de olsa takip etmeyi başaramamıştır. Kuşkusuz hiçbir hareketin diğer bir
harekete “sen mücadele edemezsin” şeklinde bir dayatması olamaz. Fakat yapılan
işlerin (olumlu ya da olumsuz), ortaya atılan iddiaların, söylenen her sözün
hesabı tutulmalı ve gerektiğinde sorulmalıdır.
Geçmişi
açısından uzun bir mücadele deneyimine sahip olması gereken Türkiye solu, köklü
bir sınıf mücadelesi pratiği ve teorik birikimden yoksundur. “Türkiyeli
Marksistler, evrensel Marksist değerleri ülkelerinde yerleştirip yaymak için
çok yoğun bir mücadele vermek durumundalar.”[330]
Türkiye’de
sol hareketler (Marksist akım olmak bir yana), muhalif devrimci örgütler
olarak, kitleselleşmek adına ya legalizme yönelmekte, ya da kendilerini
korumaya aldıkları kale duvarları ardında küçük gruplar olarak kalmaktadırlar.
Son dönemlerde devrimci hareketin yayınlarında rastlanan “Türkiye’nin
sosyalizme gebe” olduğu, “sosyalizmin Türkiye’nin üzerine doğru yıkıldığı”
türünden söylemlerin bugünkü gibi ortamlarda etkili olabileceğini söylemek
mümkün görünmüyor. Türkiye devrimci hareketinin mirasının içerdiği devrimci
dinamiğin önemi, bütün sorunlarına rağmen, gözden kaçırılmamalıdır. Devrimci
hareketin tarihi, her yanıyla sorgulanması ve iyi-kötü, doğru-yanlış yönleriyle
ayıklanması gereken bir süreçtir.
Sınıfın Birliği
Türkiye’de
devrimci hareket kendi dışında eleştirdiği ve “Türk Solu” olarak nitelediği
diğer devrimci hareketler için genel olarak söz ederken ulusal hareket
karşısındaki konumlanışı “Türkiye solunun şovenizmden moda değimle
Kemalizm’den, kurtarmaları ve kurt ulusuna güven vermeleri ve işçi sınıfına
ulaşmaları mümkün olmadığı üzerine eleştirirken; kendisini hep bu konuda azade
tutar. Devrimci sosyalist yapılar yaptıkları her hangi somut bir politikayı da
öne süremeden etkin olarak savaşan Kürt milliyetçiliğinin peşine takılarak
hareket ermeye çalışmaktadırlar.
Komünistler
kendi siyasi programlarını ve bunu bir parçası olan ulusal sorun azınlıklar
sorunu vb. hakkındaki düşüncelerini açıkça belirtmek ve açıklamak
zorundadırlar. Doğru bir siyasi programa sahip olunmadan sürekli ve tutarlı bir
siyasi propaganda mümkün değildir. Ulusal hareketin etkinliği önünde secdeye
kapanmak, ulusal sorununun en yüksek perdeden hümanist düşüncelerle ifade edip,
işçi sınıfını Örgütleme görevlerindeki başarısızlıklarını bu şekilde örtme
saklama yolu da çıkmaz bir yoldur.
Böyle bir
propaganda yapmaksızın kitlelerin kendi öz deneyleri ile de doğruluğuna
inandırılması ve örgütlenmesi başarılamaz. Programsızlık insanları neyi neden
yaptığını bilmemesi demektir. Böyle bir programa sahip olmayan grup, hareket,
parti, vs. denen Örgütlerin ayakta kalması mümkün değildir. Türkiye devrimci
sosyalizm mücadelesinde pratik deneyim açısından geniş bir birikime sahiptir.
Fakat sosyalistlerin teorik bilgi ve inceleme açısından ne yazık ki aynı şey
söylenemez.
Engel’sin
Marksizm’in bir bilim olduğu ve bilim olarak incelenmesi gerektiğini söyleyen
sözleri çokça tekrarlanmış ama gereği yerine getirilmemiştir. On binlerce
siyasi sürgünü olan bir ülkede hala program- platform olarak yayınlanan
görüşlerin çoğu içinde yaşanılan ülkenin Marksist bir incelemesine
dayandırılamamıştır. Bunun sonucu olarak ideolojik mücadele düzeyinde
düşüklük, siyasi mücadelede tutarsızlık
ve darlık Örgütlenmelerde
ise daha çok kişisel güvene dayanan bölgesel özelliklerden yeterince
kurtulamamıştır.
Marksizm’in ulusal soruna ilişkin programı bir bütündür. Bu programın
merkezinde milliyet ayrımı gözetmeksizin proletaryanın devrimci sınıf birliği
vardır. Bu programın bir gereği olarak, ezilen ulusun Marksistleri her zaman
birlikten yana tavır alırlar. Ezen ulus Marksistleri ise çubuğu ezilen ulusun
ayrılma hakkından yana bükerler. Bu, uluslar arasındaki tarihsel güvensizliği
gideren, onlar arasındaki özgür ve gönüllü birliği sağlayan bir çabadır.
Bugün sürmekte
olan ulusal hareket önderliği, yapısı ve içerdiği sınıf bileşeni olarak iradesi
dışında zorunlu olarak ezilen ulus burjuvazisi ile ittifak yapmak
durumundadır. Ulusal hareketin
komünistlerin mücadelesi dışındaki seyri ulusal burjuvazi ile ittifak
yapmaktır. Emperyalizm döneminde ezilen ulus burjuvazisinin emperyalizmin bir
ajanı olması ile birlikte, ezen ulus gericiliği ile aynı ortak kadere ve çıkara
sahiptir. Ülkemizde de ulusal hareketin
sözcüleri yalnız ezilen ulusun Kürt burjuvaları değil Kürt burjuva ve
feodallerinin şimdilik ortak temsilcisidir. Ulusal hareketi kendi içinde
Sosyalist görmek ve onu ulusal mücadeleyi burjuva bir hak olarak görmekten çok
sosyal dönüşümü sağlayacak misyonlar yüklemek ulusal hareketlerin özünü
kavramamaktır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı sadece burjuva anlamda
desteklenebilir bir harekettir komünistler için daha fazlası değil. Daha
fazlasını savunmak her ulusun kendi kaderini tayin etmesini zorlamaktır. UKKTH'nin ayrı bir devlet kurma
hakkı olarak tanımak burjuva demokratik sınırlar İçinde kullanılabilir bir
haktır, başka deyişle köylü hareketinin de kapsamı İçindedir. Hak olarak
savunmak demek onların
kuracağı her örgütün koşulsuz destekleneceği demek değildir.
Komünistler şovenizm ve ezen
ulus milliyetçiliğine, ulusal baskılara kayıtsız şartsız karşı dururlar. Ama
komünistlerin somut ulusal kurtuluş hareketlerini fiilen desteklemeleri
kayıtsız şartsız olamaz. Komünistlerin bağımsız örgütlenmeleri ve faaliyetleri
her zaman olduğu gibi, ulusal kurtuluş mücadeleleri çerçevesinde de temel ve
vazgeçilmez bir ilkedir. Bu nedenle, komünistler ulusal-devrimci hareketleri
fiilen desteklerken kayıt ve koşullar koyarlar, koymalıdırlar.
Bu kayıt ve koşulların başında,
söz konusu hareketlerin, komünistlerin bağımsız örgütlenmeleri ve faaliyetleri
karşısındaki tutumunun ne olduğu gelir. İkincisi, söz konusu hareketin
ulusal-devrimci bir hareket olup olmadığının ölçüsü, ezilen-sömürülen yığınları
silahlandırarak emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı bir mücadeleye yöneltip
yöneltmediğinde aranmalıdır. Üçüncüsü, söz konusu hareketin kendine dönük
ulusal baskıya karşı olmakla birlikte, başka uluslar veya ulusal azınlıklar
karşısında ayrıcalıklar peşinde olup olmadığı önemlidir. Bütün bu koşulların
varlığı durumunda dahi, komünistlerin bu harekete destek sunuşu, o zeminde
faaliyet gösteren komünistlerin bağımsız örgütlenmesi ve mücadeleleri
vasıtasıyla olmalıdır; ya da asıl anlamını ancak bu takdirde bulur.
Burada söz konusu
olan sadece örgütlenme hakkının savunulmasıdır. Komünistler Ulusal temele dayanarak işçi
sınıfının parti örgütlenmesini ayrı ayrı yapmasına karşı koyarlar. UKKTH
savunmak ulusal mücadelenin zorunlu sonucu ayrı parti Örgütlemek değildir.
Ezilen ulusun, her düzeyde ulusal örgüt kurma hakkı vardır. Ayrı devlet kurma
bunun en üst politik biçimidir. Komünistler bu tür örgütlenmelerin zorla
engellenmesine karşı çıkar ve bunları bir hak olarak savunur. Ulusal mücadeleye
sahip çıkmak ve savunmak Komünistlerin sınıf mücadelesine destek
olabilecek her politik görüşe destek
vermesi kendi parti ve sınıf örgütlenmesinden vazgeçmesi demek değildir.
Komünistler için ulusal
ayrımları yok sayarak tüm işçi sınıfını ayrım yapmadan tek bir parti etrafında
birleşmek, onun tüm mücadelesinin başarısının ön koşuludur. Komünistler ulusların ayrılmasının propagandasını
yapmazlar ve bunu ön plana çıkarmazlar. Aynı zamanda Türkiye komünistleri, Kürt
ulusunun Kendi Kaderini Tayin hakkını kullanmasını hiç bir şoven davranışa
meyil vermeden savunurlar. Aynı zamanda işçi sınıfını ve Türk halkını böyle bir
bilinç etrafında örgütleyip mücadele etmek zorundadır.
Marksistlerin bağımsız Kürdistan diye bir sorunu hiçbir zaman da olmadı.
Ayrılmayı ve ayrı devlet olarak var olmayı savunmak, tarihin şu veya bu zamanda
ve biçimde birleştirdiği, içiçe geçirdiği ulusları ayırmak komünistlerin işi
değildir. Bilakis, komünistler birlikten yana olmak durumundadır. Sınıf
mücadelesi tarihinin öğrettiği gerçeklik uluslar birlikten yana tercih kullandıkları
zaman da, pekala birer bağımsız cumhuriyet olabildikleridir.
Partimizin Kürt, Türk ulusundan ve
azınlıklardan oluşan işçilerin sınıf birliğinden ve onların tek partisinden
yanadır. Türk ve Kürt halklarının sadece ortak mücadelesini değil, aynı zamanda
birliğini savunur. Partimizin Türk ve Kürt halkının birliğinden yana olması,
Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce belirlemesini dıştalamaz; aksine iki
ulusun eşitliğini, Türk halkı ile birlik ya da ayrılığa karar verme hakkının
Kürt ulusuna ait olduğunu kabul ve onun bu hakkını kayıtsız şartsız
kullanabilmesinin koşullarını yaratmak için gerçekleştirdiği mücadele ile
ortaya koyar.
Ulusal sorunda söz konusu olan ezilen bir ulus
ise, bu durumda sorun tümüyle tümüyle bir siyasal sorundur. Yapısı gereği.Ulusların
ezen ve ezilen konumda oldukları yerde, eşitsiz konumda tutulan ulusun özgürlük
ve eşitlik istemi tümüyle meşru bir siyasal istemdir. Bu öznel tercih değil
nesnel bir durumdur. Ezilen konumdaki ulusların, doğal bir biçimde, eşit olma,
özgür olma, kendi kaderini tayin etme hakları vardır. Eğer arzu ediyorlarsa
ayrılma, ayrı bir bağımsız devlet olarak var olma hakları vardır. Kimse bu
hakları yok sayamaz, herhangi bir ulusu bundan men edemez. Ezilen bir ulusun
özgür koşullara ulaştığında bu hakkı ayrılma doğrultusunda kullanıp
kullanmaması ya da bunun ezen ve ezilen ulusların emekçilerinin çıkarına olup
olmadığı, tümüyle ayrı bir sorundur.
Komünist partisinin tutumu da Kürt ulusunun
kaderini belirleme (ayrılma) hakkının koşulsuz savunusu temelinde şekillenir.
Kürt ulusunun eşitlik ve özgürlük haklarını kayıt koymadan savunmak ve Kürt
ulusunun ulusal mücadelesini baltalayan ve ona yönelik bastırma hareketlerine
karşı çıkmak, komünistlerin ulusal sorunla ilgili çizgisinin en temel
özelliğidir. Bir hakkı kullanmak demek, bu hakkı birlikte yaşamak doğrultusunda
da kullanabilmek anlamına gelir. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, yalnızca
özgür bir seçim hakkıdır, her iki yönde de kullanılabilir. Bu özgürlük
tanındığı ölçüde, halkların özgürce birlikte yaşama arzusunu ve tercihini
güçlendirir.Onun ulusal sorunla ilgili çalışma ve eyleminin ana yönünü; Kürt
ulusal haklarının Türk işçi ve emekçileri arasında en geniş ölçüde tanınması,
desteklenmesi ve Türk işçi ve emekçilerinin en geniş tabakalarının enternasyonalist
bir tutuma geçmesi görevi oluşturur.
Kürt ulusunun silah zoruyla “ortak vatan” teraneleriyle bir arada
tutulduğu bugünkü koşullarda, iki halktan işçi sınıfının birliği için
yapılabilir en iyi şey, partimizin merkezi çağrı ve girişimlerinin ve çalışmasının
her koşul altında burada belirtilen çizgiye uygun olarak şekillenmesidir. Kürt
ulusal isteklerinin, işçi sınıfının gündelik mücadelesinin ve demokrasi
mücadelesinin konusu haline gelerek yaygınlaşması gerekir. Kürdistan işçi ve
emekçilerinin, ulusal haklarına sahip çıkarken, yaşam koşulları ile ilgili
mücadeleyi giderek geliştirmeleri, her iki sınıfın ortak mücadelesi ile
gerçekleşebilir.
Ortak mücadele her zaman ve her durumda işçi sınıfının birliğini savunan
bir merkeze oturmalıdır. Hiçbir durumda Kürt ulusal taleplerine ve kaderini
tayin hakkına "koşul"
yaratılmamalıdır. Zira Kürt sorununun inkarcı, milliyetçi ve sınıf dışı görüş
açısıyla ele alınışının örgütsel alandaki yansımaları; her iki ulustan devrimci
örgüt ve kişilerin karakter şekillenişini ve her iki halkın anlayış ve
enerjisini tahrip eden en önemli etkenlerin başında yer almaktadır. Türkiye’de
her zaman bir takım küçük-burjuva devrimci akımlar, devrimci-demokrat
programlar olacak ve bunlar sınıfın kafasını karıştıracaktır. Marksistler,
küçük-burjuva sosyalizmini aşmak durumundalar. Bu anlamada birleşik mücadele tanımından da örgütsel birleşik mücadeleyi
değil sınıfların birlikteliğine dayanan mücadeleden söz ediyoruz. Kürt halkının
kurtuluşunu kendi içinde gerçekleştirmeyi amaçlayacak başka akımlar yeni
dönemde de çıkacaktır. Kürdistan’da da ayrı örgütlenme, ayrı devlet için
mücadele eden akımlar her zaman var olacaktır. işçi sınıfı enternasyonalizmi
içinde bulunduğu coğrafyada ulusal sorunu bir
parçaya sığdıramaz. Ulusal meseleyi sadece Kürdistan coğrafyasından
tanımlama, küçük-burjuvaziye ve o ulusun burjuvazisine özgü bir tutumdur.
Türkiye'deki işçi sınıfı ve işçi hareketi
Kürdistan'daki işçi sınıfı ve işçi hareketine göre önce gelişmiş bir sınıf ve
hareket olmuştur. Bu durumun, Kürt sorununu göz önüne alsalar da,
Marksist-Leninist'ler işçi hareketini çoğunlukla "Türk işçi hareketi"
olarak belirtmişlerdir. Bu bir anlamda
Kürt ulusunu, dolayısıyla dilini, kültürünü olduğu gibi, işçisini de
inkar etmenin başka bir biçimiydi. Bu ülkedeki sınıf hareketi ve aydın
birikiminin “Kemalist” bakış açısının göstergesiydi. Sosyalizm adına hareket
eden bütün akımlar, Kürt ulusundan, Kürt sorunu'ndan ve Kürt işçi sınıfından
söz etseler de, bu dönemde oluşmuş olan teorik, siyasal ve örgütsel anlayış
düşmekten kaçamadılar. Kürt ulusal hareketinin Marksist harekete “Kemalist ve
“misak-ı millici olarak saldırmasının temelinde bu yatmaktadır.
Bu geleneğin en önemli belirtilerinden
birinin, Kürt işçi veya gencinin daha devrimcileşme sürecinde Kürt olmaktan
çıkarak "Türkleşme"si; mensubu bulunduğu halktan koparak, onu anlama
yeteneğini, onun tarafından anlaşılır olma özelliğini kaybetmesi olarak
şekillenmesi olmuştur. Kürt sosyalistlerinin bakış açısı "Türk"
biçimlenişe tepki temelinde şekillendi. Gerek uluslararası revizyonizmin güçlü
etkisi, Kürdistan'ın değişik bölgelerinde ortaya çıkan hareketler, Kürdistan
işçi sınıfı hareketine değil, Kürt burjuva ve kentli-köylü küçük burjuva
sınıflara yöneldi. Sonuçta ortaya çıkan durum tarihsel, teorik temel ve bölgedeki
geçmiş mücadele geleneklerin güçlü baskısı kendini modern revizyonizmin üst
sınıf "devrimi" teorisi ve Doğu'lu "solcu" üst tabakanın
siyasal örgütsel geleneğine tabi olmasına yol açtı. Bu durumda Kürt ulusal
hareketinin kendi içindeki “Kemalistleşmesi”dir.
Türkiye tarihinde tanımlanan 70 yıllık inkar
ve imha ne olursa olsun, Türkiye’de yaşanmış bir süreç var. Bu süreç sadece
“Kemalizm” olarak tanımlanamaz. Kapitalizm bu 70 yılda önemli bir gelişmeler
göstermiştir. Ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmeler Türk ve Kürt ve diğer
azınlıkları ekonomik olarak kaynaştırmış, birbirine yakınlaştırmıştır. bu
sorunu çözmek için Türkiye’deki sınıflar mücadelesinin, Türkiye’deki güçler
dengesinin genel platformuna geçmeniz gerekiyor.
Parti, Kürt sorunu ve Kürdistan'la ilgili
tarihi, teorik, siyasal ve örgütsel görevlerini, işçilerin sınıf mücadelesinin
her günkü ihtiyaçlarıyla bağlantılı siyasal ve örgütsel sorunlara genişletmek
zorundadır. Bunlardan birincisi, Kürdistan'da gelişen işçi sınıfına ve
olanakları artan işçi emekçi hareketine dayanmak; ikincisi ise, kaynağını bir
yanıyla Kürt halkının inkarından, öte yanıyla bu inkar tarafından da tahrik
edilen Kürt milliyetçiliğinden alan sınıfsal ve siyasal mücadele anlayışına ve
(sınıf dışı) çalışma ve örgütlenme "okulu" geleneklerine karşı
mücadele hattı ortaya koymak durumundadır.
Türkiye, Kürdistan da dahil olmak üzere,
geniş işçi, gençlik ve halk hareketine
sahne olmuş bir bölge olmasına rağmen, bir çok "sosyalist" akım bu
mücadelelerinin bir çok durumda içinde, önünde yer almış olmasına karşın;
bunlardan hiçbiri, bu hareketlerle gerçek anlamda istikrarlı, kitlesel bir
birleşmeyi başaramamış; sistematik bir Marksist teorik birikimin yanı sıra,
devrimci ama aynı zamanda siyasal-örgütsel bir tavır ve gelenek yaratamamıştır.
İşçi ve halk hareketinin Türkiye ve Kürdistan'da o güne kadar görülmedik gelişmesinin;
uluslararası modern revizyonizm, küçük burjuva sosyalizmi ve Ortadoğu
"kurtuluşçuları"nın üst tabakacı teorik ve örgütsel etkisine karşı
bir şey yapamamışlardır.
Unutulmamalıdır: İşçilerin sınıf mücadelesi ve
onun açtığı olanaklar olmadan hiçbir şey yapılamaz. Ancak, gerek geniş ölçekte
sınıflar mücadelesinin ihtiyaçları, örgütün yeniden inşası açısından gündelik
sınıf mücadeleleri kazanımlarının kendi başına yetmeyeceği de ortadadır. Sınıf
mücadelesine bağlanmış geniş ölçekli ideolojik ve örgütsel mücadeleler ve
ulusal sorunla ve sınıf mücadelesinin öteki sorunlarıyla ilgili çok yönlü
görevler olmadan, partimizin çizgisinin Kürdistan'da gerçek bir başarı kazanmasının
olanaksız olacaktır.
İşçiler, ezen uluslar karşısında ezilen
ulusları her durumda destekler. İşçilerin ezilen uluslar karşısındaki bu olumlu
tavrı ezen ve ezilen ulus işçileri açısından bakıldığında ulusal farklılık
onları ayrı örgütlenmeye ve ayrı davranmaya itmez. Ezen ulus burjuvazisinin
ezilen ulus üzerindeki baskısı işçi sınıfına yönelen sömürü ve saldırıdan ayrı
tutulamaz. Her iki ulusun biraradalığına dayanak oluşturan temel payda her iki
ulusun burjuvazisine karşı mücadelede ki başarının her ikisini de
özgürleştireceğidir. çok uluslu devletlerde, birden fazla ulusu bünyesinde
barındıran toplumlarda, devrimler başarı sağladıkları ölçüde, bu ilkenin
uygulanması ulusların gönüllü birliğiyle sonuçlanmıştır. Bugün gelinen nokta
ulusal meselenin nasıl çözülemeyececeği açığa çıkmış bulunuyor. Tarihsel pratik
olarak ortaya çıkan; Kürt ulusal mücadelesinin 20 yıllık deneyiminin ortaya
koyduğu gerçekliğin gösterdiği; ayrı örgütlenme ve ayrı devlet idealine dayalı
bir ulusal mücadele bir çözüm olamadığıdır.
Türk burjuvazisinin Kürt burjuvazisinden ayrı kılan hiç bir ekonomik ve
politik gösterge olamaz. Burjuvazisinin yaptıklarından o ülkedeki işçiler
sorumludurlar. Emperyalizme karşı savaşmak sadece emperyalist tahakküm
altındaki ülke işçilerinin değil aynı zamanda emperyalist ülke işçilerinin de
sorunudur. Kendi ülkesinin burjuvazisini yaptıklarına karşı duramayan bir işçi
sınıfı burjuvazinin baskı ve sömürüsünün bir parçası olarak kalmış demektir.
İşçi sınıfı enternasyonalist bir sınıf olarak nerde olursa olsun sınıfa ve
ezilenlere karşı yöneltilen her türlü baskı ve şiddete karşı çıkmak ve
engellemek için mücadele etmek zorundadırlar. Yani Türk ulusundan işçiler, Kürt
ulusu ve Kürt emekçisi karşısında; herhangi bir ulusun ezdiği bir ulusu ve emekçisini
destekleme ve o ulusun işçileriyle kardeşleşme gibi bir görevden çok daha
farklı bir sorumluluk ve görevle yüz yüze olduklarını bilmektedirler. Bu
bilinçtir ki her iki ulusun işçilerinin tek bir çatı altında ve bir bütün
olarak kendi egemen sınıflarına karşı savaşı gerektirir.
Emperyalizmin bu coğrafyadaki etkinliğinin kırılması ve kurulu düzenin
yıkılmasıyla olanaklıdır. Emperyalist egemenliğe son veriniz, düzeni yıkmak,
Kürt halkı Kürt halkının eşitliği ve özgürlüğü sorununun tam çözümü proleter
devrimdir. Onların özgürlükleri işçi sınıflarının birleşik ve ortak başarılarından geçmektedir.
Marksistler hedefledikleri birliğe rağmen, ulusların kendi kaderini tayin
hakkını ilkeleştirmeden saygılı davranır ve bunun gerçekleşmesi için
kararlılıkla mücadele eder. Eğer bir halk özgürleşmeyi başarabilecek tarihsel
mücadele ve gücü ortaya koyabilirse, böylece bağımsız bir ulus olarak yaşama
kapasitesini de pekala ortaya koymayı başarır.
Birleşik
mücadeleyi seçmeye karşı Kürt burjuvazisi ve Türk burjuvazisi ortak tavır
koymakta ve önüne geçmeye çalışmaktadır.Kürt burjuvazisine göre birleşme
Türkleşme ile ifade edilir. Bu da gerçek anlamda Türkiye coğrafyasında birleşik bir devrimci politik mücadele
zemininin varlığının burjuvazi tarafından ifade edilmesidir.
Soruna bu noktadan bakıldığında Ulusal sorun,
sınıfsal sorunun bir bileşeni, bir uzantısı, bir parçası haline gelir.
Kürt
burjuvazisi için bu davranış biçimi, Kürt orta sınıflarını kaybetmektir. Bu
durumun komünistler için bir kayıp olduğu düşünülemez. ama Türkiye işçi
sınıfını ve emekçilerini kazanmak oldukça önemlidir. Komünistlerin, Kürt
burjuvazisini mi? yoksa Türkiyeli işçi ve emekçilerini kazanmak arasındaki
tercihi çok açıktır. Türkiye coğrafyasında Türk, Kürt ve azınlıklara mensup
işçi ve emekçileri ile ortak paydada birleşme yolu tutturduğunda. Kürt
burjuvazisi kendi ulusal davasına sırt çevirecektir. Birleşik işçi, emekçi
mücadelesi mülkiyete yöneldiğinde uzak durmanın da ötesinde kendi Kürtlerine
bile düşman kesilecek, Türk burjuvazisinin nasıl ortağı olduğunu da ortaya
koyacaktır.
Türk milliyetinden
işçiler, ezilen ulus ve azınlık halkların işçileri ile ortaklaşıp mücadele
etmedikçe ezilmekten, köle olarak kalmaktan kurtulamayacaklarını öğrenmek
zorundadırlar. İşçi sınıfının birliğinin koşulu, Türk, Kürt ve azınlık
milliyetlerden işçilerin, Kürt ulusunun kaderini özgürce belirleme hakkını
koşulsuz savunusunda yatmaktadır. Marksizm, ulusların kendi kaderlerini tayin
hakkını, tam da ezen ulusla ezilen ulusun emekçilerinin sınıfsal birliğini, tam
da ulusların eşitliğe dayalı özgür ve gönüllü birliğini sağlayabilmek amacı
çerçevesinde savunur. Ezilen ulusa güven vermek, tarihten gelen güvensizliği
gidermek, böylece birlikte mücadele edip, birlikte kurtuluşa ulaşıp, yeni
toplumu birlikte inşa etmeyi gerçekleştirebilmek için, bunu başarabilmek için,
Marksizm bu ilkeyi savunur.
Ayrıca, Türk milliyetinden işçiler sadece, Kürt ulusu ve taleplerini
tanımakla yetinemezler; bunun bir gereği de olarak, onun bu taleplerini kendi
her günkü mücadelesinin vazgeçilemez konusu haline getirmek ve bunun için
mücadele etmek de zorundadırlar. Sınıf
mücadelesinin gündelik talepleri haline getirilmesi için, olanakları
değerlendiren ısrarlı bir tutumla mücadele edilmediği sürece, Kürt sorununda
siyasal bakımdan doğru görüşleri savunuyor olmasının hiçbir anlamı yoktur.
Sermaye ve gericiliğin on yılları alan gerici şoven propagandasının,
Türk halkı arasında geriletici ciddi bir tahribat yarattığı yadsınamaz. Bu
tahribata karşı Ulusal sorunu geniş kitlelerin kabullenmesi için yoğun bir
propaganda ve ajitasyon gerektirir. Sermaye ve gericiliğin yıllardan bu yana
Kürt halkını sürekli olarak terör ve terörizmle birlikte göstermesi; Türk halkı
saflarındaki önyargıların çoğalması ve Kürtleri "tanımama" tutumunun
güçlenmesinin en önemli etkenlerinden biri olmuştur. Oysa gerek kürdistan da
gerek batıda büyük kentlerde yoğunlaşmış, çok büyük çoğunluğu işçi olan Kürt
nüfusla birleşme ve Türk ve Kürt kökenden gelen kent işçilerini birleştirme ve
örgütlemenin yolu komünistlerce açıktır.
Kürt sorunu ve taleplerinin günlük sınıf
mücadelelerinin parçası haline gelmesi için gerekli çalışmanın yenilenmesi ve
güçlendirilmesi, Türk emekçilerinin Kürt halkına desteğinin açık mücadelede
görünür hale gelmesi için oldukça önemlidir. Bu aynı zamanda Türk halkı ile
Kürt halkı arasındaki duygu ve ilişkileri yenileme ve yeniden inşa etmenin tek
olanağıdır.
Ulusların kendi kaderini tayin
hakkı söz konusu olduğunda, özellikle ezilen ulusun komünistleri özel bir
sorumlulukla yüz yüzedir. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının pratikte
nasıl kullanılacağına karar verecek olan, ne ezen ulusun kendisidir, ne de ezen
ulusun komünistlerinin kendisidir. Bu hak ezilen ulusun hakkı olduğuna göre, bu
hakkın nasıl kullanılacağına karar verecek olan da, ezilen ulusun politik
eylemi ve bu politik eylem üzerinde şekillenen iradesidir. Lenin’in, ulusların
kendi kaderini tayin hakkını savunduğunu söyleyen, ama bu hakkın merkezi
parlamentodaki oylamayla sonuçlanacağını savunanlara yanıt olarak söylediği
gibi; “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, bay likidatör, bu sorunun merkezi
parlamentoda değil, ayrılan azınlığın parlamentosunda, meclisinde ya da
referandumunda kararlara bağlandığı anlamını taşır.” [331]
Öncelikle altı çizilmelidir
ki, ulusların kendi kaderini tayin hakkı, bir ulusal hareketin, egemen ulusun
iktidarına karşı bir politik savaşım olarak gelişir ve ayrı bir ulusal devlet
kurma talebini gündeme getirir. Kısacası, ulusların kendi kaderini tayin hakkı,
ayrı devlet kurma talebidir. Bu hak, ya bu içeriği ile tanınır, ya da gerçekte
ulusların kendi kaderini tayin hakkından bahsedilemez.
“O halde,
ulusların kendi kaderini tayininin anlamını kavramak istiyorsak ve hukuksal
tanımlamalarla oynamayıp, soyut tarifler ‘uydurmayıp’, bilakis ulusal
hareketlerin tarihsel-ekonomik temellerini incelersek, o zaman kaçınılmaz
olarak şu sonuca varırız: ulusların kendi kaderini tayininden, onların başka
ulusal topluluklardan devlet olarak ayrılması anlaşılır, bağımsız bir ulusal
devletin kurulması anlaşılır.” [332]
Burada Kürt
hareketinin proletarya öncülüğünde yürütülüş koşullarını irdelerken, onun
ulusal niteliği ile sınıfsal niteliği arasındaki zorunlu birleşmeyi ortaya
koymak kaçınılmazdır. Bugün kavranılması gereken en önemli halka budur. Bu
açıdan demokratik halk devrimi sorununun anti-feodal ve anti-kapitalist yönünü
belirginleştirmek gerekmektedir. "Ulusçuluk kültürel düzeyde örgütleyici
ilke olarak başarısız olmamıştır. İktidar savaşımının üstünde ortaya
çıkmamıştır ve bu beklenemez. Bu kavga sonuçlandırılabilse, ulus belirli
sınırlar içerisinde, Marx'ın düşündüğü gibi, örgütleyici ilke olarak varlığını
gene sürdürecektir."[333]
Bu nedenle, Kürt ulusunun kendi
kaderini tayin hakkını elde etmesi, proletaryanın öncülüğünde
gerçekleştirilecek bir devrimle olanaklıdır. Böyle bir devrimin
anti-emperyalist ve anti-kapitalist niteliği, kaçınılmaz olarak bölgedeki tüm
halk güçlerinin aynı yöndeki hareketiyle bütünleşmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu
bağdan hareket eden Türk-sol Hareketi ulusal mücadeleleri sosyalizm
mücadelesinin kuyruğuna bağlayarak her ulusal mücadelede sosyalist karakter
aramaktadır.
“Burjuva devrimi tarafından
henüz çözülmemiş sorunların kalıntıları varolduğu ölçüde, bunların çözümünden
yanayız. Ayrılıkçı hareket karşısında kayıtsız, tarafsız bir tutumumuz var.
Finlandiya, Polonya ya da Ukrayna Rusya’dan ayrılırsa bunda bir kötülük yoktur.
Bunda ne kötülük var? Bunda kötülük olduğunu söyleyen şovenisttir. Çar
Nikola’nın politikasını sürdürmek istemek için insan aklını yitirmiş olmalı.” [334]
Ulusların kendi kaderini tayin hakkının bu şekilde tanımlanması, sanıldığı
gibi, komünistlerin ezilen ulusa karşı bir ahlaki yükümlülüğünün, genel olarak
demokrat olmanın gereği değil, proletaryanın enternasyonalist eğitimini
sağlamanın, değişik ulusların özgür koşullarda birliğini komünist dünya
hedefinde birleştirme amacının bir gereğidir.
Marks’ın İrlanda sorunu konusunda, doğru olarak söylediği gibi;
“İngiltere, sermayenin metropolü, şimdiye dek dünya pazarını yöneten güç,
günümüzde işçi devrimi açısından en önemli ülkedir; dahası, bu devrimin maddi
koşullarının belli bir olgunluk derecesine eriştiği tek ülkedir. Dolayısıyla,
Uluslararası Emekçiler Derneği, her şeyden önce İngiltere’deki toplumsal
devrimi çabuklaştırmayı amaçlar. Çabuklaştırmanın tek aracı da İrlanda’yı
bağımsız yapmaktır. Öyleyse, Enternasyonal’in ödevi İngiltere ile İrlanda
arasındaki çatışmayı her yerde öne çıkarmak ve her yerde, açıkça İrlanda’dan
yana olmaktır. Londra’daki Merkez Konsey’in özel görevi İngiliz işçi sınıfında,
İrlanda’nın ulusal kurtuluşunun onlar için soyut adalet ya da insancıl duygular
sorunu olmadığı ama kendi toplumsal kurtuluşunun ilk koşulu olduğu bilincini
yaratmaktır[335]
Bugün devrimci bir ulusal
hareketin başarısı her zamankinden daha zordur ve yaşadığımız topraklardaki
Kürt hareketi bunun en son örneğidir. Komünistler için ulusların kendi kaderini
tayin hakkı bir amaç değil de, proleter hareketin birliği ve savaşımı için
zorunlu koşul olduğuna ve bugün ezilen ve ezen ulusun proletaryası arasında bir
ulusal güvensizlik, hatta şovenizmle zehirlenmiş bir düşmanlık olduğuna göre,
tam da bu nedenle bu hakkın savunulması, yaşadığımız topraklardaki devrimin
başarısının zorunlu koşuludur.
Emperyalizm ekonomik bir sistem olarak
kapitalizmin bugünkü en üst biçimidir. “emperyalizm bütün kapitalist ülkeler
için dışsal bir olgu olmayıp, bizzat bu ülkelerin kapitalist
işleyişlerinde içselleşmiştir”. Emperyalizmi dışsal bir olgu olarak görüp
ulusal kapitalizme yamanan milliyetçi bir politika, işçi sınıfının politikası
olamaz. Emperyalizm bir dünya sistemidir; bu sistem içinde yer alanların hepsi,
hiyerarşinin en üstündeki emperyalist devletler de, en altında yer tutan
kapitalist devletler de, sistemin doğasına uygun olarak yeni pazarlara
yönelmek, nüfuz alanları oluşturmak isterler. Kapitalizm eşitsiz ve bileşik gelişir.
Bu gelişim yasasıyla bağıntılı olarak, elbette ki emperyalist hiyerarşide yer
değiştirmeler ve pazarların bu yer değiştirmelere uygun biçimde yeniden
düzenlenişi gündeme gelecektir.
Sınıflar
arasındaki savaş, sınıfın kendiliğinden tepkileri üzerinden değil, bağımsız
sınıf çıkarları temelinde politik düzlemde bir savaş olarak gerçekleştiğinde
gerçek bir sınıf savaşı niteliğini kazanır. Bağımsız sınıf çıkarlarını formüle
eden ise, sınıfın kendisi ve onun tek tek bireyleri değil, sınıfın tarihsel misyonunun
bilincinde olan, sınıf hareketine organik olarak bağlanmış, bağımsız bir
örgütsel varoluşu sağlamış öncü örgütlenmenin kendisi, sınıfın devrimci
partisidir. Sınıf böyle bir öncüye sahipse, bağımsız bir politik güçtür,
değilse, politik savaşımda bir taraf değildir. Politika salt ilkelerle, salt
teoriyle yapılan bir iş değil, politik ve örgütsel güçle yapılan bir iştir.
Genel
belirleme olarak ortaya konan tavır şöyle ifade edilebilinir: Bugünkü
koşullarda “bağımsız ve demokratik bir Kürdistan” sorunu, Kürt ulusunun kendi
kaderini tayin hakkının önüne geçecek biçimde ortaya konamaz. Ulusun kendi
kaderini belirli bir tarzda tayinini ön koşullayan böyle bir tutum, kaçınılmaz
olarak devrim dışı çözüm yollarının aranmasını getirecektir. Kürt ulusunun
parçalanmışlığı ve bölgedeki eşitsiz gelişim koşullarında, proletarya ve
partisinin her bir ulusal-devlet sınırları içinde demokratik halk devriminin
gerçekleştirilmesi için yaptığı mücadeleler, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin
hakkını ve “bağımsız ve demokratik Kürdistan”ın kurulabilmesinin koşullarını
yaratabilecektir. Bu açıdan Kürt ulusundan gelen devrimcilere bulundukları ülke
sınırları içinde proletaryanın birleşik ve merkezi örgütlenmesi içinde yer
almak ve demokratik halk devriminin gerçekleştirilmesi için mücadele etmek durumundadırlar.
Ulusların
kendi kaderini tayin hakkından söz edildiği, ama bunun somut yaşamda ne anlama
geldiği konusunda bir pratik deneyimin olmadığı koşullarda, Lenin bile,
“proletaryanın kaderini tayin :hakkın”dan bahsedebiliyordu. Proletaryanın
partisi olarak sosyal-demokrat parti, halkların ya da ulusların kendi
kaderlerini tayin hakkı yerine, her ulus içindeki proletaryanın kendi kaderini
tayin hakkına geçerlik kazandırmayı kesin temelli ödevi sayar”[336]
Ancak
proletaryanın öncülüğünde demokratik halk devrimi mücadelesinin gelişmediği
yerlerde ortaya çıkan ya da çıkacak olan ulusal hareketler karşısında,
proletaryanın tutumu da belirlenmek zorundadır. Bu tutum, doğrudan, ulusların
kaderlerini tayin hakkı ile ilintilidir ve bu temelde olacaktır. Ancak bu
hareketlerin desteklenmesi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını ilke
haline getirmeksizin sınıf mücadelesi içinde belirlenen koşullara bağlıdır. Bu
koşullamaları, şöyle sıralayabiliriz:
a) Tutarlı
bir demokratik hareket olmalıdır. Bir başka deyişle, hareketin anti-feodal
niteliğinin bulunması gerekir;
b)
Emperyalizme, özellikle onun yeni-sömürgeciliğine karşı olmalıdır;
c) Ulusal
bir hareket olarak, kendine komünist ya da sosyalist bir görünüş verme
çabalarında bulunmamalıdır;
d)
Komünistlerin kendi özgül amaçları doğrultusunda, özellikle işçi ve köylü
kitlelerini bilinçlendirme, örgütlendirme faaliyetlerini ve mücadelelerini
engellememelidir.
Bu
koşullarla, salt Kürt ulusal devrimci hareketini değil, dünyanın her yerindeki
ulusal hareketleri desteklemek söz konusudur.(*)
Ulusların
kaderlerini tayin hakkı hiçbir zaman sınıf mücadelesinin kendisi olarak
kavranamamalı ve birbirlerinin yerine geçirilmemelidir. Her iki tehlikeli
yaklaşım devrimci hareketlerin kolaylıkla tuzağa düştükleri noktalardır. Ulusal
mücadeleyi ret edip yerine bir bütün olarak sınıf mücadelesi koymak sığ
anlayışına karşı da durmak gerekmektedir. “Ulusların kendi kaderini tayin
hakkından vazgeçmek ve bunun yerine emekçilerin kendi kaderini tayin hakkını
koymak tamamen yanlıştır, çünkü bu değerlendirme tek tek uluslar içinde
ayrışmanın dolambaçlı yollarını dikkate almaz... “...Ülkemizde bu yolda çok
fazla zikzaklar yaşandı. Bütün uluslar, kendi kaderini tayin hakkına sahip
olmalıdır. Bu, emekçilerin kendi kaderini tayin hakkına katkıda bulunur.[337]
Bu
ilişkiler altında Türkiye’deki proleter devrimci hareket, her şeyden önce Kürt
ulusunun kendi kaderini tayin hakkına sahip olmadığı koşullarda, meydana gelmiş
sınıfsal ayrışmayı göz önüne almak zorundadır.
Küçük-burjuvazi, bu sınıfsal ayrışma
koşullarında tek güvenilir müttefikin proletarya
olduğunu görmüştür. Ancak kırsal alanlarda, küçük köylüler, özel ilişkiler ve
“kişisel bağımlılık” nedeniyle, gerek kent küçük-burjuvazisine, gerekse
proletaryaya iyi gözle bakmamaktadır. Bu kesimin devrimci harekete
sokulabilmesinin yolu, sınıfsal durumunun ortaya konulması ve özel ilişki ve
bağımlılıklarının kırılması ile olanaklıdır. Bu ise, anti-feodal mücadele demektir.
İŞÇİ
SINIFI
İnsanın
insanla ilişkisi ise kendi ihtiyaçlarını karşılamada diğer insanlarla ister
istemez girdiği ilişkiler ekonomik ilişkilere tekabül eder. İlk basit meta
değişimi biçiminden başlayarak, sınıflı toplumlarda “çalışan” ve “çalıştıran”
olarak insanın aynı üretim sürecinde karşılıklı olarak girdiği ilişkilere doğru
gelişmiştir.
“İnsanlar toplumsal üretimlerinde son derece gerekli ve kendi
iradelerinden bağımsız olan belirli ilişkilere girerler; bu üretim ilişkileri
maddi üretici güçlerin belirli gelişme aşamalarına tekabül eder. Üretim
ilişkilerinin bütünü toplumun ekonomik
yapısını meydana getirir.”[338]
Emek,
insanın ve toplumların oluşumunda maddi yaşamın üretilmesinde belirleyici olan
bir faaliyettir. İnsanları diğer canlılardan ayıran bilinçli faaliyet olarak
emek, insanlara özgüdür. Toplumsal ilişkileri belirleyen üretim ilişkisidir, ve
üretim ilişkisi de bir toplumsal ilişkidir. Toplumsal ilişki -dar anlamında- bireylerin belli maddi ilişkilerini kucaklar ve bunun içine siyasal
ilişkiler ile ideolojik ilişkiler de dahil edilirse, sözcüğün geniş anlamına
ulaşılır. “Tüm” maddi ilişkiler, bu ikinci biçimdeki durumu karşılar.*
Marksistler,
toplumları (ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalist, komünist) bir bütün
olarak sosyo-ekonomik formasyon
(toplumsal ekonomik oluşum ve örgütlenme) kavramı ile ifade ederler. Bu
toplumsal oluşum, temel (alt-yapı) ve üstyapı olarak iki bölümde irdelenir. Bir
bütün olarak, toplumsal ilişkiler kavramı,
her iki düzeyi de içermekle birlikte, temel olan “sosyo-ekonomik formasyon”
düzeyidir; dar anlamda toplumsal
ilişkiler ise, üretim tarzı tarafından belirlenen tüm ilişkileri (üretim
ilişkileriyle birlikte) kapsar.
“Her üretim biçimi, sadece diğer yüzü olan
mülk edinmenin ve mülkiyetin tarihsel bir biçimi demektir. Ve sonuç olarak işbölümünün farklı statülerden, işbirliklerinden,
düzenlerden veya durumlardan geçerek, ilkel topluluktan sınıflara kadar
gittikçe daha geniş ve gittikçe daha az 'doğal' toplumsal grupların dağılması
ve kurulmasının kuralıdır.”[339]
Marksizm’in
bir toplumsal örgütlenme ve mücadelede, ekonomik ve politik yapılardan bağımsız
(ya da görece bağımsız) bir sivil toplum anlayışına dayanan örgütlenme
anlayışını yıkmıştır. Toplumların evriminde (gelişmesinde), üretim
ilişkilerinden ve devletten uzak ve gerektiğinde onlara karşı bağımsız hareket
edebilecek bir insan topluluğunun varsayılması dönemini kapamıştır. Bu da
sınıflı toplumlarda örgütlenme ve mücadele sınıf
kavramıyla belirginleşmesidir.
Marx-Engels,
kendilerine kadar gelen ve o güne kadar toplumsal tahlillerde kullanılan genel
kategorileri ve kavramları, sınıfların oluşumu ve gelişimine bağlayarak yeni
bir dönem başlatmışlardır. Böylece tarih, sınıf
mücadelelerinin tarihi olarak gerçek yerine oturtulmuştur. Artık belirsiz,
genel ve soyut idea olarak bir aile, ya da sivil toplum (genel olarak toplum)
ve devlet (politik ilişkiler) kavrayışı yıkılmıştır. Aile tek bir tip değildir,
onun belli bir toplumda belli bir sınıfsal özü ve buna uygun bir biçimlenişi
vardır. Sınıfsal çıkarların ve çelişkilerin ortadan kalktığı ya da önemli
ölçüde kaynaştığı bir alan olarak sivil toplum ile, bu kaynaşmanın en üst
boyutu olan devlet kavrayışı tümüyle
yıkılmıştır. Özellikle devleti “bireysel irade ile genel iradenin” “tam ve
mükemmel kaynaşması” olarak ele alan Hegelci anlayış, yani devletin sınıf
karşıtlıklarının ve uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin giderildiği alan olarak
alınması aşılmıştır.
Sınıfsal
açıdan, en gelişmiş sınıflı toplum olarak kapitalist toplumu Kapital’de ayrıntılı olarak tahlil eden
Marx, bir toplumun temelini ve onun belirleyiciliğini (genel olarak) net biçimde
sergilemiştir. Bu yapıtında Marx, üretim ilişkileri ile bunun belirlediği diğer
ilişkileri ifade ederken gelinen noktayı açıkça ortaya koyuyordu:
“Ödenmemiş
emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özel ekonomik biçimi,
doğrudan üreticinin kendisinden doğan ve kendisi de belirleyici öğe olarak onu
etkileyen, yöneten ile yönetilen
ilişkisini belirler. Ama bunun üzerine de, üretim ilişkilerinin kendisinden
doğan iktisadi topluluğun tüm oluşumu,
böylece de aynı zamanda onun özel
siyasal biçimi yerleşmiştir. Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte
egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, kısacası buna uygun
düşen özel devlet biçiminin, en içteki sırrını, gizli temelini açığa vuran şey,
her zaman üretim koşullarına sahip
olanlar ile doğrudan üreticiler
arasındaki ilişkidir.”[340]
Ekonomik
yapının karakteri ve bu karakterin değişikliğe uğrama doğrultusu, insan
iradesine değil, üretici güçlerin durumuna ve üretim ilişkilerinde meydana
gelen ve üretim güçlerinin sürekli gelişimi dolayısıyla toplum için zorunlu
olan değişikliklerin doğasına bağlıdır. “Marksizm’e göre ekonomik ve toplumsal
sistemlerin her biri, toplumsal bir gerçeklik demek olan insanın tikel ve özgün
bir belirimidir.”[341]
Toplumsal yapı içerisinde
insanların karşılıklı olarak birbirleri üzerinde meydana getirdikleri etkiler,
yalnızca bilinçsiz ve kör etmenlerdir ve genel yasa bu etmenlerin değişken
oyunları içinde belirir. sınıflı toplumlarda, toplumsal ilişki olarak sömüren
ve sömürüleni birleştiren ana etken emektir. Kapitalist toplumdaki emeğe dayalı
ilişki biçimi, iş gücünü meta olarak pazarlayan işçi ile alıcı kılığındaki
sermaye arasındadır. Dolayısıyla bu ilişki sonucu, üretim süreci içinde iki
sınıfın varlığı söz konusudur. İşçinin, iş gücünü özgür pazarlayan olarak
üretim sürecine katılmasını sağlayan, sermaye için üretimin koşulu olan işçi
değil işgücüdür. Sermaye işçiyi değil onun işgücünün yanında emeğini de kendine
mal etmeye çalışır ve bu mal etmeyi dolaysız olarak değil değiş tokuş yoluyla
sağlar. Marx, toplumsal yaşamda insanların kendi iradelerinden bağımsız ve
zorunlu olarak kurdukları ilişkilerin; üretim ilişkileri ve üretici güçlerin
belirli bir gelişim düzeyine denk düştüğünü söylemesi bundandır.
Her tarih döneminde egemen
olan iktisadi üretim ve değişim biçimi, o dönemin üzerine oturduğu temeli
oluşturur, ondan zorunlu olarak doğan toplumsal örgütlenme biçimleri ortaya
çıkar. Toplumsal gelişim “her biri kendinden önce gelen kuşaklar tarafından
kendisine aktarılmış olan üretici güçleri kullanan farklı kuşakların artarda
gelişinden başka bir şey değildir.”[342]
Bu gelişim içerisinde ortaya çıkan İşbölümü zorunlu olarak daha büyük
işbölümlerine, makine kullanımı daha geniş bir biçimde makineler kullanımına,
büyük çapta bir iş daha da büyük çapta bir işbölümüne yol açar.
İşbölümünün karşı karşıya
getirdiği sınıfların mücadelesinde, “tek tek bireyler, ancak başka bir sınıfa
karşı ortak bir savaşım yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirirler;
bunun dışında rekabet içinde birbirine düşmandırlar. Bundan başka sınıf kendisi
içinde bireylerden bağımsız hale gelir. Öyle ki bireyler kendi yaşam
koşullarını önceden hazırlanmış olarak bulurlar, yaşamdaki durumlarını ve bunun
yanında kendi kişisel gelişimlerini, tüm çizdiği yolu kendi sınıflarından
alırlar; kendi sınıflarına bağımlıdırlar.”[343]
Toplumsal olarak sınıf, üretim ilişkileri içerisinde, işbölümü içerisinde,
farklı farklı konumlarda yer alan iki toplumsal yapının gerçekleşmesidir.
“… bu sınıflar nasıl oluşmuştu? (…) iki büyük sınıfın
kökeni ve gelişmesi, açık ve elle tutulabilir bir biçimde, salt ekonomik
nedenlerden ileri gelmiş olarak görünüyordu. Ve toprak mülkiyeti ile burjuvazi
arasındaki savaşımda, bir o kadar burjuvazi ile proletarya arasındaki savaşımda
da, en başta ekonomik çıkarların söz konusu olduğu da besbelliydi”[344]
Marksizm için, sınıf içindeki
bireylerin hizmetlerini arz etme biçimleri ya da bu arz sonunda kazandıklarını
nasıl kullandıkları üzerinde durmak sadece bireyin kendisini yeniden üretmesi
noktasında olmuştur; ama bu sınıfı belirlemede veya sınıflar arası ilişkilerde
bir etken olarak sayılmamıştır.” Marx'ta, “...gruplar, kastlar ve kurulmak
üzere olan sınıflar ile kutuplaştırıcı ve kurulmuş sınıflar, hiç bir zaman
birbirine karıştırmamıştır.”[345]
Marx’ın,
ekonominin en önemli olgusu olarak ele aldığı sınıf kavramında, diğer
ekonomistlere göre ayrıldığı en önemli noktalardan biri, sınıflar arası
işbölümü sonucu ayrışmanın yanında, emek ve “emeğin” yarattığı değere
başkalarının el koyması üzerine saptamalarında olmuştur. Artı-değere el koymak;
sınıfları tanımlamanın ve sınıflar arası ilişkileri tanımlamanın ana
kaynağıdır. Kapitalizmde özel mülkiyet ilişkisi, emek olarak özel mülkiyet
ilişkisini olduğu gibi, sermaye olarak özel mülkiyet ilişkisi ile bunların
karşılıklı ilişkisini de gizli bir biçimde içerir.
İşçi,
canlı, gereksinmeleri olan, ve çalışmadığı her an, varoluşunu yitiren bir
“sermaye” durumundadır. İşçinin değeri arz ve talebe göre yükselir. Onun
varoluşu, yaşamı herhangi bir meta arzına benzer bir meta arzı gibidir. “İşçi
sermayeyi üretir, sermaye işçiyi; öyleyse o kendi kendini üretir, ve insan,
işçi olarak, meta olarak, tüm hareketin ürünüdür.”[346]
Marksizm’e göre, sınıflar nesnel bir gelişmenin ürünü olarak ortaya konulurken,
“Weber nesnellikten asla ‘sözde’ ve tırnak içinde olmasının dışında bahsetmez.
Yalnızca ve yalnızca bilgimizin önkoşulunu meydana getirmeleri ve ampirik
bilginin bize verebileceği bu özel doğruluk değerinin ön varsayımı koşuluna
bağlı olmaları durumunda öznel olan
gerçekliğin, kategorilerde düzenlenmesi olgusuna dayanır.”[347]
Kapitalist
veya işçi olmak, üretimde yalnızca salt kişisel değil, toplumsal bir konuma da sahip olmaktır. Sermaye
kapitalistin dışında kolektif bir üründür ve ancak toplum üyelerinin genel
eylemiyle, harekete geçirilebilir. Demek ki, sermaye kişisel değil, toplumsal
bir güçtür. Sermayenin varoluşu işçinin varoluşunun ön koşuludur. Bu aşamada,
işçi, kendisi için vardır ve sermaye onun karşısına çıktığı zaman sermaye
olarak vardır ve sermaye işçinin yaşamını ona bağlı olmaksızın belirler.
“Ekonomi politik, işsiz işçiyi, emek adamını, o bu emek ilişkileri küresi
dışında bulunduğu ölçüde tanımaz.”[348]
Bu, sınıf konumları gereği kapitalistlerin, işçiyi çalışma süresince yaşatma ve
sadece işçiler soyunun tükenmesini engelleyecek biçimde yaşatma
gereksinmesinden başka bir şey değildir. Öyleyse ücret, başka herhangi bir
üretken aletin bakımı, çalışma durumunda tutulması ile, sermayenin kendini
yeniden üretmek için gereksinme duyduğu sermaye tüketimi ile, dönmelerini
sağlamak için çarkların yağlanması ile tamamen aynı anlamı taşır.
Burjuvazinin
artık sosyalizmden çok sosyal devrimlere saldırmasının önünü açmada kullanacağı
ana argüman işçi sınıfının değiştiği ve artık iktidar kuramayacağını ispat
etmek olmuştur. Bu Marksizm’in işçi sınıfına biçtiği tarihsel rolün artık nesnel
olarak ortadan kalktığını iddia etmekti. Burjuvazinin ideologları için bugüne
kadar işçi ve üretici kavramlarından anlaşılması gereken şey genel beden
gücüdür. Kapitalizmin ulaştığı bu gelişme düzeyinde (post-modern dönemde)
üretimin değişimi ve gelişme ile birlikte “genel zekanın açığa çıkışıyla emek
gücünde radikal değişiklikler olmuştur. Emek gücünün radikal dönüşümü ve bilim,
iletişim ve dilin üretici güce katılması bütün bir emek fenomonolojisini ve
üretimin bütün bir dünya ufkunu yeniden tanımlamaktadır.”[349]
Emek gücünün radikal dönüşümünde üretim
dönüştü, emek gücü dönüştü değer yasası dönüştü iddiası sürdürülmektedir. Bu
kadar dönüşümün yaşanmasının yanında artı-değer ve sömürüye ilişkin dönüşen nedir bir türlü
tanımlanamamaktadır. Buna ısrarla cevap verilmekten kaçınılmaktadır. Bu sadece
burjuva ideologları için değil işçi sınıfını sadece kol ve kas gücü gören ve
meta üretmekten başka bir şey yapmadığını zanneden sol kesim içinde
söyleyebiliriz. Sadece kas gücü olan işçinin nasıl iktidar olacağını işçi
fetişizmi içindeki hareketler kendilerine bile anlatmakta zorlanmaktadırlar.
Bundan dolayıdır ki işçi sınıfı içindeki bağları durmadan erimekte ve kendi
örgütleri içine kapanan militan toplulukları olarak kalmaya mahkum
olmaktadırlar.
Hakim üretim sürecinde
bir dönüşüm gerçekleşiyor. Fabrika emeği ki buradan kastedilen kol gücüne
dayanan (-ki sanayi emeği sadece kol gücüne dayanmamaktadır.) azalması ile
birlikte yine servet (birikim) yaratımı olmaktadır. “bu yeni küresel akış yolları ve sınırları hakim
üretim süreçlerindeki bir dönüşüm eşliğinde kuruluyor ve sonuçta endüstriyel
fabrika emeğinin rolü azalırken öncelikli iletişimsel duygulanımsal, ortak
emeğe veriliyor. Küresel ekonominin post modernleşme sürecinde, servet yaratımı
giderek daha fazla bizim bio-politik üretim dediğimiz üretim tarzı (ekonomik,
politik ve kültürel alanların giderek örtüştüğü ve birbirini sardığı, bizatihi
toplumsal hayatın üretimi) içinde gerçekleşiyor.”[350]
Burjuvazinin sıkı
teorisyenleri için, modern kapitalizmde üretim
işinin, artık özerkliği ve teknik gücü olmayan atomlaşmış bir işçi kitlesi
tarafından sağlanmaktadır. Bu görüş proletaryaya veda etmenin gerekçesi olarak
ileri sürüyor. Kapitalizmin manifaktür
döneminde vasıflı işçilerin ya da eski işçi aristokrasinin bilinçlenme ve
iktidar olabilmesinin maddi temeli vardı; ama daha sonra modern fabrika
üretiminde sıradan binlerce işçinin bilinçlenme ve iktidar olabilme olanağı
ortadan kalkmıştır.
Artık işçi fabrikada egemen olamaz. zira
fabrika ekonomik birim olmaktan çıkmış olduğundan; bu nedenle de “fabrikalar
işçilerindir” düşüncesi ya da “işçi konseyleri iktidarı” bir hayal olmuştur. [351]
Marksizm’e karşı çıkan herkes, büyük ölçekli fabrikalara baktığında yalnızca
kışla disiplinini ve bunun içinde debelenen işçi sınıfını görmek istemekte,
kapitalist gelişmenin binlerce işçiyi sıradanlaştırarak büyük işletmelerde bir
araya getirmesini Marksizm’in boşa çıktığının bir kanıtıymış gibi
göstermektedir.
Her egemenlik ve bağımlılık ilişkisi, doğrudan
doğruya üretim ilişkisi içerisinde doğar, gelişir ve üretim süreci üzerinde
belirleyici etmen olarak etki yaptığı yöntemi belirler.
Üretim sürecinden doğan ekonomik topluluğun, özgül siyasal yapısı da bu temel
üzerinde kurulur. Üretim araçları sahipleri ile gerçek üretici arasındaki doğrudan
ve dolaysız ilişkinin belli bir zamandaki biçimi, emek tiplerinin ve
tekniklerinin, dolayısı ile emeğin
toplumsal üretim gücünün gelişim sürecinde belli bir aşamaya tekabül eder.
Üretim ilişkileri, bütün toplumsal yapının,
egemenlik bağımlılık ilişkilerinin siyasal biçimini, kısacası devletin özgül biçimini açığa vurur.
Aynı ekonomik temelin, başlıca koşulları her yerde aynı olsa bile, sayısız
biçimsel koşulun, doğal çevrenin, ırk kompozisyonunun, dış tarihsel etkilerin
altında egemenlik ve bağımlılık ilişkileri sayısız farklılıklar gösterirler.
Oysa yazarların belirledikleri biçimde imparatorluk dünya üzerindeki tek
hakimiyet biçimi, kendini her yerde aynı belirlemekte.
Marksistler
ısrarla her dönem içinde sosyalist devrim için savaşılabileceğini ve her dönem
içinde devrimci olunabileceğini ve mücadelenin olanaklarını kaçınılmaz olarak
belirlemelidirler. Çünkü onlar için “Bu
devrim kaçınılmazdır, sadece egemen sınıf başka hiçbir biçimde devrilemeyeceği
için değil, aynı zamanda onu deviren sınıf, tüm çağların pisliklerinden
kurtulmayı ve yen toplum kurmayı bir devrimle başarabileceği için de
kaçınılmazdır.”[352]
Bu saptama egemen sınıfın mücadelesinin egemenlik
için mücadele, devlet gücüne karşı onu yıkarak- yoğunlaşır. Ancak ve ancak
devlet egemenliğine son verilip yeni bir devletin kurulmasına kadar süren ve
kendi kendini yok etmeye kadar varan bir süreçtir bu.
Belirli bir otorite, ve öte yanda da, belirli bir
boyun eğme — bunlar her türlü toplumsal örgütlenmeden bağımsız olarak, içinde
yaşadığımız dünyada maddi koşullarla birlikte bize dayatılan şeylerdir. Demek ki, disiplin ve kontrol denilen ve
otorite ile direk ilişki içindeki yapılanmalara mutlak olarak kötü, ve
disipline karşılık kontrol de mutlak olarak iyi bir şey diye söz etmek
anlamsızlaşmaktadır. Disiplin, kontrol,
Otoritenin birer parçaları olarak, kapsamları toplum gelişmesinin
çeşitli evreleriyle birlikte değişen göreli şeylerdir.
Bugün
geçmişe oranla geçici işçilerin sayısı çok daha fazladır. Bugün geçmişe oranla
kayıt dışı emek pazarında (günümüzde informel sektör olarak adlandırılan)
çalıştırılan işçi sayısı da çok artmıştır. Kayıt dışı sömürü sorunu,
kapitalizmi “dönüştüren” bir şey değildir: Bu, daha çok on dokuzuncu yüzyıl
emek sömürü biçimlerine bir geri dönüştür.
Bize dayatılan tartışma, Marksizm ve
toplumsal devrimlerin sonu (sosyalist) geldi. Artık sınıflar arası
mücadeleden, sınıfların çatışmasının
getirdiği, egemen sınıf iktidarından iktidarın bireylere yönelik bir yapı
tartışmasına geçiyoruz. Devlet artık ezen ve ezilen ilişkisi içinde değil
sınıflar üstü ve bireyler arası ilişkileri denetleyen bir üst yapılanmadır.
Böylelikle devlet, kapitalist toplumda
bireye yönelik bir disiplinci bir yapılanmadır.. “Disiplin toplumundan, kontrol toplumuna
geçişte, yani modern toplumdan post-modern topluma geçişte” toplumsal ilişkilerin farklılaşmasının
anlatımıdır bio politik yapılanma. Böylece toplum sınıflar ve bölüşüm
ilişkileri ve iş bölümü ilişkileri temelinde değil bireylerin ihtiyaçlarına yönelik
örgütlenen bir toplum yapısına kavuşmuştur.
Modern toplumu anlatan disiplin toplumunda
birey ve iktidar ilişkisi içinde disiplincilik bireyleri kurumlar aracılığıyla
denetlemekte, iktidarın disiplinci yayılması bireyin direnci ile karşılaşmasına
neden olduğundan ”[353]
denildiğinde söz konusu olan toplumun değil bireylerin denetimidir. Bu söylem
iki şeyi beraberinde getirir: Disipline boyun eğilmemelidir. Kim hangi
disipline uyacak tartışması değildir bu sadece toplumda bireyler disiplinli
olan her şeye direnç gösteririler, bu dirençte iktidarın yapısı ve hangi
sınıfın aracı olduğunun önemi yoktur. Aslında burada önemli olan birey değil
bireyin üzerinden giderek iktidarın kime ait olduğu ve kimin hangi iktidara
karşı direnç gösterdiğinin veya göstereceğinin gizlenmesi ve sınıfların
reddinin başka bir biçimidir.
Örneğin işçiler, Üretici güçlerin
ortak ve planlı olarak işletilmesi amacıyla toplumun bütün üyelerinin genel
birlikteliği; üretimin herkesin gereksinmelerini karşılayacak ölçüde
genişletilmesi; kimilerinin gereksinmelerinin başkalarının pahasına
karşılanması durumunun son bulmasını sağlayacak bir disipline karşı çıkacaklar
mıdır? Ezilenler, sınıfların ve bunların karşıtlıklarının tamamıyla yok
edilmesine; mevcut olan işbölümünün kaldırılmasıyla, eğitimle, iş alanının
değiştirilmesiyle, herkesçe sağlanan zevklerden herkesin yararlanmasıyla, kent
ile kırın kaynaşmasıyla toplumun bütün üyelerinin yeteneklerinin her bakımdan
gelişmesine temelde ise özel mülkiyetin kaldırılmasını sağlayacak olan
iktidarın disiplinine direnç göstermeli midirler?
İktidarlar, bireylere karşı değil
toplumsal yapı içindeki sınıflara karşı oluşturulur. Bireyler böylelikle
iktidarın baskılarına karşı değil disiplinci yaklaşımına direnç gösterirler
söylemi ise: Ey işçi sınıf denilenler sanmayın ki sosyalist toplum sizin
iktidarınız olacaktır orada da bir disiplin vardır ve bu disiplin siz bireylere
karşı yaptırım uygulayacağından direncinizle karşılayın. Diğer yandan
kapitalist toplumun devleti iktidar olarak siz işçi sınıfına karşı değil
bireylere karşıdır siz asla üstünüze alınmayın demektir.
Bugünkü mücadele sadece
fabrikalardaki sınıf mücadelesi değildir; mücadele devlet ile çalıştıkları
işlerinden çıkarılarak toplumsal üretimin bedellerini taşımaya, satmaya ve
üretmeye zorlanan sokaktaki ve kapitalist pazardaki sınıflar arasındadır.
Sömürü zinciri daha dolambaçlıdır ancak hala son tahlilde sermaye-emek ilişkisi
çerçevesindedir.Pazarın ulusal veya uluslararası bağlantılı olması emek
pazarının sınıfsal çözümlemeleri sermaye ile uzlaşmazlığa dayandırılmalıdır.
İşçi sınıfı dendiğinde, pek
çoklarının aklına önce, büyük fabrikalardaki yüzlerle binlerle sayılan mavi
tulumlu işçiler gelmektedir. İşçi sınıfını fabrikalarda çalışanlar olarak
kavrayıp değerlendirirler. Yaşadığımız
topraklarda, işçi sınıfına sendikacı gözlükleriyle bakanlar için en çetrefilli
sorunlardan biri, 657 sayılı Memur Kanunu'na bağlı olarak çalışan işçilerin
nereye konacağı konusuydu. Sendikal yasalara ve işkolları tüzüğüne göre nereye
konacağı kestirilemeyen kamu işçileri, kendi gayretleriyle yollarını açtılar;
1990 da başlayıp süren mücadelede sendikalarını kurdular, toplu sözleşme yapma
hakkı için mücadele ederek kendilerini işçilerin arasına kabul ettirme yolunda
epeyi mesafe katettiler. Bugün gelinen yerde, hala memurların hangi sınıfa
mensup oldukları konusunda kafa karışıklığı devam etse de, (daha doğrusu bu
konuda genel olarak net bir fikir açıklamak yerine “kamu emekçileri” gibi ucube
bir kavramın arkasına sığınarak zevahiri kurtarma çabasında) bu kamu işçileri, en azından sendikaların ve
sendikalist gözlüklere sahip olanların muhatapları olmayı başardılar. Üstelik,
«hizmet üretiminden gelen güçleri»ni kullandıkları ölçüde, onları işçi sınıfı
içinde saymayanlar bile kamu işçilerini, işçi sınıfının en önemli müttefikleri
arasına katmak zorunda kaldı.
Buna karşılık, işsizler ve
özellikle küçük iş birimlerinde ve özellikle de hizmet sektöründe çalışan
işçiler kamu işçileri kadar şanslı değiller. Onları işçi sınıfının içinde
sayanlar hala pek azdır. Sendikacı bakış açısı içinde hareket edenlerin işçi
sınıfının bu parçasına yaklaşımları şöyledir: “bunları sınıf mücadelesine
çekmek bile mümkün değildir; çünkü indirecek bir şalterden mahrumdurlar;
çalıştıkları sektörler gereği üretimden gelen bir güce sahip değillerdir ve
bunun farkında da değiller! Diğer yandan işsizleri de bunlar gibi
değerlendirerek işçi kavramının içine bir türlü sokamayarak, işsizleri sınıf
dışına düşmüş unsurlar olarak görmektedirler. Bu «sınıfın dışına düşmüş
unsurlar» eğer gerçekten proleter iseler, yani yaşamak için çalışmak zorundaysalar,
sendikalistlerce her an sınıf değiştirme durumuyla yüzyüzedirler. örneğin metal
işkolundaki bir büyük fabrikada çalışan bir işçi; işten atılırsa veya emekli
olup da yine çalışmak zorunda kalırsa ve kazara yapacağı iş pazarcılık olursa,
birden bire sosyal statü (gelir düzeyi) bakımından aşağı düşmüş, sınıfsal
konumu bakımından küçük burjuvazi saflarına terfi olmuş olacaktır.
Ne var ki, memurlardan ve
işsizlerden daha kötü durumda olanlar vardır. Küçük işyerlerinde, veya
birbirinden kopuk birimler halinde parçalanmış büyük işyerlerinde (örneğin Mc
Donalds zincirlerinde vb.), geçici işlerde, sigortasız olarak çalışan işçiler;
sürekli iş bulsa bile, işi gereği sık sık işverenleri değişen işçiler (örneğin
inşaat işçileri vb.); veya büyük bir fabrikada o fabrikanın işçileriyle
birlikte, sürekli çalıştığı halde, o fabrikanın işvereninden değil bir taşeron
firmadan ücret alan işçiler; evinde veya kendi evinden biraz daha iyi olan bir
fasoncunun atölyesinde belki dünyanın en ünlü tekstil firmalarından birinin
pazarlayacağı malları üreten veya büyük bir otomotiv firmasına dünya çapında
kullanılabilecek küçük bir parça üreterek ömrünü tüketen işçiler; mevsimlik
tarım işçileri vb. Türkiye'nin en büyük ihracat kalemleri arasında yer alan
pamuk, fındık, tütün gibi tarım ürünlerinin toplanıp işlenmesinde çalışan tarım
işçilerini işçiden sayıp greve çıkarmayı düşünen pek azdır. Tofaş'a fason
üretim yapan bir atölyeyi küçük işyeri diye küçümseyen ise çoktur. Halbuki, bu
atölye, dünyanın en büyük otomotiv devlerinden birinin dişlisi durumundadır. Bu
dar görüşlü yaklaşıma göre büyük tekellere fason iş yapan ve onların uzantısı
konumundaki küçük işletmelerde çalışan
işçilerin küçük iş yaptığı sanılır.Bu nedenle, geleneksel sendikalar bu
kesimleri örgütlemekten kaçınmaktadırlar; onlar bu kesimlerden uzak durdukça
gözlerini sendikalara ve sendikalı işçilere dikmiş olan devrimciler de bu
kesimleri işçi sınıfı içinde görmemekte, veya nereye koyacaklarını
bilmemektedirler.
Dünya ölçeğinde küçük ara
işlerde ve hizmet sektörünün ara birimlerinde çalışan milyonlarca işçi, işçi
sınıfının en büyük bölümünü oluşturmaktadır; Diğer yandan, işçi sınıfı
kütlesinin en önemli bölüğü olan işsizlerle içiçe ve sürekli bir rotasyon
halindedirler. Burjuvazinin bugün için «esnek üretim» örgütlenmesinin bir
sonucu olarak, büyük fabrikalarda çalışan işçilerin sayısı her geçen gün ve
dünyanın her yerinde azalmakta, ara sektörlerin safları her geçen gün
kalabalıklaşmaktadır. Aynı zamanda da bu kesimler sermayenin genişletilmiş
yeniden üretiminin anahtarı olan artı değer üretiminin en büyük bölümünü
üretmektedir veya bu noktaya doğru evrilen bir süreç işlemektedir. Kapitalizmin
şu anki geldiği noktada Mekanik-evrimci bir tarih anlayışıyla küçük
işletmelerin, atölyelerin zaman içerisinde büyük fabrikalara doğru evrileceğini
sananlar, bugünün küçük işletmelerini süreç içerisinde ortadan kalkacak olgular
olarak görüp, öncelikle geleceğin sanayi birimlerine yönelmek gerektiği fikrini
yaymaktadırlar. Bu hem geçmiş tarihsel sürecin yanlış kavranışını, hem de bugün
gelişen sürecin yanlış kavranışını yansıtır.
Kapitalizmin gelişmesinde ev
sanayiinden manifaktüre, oradan fabrikaya ve giderek büyük ölçekli sanayi
birimlerine doğru geçiş, sadece kapitalist üretim ilişkilerinin iktisadi
evrimiyle, bu evrimin ihtiyaçlarının belirlediği ve düz bir çizgide gelişmiş
bir süreç değildir. Her şeyden önce, küçük ölçekli üretimle büyük ölçekli
üretimin uzun yıllar boyu yan yana olduğu bir tarihsel kesit vardır. Hiç
değilse küçük atölyelerde tekstil üretimi vb. yapılırken, aynı zaman diliminde
on binlerce işçinin girip çıktığı madenlerin olduğu unutulmamalıdır. Öte yandan
ve en önemlisi, küçük ölçekli kapitalist üretim birimlerinden büyük olanlara
doğru geçiş, sadece ekonomik süreçlerin sonucunda gerçekleşmemiştir. Bu sürecin
ardında, en ilkel biçimleriyle de olsa sınıf mücadelesinin hatırı sayılır bir
rolü vardır.
Bugün dünya çapında ve
yaşadığımız topraklarda görülen süreç de, bir bakıma böyle bir gelişme
sürecidir. Dolayısıyla, işçi sınıfının küçük birimlerde ve özellikle hizmet
alanında çalışan kesimlerinin örgütlenmesinin ve mücadelesinin yükseltilmesi
gereklidir. Küçük ölçekli ve «esnek üretim»in yerini otomatik olarak büyük
ölçekli üretime bırakacağı beklentisi hayaldir. Zira burjuvazi merkezileşmek
kaydı ile işletmeleri küçük birimlere ayırmada bu gün için ısrarlı
davranmaktadır. Bugün yoğun bir baskı ve sömürü altında çalıştırılan işçi
sınıfının bu küçük çaplı işyerlerinde çalışan kesimlerinin mücadelelerinin
örgütlenmesi gerçekleştirmek komünist devrimciler için vazgeçilmez bir görevdir.
“İşçi ve köylülerin büyük
çoğunluğunun gitgide daha çok yoksullaşması ve homojenleşmesi emek pazarı
içersinde birleşik devrimci eylem için muazzam bir objektif potansiyeli hala
barındırmaktadır ve kapitalizmin yasaları işledikçe de var olacaktır.
Marksistlerin önündeki görev sınıf mücadelesinin örgütlenmesi için ortak bir
sınıf kimliği alanı oluşmaktadır. Post-Marksist iddianın tersine, kapitalizmin
dönüşümleri sınıf çözümlemelerini daha önce hiç olmadığı kadar açıklayıcı hale
getirmiştir.”[354]
Teknolojinin
gelişmesi sınıf farklıklılarını ortadan kaldırmak yerine daha da
derinleştirmiştir.
Mikroçip sanayideki gelişmeler işçi sınıfını özgürleştirmemiştir. Bunun yerine,
sömürü etkinliklerinin alanını ve sömürü sürecindeki üretimin yapısını
değiştirmiştir. Göründüğü kadarıyla bu yeni yapı, yeni teknolojilerle
geliştirilen daha sıkı kontrol mekanizmalarının sömürüsünü birleştirmektedir.
Bazı sektörlerdeki otomasyon, iş sürecindeki çalışma temposunu arttırmaktadır;
işçiler iş süreçlerinde kapitalist veya denetçileri tarafından teknolojik
olarak gözetlenirken, gözlemci idari
personel sayısını azaltarak kapitaliste kar ettirmektedir. Teknolojik iş bölümü
ve iş süreci İşçilerin işçileri ezdiği “kalifiye işçi grupları” ücret ya da söz
hakkı bakımından bir avantaj sağlamazken bireysel sömürüyü arttırmaktadır. Bu
durum işçi üzerindeki yoğunlaşmış emek aracılığıyla artı emek sömürüsünü daha
da arttırmaktadır. Sonuçta “teknolojik devrim” karşı devrimci burjuva sınıf
yapısı tarafından şekillendirilmektedir. Bilgisayarlar iş sürecini kısaltmayı
değil denetim sürecini kısaltmasına olanak sağlamaktadır. Teknolojik değişimden
etkilenenler düşük ücretli geçici ve vasıfsız işçilerdir. Genelde vasıfsız
ortalama emek sahibi işçiler kötü ve düşük ücretli çalışma koşullarına ve
genellikle tekstil, ayakkabı, vb. üretimine dayalı ev işlerine (kayıt dışı
ekonomi) bağlanmaktadırlar.
KOMÜNİST
PARTİ ve ÇALIŞMA TARZI
Ülkemizde Leninist parti teorisi Türkiye devrimcilerince üzerinde şu
yada bu biçimde anlaşılan konuların başında gelir. Partinin biçimi ve nasıl
olması gerektiği konusunda leninist yaklaşım katı bir biçimde
uygulanmıştır. Dünyayı yorumlamak tarzı
değişik olanların elbette ki değiştirme tarzları da değişik olacaktır. Parti
teorisindeki kavrayış tek başına ele alınamaz, temelde daima devrim
teorisindeki anlaşmazlık yatar. Parti teorisi daima devrim teorisinden çıkar. RSDİP'nin II. kongresinde partinin Bolşevik
ve Menşevik hiziplerine bölünmesine yol açan tartışma ve anlaşmazlık Parti
tüzüğünün birinci maddesindeki parti üyelerinin tanımı üzerinedir.
Bolşeviklere göre: "Parti üyesi, onun programını
kabul eden ve partiye hem maddi yönden,
hem de parti örgütlerinden birine kişisel
katılmasıyla destekleyen kişidir."[355] Menşeviklere
göre ise, parti üyesi olmak için parti örgütlerinden birinde çalışmak zorunlu
değildir ve üyeler kendi kendilerini partiye kaydederler, dolayısıyla belirli
bir disiplin yoktur, devrimci geçinen herkes nitelikleri ne olursa olsun parti
üyesi olabilirler. Bu iki değişik örgüt görüşünün altında aslında apayrı iki
devrim görüşü yatmaktadır.
DEVRİM
NEDİR?
Lenin'in bir
devrimin için gerekli koşullara ilişkin belirlemesi, "Sol" Komünizm: Bir Çocukluk
Hastalığı adlı yapıtında şöyle
tanımlamaktadır:
"Devrimin temel yasası, bütün devrimler tarafından, özellikle
20. yüzyıldaki üç Rus devrimi tarafından
doğrulanan temel yasası şudur: Devrimin olabilmesi
için, sömürülen ve ezilen yığınların eskiden
olduğu gibi yaşamanın olanaksız olduğunun bilincine
varmaları ve değişiklik istemeleri
yetmez. Devrimin olabilmesi için,
sömürücülerin de eskiden olduğu gibi yaşayamaz ve hükümeti yürütemez duruma düşmeleri
gerekir. Ancak
aşağıdakilerin eski tarzda yaşamak istemedikleri ve yukarıdakilerin
de eski tarzda yaşayamadıkları durumdadır ki devrim başarıya ulaşabilir.(abc) Bu
gerçeği bir başka biçimde şöyle ifade edebiliriz: Ezeni
de, ezileni de etkileyen bir milli kriz olmadan devrim olanaksızdır. Böylece bir devrimin olabilmesi için, ilkin işçilerin çoğunluğunun (hiç
değilse bilinçlenmiş ve aklı eren, siyasal bakımdan etkin işçilerin çoğunluğunun) devrimin gereğini
tam olarak anlamış olmaları ve devrim uğruna yaşamlarını feda
etmeye hazır olmaları gerekir; bundan başka, egemen sınıfların, en gerici yığınları
bile siyasal yaşama sürükleyen, hükümeti zayıf düşüren ve devrimcilerin onu
devirmesini olanaklı kılan bir hükümet bunalımından geçmekte
olması şarttır." [356]
Bu demektir
ki devrim için öncelikli olarak gerekli koşullar sıralandığında
-toplumu etkileyen Milli krizin ortaya
çıkması,
-sınıf
bilinçli işçilerden oluşan Öncü partinin
varlığı
-Kitlelerin
bilinçli ve örgütlü olmaları gerekmektedir.
Emperyalizmin ülkeler üzerindeki baskısı ve hakimiyeti devrimleri,
ülkeler ölçeğinden çıkararak dünya devrimi haline getirmiştir. Proletarya
iktidarı tek başına bir ülkenin değil dünya işçi sınıfının iktidarının bir
parçası olmasını sağlamıştır. Kapitalizme karşı mücadele ve devrimler geçmişte
ülke koşullarının ve bu koşulların tahlili, genellikle ayrı olarak ele alınan
şu veya bu ülkenin ekonomik durumuna bakılarak yapılırdı. Günümüzde sorunun bu
tarzda incelenmesi yetersizdir. Şimdi sorunu, bütün ülkelerin veya ülkelerin
çoğunluğunun ekonomik durumu açısından, dünya ekonomik durumu bakımından
incelemek gerekmektedir.
"Eskiden ayrı ayrı ülkelerde veya daha
doğrusu gelişmiş şu veya bu ülkede, proletarya devrimi için objektif şartların
varlığından veya yokluğundan söz etmek adetti. Şimdi artık bu görüş
yetersizdir. Şimdi devrim için objektif şartların, dünya emperyalist ekonomi
sisteminin tamamında bir bütün olarak mevcut olup olmadığından söz etmek
gerekir; çünkü, sistemin, tümü ile eğer devrim için olgunlaşmamışsa veya daha
doğrusu olgunlaştığı için bu sistemin içinde sanayi yönünden yeter derecede
gelişmemiş bazı ülkelerin bulunması, devrim için aşılmaz bir engel teşkil edemez.[358]
Emperyalist
dönemde kapitalizm sürekli kriz içindedir bu krizler onun ekonomik yasalarının
bir parçasıdır. Bu dönemde ekonomiler bağımsız birimler olmaktan çıkmışlardır.
Sistemin krizleri, tekel öncesi dönemdeki gibi, bir veya birkaç ülkede sınırlı
kalamaz, sistemin tümüne yayılır ve bütün ülkeleri etkiler. Zaman zaman ağırlaşan bu sürekli kriz işçi
sınıfına, daha önce mevcut olmayan, iktidarı ele geçirme olanağını verir.
Emperyalist dönemde devrim için gerekli objektif şartlar sistemin bütünü
açısından olgunlaşmıştır.
Dünyada
kapitalist üretim ilişkilerinin kesin hakimiyeti söz konusudur. Emperyalizm
öncesi dönemin de kapitalizmin “uygarlaştırıcı etkisi” ve geri ülkelerde
proletaryanın gelişimine olan katkıları ve uluslaşma süreci ilerici bir adım
olarak değerlendirmek pek ala mümkündür. Ama kapitalizm artık gelişme
içerisinde ekonomik olarak ilerletici rol oynasa bile üretici güçlerin
gelişiminin önünde engeldir. Engel olmayı her türden gericilikle işbirliği
yaparak sürdürdüğünden, politik olarak gericidir. Emperyalist dönemde ise
üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişimini frenlemektedir, üretici güçlerle
üretim ilişkileri arasındaki çelişki keskinlik kazanmıştır. Ekonomik gelişme
üretici güçlerin kısmi de olsa gelişmesi ile toplumsal uyanış arasında
paralellik şeklinde yansır. Bu yansımanın temelinde yatan kapitalizmin
gelişmesinin yarattığı ekonomik ve toplumsal dönüşümdür.
"Bir Marksist için, devrimci bir durum
olmadıkça devrimin olanaksız olduğu kuşkusuzdur, ama her devrimci durum da
devrime yol açmaz.
Devrimci bir durumun göstergeleri, genel olarak
nelerdir? Başlıca şu üç göstergeyi ileri sürerken yanılmadığımıza inanıyoruz:
1) Egemen sınıflar için egemenliklerini değişmez bir
biçim altında sürdürme olanaksızlığı, 'doruk' bunalımı, egemen sınıf siyasasında,
ve ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve öfkesinin kendisine yol açacağı bir çatlak
oluşturan bir bunalım. Devrimin patlaması için, genellikle 'taban'ın eskisi
gibi yaşamayı 'istememesi' yetmez, ama 'doruğun artık bunu yapamaması' da
gerekir.
2) Ezilen sınıfların yoksulluğu ve sıkıntılarının,
her zamankinden çok kötüleşmesi.
3) 'Barışçıl' dönemlerde kendini ses çıkarmadan
soyduran, ama çalkantılı dönemde genel olarak bunalım tarafından olduğu denli,
'doruk'un kendisi tarafından da bağımsız bir tarihsel eyleme doğru itilen
yığınların etkinliğinde, yukarda belirtilen nedenlerden ötürü görülen artış.
Yalnızca şu ya da bu grup ve partinin değil, ama şu
ya da bu sınıfın iradesinden de bağımsız bu nesnel değişiklikler olmadıkça,
devrim, genel kural olarak, olanaksızdır. Devrimci bir durumu, işte bu nesnel
değişikliklerin tümü oluşturur. Rusya'da 1905'de ve Batıdaki bütün devrimler
çağında bu durum görüldü, ama bu durum, o sıralarda devrimler olmamasına
karşın, geçen yüzyılın 60'lı yollarında Almanya'da, ve 1859-1861 ile
1879-1880'de Rusya'da da vardı. Neden o sıralarda devrim olmadı? Çünkü devrim
her devrimci durumdan değil, ama yalnız yukarda sayılan temel değişikliklere
öznel bir değişikliğin, yani devrimci sınıfa ilişkin olarak, hatta bunalımlar
çağında bile, eğer 'düşürülemezse, hiçbir zaman 'düşmeyecek' olan eski hükümeti
tamamen (ya da kısmen) yıkacak denli güçlü yığınsal devrimci eylemler yürütme
yeteneğinin de gelip eklendiği durumdan doğar."[359]
Ekonomik
gelimin toplumsal gelişme olarak yansımasında devrim için toplumsal mücadele,
ekonomik ve kendiliğindenci mücadeleyi aşması şarttır. Sınıflar mücadelesi
tarihi, ekonomik ve kendiliğindenci mücadelelerin egemen sınıflara, ezilen
sınıfların uyanışını bastıracak veya saptıracak olanakları da verir. Toplumsal
mücadelenin gelişimi de tek başına, ekonomik mücadeleyi aşması da toplumsal
devrim için yeterli değildir. İşçi sınıfına sosyalist bilinç dışarıdan
götürülür. Bu açıdan özellikle öncü parti teorisinin oldukça önem taşır.
Temel görev bu şekilde, yani kitlelerin
bilinçlendirilmesi olarak ortaya konulduğunda, bu bilincin onlara nasıl verileceği sorusu
gündeme gelir.
Yine Lenin'in açık bir biçimde ifade ettiği gibi,
böyle bir bilinç için gerekli bilgi, teorik olarak değil, pratik bilgi olarak
kitlelere verilebilir. Bu bilgiyi, işçiler, "bir kitaptan edinemezler.
İşçi, bunu, ancak canlı örneklerden, belirli bir anda
çevremizde olup bitenlerin, herkesin üzerinde konuştuğu ya da birisinin
fısıldadığı şu ya da bu olayda, rakamlarda, mahkeme kararlarında vb. belirenin sıcağı sıcağına teşhirinden
edinebilir. Bu kapsamlı siyasal teşhirler, yığınları devrimci eylem bakımından
eğitmenin zorunlu ve temel bir koşuludur."[360]
İşte siyasi gerçekleri açıklama kampanyası olarak adlandırılan faaliyet, tümüyle
kitlelerin bilinçlendirilmesi ve örgütlendirilmesi faaliyeti olmaktadır.
"Siyasal ajitasyonun zorunlu olarak genişlemesinin temel bir koşulu, siyasal teşhirlerin kapsamlı
bir biçimde örgütlendirilmesidir.
Ancak böyle bir teşhirler aracılığıyladır ki,
yığınlar siyasal bilinç ve devrimci eylemi eğitebilirler."[361]
Ajitasyon ve propaganda faaliyetleri bütünselliği
olarak siyasi gerçeklerin teşhir edilmesi, yaşamdan örneklerle
gerçekleştirilir. Bu örnekler ele alınarak, bunların ortaya koyduğu gerçekler
kitlelere anlatılır. Örneğin, meclisten çıkartılan herhangi bir yasanın, hangi
sınıfların çıkarlarına uygun olduğu, bu yolla o sınıfların ya da kesimlerin
nasıl bir çıkar elde edeceği açık bir biçimde ortaya konularak siyasal teşhir
gerçekleştirilir. Ancak bu teşhir ve propaganda kitleleri düzenden
uzaklaştıracak onlara yöneltecektir.
Devrim kitlelerin eseri olacaktır, bu da şu demektir: devrim yapacak
kitlenin devrimin gerekliliğine inanmaları ve onun olduğunu kavramış olmaları
gerekir. Devrimin gerekliliği bilinci, ister istemez içinde yaşanılan toplumsal
yapının tüm ilişkilerinin bir bütün olarak kavranılması demektir. Böylece,
proletarya, bir yandan, mevcut düzenin her türlü baskı, zor, yolsuzluk vb.
uygulamalarına karşı, hangi kesimleri etkiliyor olursa olsun tepki gösterirken,
diğer yandan tüm toplum kesimlerinin, egemen sınıflarından ezilen sınıflarına
kadar tüm sınıf ve tabakaların niteliklerini bildiği ve kavradığı oranda kendi
sınıf bilincine sahip olabilecektir. Ve ancak böyle bir sınıf bilincine sahip
proletarya, devrimin öncüsü olabilir ve devrimi gerçekleştirebilir.
Mevcut devletin ele geçirilip parçalanmasında rol alan, ezilen sınıfların
durumunun da değerlendirilmesi, yani onların durumunu, hoşnutsuzluklarını,
memnuniyetsizliklerini ve tepkilerini de tahlil etmek gerekir. Bu tahlillerin
genel süreç olarak yapılması, dünyanın genel olarak değerlendirilmesini, yani
emperyalizm tahlilini kaçınılmaz kılar. Bu yapıldığı koşullarda, ülkenin
emperyalist zincirin bir parçası olduğunun
belirlenmesi ile de, ülkenin iç koşullarının gelişim dinamiklerini
belirlemek olanaklı olur. Böylece,
dünyanın ve ülkenin ayrıntılı bir tahlili, devrim koşulları ve hedefleri
belirlenir. İşte bu devrim stratejisini ortaya çıkarır.
Devrim stratejisi, devrimci mücadelenin hedeflerini, bu hedefe yönelik
mücadelelerin biçimlerini ortaya koyarak, çalışma biçimlerini belirler. Bu
tespitler olmaksızın, devrimci pratik, kendiliğindenci bir tarzda yürür ve
olayların seyrine göre rota düzenlemeye çalışır. Egemen sınıfların propaganda
ve depolitizasyon yöntemlerinin gelmiş olduğu boyutlar dikkate alındığında,
böyle bir pratiğin nasıl yolunu şaşıracağı kolayca anlaşılır.
Ekonomik
gelişme ve toplumsal gelişme arasındaki farklılıklar devrim mücadelesinde ve
özellikle iktidara yönelmede tartışmalara yol açmıştır. Kapitalist üretim
ilişkilerinin gelişmişliği işçi sınıfının örgütlenmesinin gelişmişliği anlamına
gelmez. Yani işçi sınıfının nicel anlamda gelişmiş olması örgütlenmesinin de
gelişmişliğini göstermez. Aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerinin hakim
olduğu alanlarda işçi sınıfının nicel olarak az olması da devrime öncülük
etmesine engel oluşturmaz. Bolşevik ve Menşevikler arasındaki tartışmalar ve
II. Enternasyonal’in Bolşevik devrime karşı çıkışı buna örnek oluşturur.
"Oportünistler,
proletaryanın, ülkenin çoğunluğunu teşkil etmeden, iktidarı ele geçiremeyeceği
ve geçirmemesi gerektiğini temin ederler. Bu iddianın ispatı, delili yoktur;
çünkü bu tezi, ne teorik olarak, ne de pratik de haklı göstertmek imkansızdır.
Lenin, bu II. Enternasyonal baylarına pekâlâ dediğinizi kabul edelim diyor, fakat nüfusun azınlığını teşkil eden
proletarya, emekçi kitlelerin büyük çoğunluğunu kendi etrafında toplayabildiği
(savaş, tarım buhranı vb.) bir tarihi durum meydana gelince niçin iktidara
geçmesin? Proletarya, sermayenin cephesini yarmak ve genel gelişmeyi
hızlandırmak için elverişli uluslararası ve iç durumdan niçin faydalanmasın?"[362]
Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin keskiliği,
emperyalizm ve tekeller döneminde, ekonomik gelişmenin yarattığı sosyal bilince
bağlı olarak devrimlerin ortaya çıkması gibi bir mekanik anlayışa karşı,
herhangi bir ülkede işçi sınıfı iktidarının üretici güçlerin gelişimine direkt
olarak bağımlı olmadığı sonucu çıkar. Ekonomik olarak kapitalizmin
dünyada üretim ilişkisi olarak hakimiyeti işçi sınıfının nicel yapısına değil
nitel durumuna ve örgütlü öncü olarak devrime öncülük edip edemeyeceğine
bakılmalıdır. Aksi durumda gelişmiş tüm kapitalist ülkelerde devrimci durumun
varlığını savunmak gerektir.
Zira sonuç
bizi, sanayinin en gelişmiş olduğu yerde, proletaryanın çoğunluğu teşkil ettiği
yerde, daha yüksek kültür, daha çok demokrasi olan yerde devrimler olur başka
yerde mümkün değildir gibi bir mutlaklığa varır.
“Devrimin
mutlaka sanayinin vb. en gelişmiş olduğu yerde başlaması şart değildir.
Emperyalizm zincirinin en zayıf olduğu yerde sermayenin cephesi yarılacaktır;
çünkü proletarya devrimi dünya emperyalist zincirinin kırılmasının sonucudur ve
devrime başlayan ülkenin kapitalist anlamda daha gelişmiş ülkelere oranla az
gelişmiş olması, bununla beraber kapitalizmin çerçevesi içinde bulunması pekâlâ
mümkündür.”[363]
Kapitalizmin
gelişmesi işçilerin sayısını artırır, onların büyük işletmelerde toplanmasını
sağlar; böylece işçi sınıfı hem nicelik, hem de nitelik bakımından gelişir.
işçi sınıfı iktidarını temel olarak
bu gelişime bağlamak Leninizm’i ve Sovyet devrimini kavramamak; emperyalizmden
devrim beklemek ve devrimi sonsuza dek ertelemek demektir.
Kapitalist
sistemin yıkılabilmesi her şeyden önce sistemin bünyesindeki çelişkilere
dayanır. Eğer kapitalist sistemin bünyesindeki çelişkiler güçlenip sistemi yok
etme durumuna getirmezse, devrimcilerin iradesi bu sistemi yıkamaz. Komünist
parti sınıfın en aktif ve bilinçli kesimini örgütleyerek oluşan koşullar
içerisinde işçi sınıfını kendi talepleri doğrulusunda diğer ezilenleri de içine
katarak mücadeleye çağırır ve onlara gerekliliğini anlatır. Herhangi bir ülkede işçi sınıfı iktidarı
emperyalist sistemin krizlerine, bu krizin o ülkeyi etkileme derecesine,
kitlelerin bilinç ve örgüt düzeyine, ülkenin devrimci geçmişine, öncü partinin
yığınlar içindeki gücüne ve partinin doğru önderliğine bağlıdır.
Eğer nesnel koşullar mevcutsa, yani devrim durumu
ortaya çıkmışsa, devrimci görev, kitlelerin harekete geçirilmesi olmaktadır. Ancak
böyle bir eylem için, kitlelerin bilinçlendirilmiş olması zorunlu önkoşuldur.
Bu nedenden dolayı, ister devrim durumu ortaya çıkmış olsun, ister çıkmamış
olsun, devrimci görev, kitleleri bilinçlendirmek ve örgütlemek olmaktadır. Bu yüzden, her zaman ve her yerde, devrimci mücadele, kitlelerin
bilinçlendirilmesi ve örgütlenmesi mücadelesi olarak somutlaşmaktadır. Kitlelerin bilinçlenmesi ne demektir?
Kitleler nasıl bilinçlendirilir? Nasıl örgütlenir? İşte devrimci mücadelenin
pratik soruları bunlardır.
Eğer işçiler,
zorbalık, baskı ve şiddetin her
türlüsüne karşı
devrimci tepki gösterme konusunda eğitilmelidirler. Eğer bu gerçekleştirilemezse işçi
sınıfının bilinci, gerçek bir siyasal bilinç olamaz. Öncü işçiler, güncel siyasal olgular ve olaylardan yararlanarak toplumun diğer sınıfların siyasal yaşamlarını gözlemlemek, toplumun
ezilen sınıf ve tabakalarının yaşam ve eylemlerinin bütüne devrimci tepkileri sindirmeli ve öğretmelidirler. İşçi
sınıfının dikkatinin sadece kendi eylemlerine yoğunlaştırılması onun devrimci
bir sınıf olarak kısırlaştırılması demektir. İşçi sınıfının, modern toplumun bütün sınıfları
arasında karşılıklı ilişkiler konusunda
tam bir teorik bilgisi ve pratikte siyasal yaşam deneyimine
dayanan bilgisi olması gerekir. Bu da proletaryanın sınıf
bilincinin kendiliğinden bir sınıf bilincine değil siyasal bir bilince sahip
olması demektir. Böyle bir bilincin oluşumunu Lenin şöyle ortaya koyar:
"Bir sosyal-demokrat (sosyalist) haline
gelebilmesi için, işçi, toprakbeyi
ile papazın, yüksek memur ile köylünün, öğrenci ile serserinin iktisadi niteliği ve toplumsal ve siyasal özellikleri konusunda açık-seçik bir fikre sahip olmalıdır; onların
güçlü ve zayıf yanlarını bilmelidir; her sınıf ve tabakanın kendi bencil özlemlerini,
kendi gerçek 'iç yapısını' gizlemek için kullandığı bütün parlak sözlerin ve safsataların anlamını kavramalıdır; belirli
kurumların ve yasaların yansıttığı
şu ya da bu çıkarların neler
olduğunu ve bu yansıtmanın nasıl olduğunu anlamalıdır."
[364]
Kapitalizmin
dünya üzerindeki genel egemenliğini fark edemeyen ve genel çelişkiyi emek ve
sermaye arasında ararken takıldıkları yer geniş işçi yığınları ile acımasız
kapitalistler aramaktır. Günümüzde geri-bıraktırılmış ülkeler için bunu
bulamayanlarda buralarda devrimleri devrimcilerin iradesine bağlamak zorunda
kalıyorlar. Geri-bıraktırılmış ülkelerde kapitalizm iç dinamikle değil de,
yukardan aşağıya, emperyalizmin kontrolü altında geliştirildiğinden buradaki
işçi sınıfı ekonomik olarak da geri olduğundan devrim yapma olasılığı yoktur.
Tarihte özneye misyon yükleyen anlayış için sosyal uyanışı temel olarak
ekonomik gelişmeye bağlamak, kitlelerin bilinçlenmesini emperyalizmden beklemek
anlamına gelir.
"Kısaca,
genel kural olarak, emperyalist cephenin zinciri halkaların en zayıf olduğu
noktada kırılmalıdır; ve bu noktanın kapitalizmin en gelişmiş olduğu,
proletaryanın şu, köylülerin bu kadar bulunduğu bir ülkede olması şart
değildir. Bu sebeple, ayrı olarak ele alınan şu veya bu ülkenin proletaryasının
genel nüfusa nispeti hakkında istatistik hesaplarına, emperyalizmin ne olduğunu
anlamamış olan ve vebadan korkar gibi devrimden korkan II. Enternasyonal
yorumcularının verdikleri özel önem tamamen büyütülmüştür."[365]
Emperyalist
dönemde burjuvazi devrimci niteliğini yitirmiştir, kendi devrimini yapamaz.
Burjuvazinin güçlenen proletaryaya karşı feodal düzenin baskı güçlerine
ihtiyacı vardır, onun için, feodalizme karşı kararlı hareket edemez, uzlaşır.
Demokratik devrim feodalizm yıkılarak -aşağıdan yukarı- değil, yukardan aşağıya
feodallerle uzlaşılarak uzun ve ızdıraplı bir yoldan kaldırılır. Feodalizm
devrimci yoldan kaldırılmaz, bunun yerine feodallerle uzlaşılarak uzun ve
zahmetli yoldan tasfiye edilmeye çalışılır. Emperyalist dönemde devrimciliğini
yitiren burjuvazi demokratik devrimde geçmişte onun müttefiki olan, demokratik
devrimden en büyük yararı sağlayacak olan köylülere ihanet eder.
Emperyalist
dönemde ulusal sınırları aşan ve özellikle kapitalizme geri ülkelerde yatırım
olanakları bulan sermaye, bu ülkelerde bir önceki var olan üretim tarzları ile
uzlaşarak yukardan aşağıya kapitalizmin gelişimini sağlar. Emperyalist dönemde
demokratik devrim ancak işçi sınıfının önderliğinde sonuna kadar yapılabilir.
Devrimde öncü sınıfın mutlaka nüfus içinde çoğunluğu meydana getirmesini
beklemek ve nicel birikimin abartılması gerekmez. Burjuvazinin önderliğinde
yapılan burjuva demokratik devriminde de burjuvazi azınlıktadır.
'"İşçi
sınıfı idareci rolünü kuvvetle ve bol bol göstermiştir. Aynı zamanda tarihi hareket içindeki kuvvetinin halkın tümü içindeki
payından daha büyük olduğu da iyice belli olmuştur."[366]
İşçi
sınıfı, mücadeledeki kararlılığı ve diğer ezilen sınıfların taleplerine de
sahip çıkarak onları yanına çekebilir ve böylece nüfusun çoğunluğunu meydana
getirebilir. Proleter devrimi gerçekleştirecek "proleter kimdir? Ya da
proleter kimdir?, bunlar saf proleter midir? İşportacı da proleter sayılabilir
mi? burjuvazi gelişsin proleter sayısı artsın devrim gerçekleşir" gibi
devrimi erteleyen ve birsizleştiren anlayışlara karşı savaşmak gerekir.
Ancak günümüz koşullarında, ülkemizde devrim sorunu, sadece devrim
durumunun veya devrimin ne olduğunun Marksist-Leninist belirlemesi ve ifade
edilmesi değildir. Bunlara ilişkin devrime ilişkin düşünce ifade eden her
türden revizyonist ve oportünist tahrifatların sergilenmesi gereklidir.
Özellikle 12 Eylül sonrasının yarattığı tahribat ve onun getirdiği tasfiyecilik
ve depolitizasyon politikalarının yaratmış olduğu ortamın, kaçınılmaz olarak, genel
olarak devrim ve devrimin nasıl
gerçekleştirileceğini gündeme getirmektedir.
Yani, Marksist-Leninistler için
devrimin ne olduğu ve nasıl yapılacağının bilinmediği koşullarda, devrim soyut
bir değerlendirme olarak kalmaktadır. Devrimin üzerinde yükseldiği nesnel
koşulların açıklanması ve tartışılması oldukça önem taşımaktadır. Böyle bir
tartışma ya da değerlendirme, yeni yetişen devrimci kuşaklar için
"soyut" bir tartışma ya da değerlendirme olarak değil ne yapılması
gerektiğinin açıklanmasıdır. Doğal
olarak, böyle bir ortamda, plansız, programsız, devrimin nesnel yasalarını hiçe
sayan eylemler ve değinmeler devrimci faaliyet olarak sunulabilmektedir.
Devrimin ne olduğunun kavranmadığı durumda, devrim adına yapılan
mücadelelerin de değerlendirmeleri de söz konusu olamamaktadır. Devrim, somut
mücadele hedefi olarak iktidarı hedefler ve onu ele geçirmenin biçimlerini
tanımlar ve bu amaca ulaşmak için yürütülecek mücadeleler, onun araçları olmak
durumundadır. Amaç ile araç arasındaki ilişki ve uygunluk, ancak amacın açık ve
net olarak ortaya konulabildiği koşullarda belirginleşir ve belirlenebilir.
Öncelikle, devrim mücadelesine katılan her bireyin ve örgütün, devrime ilişkin olarak açık ve net bir programı ve kavrayışı olması şarttır. Devrimi, bir hükümet değişikliği ya da herhangi bir konuda alınmış yeni bir karar ya da uygulama olarak kavrayan bir bireyin ya da örgütün, devrim mücadelesinden anladığı çok farklı bir şey olacaktır.
Kapitalizmin gelişme tarihi göstermiştir ki, işçi sınıfının sayıca
artması ve büyük işletmelerde toplanması sosyalist bilince ulaşması için
yeterli değildir. Fabrika işçisi olmak sosyalist olmak için yeterli değildir.
Burjuvazi tarafından sadece üretim sürecinin gerektirdiği kadar eğitilen işçi
sınıfının kendiliğinden derin ekonomi, felsefe, bilim ve tarih temelleri olan sosyalist
ideolojiye ulaşması beklenemez. Bu bilinç ona dışardan iletilmelidir. Zira
“kapitalizmin mezar kazıyıcısı” olan işçi sınıfı bile kendiliğinden
sendikalizmin ötesine geçemez.. Onun içindir ki, parti, işçi sınıfının iktidar
mücadelesindeki en güçlü silahıdır.
"İktidar mücadelesinde proletaryanın örgütten başka silahı yoktur.
Burjuva dünyasındaki anarşistçe rekabet altında ayrı düşmüş, sürekli olarak
yoksulluğun, köleliğin ve dejenerasyonun 'derin çukurlarına', gerilere itilmiş
olan proletarya, ancak Marksizm prensipleri üzerinde ideolojik birliğe ulaşarak
ve çalışan milyonlarca insanı işçi sınıfı ordusu halinde kaynaştıran maddi
örgüt birliğinin yardımıyla, kaçınılmaz biçimde yenilmez bir güç haline
gelebilir ve gelecektir."[367]
İşçi sınıfı
partisinin her ülkedeki yapılanması ve örgütlenme tarzı farklılıklar içerir.
Kapitalizmin gösterdiği farklı gelişme çizgileri her ülkedeki sosyal
yapılanmayı da farklı hale getirir. Bu temel üzerinde yükselen parti ve parti
mücadelesi kendi içinde farklılıklar taşımak durumundadır.Dünya sınıflar
mücadelesi ve buradaki partilere bakarak aynı prototipin yaratılmaya
çalışılması her zaman hüsranla sonuçlanmıştır. Her ülkenin kendine özgü
ekonomik yapısı ve toplumsal şekillenmesindeki farklılıklar parti
örgütlenmesine şu yada bu biçimde yansır.
İşçi sınıfının içinde bulunduğu toplumsal durum ve bilinci yarından
ötesini düşünecek durumda değildir. Bu yüzden öncü olarak parti işçi sınıfı
ideolojisini kabul etmiş kişiler onlara dışarıdan bilinç götürürler, onu
örgütlerler. Başlangıçta çoğunluğu işçi olmayan ve genellikle küçük-burjuva
olan bu kişiler işçi sınıfı partisini oluştururlar.
Parti
zorunluluk sonucu oluşan nesnel bir yapıdır. Parti, Sınıf mücadelesi
içinde yönetenlerin yönetemez duruma geldiği noktada, mücadeleyi sürdürenlerin
birbirinden oldukça bağımsız grup çalışmasının çıkmaza girdiği, devrimci
hareketin dar ve oldukça bağımsız çalışmalarla artık ilerleyemez durumda olduğu
durumda gerekli hale gelir. Partinin kurulabilmesi için devrimci hareketin daha
üst düzeyde bir örgütlenmeye ihtiyaç duyması gerekir.
Komünistler,
burjuvazi tarafından gelişmeleri çeşitli yollardan engellenen işçi sınıfının
homojen bir kitle olması beklenemez. İşçi sınıfının tamamı aynı eğitim ve
çalışma şartlarına sahip olmadığından aynı ölçüde sosyalist bilince açık
değildir. Bu nedenle Parti, işçi
sınıfının en ileri, en militan kesimini temsil eder.
"Gerçekten
işçi kitlelerinin sürekli sömürüye maruz kaldığı ve insani yeteneklerini
geliştiremedikleri kapitalizm çağında, işçi sınıfı siyasi partilerinin en göze
çarpan özelliği sınıflarının sadece azınlığını ihtiva etmeleridir. Herhangi bir
kapitalist toplumda, gerçekten sınıf bilincine sahip işçiler, nasıl bütün
işçilerin sadece bir azınlığını meydana getiriyorlarsa, aynı şekilde bir siyasi
parti de, bir sınıfın ancak azınlığını ihtiva edebilir. Bu yüzden, geniş işçi
kitlelerini, ancak sınıf bilincine sahip bu azınlığın yönetebileceğini ve
liderlik edebileceğini kabul etmek zorundayız."[368]
Tarih
göstermiştir ki, işçi sınıfının iktidar mücadelesini yönetecek, sadece devrimin
yükselme döneminde değil, geri çekilme döneminde de mücadeleyi sürdürecek olan
parti mutlaka seçme üyelere, sıkı disipline ve yüksek bir bilince sahip
olmalıdır. Ancak sınıfının önünde, ilerisinde olan parti ona önderlik edebilir,
işçi sınıfının içinden gittikçe artan sayıda sosyalist kadrolar
çıkartabilir. Lenin'in deyişiyle:
"Tarihte hiçbir sınıf, bir hareketi örgütlemeye ve yönetmeye muktedir,
sivrilmiş temsilciler ve politik liderler yetiştirmeksizin iktidara
gelmemiştir."[369]
Sınıfıyla özdeşleşemeyen parti ona önderlik edemez, işçi
sınıfının içinden komünist kadrolar çıkartamaz ve öncü görevini yerine
getiremez. “işçisiz parti, işçiler nedir? ki her zaman aydınlar parti içinde
her dönemde çoğunlukta olmalıdır sözleri ve bu durumu işçici dünya bakışı ve
işçi sınıfı fetişizmi gibi görüşlerin altında oportünizm yatar. Lenin’in
"...kitleler kavramı hakkında birkaç kelime söylemek istiyorum. Bu,
mücadelenin niteliğindeki değişikliklere göre değişen bir kavramdır.
Devrimlerimiz sırasında birkaç bin işçinin kitleleri temsil ettiği anlar
oldu."[370]
sözlerini komünist partisini aydın kulübü haline getirmeye dayanak yapmaya
çalışan oportünizmin baktığı nokta devrimden uzaklaşarak ve sosyal devrimlere
karşı olmakla sonuçlanmıştır. Euro_komünizmin geldiği nokta hala ortada
durmaktadır.
İşçi sınıfı
partisi “bir savaş örgütüdür”. Savaşı sonuna kadar götürecek olanda işçi sınıfı
ve geleceğini onun geleceğine bağlayanlardır. Burjuvazinin devrilmesi, burjuva
devletin yıkılması ancak şiddete dayanan devrim yoluyla mümkündür. Burjuvazi
kitleler üzerindeki denetimini ordu, polis ve çeşitli güvenlik örgütleriyle
sürdürür ve bu örgütleri kullanarak devrime karşı bütün gücüyle direnir. İşçi
sınıfı partilerinin iktidarı ele geçirmek için kısa yada uzun bir askeri savaş
vermeleri ve zorunlu olarak savaş örgütü olmasını da beraberinde getirir.
Savaşan partinin politik savaşını görmezden gelerek, küçük burjuva maceracı bir
bakış açısı ile salt savaş aracı haline getirilmesi de partinin yanlış
kavranışına işaret eder. Sınıf mücadelesini dar bir askeri 'savaşçı'
müfrezesinin fedakâr çıkışlarına ve intihar atılımlarına indirgedikleri için,
bu çizgiler ne denli cesur olurlarsa olsunlar işçi sınıfı ve müttefiklerinin
yani geniş kitlelerin dışına düşmüşlerdir.
"... Halkın
yüz misli güçlenmiş olan devrimci enerjisine ayak uydurabilmek için tüm parti
ve partiye bağlı örgütlerin üyelerini çoğaltmalıyız. Söylemeye gerek yoktur ki
bu, Marksist doğrularda tutarlı ve sistematik bir eğitim ve öğretimin bir
tarafa bırakılacağı anlamına gelemez. Kesinlikle ve tamamıyla 'bizim'
anladığımız anlamda 'öğretecek' olan, askeri harekâtların çok büyük önemi
vardır."[371]
"Böylece
Sosyal-Demokratik titizliğimizi ve uzlaşmazlığımızı gevşetmek söz konusu
olmayıp, ikisini de yeni yollarla ve yeni eğitim metotlarıyla kuvvetlendirmek
söz konusudur. Savaş sırasında acemiler eğitimleri için gerekli dersleri
doğrudan doğruya askeri harekâtlardan almalıdırlar.[372]
İşçi sınıfı
partisi politik mücadelede karşılaşacağı yegane güç kapitalizmin polisi, askeri
gibi silahlı güçlerdir. Bu silahlı güçlere karşı direniş ise askeri bir
meseledir. Parti gerçekten kitlelere bu askeri müdahalelere karşı mücadelede de
önderlik etmek ve kitleleri eğitmek durumundadır.
Teori pratik ikilemi
Emperyalist tahakküm altında tüm
toplumsal devrimler emperyalizme karşı olmak durumundadır. Emperyalist zincir
parçalanmadan kapitalizme karşı mücadele başarıya ulaşmaz. Kapitalist sisteme
karşı mücadele ve vurulan darbeler dünya çapında emperyalizme vurulmuş bir
darbe olarak görülmeli ve buna göre hareket edilmelidir. Kapitalizme yönelen
mücadele ve savaşlarda yerel devrim ve mücadelelerin önemi kalmamıştır önemli
olan dünya devrimidir, ancak kapitalizm böyle yenilir; günümüzde sorun dünya
devrimi sorunudur gibi anlayışlar reddedilmelidir. Bu anlayış emperyalizmin ve
sermayenin karakterini kavranmadığının göstergesidir. Karakteri gereği
emperyalist sistemin politik dünyadaki bütünlüğü mücadelenin bu karakterde
olmasını zorunlu kılmaktadır. Parça bütün anlayışında ulusal mücadelelerin anlamsız
olduğu ve dünya devrimi gibi olası devrim ve kazanımları sürekli ileri öteleyen
anlayışlar Troçkizmle malul olup Leninist anlamda sınıf mücadelesinin ve
devrimlerin reddini gerektirir. Bu anlamıyla Lenin’in dünya proletaryası ile
birlikte ezilen halkların ayaklanmasına işaret etmesi önem kazanmaktadır.
Devrimci komünist örgütlenmenin işçi
sınıfının kendi talepleri için sürekli mücadeleye davet eder ve politik olarak
onun önünü açar. Bu mücadelenin sosyalizm mücadelesinin bir parçası olduğu ve
iktidar perspektifi bir an göz ardı edilmeden,
sürekli ve günün gereğine uygun bir mücadele hattı İçinde olmak, sisteme
ve rejime karşı örgütlenmek ve varlığını ortaya koymayı gerektirir.
Teori-pratik ikilemi yaratarak, devrimci
komünistler günlük teoriler üretmezler. Marksizm bir bilim olarak da politik ve
felsefi olarak da kendisini ispatlamış durumdadır. Bu anlamda Marksist teorinin
yeniden pratik içinde sınanmasına gerek
yoktur. Devrimci komünistlere düşen görev günlük mücadele içinde diyalektik
düşünme biçiminin harekete geçirmek ve diyalektik düşünebilmektir. Zira günlük
mücadelede teori olarak adlandırılan ve üretilen şeyin bir sonraki gün anlamını
yitirmesi teori dediğimiz yapıya zarar vermekte düşünsel anlamda tutarsızlık
başlamaktadır. Bu tutarsızlık politik alanda da farklı biçimlerde yaşama
yansımaktadır.
Bütün devrimciler ille de teoriyi günlük yaşamın mihenk taşına
vurmak gayretindeler. Günlük yaşama oturmayan teori anlamsız kılınmaktadır
(burada dikkat edilmesi gereken anlamsızlığı veya yanlışlığı belirleyenin yaşam
değil günü değerlendiren öznenin belirlemesidir). Oysaki teori günlük yaşamda
kullanıldığında zaten teori olmaktan çıkar günlük bir düşünce tarzına döner.
Günlük yaşama biçimi teorileştirilemez. Değişen günlük yaşamın gerekliğine
uygun “teori” üretmek de tutarsızlığı ve sınıf mücadelesinde güvensizliği davet
etmek demektir. Örneğin Leninist parti anlayışının bir ülkede günlük mücadele
içinde bazı noktalarda oturmaması ve zaafa uğraması leninist parti teorisinin
anlamsız veya yanlış olduğu anlamına(mı) gelir... Marksizmin sığ sularında
kulaç atmak ve bunu bir bütün olarak Marksizmin tüm gövdesine yaymak devrimci
komünistlerin işi değildir. Teoriye ille de yaşamda şu yada bu biçimde hayat
bulmasını zorlamak diyalektik düşünme biçimini reddiye anlamına gelir. (Teori neden günlük
mücadele ye endexli kılınmamalıdır. Günlük bir taktik teorileştirilebilri mi)
Devrimci komünistler için mücadelenin
önkoşulu teorik birikim ve diyalektik düşünme biçimidir. Bu biçim örgütlenmeyi,
sosyalizm ve komünizm için mücadele için ona uygun mevzilenmeyi gerektirir. Ama
bu teorinin sınanması anlamına gelmez. Kendi dönemi içinde en iyi ve ileri
Marksist olarak bilinen Kaustky’nin düşüncelerinin tümünün özellikle Marx’a
dayandırdığını bilmeyen yoktur. Ama politik mücadele içinde marksizmi dogmatik
alan ve politik mücadeleyi tersten Marksizmin mihenk taşına vuran Kaustky’e
karşı çıkan da Lenin olmuştur.
Şimdi iki noktadan da bakalım Marksizmi
günlük mücadelenin içinde bir yere oturtmaya çalışanların uymadığında bu geçersidir
demeleri – ki post Marksizmin yaklaşımı budur – yanında gelişen mücadelede
ortaya çıkan duruşu ille de marksizmin ölçütlerine uydurmaya çalışan mantık mı?
Her iki duruşun da tehlikeli yanı Marksizm kulvarında duruşu sergiler... Post
Marksist olmakla, Kaustkyci olmak arasındaki fark çok incedir. Devrimci
komünistlerin bu noktadaki duruşları onları her ikisinden de ayırt eden
Marksist ve devrimci yapar. Kaba bir tarzda dillendirmek gerekirse Marksizmin
belirleyiciliğinin ve ayırt edici özelliğinin sınıf mücadelelerinin sınıfsız
toplumla sonuçlanacağı göz önüne alındığında Marksistler gerek günlük
politikalarında gerek uzun vadeli politikalarında bu hedefi gözden kaçırmadan
ve tutarsızlığa düşmeden bu gerçekliği yerine getirmek zorundalar. Politika anda
yapılır gibi anı anlatan “teori” veya anı “teori”leştirmek bir başka anda
tutarsızlığa düşmeyi göze almak demektir. Bunu da çok iyi beceren Doğu Perincek
gibi İP gibi iyi bir örnekle yüz yüzeyiz.
Devrimci komünist kadro ve
amacımız
Düşünün ki; üretimin içinde bulunan
ileri düzeyde bir kadronun iyi bir örgütçü olması teorik bilgi olarak ileri
düzeyde olmasını gerektirmeyebilir. İyi bir örgütçü için ileri derecede
Marksizm bilmek o kadar da önemli
olmayabilir. Buradan ters bir sonuca gidip o zaman kadro için teorik bilginin
önemi yok mudur? Gibi bir sonuca varmak ve bu anlamda bir soru sorulması
anlamsızlığı içeriğindeki samimiyetsizlikle ret edilmelidir. Zira her kadronun
her ileri militanın ve taraftarın sisteme ve onun yozlaştırıcı etkisine karşı
eğitilmesi ve ideolojik olarak donanması olmazsa olmaz bir koşuldur.
Yaşamın içerisinde hiç bir şey
dayatılarak veya kendisini dayatarak yaşamını sürdüremez. Mücadelede bir bütün
olarak ele alındığında mücadele içerisinde de gereklilikler kendini dayatır.
Zira mücadele soyut bir kavram değildir; uygun araçları olduğunda ve gerçek
zemininde somut hale gelir ve gerçek anlamına kavuşur. Mücadelenin
gerekliliklerine uygun devrimci çalışmada amaca uygun araçlarda ortaya çıkar ve
kendini dayatır. Yanlış araçla doğru amaca ulaşılamayacağı gibi, doğru araç da
amaçtaki belirsizlikten dolayı araca sahip olanın yaşamdaki tutarsızlıklarından
dolayı bir yere varamaz. Ortaya çıkan durumunda diyalektik bütünlük bozulur,
oluşan anarşi ortamında çatışma kaçınılmaz olur. Bizler mücadele biçim ve
araçlarının hiçbirini reddetmeme esasını benimsemeliyiz
Ağaçlan
görüp ormanı görmemek kadar, ormanın tek tek ağaçlardan oluştuğunu kavramamak
da ciddi bir hatadır. Devrimci komünistler, önümüzdeki çalışmanın sorunlarını
ele alırken örgütlenmenin, tek tek sınıf öncüleriyle ilişkilerden ve genel
olarak sınıf savaşımının tek tek muharebelerinin bileşiminden sentezlendiğini
ve siyasi örgütün, bireylerden meydana geldiğini ama bireylerin toplam
sayısal gücünden daha güçlü canlı bir organizma oluşturduğunu unutuyorlar.
Hareketin
bütününü kavramayıp, günlük mücadele içinde kaybolmak da hatalı bir eğilimdir.
Bugün devrimci komünist hareketin yeterli bir güce sahip olduğunu, sınıf hareketini
yönlendirebildiğinî söyleyemediğimiz gibi; henüz yeterli sayıda profesyonel
önder kadrolara sahip olamadığımızı ve militan bir yaşama biçimine
ulaşamadığımızı da görmeliyiz. Ancak bu gerçekliği görmek, bu niteliklere sahip
örgüt oluşuncaya kadar beklememizi değil; devrimci komünist çalışmanın
içerisine daha büyük bir kararlılıkla atılmamızı gerektiren bir durumdur.
Kendimizi;
yeteneksiz, yalnızca söyleneni yapan, iradi gücü ve yaratıcı yanı zayıf
bireyler olarak nitelemek duygusundan arınmamız gerekiyor: Geçmiş parti
faaliyeti içerisindeki militan öze sahip birçok unsur, oportünist tahribatların
etkisiyle özgüven yitimine uğramış, devrimci çalışmada yaratıcı yönleri
törpülenmiştir. Diğer yandan geçmiş parti/örgütlerinin politika ve programlan,
örgüt ve mücadele biçimleri işçi sınıfının siyasal savaşımına yön vermekten
uzaktır. Bu durumu benimsemediğimiz açıktır, çalışmalarımızın önünde duran
böyle bir engeli faaliyet sürecinde aşmak görevi ise önümüzdedir. Yeteneğin %
90’nı çalışmaktan geçer zira yetenek, edinilebilir ve geliştirilebilir bir
şeydir. Gerekliliğin önemim kavrayarak kararlı olalım ve gerçekten istediğimize
uygun azimli bir çaba sarf edelim. Bu çalışmada ısrarlı olduğumuz takdirde
başarıya ulaşmamak için hiçbir neden yoktur.
Proletaryanın genel çıkarlarının savunucusu Devrimci komünistler olarak
"Çalışmamızın amacı, sadece siyasi bir örgüt mü yaratmak? Yoksa bu örgüt
aracılığıyla siyasi iktidarı mı almak?" Böyle bir soru genel bir ikilem
gibi ortaya konulmaktadır.
Devrimci komünistler için siyasi örgütün, işçi sınıfının bilinçli öncülerinden
oluşan öncü müfrezenin, sınıf savaşımındaki birleştirici ve sevk edici önemi inkar
edilemez bir gerçekliktir. İçinde bulunulan duruma bakıldığında bir öncü
müfrezeye acil gereksinim vardır. Burada belirtmek istediğimiz, devrimci çalışmanın
tek tek komünistlerin faaliyetlerinin ürünleri üzerinden meydana geldiği ve
devrimci bir örgütün de ancak ve ancak bu komünistlerin devrimci çalışmalarıyla
yaratılacağıdır. Bu çalışmada komünistlerin sınıf içerisinde olmalarına ve
onun öncülerine ulaşmaları ile gerçekleşebilir. Aksi halde, her şeye kadir
siyasi örgüt ve bu örgütün kurulup yaşatılmasının amaçlanması sınıf mücadelesi
perspektifinin daraltılması ve yok edilmesidir. Lenin'in belirttiği gibi; "Bizim
başlıca ve temel görevimiz işçi sınıfının politik örgütlenmesi ve gelişmesini
kolaylaştırmaktır." Parti bir araç olarak amacına ulaştığında yok
edilecektir. Aracın yaşamının süresi ve alacağı biçimler bu gerçekliği asla
karartmamalıdır.
Şu
anda devrimci komünist bir müfrezenin çalışmalarını sürdürecek yapımızın
dışında, bizim gibi düşünen bağımsız komünist kişi ve grupların olduğunu
biliyor ve inanıyoruz. Bu inancın gerekliliğine bağlı olarak belli bir program
etrafında bir araya gelmek ve örgütlülüğü yaratmak için elimizden geleni
esirgemeyeceğiz. Proletaryanın çıkarlarını savunmayı önümüze önemli bir görev
ve İlke olarak koyduk ve bu ilkeyi sonuna kadar savunmakta kararlıyız. Bu
ilkeleri savunan tüm komünist ve devrimcilerle birlikte davranmaya da hazır ve
açığız.
Tasfiyeci
reformcu tahribattan kurtularak, devrimci komünist bir hatta yeniden inşa etme
çabalarımız girmemizin ardından kısa bir süre geçti. Bu kısa süre içerisinde
bile oportünizmin üzerimizdeki
tahribatlarının ne kadar derinlere kadar işlediğini ve bu arınmanın ne kadar
acil bir zorunluluk olduğunu yakından gördük. Kuşkusuz ki her dönem sağ ve sol
sapmalar, sınıf mücadelesinin önünde tehlikeli birer hastalık olarak
durmuşlardır. Ancak kendi gerçekliğimizde, sağ oportünizmin iki yüzlülüğü,
eylemsizliği, korkaklığı ve hainliği bizi içten içi kemiren bir kurt gibi hala
kemirmekte ve tehdit etmektedir. Nesnel koşulların her gün yeniden ürettiği
ideolojik ve pratik sapmalarla mücadele, kurumlaşmış güçlü bir komünist
yapılanmayı gerektirir.
Emperyalist-kapitalist
sistemin, sosyalizmin geçici yenilgiye uğratılmasının ardından "Yeni Dünya
Düzeni" saldırıları ve kuşatması ile oportünist tasfiyeci akımların hızlı
ivme kazandığı bir dönemden geçiyoruz. Bu nedenle oportünist tasfiyeciliğe karşı
mücadele sosyalizm mücadelesinin bir parçası konumundadır ve saflarda ona
karşı barikat oluşturma, devrimci komünist uyanıklığı elden bırakmama,
proleter sınıf savaşımını sapmadan yürütebilmenin önkoşullarıdır.
Önümüzde düne
göre daha zor ve daha karmaşık sorunlar duruyor. Bu sorunlar çözümlenmeksizin
doğru bir perspektifle yol almamız olanaksız görünüyor. Ve kuşkusuz şu anda
kadro ve maddi olanaklarımız de geçmişe nazaran daha az. Yalnızca
yadsınamayacak devrimci komünist enerjimiz ve sınıf kinimizle çalışma
isteğimiz ve geleceğe olan güvenimiz var. Proletaryanın devrimci komünist
öncülüğüne aday yoldaşların bu kadarla yetinmeleri mümkün olamaz. Sınıflar
mücadelesinin ulaşacağı boyutların, varacağı aşamaların karşısında,
güçlüklerin üstesinden gelebilmek için; uygun araçlara ve iradi inisiyatife sahip,
disiplinli, yetenekli siyasal önder kadrolara ihtiyaç var.
Siyasi bir
oluşum ve örgütün her şeyden önce ve birincil derecede devrimci bir politikaya
ulaşmasının gerektiği göz önüne alınırsa; bugün doğru devrimci politikayı,
teoriyi saptamamız ve teoriyi yaygınlaştırma araçlarına ulaşmamız kadar bu
politikaların kitlelerin kendi deneyimleriyle doğrulanarak maddi bir güce
dönüşmesi de can alıcı bir önemdedir. Bu birdenbire olabilecek bir şey
değildir, uzun kararlı bir çalışmayı gerektirir. Ama bütün sorunlar karşısında
atılacak ilk adımın önemini kimse inkar edemez. Öyleyse görevimiz, geleceğe
olan sorumluluklarımız gereği, tüm kuşatma ve sapmalara karşı devrimci siyasal
uyanıklılığımızla üzerimizde yaratılan tüm tahribatlarla mücadele ederek
komünist kişiliğimizi devrimci komünist tarzda yeniden donatmaktır.
Leninist örgüt
ve Leninist kadro anlayışı tektir. Bu anlayış komünist bir parti için sıradan
bir öğe değil; her dönem ve her koşulda savunulması ve uygulama alanına sokulması
gereken, olmazsa olmaz bir önkoşuldur.
Bir
devrimci komünist hareketin Marksist-Leninist olmasının ilk kıstası teoride
proletarya diktatörlüğünü hedef alan sosyalist bir programa sahip olması ve
pratikte bu hedefe uygun konumlanmasıdır. Bu iki şart kopmaz bir şekilde
birbirine bağlıdır. Devrimci bir programa kağıt üzerinde sahip olan bir
hareket, Leninist örgüt ve Leninist Önder kadrodan yoksun ise güçsüzleşir ve
programı da işçi sınıfı nezdinde bir avuntu belgesi olarak kalır. Programa
hayat verecek, örgütün iç normlarım düzenleyecek araç ve mekanizmalarını
çalıştıracak bir organizasyon yaratılmazsa, program zaten pratik faaliyete
artık yön veremez, ihtiyaçlara uygun demokratik bir tarzda yeniden
düzenlenemez ve ortaya kastlaşmış bürokratik bir üst yapı ve tabanda da etkisiz,
şekilsiz, iş yapmayan bir kütle kalır.
Proletaryayı gerçek bir sınıf
savaşımına hazırlayarak sıcak savaşı ayakta karşılayacak olan işçi sınıfının
devrimci ordusunun siyasi ve ideolojik kurmayları, proletarya diktatörlüğüne
uzanan yolda devrimci sürece katkıda bulunmak isteyen komünistler olarak;
ancak ve ancak devrimci savaşta birbirine sıkıca sarılmış siper yoldaşlarıyla
arasındaki ilişkiyi daha da güçlendirerek basarı elde edebilirler. Ve devrimin
ajanları profesyonel devrimci komünist İşçiler; proletaryanın devrimci eylemini
örgütlemeyi, mücadelenin yolunu açmayı, İşçi sınıfının siyasal şekillenişini
organize etmeyi başardıkları an, sosyalist devrim bir "hayal"
olmaktan çıkacak, düş denilen şey Leninist örgüt modeliyle gerçeğe dönüşecektir.
Demokratik
merkeziyetçilik
Parti
içinde demokratik merkeziyetçilik, yani astın üste uyması, bütün parti
üyelerini merkez komitesi kararlarına uyması, illegal dönemde eğer gerekiyorsa
çeşitli parti organlarının seçimle değil de yukarıdan atanarak kurulması
gelinen noktada parti üzerine tartışmaların merkezine oturmuştur. Merkez
komitesinin bu yapılanma içinde "MK. diktatörlüğü" kurmasına yol
açmakta ve bürokratlaşmaktadır tartışmaları sonu gelmez bir biçimde
sürmektedir.
"Oportünist
sosyal demokrasinin örgütlenme prensipleri aşağıdan yukarıya doğru örgütlenme
usulünü izler ve bu yüzden mümkün olduğu kadar, (aşırı bir şevkle) anarşizm
noktasına varan özerkliği ve demokrasiyi yeğ tutar. Devrimci
sosyal-demokrasinin örgütlenme prensipleri ise, yukardan aşağı örgütlenme
usulünü izler, bu yüzden de parçalarla ilişkide merkezin gücünün ve haklarının
genişletilmesinden yanadır. Düzensizlik ve ayrı ayrı gruplar döneminde, tepede
kaçınılmaz olarak, gruplardan biri vardır. Bu grup eylemi ve devrimci istikrarı
dolayısıyla en etkili olanıydı. Devrimci sosyal demokrasi bu tepedeki gruptan
örgütlenmeye gitmiştir."[373]
Lenin parti
içindeki ve parti ile sınıf arasındaki ilişkileri en özlü biçimde şöyle
belirtmiştir: "Tüzük, bütünün parçaya, öncünün
geri kalana organize güvensizliğidir."[374]
Parti içindeki merkez komite dahil bütün parçalar bütünün denetimine tabidir.
Parti içinde her kademede alınan kararlar harekete geçilmeden önce şartların
imkan verdiği ölçüde parti üyeleri arasında tartışılır, kararın lehinde ve aleyhinde
olan bütün görüşler söylenir. Karar kesinleştikten sonra azınlık çoğunluğa
uyar, harekete geçildikten sonra da karara karşı muhalefet yürütmek
bölücülüktür.
Alınan
kararın yanlışlığı ileride ortaya çıkarsa eleştiri ve özeleştiriyle durum
yeniden gözden geçirilir ve hata düzeltilir. İşçi sınıfı partisini ayakta
tutan, birliğini koruyan en önemli etkenlerden biri olan eleştiri-özeleştiri
uygulamasında şunlara dikkat edilmesi gerekir: Parti içindeki hiçbir kişi veya organ eleştiri-özeleştiri uygulamasının dışında tutulamaz. İşçi sınıfı
partisinin uyumlu bir bütün halinde çalışması ancak parti içinde yukardan
aşağıya olduğu gibi aşağıdan yukarıya doğru da kontrol ve eleştiri-özeleştiri
mekanizmasının kurulmasıyla mümkündür.
PROLETARYA
VE İTTİFAKLARI
Proletarya, diğer ezilen sınıfları da yanına alarak uygun zamanda
yapacağı atılımla iktidarı alabilir ve almalıdır. Bundan sosyalistlerin sadece
işçi sınıfı içinde değil, toplumun bütün sınıf ve tabakaları arasında
çalışmaları gerektiği sonucu çıkar. İşçi sınıfı partisi ancak bu şekilde mevcut
iktidara karşı olan her tepkiyi birleştirebilir ve yönlendirebilir. Ancak
sadece toplumun bütün sınıf ve tabakaları arasında çalışmak yetmez. Düzene
karşı mevcut potansiyelin işçi sınıfının önderliğinde ve yönetiminde kullanılması
gerekir.
İşçi sınıfının, mevcut düzene karşı toplumsal potansiyelin, yönlendirici
gücü olabilmesi için -devrimde öncü olabilmesi için işçi sınıfı ve partisinin
karşılıklı ilişkisi öncelikle İşçi sınıfının kendi talepleri için
mücadeleye çağrılması ve İşçi sınıfının siyasi eğitimi, İşçi sınıfının dikkati sadece kendi sorunları
üzerine değil, bütün ezilenlere çekilmelidir.
"Onun için, işçilere siyasi bilgi iletmek için ne yapmalıdır
sorusuna cevap, pratik çalışanların ve özellikle ekonomizme eğilim
gösterenlerin çoğunlukla yeterli buldukları, 'işçiler arasına gidilmelidir'
cevabı olamaz. İşçilere siyasi bilgiyi iletmek için, sosyal-demokratlar toplumun
bütün sınıfları arasına gitmek zorundadırlar; onlar mücadele birliklerini bütün
doğrultulara sevk etmek zorundadırlar."[375]
"Kim, işçi sınıfının dikkatini, gözlem
imkanlarını ve bilincini, yalnız işçi sınıfı üzerine, hatta başlıca işçi sınıfı
üzerine çekiyorsa, böylesi, sosyal-demokrat değildir; çünkü kendini iyi
tanıyabilmesi için, işçi sınıfının çağdaş toplumun bütün sınıfları
arasında karşılıklı ilişkiler hakkında tam bir bilgisi, sadece teorik değil ...
hatta daha doğru olarak ifade edelim: Teorik olmaktan çok, siyasi hayatın
tecrübesine dayanan bilgisi olması gerekir."[376]
İşçi sınıfı
diğer bütün sınıf ve tabakaların sistemle olan sorunlarına sahip çıkarak ve bu
çelişkileri keskinleştirerek, ezilenlerin taleplerini aktif ve etkili biçimde
savunarak kendi mücadelesine katarak devrimde öncü olabilir. İşçi
sınıfı öncülüğünü diğer sınıflara kabul ettirir. Köylülüğün Ağalık ve
tefecilikle mücadelesi aynı zamanda işçi sınıfının da meselesidir. İşçi sınıfı
ve onun öncüsü parti, demokrasi taleplerine ve bu doğrultuda mücadeleye karşı
ilgisiz kalamaz.
"Eğer
işçiler, hangi sınıflar kadre uğrarsa uğrasın, her türlü suiistimale
karşı, keyfi davranışlara karşı, zulüm ve zorbalığın bütün davranışlarına
karşı tepki göstermeye alışık değillerse; ve işçiler, bunlara karşı, başka
herhangi bir açıdan değil de, sosyal-demokrat açıdan tepki göstermeye alışık
değillerse; işçi sınıfının bilinci, gerçek siyasi bilinç olamaz."[377]
Şüphesiz
işçi sınıfı diğer sınıf ve tabakaların taleplerine sisteme karşı olan yanlarını
daha da keskinleştirerek sahip çıkar ve onları kendi etrafında hareket
etmelerini sağlar. Bu davranış, şu ya da bu biçimde sistemle bağı olan
sınıfların devrim mücadelesi içine çekilmeleri için gereklidir. Dikkat edilmesi
gereken ana unsur işçi sınıfı örgütlülüğünün bağımsızlığından ödün
verilmemesidir. İşçi sınıfı her zaman bağımsız örgütlenmesini korumak
durumundadır. Lenin bunu örneğin devrimde köylülere karşı tutum konusunda şöyle
anlatıyor:
"Başka
bir deyişle: Köylüleri, bu köylüler devrimci demokratik oldukları ölçüde, ne
kadar 'kutsal' olursa olsun her türlü derebeyi 'mülkiyetinin müsaderesi dahil,
ileri atılımlarında onları desteklemek ve onları ileriye doğru itmek ve,
köylülerden, gerici yahut proletaryanın hasmı olarak hareket ettikleri ölçüde
sakınmak, onlardan ayrı olarak örgütlenmek ve onlara karşı mücadeleye hazır
olmak."[378]
Sistemle aralarındaki çelişkinin keskinleştiği noktalarda ara tabakalar
her zaman çıkış yolu bulmakta zorlanırlar. Gericilik baskısını cesaretle
karşılayamayabilirler, öncelikle sisteme boyun eğip çekilmeyi tercih
ettiklerinden çelişki içten içe keskinliğini korur. İşçi sınıf bu çelişkileri
kullanarak devrim mücadelesinde yanına aldığı müttefikleri ile sınıf
mücadelesini daha da güçlendirmeyi hedefler. Önemli olan her dönemde toplumda
mevcut potansiyeli birleştirmek ve bunu mevcut rejime karşı kanalize etmektir.
Marksist bir partiyi popülist bir partiden ayıran onun kitlelere önderlik
etmek, kitleyi eğitmek özelliğidir. Marksist partiler kitlelerin sarhoşluğuna
kapılmazlar, onun peşinden sürüklenmez ona önderlik ederler.
"...çünkü
yeni akımlar acil bir çıkış noktası aramaktadır ve eğer bunlar
sosyal-demokratik bir kanal bulamazlarsa sosyal-demokratik olmayan bir kanala
akacaklardır."[379]
"Bugün binlerce çevre bizim yardımımız olmadan, kesin
bir program ve amaç saptamadan sadece olayların etkisiyle her yerde ortaya
çıkmaktadır. Sosyal-demokratlar bu çevrelerin mümkün olduğu kadar çoğuyla
doğrudan ilişki kurmayı ve güçlendirmeyi, bunlara yardım etmeyi, kendi bilgi ve
deneylerinden onları yararlandırmaya ve kendi devrimci insiyatifleri ile onları
harekete geçirmeyi görev edinmelidir. Açıkça anti-Sosyal-Demokrat olanlar
hariç, böyle çevrelerin ya doğrudan doğruya partiye katılmalarını, yada
kendilerini parti ile aynı çizgiye getirmelerini sağlayın. İkinci
durumda olanlardan, programımızı kabul etmelerini veya bizimle mutlaka örgütsel
ilişkilere girmelerini istememeliyiz."[380]
DEVLET
Devlet, düşünce
tarihinde, üzerinde çok tartışılan bir
kavram olmak yanında, devlete bakış, sosyalistleri değerlendirmede bir mihenk
taşı oluşturur. Hegel’in ileri sürdüğü gibi, “ahlak düşünün gerçekliği”, “aklın
imgesi ve gerçekliği” mi? yoksa Lenin’in deyimi ile varlığıyla “sınıf
çelişkililerinin uzlaşmaz olmaları olgusunun ürünü ve belirtisi” mi?
Burjuva
ideologları devleti toplumun ortak çıkarı için gerekli bir yönetim aygıtı ve
insanların kollektif iradelerini cisimleştiren ve onların birleşik
iktidarlarını uygulayan bir kurum olarak betimlerler. Bize varolan
yasaların devlet güvencesinde ve devlet
tarafından uygulanan, herkes tarafından kabul edilen, apaçık doğal ilkeler
toplamı olduğu söylenmektedir. Devleti
çatışan sınıf çıkarlarının üstünde özerk bir organ olarak gösterme burjuva
ideolojisinin köşe taşıdır. Bu düşünce daha kararlı parlamenter sistemlere
sahip olan gelişmiş Batı ülkelerinde daha fazla yerleşmiştir. Ancak daha az
gelişmiş ülkelerde bile otokratik ve polis devletlerinin varlığına ve halkın
varolan devletlere güvensizliğine rağmen devletin gerekliliği sorgulanmamıştır
ve devletin toplumun yönetiminden
sorumlu bir kurum olarak görülmesi köklü bir geleneğe dönüşmüştür. Devletin
ekonomik rolünün genişlemesi ve özellikle kamusal hizmetlere, ekonominin
yönetimine ve kontrolüne devletin karışması bu yanılsamaları güçlendirmiştir.
Bu konuda Althusser “Marx her
toplum yapısını özgül bir belirlemeyle, eklemlenmiş “düzey” ya da “kertelerden”
oluşmuş bir biçimde tasarlanmıştır. Altyapı ya da ekonomik temel (üretici
güçler ile üretim ilişkilerinin birliği) ile kendiside iki “düzey” ya da
“kerte” : Hukuki, siyasal (hukuk ve
devlet) ve ideoloji (çeşitli ideolojiler; ahlaki, dini, hukuki, siyasal vb.)
içeren üstyapı.”[381]
olarak yaklaşmaktadır.
Klasik argümanla “üstyapının”
organik bir biçim aldığı devlet, kendi başına sınıf çatışmalarının bir ürünü
olmak üzere; iktidar organı olarak görmenin dışında, özellikle, politik bir
üstyapı, işlevlerine göre yapılar bütünü olarak konumlandırmak durumundayız. Gerçekte devlet egemen sınıfın sömürülenlere hükmetmesinin en önemli
aracıdır. Tarihsel olarak devletin doğuşu sömürünün ortaya çıkışının ve
toplumun sömüren ve sömürülen sınıflara bölünmesinin sonucudur. Günümüz devletlerinin
tüm karmaşıklığına rağmen devlet geçmişte olduğu gibi bugün de temellerini
ordunun, mahkemelerin, hapishanelerin oluşturduğu bir baskı aygıtıdır. Devlet
egemen sınıfın örgütlü baskı gücüdür. Sınıf iktidarının bir aracıdır. Her
devlet biçimi ne olursa olsun, monarşi ya da cumhuriyet, parlamenter ya da
despotik, egemen sınıf ya da sınıfların diktatörlüğüdür.
Yoksa bu
tanımlamaların dışında göreceli olarak duran devlet, Hegel’de olduğu gibi,
kendi kendine varolan, bireyin hak ve hukukundan hareket eden, burjuva ideolojisinde
“Toplum Sözleşmesi” üzerinde kurulan, birliği ve “nesnel ahlak” ilkesinin
kendinde belirginleştiren, ya da “…objektif ahlak idesinin edim halindeki
realitesi... Kendi kendisine açıkça görülen, kendi kendini bilen ve düşünen ve
bildiği için yapan, cevhersel irade… örf
ve adetlerde dolaysız olarak; bireyin kendilik bilincinde, bilgisinde ve
faaliyetinde dolaylı olarak varolan”[382]
biricik unsur olarak tanımlanan devlet gibi bizi devlet ve devleti oluşturan
organların karıştırılmasına götürür.
Oysa Marksizm’e
göre, devletin tarihsel rolü ve anlamı üzerindeki temel düşünüş; devlet, sınıf
çelişkilerinin uzlaşmaz olmaları olgusunun ürünü ve belirtisidir. Nerede
sınıflar arasındaki çelişmelerin uzlaşması nesnel olarak olanaklı değilse orada
devlet ortaya çıkar. Tersinden söylersek devletin varlığı sınıf çelişkilerinin
uzlaşmaz olduğunu kanıtlar. Devletin kendisi sermayenin yoğunlaşmış bir biçimi
ve sermaye adına zorba olarak dikilir.
Hegel’in devlet
tanımında ve burjuvazinin “Toplum Sözleşmesi” kavramında, Toplumsal ve siyasal
kategori, birbiri içerisinde
kaybolurken, toplumsal düzeyin ilerde gitmesi karşısında, siyasal düzey geriden
onu kendisine çekmektedir.[383]
Her iki yaklaşımda, bizi, siyasal (iktidar-yürütmenin)
yanın daha ilerde olduğu yanılsamasına götürür. Marx, Hegel’e karşı çıkarak
“İnsanın özünün siyasal değil, toplumsal olduğunu ortaya koymuştur.”[384] Marksist literatürde, en genel anlamıyla
devlet; bir sınıf egemenliği organı, bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki
baskı aygıtı olarak tanımlanır. “Uzlaşmaz karşıtlıkları artık yeni baştan
uzlaştıramamakla kalmayan tersine onları sonuna kadar geliştirmek zorunda
bulunan… işbölümü ile diğer örgütlenme şekilleri paramparça olurken” [385]
bunların yerini devlet aldı. Devlet, bir “düzenleme
organı” olarak, dışardan dayatılan güç olmaktan çok, toplumsal gelişmenin
belli bir aşamasındaki zorunlu bir ürün olarak ortaya çıkar.
Tarihsel bakış açısına göre oy
hakkı ve parlamento emekçilerin sivil haklarını ilerletme mücadelelerinin
önemli bir kazanımıdır. Açıktır ki liberal burjuva sistemde yaşam militarist ya
da otokratik bir rejimde yaşamaktan daha dayanılırdır. Ancak bunlar modern devletin sınıfsal doğasını
gizleyemez. En ileri, kararlı ve özgür parlamenter sistemlerde dahi emekçilerin
devlet politikalarını ve eylemlerini etkileme şansları çok azdır. Parlamenter
sistem göreli olarak daha az açık şiddet
uygulamakta ve dönemsel genel seçimlerle egemen sınıfın farklı kesimleri
arasında hükümetin değişimine olanak sağlamaktadır. Böylece bütün olarak burjuvazinin
toplumun ekonomik ve politik yaşamındaki tartışılmaz iktidarını güvence altına
almaktadır. Parlamenter demokrasi halkın politik iktidara katılımı için bir
mekanizma değildir. Burjuva sınıfın iktidarını ve diktatörlüğünü
meşrulaştırmasının aracıdır.
Marx,
bireye yönelen siyasal düzey ile toplumsal düzey arasındaki ilişkiyi ayakları
üstüne oturtarak, temele toplumsal düzeyi koyar ve buradan hareket eder. Çünkü
tarih anlayışı olarak insanın, toplumsal varlık olması mutlak, siyasal bir
varlık olarak varolması ancak tarihsel bir zaman birimine tekabül eder ve
burada mutlaklaşır. Her iki düzey arasındaki kopukluk bu anlamada mutlak değil
tarihsel dönemlere tekabül eder. Tarihsel bir durum olarak devletin varoluşu ve
yok oluşu (komünist toplumun kurulması) bireyin istenci ve keyfiyeti değil,
tarihsel bir zorunluluktur.
Zor Aygıtı Olarak Devlet
Marksızım dışında
tarih felsefesi, devletin insanlar arası ilişkileri düzenleyip, anlaşmazlıkları
çözmesini ön plana çıkartıyor.*[386] Böylece devlet, çıkışı ile “insanlar” arasındaki toplumsal
ilişkileri düzenlerken; sınıflar arasındaki ilişkileri çözemiyor. İnsanlar
arası çatışmayı epistemolojik düzlemde aile içi çatışma olarak gösterip, “baba devlet” olarak kardeş kavgasını
önlemek gerekliliği ile harekete geçiyor. Düzenleyici güç olarak burada devlete
kesin ihtiyaç vardır. Marksizm ise, Engels’in tanımlamalarında olduğu gibi
sınıflar savaşımını ilerlemenin itici gücü olarak belirtirken “devlet sınıfsal
politik çatışmayı önlemede köktenci bir yaklaşım göstermez; yapının bütünlüğüne
yansıyıp, onu sarsacak derecede olmasına meydan vermez. Devlet ‘toplum’ ve
sınıfların yok olmasını önler, yani tek kelime ile toplumsal oluşumun
patlamasını engeller.”[387]*
Zor (baskı) aygıtı
olarak devlet, Marksist terminolojinin temel vurgusudur. Bu vurgu, sınıflı
toplumların ortaya çıkışı ile “sınıf karşıtlıklarının uzlaşmazlığının” ürünü ve
ifadesidir. Nerede ve ne zaman sınıf karşıtlıkları uzlaştırılamazsa orada
devlet ortaya çıkar. Engels, “Öyleyse devlet, topluma dışardan dayatılmış bir
güç değildir; Hegel’in ileri sürdüğü gibi ‘aklı
ahlak fikrinin gerçekliği, aklın simgesi ve gerçekliği’ de değildir. Devlet
daha çok toplumun gerçekleşmesinin belirli bir aşamasındaki ürünüdür; bu
toplumun önlemekte yetersiz bulunduğu uzlaşmaz-karşıtlıklar biçiminde
bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülemez bir ilişki içine girdiğinin itirafıdır…
görünüşte toplumun üstünde yer alan çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen’ sınırları
içinde tutması gereken bir güç gereksinmesi kendini kabul ettirir; işte
toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç,
devlettir.”[388]
Her toplumda egemen düşünceler
egemen sınıfın düşünceleridir. Ancak burjuvazinin toplumun yaşamı üzerindeki
entelektüel, kültürel ve ahlaki egemenliği ve kontrolü tarihte görülmemiş
boyutlardadır. Geçmiş iki yüzyıldaki bilimsel, teknik ve endüstriyel devrimler
ve bütün ulusal, politik, kültürel engelleri aşan güçlü pazar mekanizması
burjuvaziye dünya çapında yayılma ve ideolojik iktidarını koruma olanaklarını
sağlamıştır.
Bütün sistemlerde, hatta
devletin sınıf karakterinin açık olduğu eski zamanlardaki zalim köle
toplumlarında dahi, egemen sınıfın devletine
meşruiyet sağlaması gerekmektedir. Monarşi ve hanedan iktidarı,
aristokrasi, ilahi iktidar ve teokrasi meşruiyetin gözlenebileceği biçimlerdir.
İşçi ve kapitalistin gönüllü ve eşit sözleşmeye giren özgür bireyler olarak
tasvir edildiği pazara dayanan kapitalist toplumda oy hakkı, parlamento ve
seçim sistemi burjuvazinin sınıf iktidarına meşruiyet sağlayan ana biçimlerdir.
Yüzeyde, devlet halkın doğrudan oyuyla oluşturulan politik iktidarının
aracıdır.
Böylece devletin
asli görevinin, geçmişten günümüze bütün sınıf çatışmalarını durdurmaya
çalışması ve sisteme yönelen tüm şiddetli karşı çıkışları bastırması anlaşılır
bir durum olmaktadır. Sınıf karşıtlıklarının denetim altına alınması
gereksinimi zoru (baskıyı)
gerektirir, çünkü, devlet, sınıf çatışmasının ortasında ortaya çıkmıştır. Kural
olarak o, en güçlü, ekonomik bakımından egemen sınıf haline gelen ve egemenlik
altında tutulan sınıfı, denetim altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar
elde eden ve üreten sınıfın devletidir. Zor gücü olarak devletin uygulama
farlılıkları sınıf mücadelesinin durumundaki farklılıklara göre değişir.
Bir sınıfın diğer
bir sınıf üzerindeki baskıcı egemenliği ile devlet, her şeyden önce, pratiğinin
gereklerine ilişkin olarak, zorunluluğunu ve varlığını tanıdığımız, dar
anlamıyla özelleşmiş aygıt… sınıf çatışmalarıyla başa çıkamadıklarında ek bir
baskı gücü olarak doğrudan doğruya müdahale eden ordu ve bütünün üzerinde,
devlet başkanı, hükümet ve yönetim egemen sınıfın isteklerini gerçekleştiren
baskı aygıtı ve yönetme erki olarak devlet demek olan devlet aygıtı işlevini
tanımlar.
Sınıf kavramı
sömürü kavramından ayrılmaz. Eğer sömürü varsa sınıflarda vardır. “Üretim
araçları üzerindeki mülkiyet hakkının, kendilerine başkalarının emeğinin
ürünlerine el koyma olanağını verdiği bireyler grubu sömüren bir sınıftır.”[389]
Somut gelişimleri boyunca sınıflı toplumlar, büyük yapısal değişiklikler
gösterirler. Toplumların yapısal değişikliklerinde devlet tipi somut
örneklerinin gösterilebileceği politik üstyapı farklılıkları, temel ekonomi
yapısının gösterdiği sınıfsal yapının karmaşıklığıyla bağlantılıdır.
Ekonominin
belirleyici yanı devlet ve iktidar tartışmalarında özellikle iktidar
uygulamaları üzerinde kaba bir biçimde günlük ekonomik ilişkilerinin yaptırım
gücü olarak görüldüğünden ortaya çıkan sonuç anlamsızlık ve belirsizliktir. Bu
anlamada ekonominin belirleyici yanını Engels, Joseph Bloch’a yazdığı mektupta
şöyle dile getirmektedir. “… Materyalist tarih anlayışına göre tarihte
belirleyici etken, son kertede gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir.
Marx da bende bundan daha çoğunu hiçbir zaman ileri sürmedik. Bundan ötürü,
herhangi bir kimse ekonomik etken biricik belirleyicidir dedirmek üzere bu
önermenin anlamını zorlarsa, onu, boş, soyut, anlamsız bir söz haline getirmiş
olur. Ekonomik durum temeldir, ama çeşitli üstyapı öğeleri - sınıf savaşımının
politik biçimleri ve sonuçları- savaş bir kez kazanıldıktan sonra kazanan sınıf
tarafından hazırlanan anayasaları vb. -Hukuksal biçimler, hatta bütün bu gerçek
savaşımların onlara katılanların beyinlerindeki yansımaları, siyasal, hukuksal,
felsefi teoriler, dinsel görüşler ve daha sonra bunların dogmatik sistemlere
gelişmeleri- hepsi de tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etki yapar ve
birçok durumda özellikle onların biçimini belirler. Bütün bu öğeler arasında
bir etkileşim vardır; bu etkileşimde bütün sonsuz ilinekler (yani aralarındaki
iç bağıntı o kadar uzak ya da ortaya konulması o kadar olanaksız olduğundan
var-değil sayıp göz ardı edebileceğimiz şeyler ve olaylar) çokluğu ortasında,
ekonomik devinim kendisini olurlamak zorundadır.Yoksa teorinin herhangi bir
döneme uygulanması, birinci dereceden basit bir denklemin çözümünden daha kolay
olurdu.”[390]
Engels’in ifadesi, Marx tarafından sıkça kullanılan, ekonomik durumun temel
olması, sınıfsal uygulamalarda devletlerin biçimi ve politik ideolojik
iktidarların arasındaki uygulama farklılıklarına, ekonomist yaklaşım açısından
gidilecek sonuca karşı kalın bir çizgi çekilmektir. Belirli bir tarihsel dönemi
kapsayan iktidar ilişkileri ve uygulamaları sadece anlık ekonomik ilişkiler
çerçevesinde anlamaya çalışmak devlet ve iktidar uygulamaları arasındaki farklılıkların
ve bunların sınıf ilişkileri arasındaki diğer bağlarını anlamsızlaştırır.
Sınıf egemenliğinin anahtarı, bu egemenliğinin
dayandığı sömürü biçimini anlamaktır. Her egemenlik ve bağımlılık ilişkisi,
doğrudan doğruya üretim ilişkisi içerisinde doğar gelişir ve üretim süreci
üzerinde belirleyici etmen olarak etki yaptığı yöntemi belirler. Üretim sürecinden
doğan ekonomik topluluğun bütün yapısı ve onunla birlikte özgül siyasal yapısı
da bu temel üzerinde kurulur. Üretim araçları sahipleri ile gerçek üretici
arasındaki doğrudan ve dolaysız ilişki belli bir zamandaki biçimi emek
tiplerinin ve tekniklerinin dolayısı ile
emeğin toplumsal üretim gücünün gelişim sürecinde belli bir aşamaya tekabül
eden bu ilişki daima, egemenlik bağımlık arasındaki ilişkilerin siyasal
biçimini içeren, bütün toplumsal yapının ulaşılmaz sırrını, kısacası devletin özgül biçimini açığa vurur.
Aynı ekonomik temelin, başlıca koşulları her yerde aynı olsa bile sayısız
görüngül koşulun, doğal çevrenin, ırk kompozisyonunun, dış tarihsel etkilerin
altında egemenlik ve bağımlılık ilişkileri sayısız farklılıklar gösterirler.
Basite indirgersek
toplum dış ve iç saldırılara karşı ortak
çıkarları savunmak üzere kendi kendine bir organizma yaratır; bu organizma
devlet iktidarıdır. Devlet daha doğar doğmaz kendini toplumdan bağımsız kılar,
ve belli bir sınıfın organizması hâline geldiği ölçüde ve bu sınıfın
egemenliğini üstün kıldığı ölçüde daha da bağımsızlaşır.
Toplumdan çıkan
ama toplumun üstünde ona yabancılaşan
devlet denilen “güç”,
başlangıçta silahlı güç olarak
örgütlenen halkla artık aynı şey olmayan bir “kamu kuruluşu”na dönüşür. Bu kamu gücü her devlette vardır.
Yalnızca baskıyı içeren kurumlar halinde değil -hükümet, ordu, yönetim, polis,
mahkemeler vb.- birçok özelleşmiş kurumuyla doğrudan halkın karşısına çıkan
birbirinden ayrı kamusal kurumlar halinde örgütlenir. Oysa “yönetici sınıfın
devleti olan devlet, ne kamusal ne özeldir. Tam tersine her türlü kamusal ve
özel ayrımın ön koşuludur. Devletin ideolojik aygıtlarını oluşturan kurumların
özel yada kamusal olması pek önemli değildir, önemli olan işleyişleridir.”[391]
Komünist
Manifesto’da, devlet ve demokrasi arasındaki bağıntıda iki kavram yan yana
kullanılmaktadır. “proletaryayı egemen konuma“ yükseltmek ve “demokrasi savaşını
kazanmak” bu görüşle prolertaya diktatörlüğü dahil her devlet tipinde demokrasi her zaman egemen
sınıfın dar egemenlik sınırları içerisinde kuşatılmıştır. Bunun sonucu olarak
demokrasi her zaman hangi sınıf adına demokrasi sorunsalı ile karşı karşıyadır.
İktidar
ilişkilerinin, sınıfsal ilişkiler olduğunun belirleyici yanı, her sınıfın
mevcut iktidara karşı alternatif iktidar olarak örgütlenip hareket etmeleridir.
Bu her durumda sınıfın (politik güç
olarak) en geniş anlamda iktidara alternatif olma eşiğinin var olmasını
gerektirir. “Kendisi için sınıf” (politik
bir güç) olma özelliğidir. Marx’ın, “…kuşkusuz işçi sınıfının siyasal
hareketinin sonal amacı siyasal iktidarı ele geçirmesidir.” vurgusu toplumsal
bir güç ya da ayrı bir sınıf olarak iktidara yönelmeyi, temelde iktidar
öngörüsü ile örgütlenmenin gerekliliğinin altının çizmektir. Lenin bu vurguyu,
özellikle sınıfsal örgütlenme ve iktidar
kuramında, toplumsal bir güç olma koşulu yanında, “sınıf iktidarı” koşullarını
sağlamaya yönelik yani sınıfı iktidara götürecek bir örgütlenme ve sınıfsal
güçle pekiştirir.
İktidarı ele
geçirmek için örgütlenmek temel koşuldur. Ancak devleti ele geçirmek, “iktidar olarak örgütlenmenin” ön
koşuludur. “İktidar olarak örgütlenmek”,
yönetme erkinin, toplumsal yapıların ve
onların etkinliklerin sınırlarına bağlıdır. İktidar uygulamaları, çeşitli
sınıfsal mücadele ilişkileri içerisindeki etkinlikleri yapısal sınırlar
oluşturacak biçimde kendine göre özgül biçimler alır. Devlet otoritesi altında
yapısal sınırlar içindeki iktidar uygulamaları “hukuk bakımından işçinin, küçük
burjuvanın ya da köylünün seçim hakkı fabrikatörün seçim hakkına eşittir…
niçin? Çünkü, bugünün tarihsel etkinlikleri parlamentolar dışında bulunuyor;
bunlar ekonomik guruplaşmalar ve gelişmeler ve uluslar arası olaylardır. Örneğin,
bugün hepimiz oyumuzu kullandık ama hiçte hükümet bizi temsil etmiyor.”[392] diyen Sartre, iktidar yapıları tarafından
belirlenmiş ilişkilerinin farklılıklarını belirtiyor. Bu olgu, “… baskıcı
devlet aygıtında varolan sınıf devleti olarak tanımlaması, hangi alanda olursa
olsun değişik baskı düzenlerinde gözlemlenen olguların tümünü… aydınlatıyor…
Marx’tan sonra Lenin’in burjuva diktatörlüğü adını verdiği politik demokrasi
biçimlerinin gerisinden gözümüze çarpan o ince gündelik egemenliğinde aydınlatır.”[393]
Diyen Althusser, devlet gücünün altında sınıf ilişkilerine tekabül eden iktidar
(yönetme) erkinin yapısal durumunu ortaya koyuyor. Çünkü iktidar olgusu bu alanda sınıflar arasındaki
çatışmanın durumunu ve sınıf güçlerinin bir birine orantısına göre, egemen
sınıfın çıkarlarını gerçekleştirmek erki ve uygulamalarıdır.
Sınıfların
gücünün karşılıklı etkileşimleri, iktidarın yapısal değişikliklerini ve
uygulamalardaki farklıkların politik iktidarın gücünden çok sınıfsal mücadele
alanı içinde bulunan sınıflardan egemen güç olana göre belirleyen Lenin, 1917
Nisan’ında “Proletaryanın köylüğünün devrimci demokratik diktatörlüğü şimdiden
gerçekleşmiş bulunuyor. Ama olağanüstü özgün bir biçimde ve çok önemli birçok
değişikliklerle… Gerçek yaşamda şimdiden bambaşka bir şey görüyoruz; bu
ikisinin, birinin ve ötekinin, son derece özgün, şimdiye kadar hiç görülmemiş
bir biçimde birbirine geçişini. Önümüzde,
yan yana, bir arada, aynı zamanda, hem burjuvazinin egemenliği
(Lvov-Guçkov Hükümeti), hem de kendi isteğiyle iktidarı burjuvaziye bırakan ve
isteyerek burjuvazinin kuyruğuna takılan proletaryanın ve köylülüğün devrimci
diktatörlüğünü görüyoruz.”
Bütün çelişkileri yok eden,
uzlaşmanın merkezi, Gordion düğümlerini çözen İskender’in kılıcı olan demokrasi
her egemen sınıfın istediğidir. Her sınıf demokrasi için savaşır ve ondan
kaçınmaz , çünkü demokrasi egemenlere aittir. Sorun, demokrasi kim için
olmalıdır.
Korkunç boyutlarda ve gün gibi
ortada olan sömürü, ayrımcılık ve kölelik
kurbanlar bunlara boyun eğmeden ve zihinlerinde rasyonalize etmeden
süremez. Bunları meşru, doğal ve ölümsüz göstermek ve insanlara boyun eğdirmek
toplumdaki entellektuel, kültürel ve ahlaki üstyapının görevidir. Burjuvazinin
eşitlik ve özgürlüğe karşı güçlü bir silahlanması vardır. Bu kısmen antik
çağdan miras alınmıştır ve burjuva toplumun ihtiyaçlarına göre cilalanmış ve
adapte edilmiştir. Din, önyargı,
kabilecilik, ırkçılık ve erkek şovenizmi tarih boyunca egemen sınıfların ellerinde
entelektüel ve kültürel silahlar olarak emekçileri susturmaya ve özgürlüklerini
sınırlamaya hizmet etmiştir. Günümüzde bütün bunlar burjuva mülkiyetini ve burjuva iktidarını
emekçilerin bilinçli tehdidinden korumak üzere yeni biçimlerde birleşmişlerdir.
Burjuvazi eski toplumun yerel ve dar düzenini
kırarak kendi gelişiminin önünü açan ulus-devletleri örgütlemiştir. Kabilecilik
ve yerelcilik, yerini insanların omuzlarına konmuş en ağır ideolojik boyunduruk
olan modern burjuva ulusçuluk ve yurtseverliğe bırakmıştır. Ulusçuluk burjuvazi
ve sermaye için önem taşımazken ve kendisi buna bağlı kalmazken ezilen
sınıflara ulusçuluk ve milliyetçiliğin savunulması dayatılır. İşçi sınıfının da
sermaye gibi, ulus ve sınır
tanımazlığının önüne geçmek için burjuvazi için onun önüne ulusal duvarlar örer.
Burjuva toplumun bu konuya entelektüel ve kültürel silahlara katkısı daha
etkindir.
En yetkin en
gelişmiş devlet tipi parlamenter demokratik cumhuriyet sınırlarını
aşamamaktadır. Bu devlet tiplerinde iktidar, parlamentoya aittir. Devlet
aygıtı, yönetim aygıtı ve organları her zamankilerdir. Örneğin sürekli ordu,
polis pratik olarak görevinden alınamaz. Ayıracalıklı, halkın “üstüne” konmuş
memurlar topluluğudur. Ekonomik maddi özgürlük sömürü ve sınıf ilişkisini
gizlemeye çalışan bir örtü durumundadır. Demokrasi; hangi sınıf kim için
sorununu bağrında sürekli olarak taşır.
Bu soruya
Marksistler proletarya için ve sınıfsız topluma kadar diyerek cevap
vermişlerdir. Demokrasi de bir devlet biçimi olduğundan, belirli bir tarih
durumunda en elverişli olan sınıf diktatörlüğünden başka bir şey değildir.
Demokrasi hangi biçim altında olursa olsun , hukuk düzenine göre eşitlik ve
herkese özgürlük belirli bir sınıfın egemenliği altında göreceli bir
özgürlüktür. Kapitalist toplumda burjuvazinin "ekonomik ya da maddi özgürlüğü"[394] sosyalizmde ezilen halkların ekonomik ve
siyasal özgürlüğüdür.bu devlet biçimi de kaçınılmaz olarak, sınıfsız toplumun
kurulması ile yok olacaktır. Yok oluş
Marksizmde sönme kavramı altında kullanılmıştır. “Devleti”
tarihsel evrimde yok oluşa doğru giderken, aniden birden bire değil yavaş yavaş
sönerek kendi işlevini kaybedip yok olacağını belirtmektir.
Marx’ın Wedemeyer’e yazdığı 5 Mart 1852 tarihini
taşıyan mektubunda “…benim yaptığım, sınıf savaşımının zorunlu olarak
proletarya diktatörlüğüne vardığını, bu
diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve
sınıfsız topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur.”[395]
Bu sözleri ile
Marx, ilk olarak kendi devlet teorisiyle diğer devlet teorileri ile arasındaki
başta gelen köklü farklılıkların, ikincil olarak kendi devlet teorisinin özünü
açıklamıştır. Engels, Marx’ın devlet teorisini onaylarken devleti öncelikle
yalnızca karşıtları kuvvet zoruyla bastırmak için kullanılan bir geçiş kurumu
olduğuna göre proletarya, devlete, devlete gereksinim duyduğu sürece özgürlük
olsun diye değil, karşıtlarını bastırmak için kullandığını belirterek devletin
sönmesini “özgürlük olanaklı olduğu anda da devlet, devlet olarak var olmaktan
çıkar.”[396]
Özgürlük kavramının bu anlamda sınıflar kavramı ile bağdaşmadığını belirten
Engels “gerçek anlamda” özgürlük
sözcüğünden sınıfsızlığı kastettiği açıktır. Proletarya burjuvaziye karşı
kazandığı savaşta onu yok etmeyi dolayısıyla kendisi yok etmeyi
hedeflemektedir. Ancak sınıf kendisini ve devleti yok ettiği zaman özgürlükten
söz etme olanağı doğar. Tüm sınıfsal ilişkilerin yok edilmesi “kapitalizmden
sosyalizme” geçiş ve sınıfsız toplum devletin yok edilmesiyle son bulur.
Kadın
sorunu
“Kadın özgürlüğünün derecesi,
tabii ki genel özgürlüğü tayin eder.” der Marx. Zira
genel özgürlük ancak ve ancak sınıfsız toplumla gerçekleşeceğinin bilinciyle
kadın sorunu bu genel çerçevede Marksistler için oldukça önemlidir. Kadının
özgürlük sorunu da sınıflar mücadelesinin ayrılmaz bir bileşenidir.
Sınıfların
ortaya çıktığı andan itibaren, egemen sınıfların sömürülenlere, ezilenlere
biçtiği tüm toplumsal roller, her zaman kadına ayrı biçimde ve daha da ağır
biçimde yansımıştır. Kadın sınıflı toplumlarda, taşıdığı cinsel kimlik özelliği
ile ezilmiş ve boyun eğdirilmiştir. Oysa egemen sınıfların amaçları,
emek-gücünü en ucuza mal etmek ve onu sonuna kadar sömürmektedir. Daha düne
kadar, erkek işçiye, bakmakla yükümlü olduğu ailesini en alt düzeyde
geçindirecek kadar ücret vermek durumunda olan kapitalist, ailenin her ferdini
ücretli-emek unsuru haline getirerek, ücretleri azaltmanın yolunu bulmuştur.
Kadın emeği ve çocuk emeği kapitalistin en son göz diktiği emek olarak devreye
sokulmuştur. Çalışan kadın işyerinde artı değer sömürüsüne tabi tutulurken aynı
kadın evinde, hiçbir ücret ödenmeksizin, emekçi erkeğin sömürücü sınıflara daha
ucuza mal olmasını sağlayan bir araç haline getirilmiştir. Kadın erkeğini
yeniden üretime hazırlamada ve kapitalistlere işgücü yetiştirmektedir aynı
zamanda. Ev kadınlarının durumu buradan bakıldığında artı değer sömürüsüne tabi
oldukları açıktır.
Burada
söz konusu olan erkek egemenliğinin üstünün kapatılmaya çalışılması değildir.
Direk olarak üretim içinde yer almayan kadının evde sokakta ve genel olarak
yaşamda karşılaştığı sorunlar, kadın ve erkeğin karşılıklı olarak birbirlerine
bağımlılığının bir eseridir. Kadın “ev işleri” ile uğraşırken erkek çalışmanın
yükü altında ezilmektedir. Genel toplumsal kanı kadını bir sömüren gibi ortaya
koyar “evde oturan, çalışmayan hazır yiyici” gibi. Oysa erkek de evde bir
kadının olması ile ev işlerinden kurtulmuş gibi görünmektedir. Oysa kadın sorunu aynı zamanda erkeklerin
de sorunudur. Erkek dışarıda çalışan olarak daha çok çalışmak, daha çabuk
yıpranıp, ve daha erken ölmekle yüz yüzedir ve ev işlerinde kadına bağımlı
kalmaktadır. Bu kadın ve erkeğin karşılıklı bağımlılıkla sömürülmesinin bir
biçimidir.
Burada
karşılıklı bağımlılıktan faydalanan ise genel olarak kapitalistlerdir. “Ev
kadınları potansiyel işsizler ordusunun bir parçası olarak da yedeklenirken hem
kadı hem erkek kapitalist için çalışırlar aslında ve kapitalist erkeğin iş
gücünü sömürürken kadının evdeki emek gücünü sömürmektedir. Onları sömüren
kapitalistlerdir.
Kadınların köleleştirilmesi sömürüye dayanan sınıflı
toplumların en belirgin özelliklerinden biridir ve onun kurtuluşu da başta
proletarya olmak üzere emekçi sınıfların sermayenin boyunduruğundan kurtuluşu
ile mümkündür. Burjuvazi ve uşakları tarafından piyasaya sürülen sayısız teori
bu gerçeği karartmaya ve kadının kurtuluşu davasını devrimin zaferi davasından
ayırmaya hizmet ediyor. Bunlar kadını feodal geleneklerin zinciriyle bağlamaya,
'feminizm' vb. akımlar aracılığıyla kadının ezilmişliğine karşı duyulan
tepkiyi saptırmaya, revizyonizmin aldatmacalarıyla uyutmaya çalışıyorlar.
Türkiye devrimci hareketi içinde Kadın sorunu konusunda
yapılan çeşitli çalışmalar bugüne kadar sorunu teorik düzeyde bile ortaya
koymakta zayıf kalmıştır.Yapılan çalışmalar ve kurulan bir takım
Örgütlenmeler de; bugüne kadar sınıfsal bir çerçevede, gerçek kitle
örgütleri niteliğine kavuşamadılar. Teorik olarak feminizmden bulaşıklıklar
taşıyan teorik duruşlar diğer yandan burjuva kadın hareketinin belirlediği
gündem peşinden sürüklendi. Kadın sorunu
alanında yürütülen propaganda ve ajitasyon faaliyeti de doğru, nitelikli,
sistemli bir faaliyet olmadı. Elbette bunlar, konunun teorik planda,
Marksizm-Leninizm’e uygun olarak net bir şekilde çözümlenmemiş, açıklanmamış
olmasının doğrudan ve kaçınılmaz bir sonucuydu.
Mücadelenin her alanında olduğu gibi, bu alanda da
revizyonizmi ve reformizmi yere sermek, kitleleri Marksizm-Leninizm’in
gösterdiği doğrultuda eğitmek, seferber etmek ve kadınların kurtuluşu davasını,
işçi sınıfının önderliğine ve işçi sınıfının büyük davasına bağlamak bize, partimize
düşen ve ancak onun başarabileceği bir görevdir.
Kadınların ezilmişliği çifte ezilmişliktir. Çünkü evde
kadınlık, annelik görevlerini yerine getirmek, evdeki işlerin sorumluluğunu
almak zorunda olan kadınlar bir işçi olarak da eziliyor. Bu da yetmezmiş gibi,
kadınların bu çifte yükü sanki olması gereken bir şeymiş gibi sunuluyor.
Halbuki bizlere doğalmış gibi gelen bu durum, sınıflı toplumlara özgü bir
şeydir. O yüzden kadınların mücadelesi sınıf mücadelesinden bağımsız
düşünülemez.
Marksistlere göre, her çeşit baskının temel nedeni
toplumun sınıflara bölünmesidir. Eğer kadın sorunu feministlerin dedikleri gibi
kadının ezilmesi, erkeğin doğasından kaynaklansa idi kadınlar erkekler
tarafından her zaman ezilmişlerdir ve bu nedenle ezilmeye devam edeceklerdir.
Oysa Burjuva ailenin de, tıpkı sınıflı toplum, özel mülkiyet ve devlet gibi her
zaman var olmadığını, kadınların ezilmesinin toplumun sınıflara bölünmesi kadar
eski olduğunu gösterir.
Sanayinin gelişmeye başladığı yıllara kadar erkeğin özel
mülkiyetindeki kadın, yukarıda bahsedilen nedenlerden dolayı yüzyıllarca ev
içerisine hapsoldu; iyi bir eş, soyun devamını sağlayan doğurgan kadın, anne ve
ev hizmetkarı olmak gibi ona verilen “yüce” görevlerle uğraştı; çocuk bakımı,
ev işleri vb. süreklilik içeren işler onu hem toplumdan uzaklaştırarak erkeğe
bağımlı kıldı, hem de tüm üretim becerilerinin ev içerisinde kısıtlamasına
neden oldu. Yani Engels'in deyişiyle, “Kadın cinsinin dünya üzerindeki tarihsel yenilgisi”
bu şekilde başlar. Bu da gösteriyor ki Clara Zetkin’in söylemiyle “Kadının
durumu belli bir dönemdeki üretim ilişkileri üzerinde yükselen toplumsal
durumların sonucudur.”[397]
Feminizmin bir kadın hareketi olarak
ortaya çıkışı ise kapitalizmin gelişmesine paralel olarak işgücüne ihtiyaç
duyduğu kadın, evinden çıkıp toplumsal üretimde yer almaya başlamasıyla
birlikte, “Dünya erkeğin evi, ev kadının dünyası
olmalı.”[398]
önyargısı hakim olmaya başlamıştır.Kadın evden çıkarak katıldığı toplumsal
üretimle birlikte Bu yargının yaşatıldığı binlerce yıllık ezilmişliğe,
aşağılanmaya, toplum içindeki eşitsizliğe kitlesel bir şekilde başkaldırmaya
başladı.
Kadınların erkeklerle eşit haklara
sahip olma mücadelesi uzun zaman burjuva toplumu çerçevesi içerisinde
eşitlenebilme talepleri olarak şekillendi. Burjuva kadın hareketi olarak
feminizm, asıl olarak şu taleplerle kadınlar içerisinde taban buldu:
-Evliliğin kurulması,
biçimlendirilmesi ve sona erdirilmesinde eşit hak.
-Kadın ve erkeğin çocuklar üzerinde
eşit söz hakkı.
-Her iki cins için bir tek cinsel ahlak.
-Kadının kendi mülkiyeti, geliri ve
kazancı üzerinde özgürce kullanma hakkı.
-Kadının meslek öğrenimi ve mesleki
çalışma özgürlüğünün garantilenmesi.
-Toplumsal yaşamın tüm alanlarında
kadına erkekle eşit hareket ve çalışma özgürlüğü-hakkı.
Feminizmin, ortaya
çıktığı dönemde, tıpkı temsil ettiği burjuva sınıfı gibi ilerici ve demokratik
bir muhteva taşıyordu. Ancak insanlar arasındaki eşitsizliğin temel kaynağı
olan sınıf farklılıklarım dikkate almadığından ve özünde burjuva bir akım
olduğundan, tıpkı tekelci asamaya varan kapitalizmin gericileşmesi gibi onunla
birlikte gericileşti.
Egemen sistem bunu her ne
kadar görmezden gelse de, insanları bu gerçeklikten uzaklaştırmaya çalışsa da
şu gerçektir ki; her insan yaşadığı gibi düşünür ve toplumsal ilişkileri,
bireyin bilincini, davranışlarını, kültür, ahlak, gelenek gibi hayatımızı
şekillendiren birçok şeyi, üretim ilişkileri ve ekonomik koşullar belirler.
Üretim ilişkileri üzerinde olan değişimler, kadını hem topluma katarak üretim
faaliyetine girmesini sağlamış hem de erkeğe olan ekonomik bağımlılığı
azaltmıştır. Kadının yaşam koşullarındaki bu değişim, çalışması yönündeki
önyargıları büyük ölçüde yok etmiş, kısmen de olsa kendisiyle ilgili kararlar
almaya hak kazandırmıştır. Böylece ev köleliğinden kurtulan kadın, değişimin,
sistemin ihtiyacına göre şekillenmesiyle ücretli köle durumuna düşmüştür
“Ortaya
çıkan her iyileştirme, zayıf kadının çalıştırılmasını kolaylaştırdı. Öte yandan
insan işgücünü gereksiz kıldı, işsizlerden oluşan sanayi yedek ordusunu oluşturdu
ve böylece ücretleri gittikçe daha fazla düşürdü, erkeğin ücreti ailenin
geçimini sağlamaya artık yetmiyordu. Çoğu durumda bekar erkeğin gereksinimi
bile karşılanmıyordu, çok geçmeden ailenin geçimi kadının kazancıyla
tamamlanmasını talep etti, kadının faaliyeti tasarruf amacıyla olmaktan çıkıp,
kazanç amacına dönüştü, ama kadın bununla erkeksiz de yaşama olanağı kazandı;
bu kadına ilk kez tamamıyla bağımsız bir yaşam sürdürme yeteneği verdi.”[399]
Kadın üretim içindeki yerini
almasıyla birlikte sınıfsal konumunu daha da netleştirmiştir. Bu nedenle
sınıflardan bağımsız olarak ele alınabilecek bir sorun değildir. Marksizm,
kadın sorununun da, tıpkı sınıflı toplum, özel mülkiyet ve devlet gibi her
zaman var olmadığını, kadınların ezilmesinin toplumun sınıflara bölünmesine
bağlı olduğunu gösterir. Bundan ötürü, kadın sorununun ortadan kalkması da,
sınıfların ortadan kalkmasıyla, mümkün olacaktır.
“İşgücü
pazarına yeni giren, işgücü olarak bile kadın işgücü arz fazlası yarattığından
ücretler düşürülmeliydi, ama kadın işgücü çoğu zaman ta baştan daha düşük
fiyata satın alınır olduğundan kadınların ücretleri rekabet süreci içinde iki
kat, üç kat düşürüldü... Sanayinin neresine kadın emeği girerse orada erkeğin
ücretini düşürmekte hatta ilgili iş dalından erkeği kovmaktadır, kadın emeğinin
kendisi de çocuk emeğinin rekabetini tatmakta ve tüm insan emeği de makinaya
karşı korkunç mücadeleye dayanmak zorunda... Üretim koşulları duygusal, kişisel
hesaplar tanımaz, yalnızca doğa kanunları gibi kaçınılmaz olan ekonomik
gerekleri tanır.... Ücretlerin düşmesi ne kadın emeğinden ne de makinanın
icadından doğmaktadır, bu sadece ve sadece, içinde bulunulan anda, özel
mülkiyet ayakta tutularak süren üretim sisteminin bir sonucudur.”[400]
Kapitalizm, iş
emeğin sömürüsüne geldiğinde, kadınla erkeği hemen her alanda aynı çalışma
ortamının içine sürüklemekten geri durmamıştır. Dolayısıyla zekâ, yetenek,
beceri gibi konularda, kadınla erkek arasında var olduğu iddia edilen adeta
genetik eşitsizliğin hiç de olmadığını bizzat kapitalizm kanıtlamıştır. kapitalizmin emekçi sınıfları bölmeye ve
sınıf mücadelesinden uzaklaştırmaya çalışırken en sık başvurduğu yollardan
birisi kafaları karıştırmaktır. Kadın-erkek eşitliği dendiğinde anlaşılması gereken,
kadınlarla erkeklerin her açıdan bir ve aynı olması değildir. Erkek ve kadını,
yaşamın her alanında eşit haklar ve sorumluluklar yüklenen bireyler haline
getirmektir. Böylelikle toplumsal yaşamı ortaklaşa sürdüren kadın ve erkek
arasında, anlamsız çekişmeler, kıskançlıklar ve
yarışlar da olmayacaktır.
Kadın sorunu sınıfsal bir
sorundur ve insanlığın bir parçası olan kadınlar da sınıflara bölünmüşlerdir.
Her sınıfın kadını kendi sınıfının sorunlarını kadın olarak da taşır. Ezen
sınıfın kadını toplumda ezen iken kendi sınıfı içinde ezilen olabilmektedir. Ezilen
sınıfların kadınları ezilmişliği ve çift kat sömürüyü had safhada yaşarken,
ezen sınıfın kadını ise cinsiyet bir yana insani duygulardan azade ezme ve
sömürme ilişkisinde sınıfsal konumuna uygun davranmaktadır. İşçi sınıfının
kadınları en kötü koşullarda ve en düşük ücretlerle ağır bir sömürüye tâbi
tutulurken, her türlü eşitsizliğe maruz bırakılırken, işin yanı sıra bir de
evin yükünü sırtlanırken, burjuva kadınlar bütün bunlardan uzakta, işçilerin el
koyulan artı-değerini kocalarıyla paylaşmakla meşguldürler. Yani kendi başına
bir kadın sorunu bütün kadınların sorunu iken, sömürüden en çok
nasibini alan ise emekçi sınıfın kadınlarıdır.
Bu, kadınların
ezilmesinin, işçi sınıfı iktidarı aldığı zaman otomatik olarak ortadan
kalkacağı anlamına gelmez. Erkekle kadın arasında gerçek insani ilişkilerin
kurulması için gereken toplumsal koşullar yaratıldığı zaman, sınıfsal
barbarlığın psikolojik mirasının üstesinden de nihai olarak gelinecektir. Fakat
işçi sınıfı kapitalizmi yıkıp, sınıfsız toplum için gereken koşulları
hazırlamadıkça, kadınların gerçek kurtuluşu mümkün değildir.
Kadının Örgütlenmedeki yeri
"Kadınlar katılmaksızın gerçek kitle
hareketi olamaz". Bu söz, mevcut
toplumsal ilişkiler içersinde kadının sürekli olarak ikinci planda tutulmasına
karşı duyulan bir karşı duruşun ifadesidir. Devrimci mücadelenin, aynı zamanda,
kadınların toplumsal ilişkiler alanındaki ikincil tutulmasına karşı bir
başkaldırıyı ifade etmesi, her zaman kadın sorunlarına yaklaşımların
"sol" bir görünüme sahip olmasını ettirmiştir.
Toplumumuzda kadın konusundaki burjuva feodal ideoloji ve
gelenekler çok güçlüdür. Öyle ki, bunların etkileri komünistler ve onların
yakın çeperi içinde dahi görülmektedir.
Devrimci yapılarda kadın yoldaşların oranı çok düşüktür ve bu oran
yönetici organlara gelindikçe daha da azalmaktadır.
Buna karşılık mücadelemizin pratiği, ülkemizde geniş
emekçi kadın kitlesinin mevcut burjuva-feodal düzenden nefret ettiğini, berrak
bir şekilde olmasa da emekçi ve kadın olarak kurtuluşunun yolunun bu düzenin
yıkılmasından geçtiğini gittikçe daha fazla kavradığını ve devrimci mücadeleye
büyük istekle katılarak, ona paha biçilmez katkılarda bulunduğunu gösteriyor.
Bu durum, partimizin bu konudaki teorik ve pratik geriliğiyle, kadınların devrime
gittikçe kitlesel bir şekilde katılmaları olgusu arasında keskin bir çelişki
yaratmıştır Bu da partimizin önüne en kısa zamanda kadın ve örgütlenmesi
sorununun çözümlenmesi gerektiğini koymaktadır.
Kadınların
gerçek kurtuluşu söz konusu olduğunda, bu gerçek kurtuluşun, sınıfların ortadan
kaldırılması ile olanaklı olduğu bilimsel bir gerçektir.
Ancak sınıflar mücadelesinin uzun vadeli
olması ve bunun karşısında kadın sorunu gibi pek çok toplumsal sorunun güncel
mücadele ve yaşam içerisindeki yakıcılığının yarattığı farklılık, kaçınılmaz
olarak, güncelin öncelikle ele alınmasını ve güncel olarak çözümlenmesi
gerektiğini bilince çıkararak dayatmaktadır. Devrim süreci ile toplumsal
sorunların güncelliği arasında çatışma doğururken, aynı zamanda çeşitli kadın
örgütlenmelerinin devrim mücadelesi dışında ortaya çıkmasının nedeni
olmaktadır.
Devrim mücadelesi, ekonomik,
toplumsal, siyasal, kültürel her alanda toplumsal eleştirinin
yaygınlaştırılması demektir. Kapitalist sistemin yarattığı sorunlar karşı
güncel mücadeleler gibi uyuşturucu, fuhuş, çevre sorunu gibi sorunlar için mücadele gibi, kadın sorunu da,
güncelleşebilmekte ve kendi çözüm olanaklarını somutlaştırabilmektedir.
Devrimci mücadele, sözcüğün gerçek
anlamıyla, kadın ile erkek arasındaki eşitsizliğin ve ayrımcılığın mevcut
olmadığı bir ilişki üzerinde sürdürülür. Bu durum proletaryaya ve onun komünist
partisine, Marksizm-Leninizm’in öğretileri ışığında, kadının kurtuluşu
konusundaki her türden burjuva revizyonist teoriye ve akıma karşı dişe diş mücadele
süreci içinde, parti tarafından yönlendirilen ve ulusal ve sosyal kurtuluş
uğruna mücadele eden militan, devrimci bir kadın hareketi yaratmak görevini
yüklüyor. Bu devrimin başarısının can alıcı sorunlarından bir diğeridir. Ve
diyebiliriz ki, örgütümüzün bu Ölçüde hayati önem taşıdığı halde, ele alıp
çözümlemede bu kadar geç kaldığı ve pratikte bu kadar az şey yaptığı başka bir
sorun yoktur.
Bu nedenle, kısa ömürlü kadın
hareketlerinin yerinin uzun soluklu bir örgütlülüğe dönüştürülebilmenin ön koşulu,
devrim mücadelesinin yükseltilmesi olmaktadır. İşte bu gerçeklik de, kadınların
devrim mücadelesine katılımının gerekliliğini bir kez daha ortaya koyar. Lenin,
bu durumu “Kadınlar için tam bir özgürlük elde edilmezse, proletarya
tam bir kurtuluşa ulaşamayacaktır.” Olarak belirler. Bütün bunlara
rağmen içersinde hiçbir ayrım ve ayrımcılık taşımayan bir Marksist-Leninist
örgütlenmede, kadın kadroların belirli toplantılar ve ilişkiler dışında,
sürekli olarak ikincil, yardımcı unsur olarak faaliyette bulunmalarını ve o
şekilde görülmelerini getirmektedir.
Yaşamın
tüm zorluklarına kadınların, erkeklere göre çok daha uzun süre karşı
durabildikleri ve direnebildikleri bilinen bir gerçektir. Çifte sömürüye tabi
olan kadınların, bu özellikleri, devrimci mücadelede olumlu bir işleve
dönüştürebilmektedir. Sınıfsal konumlarının eşitliği koşullarında, bir kadın
devrimcinin, erkeğe göre daha kararlı, disiplinli ve özverili olabilmesi en
açık olgulardandır. Bu, aynı zamanda, devrim mücadelesinde, kadının, kendisini aşağılayan
toplumsal ilişkilere karşı kendini kanıtlamasının da bir ifadesidir.
Kadın
yoldaşların, kendi varlık koşullarıyla sahip oldukları kararlılık, disiplin ve
özveri, bu mücadelede başarının en önemli unsurlarından olduğu asla
unutulmamalıdır. Çünkü onlar, devrim mücadelesine etkin bir biçimde katılma
kararı verdiklerinde, karşı durmak zorunda oldukları şeyler, herhangi bir erkek
kadronun tasarlayamayacağı kadar çoktur. Onlar sadece mevcut düzenle bağlarını
koparmakla, belli bir yaşam tarzını terk etmekle yetinmek durumunda
değillerdir. Onlar için, mevcut düzene geri dönüş çok daha az olanaklıdır. Bir
kadın yoldaşın önündeki cinsiyet ayrımcılığına dayalı engel kaldırılmadığı
sürece, devrimci bir örgüt haline gelebilmek olanaksızdır.
Devrimci mücadele içersinde genel
olarak erkek kadroların "yanında", ikincil, yardımcı, "kamufle
edici" unsur olarak bulunan kadın kadrolar, bu faaliyet sınırlılığı
içersinde gerekli deneyime de sahip olamamaktadırlar. Salt örgüt birimleri
arasındaki haberleşmede etkin olabilen kadın kadrolar, örgütsel faaliyetin
diğer alanlarına ilişkin olarak daha geniş bilgiye sahip olmalarına karşın,
gerekli deneyime sahip olamamaları, kimi durumlarda çarpıklıklar
yaratabilmektedir.
Evlilik ilişkisi içersinde belirleyici
olanın erkek olması, kadını ataerkil bağımlılık ilişkisi içersine sokmaktadır.
Kadını bir "mülk" olarak görülmesi, kadının "korunması"
gerekliliği gibi düşüncelerin ardına gizlenebildiği gibi, kendilerini
"koruyamayacakları" şeklinde fiziki eşitsizliğin öne çıkartılmasıyla
da gizlenebilmektedir.
Kapitalist toplumun kadına karşı
yozlaştırma ve onu sınıfsal bağlarından kopartıp, mücadelenin dışında tutma
çabalarına karşı, kadınlar, tüm
toplumsal ilişkiler alanında olduğu gibi, devrimci mücadelede de, kadınların,
en olumsuz koşullar altında bile, kendi kimliklerini, kendi kişiliklerini ve
onurlarını koruyabildikleri ve koruma yeteneğine sahiptirler ve bunu devrim
mücadelesi tarihi içinde işkencelerden cezaevlerine kadar varan süreçlerde
defalarca ispatlamışlardır.
Devrimci mücadele bu mücadele içindeki tüm kadroların
göğüsleyeceği zorluklarla doludur. Ancak kadın kadroların bu süreçten
etkilenişleri ve gördükleri olumsuzluklar, erkek kadroların karşılaşabileceği
durumlarla kıyaslanamaz. Örgütlenmede, "korumaya muhtaç kadın"
kavrayışının hakim yıkılması için daha
çok, devrimci mücadele içersinde kendini geliştirememiş erkek kadroların
eğitimi esas alınmak durumundadır. Bu nedenle, her yerde ve her koşulda, kadın
kadrolara karşı gösterilen tüm davranışlar sorgulanmalı ve değerlendirilmelidir.
Bu konuda hiç kimse kendisini dışta bırakması söz konusu olamaz.
Yeni
toplumsal ilişkilerin belli bir ölçekte gerçekliğine denk düşen
Marksist-Leninist örgüt, kadın erkek ayrımının ortadan kaldırılmışlığı
temelinde mücadelesini sürdürür. Bu mücadelede, kadroların cinsiyetleri değil,
yerine getirdikleri görevler ve kadro olarak nitelikleri önemlidir. Ancak
mevcut toplumsal ilişkilerin ideolojik ve pratik etkisi, hemen her zaman
somutta kendini ortaya çıkarabilmektedir. Bu da, yapılması gerekenler ile
yapılanlar arasında bir çelişki yaratmaktadır. Bunu ortadan kaldırmak, her
devrimcinin üzerine düşen bir görevdir. Bu sınıf mücadelesidir. Bu mücadelede
yer alanlar, her zaman mevcut düzene karşı tutumlarıyla belirlenirler.
Yüzyıllardır egemen sınıfların, ezilen
sınıfların erkeklerinin emek-güçlerini en ucuza mal edebilmek için, kadınlar
üzerinde uyguladığı toplumsal zor ile birlikte ideolojik olarak oluşturulan
erkek-egemen bakış açısının ürünleri de kullanılmıştır. Özellikle kadınların
cinsel meta olarak kullanımı ve kullanılabileceği imgesinin yarattığı sorunlar
ve suçlar, kadının salt kendine yönelmesi ve kadın sorununu toplumsal düzenden
ayrı olarak değerlendirilmesi için birer araç olarak kullanılmaktadır. Amaç
tektir: Kadın, sınıfsal konumuna bakılmaksızın, her yerde kadın olduğu
şeklindeki yanılsamanın her ne pahasına olursa olsun sürdürülmesi ve sürekli
var edilmesidir. Ve böylece emekçi kadınların burjuva kadın hareketine
yedeklenmesi sağlanabilmektedir.
Feminizm olarak feminizm, işte bu
noktada kapitalizmin can simidi olmuştur. Feminist hareketin tarihsel
köklerinin ezilen sınıf hareketinde olmasına rağmen, burjuva feminist hareketin
burjuva devrimleri döneminden gelen kökleriyle birleştirilerek bugünkü durumuna
gelmiştir. Doğal olarak yalın bir feminist hareketin içerebileceği tüm burjuva
özellikler bu hareket içinde kendisini yeniden biçimlendirmiştir. Sonuç ise,
küçük-burjuva hayallerdir.
Feminist hareket özünde kadın sorununu
sınıf mücadelesinden ayrı bir sorun olarak ele almak ve kadının mücadelesini
sınıf mücadelesinden ayırmak, ayrı tutmaya çalışmaktır. Böylece gerek
feministler, gerekse de "sol" veya “Marksist” feministler mücadeleyi
erkeklere karşı bir düşmanlık ve onlara karşı bir mücadele düzeyine
indirgemektedirler.
Feministler bütün bunları yaparken
mevcut ekonomik ve toplumsal düzenin değişmezliğinden hareket etmektedirler.
Mevcut toplumsal ve ekonomik düzen içersinde alınacak bir dizi toplumsal,
ekonomik, hukuki, sosyal ve siyasi tedbirlerle kadınların evde, işte, bulundukları
her alanda yaşam koşullarını göreceli olarak iyileştirmek mümkündür. Nitekim
tarihsel olarak bakıldığında kadın haklarında gerçekleşen ilerleme burjuva
anlamda oldukça ileridir. Fakat tüm bu ilerlemelerin göreceli bir kazanım
olacağının bilinciyle, hayatın her alanında başta emekçi kadınlar olmak üzere
tüm kadınların durumunun iyileştirilmesi için mücadele edilmeli, kazanımların
sınırlarını genişletmek için çalışılmalıdır.
Kadın sorununun gerçek anlamıyla
çözümü ve kadının nihai olarak kurtuluşu, ancak ve ancak kapitalizm yıkılıp
yerine sosyalist düzeninin kurulmasıyla mümkün olacaktır. Dolayısıyla kadının ve
erkeğin kurtuluşu tüm toplumun kurtuluşuyla beraber gerçekleşecektir.
Marksizm-Leninizm ve Gençlik
Gençlik
“14-15 yaşları ile 28-30 yaşları arasındaki dönemdir.” Gençlik tanımı
yapılırken öncelikle genel bir belirleme ile başlanır. “Belli bir yaş dilimi
arasında olan ve kendi başına sınıf olmayan, var olan sınıfların içerisinde bir
alt katman olarak yer alan bir toplumsal tabakadır.”Gençlik “Türdeş olmayan,
toplumun çıkarları birbirlerinden ayrı ve birbirine düşman olan sınıflardan
gelen, karma bir yapıdır”. Gençlik, toplumun en dinamik, yeniliğe en açık,
mücadeleci, gelecek kaygısını en derinden
hisseden kesimdir. Gençlik sorunu, devrim için hayati önemde bir
sorundur, Marksizm-Leninizm bize, gençliği kazanmanın geleceği kazanmak demek
olduğunu öğretir. Adı üzerinde, gençlik toplumun genç kuşağıdır ve gelecek ona
aittir. Onu kazanan ise, geleceği kazanır.
Sömürücü egemen sınıflar da bu
gerçeğin bilincin.dedirler. Bundan
dolayıdır ki. gençliği kazanmak her
man için sömürücü sınıflarla İşçi sınıfının
kıyasıya, mücadele ettiği bir alan olagelmiştir.
Sömürücü sınıfların gençliğe verebileceği hiçbir şey yoktur. Aksine
onlar, gençliğe ait her şeyi kendi tekellerine almışlardır. Onu ağır sömürüye,
dayanılmaz maddi ve manevi baskılara mahkum etmişlerdir. Onu her türlü haktan
ve gelecekten yoksun bırakmış, bugününü ve geleceğini karartmışlardır.
İşçi sınıfı ise sömürücü egemen sınıfların aksine, gençliğin her türlü
maddi ve manevi çıkarlarının, haklı özlemlerinin biricik gerçek savunucusudur.
İşçi sınıfı, gençlik üzerindeki her türlü maddi ve manevi baskıya ve ağır
sömürüye karşı mücadele eder. İşçi sınıfı, gençliğe gerçek kurtuluşunun,
aydınlık geleceğinin yolunu gösterir. İşçi sınıfı gençliği her türlü baskı ve
sömürüden kurtarır, ona iyi bir hayat, güvenli ve parlak bir gelecek hazırlar.
İşçi sınıfı geleceği gençliğe verir. Devrimler tarihi bütün bu gerçeklerin
kanıtıdır. Şanlı Ekim Devrimi'yle başlayan sosyalizm deneyi bunun kanıtıdır.
Gençliğin
devrim için taşıdığı hayati önem, yalnızca onun geleceğin sahibi olmasından
gelmez. Başka bir deyişle gençlik, sadece devrimin geleceğini ilgilendirmez.
Gençlik, .devrimin bugünü için de, onun ilerletilmesi ve başarıya ulaştırılması
için de büyük önem taşır. Bu gerçek, Marksist-Leninistler tarafından «Gençlik
Devrimin Büyük Bir Yedek Gücüdür» şeklinde belirtilmiştir. Bütün devrimlerin
tarihi tecrübesi, geniş gençlik kitleleri aktif bir şekilde katılmazsa, hiçbir
devrimin başarıyla yürütülmediğini göstermiştir ve göstermektedir. Bu neden böyledir?
Çünkü gençlik toplumun en canlı, en dinamik, en enerjik, en fedakâr ve yeniliğe
açık kesimidir. Gençlik her devrimin İtici dinamik güçlerinden biridir. Gençlik
devrim için bitmez tükenmez bir enerji kaynağıdır. Devrim için en taze, en
faal güçler gençlikten çıkar.
Gençliğin
canlılığı, dinamizmi, bitmez tükenmez enerjisi, derin fedakârlık ve feragat
ruhu, İşçi sınıfı için çok şey ifade eder. İşçi sınıfı gençliğin bütün bu
olumlu özelliklerini korumaya ve geliştirmeye çalışır. Sömürücü egemen
sınıflar için ise bunun tersi doğrudur. Onlar için gençliğin taşıdığı bütün bu
olumlu özellikler, birer tehlike ifade eder. Bundan dolayıdır ki; sömürücü
egemen sınıflar, burjuvazi, gençliği boş, düzensiz ve amaçsız bir hayata
yöneltmeye, onu yozlaştırmaya, çürümeye ve suça itmeye, umutsuzluğa,
güvensizliğe ve hayalciliğe itmeye çalışır. Onu baskı altında tutarak,
insiyatifini ve canlılığını kırmaya devrimci enerjisini eritmeye çalışır.
Burjuvazinin işçi sınıfının zaaflarından
yararlanarak, zaman zaman gençliğin
bu olumlu özelliklerini kendi aşağılık sınıf çıkarları için kullandığı da
görülmüştür. Özellikle 1930'larda bir çok ülkede başarıya ulaşan faşizm, gençlikten,
onun dinamizminden büyük ölçüde yararlanmıştır. Fakat sömürücü sınıfların
tutumunu, çoğu kere birincisi belirlemiştir.
Gençlik
hakkında yukarıda özetlenen ve bütün devrimlerin tarihi tecrübesiyle
doğrulanan Marksist-Leninist kavrayış, bizim tarihi tecrübemizle de
doğrulanmıştır, bugün de doğrulanmaktadır. Gençliğimizin, yıllardan beri
verdiği zorlu mücadele, gösterdiği yiğitlik, katlandığı fedakârlıklar, genel
devrim mücadelesi içinde tuttuğu yer bunun kanıtıdır.
Bizzat
ülkemizde yaşanan tarihi tecrübenin de yardımıyla gençlik hakkında,
Marksist-Leninist kavrayışı edinmek durumundayız. Gençliğe gereken önemi
vermek, ona güvenmek, onun sınıfa ve sınıf mücadelesine ait tüm maddi, manevi
çıkarlarını ve özlemlerini savunmak gerekmektedir. Gençliğin mücadelesinin
önünde olmak, ona doğru yolu göstermek, burjuvazinin, revizyonizmin ve her
türden oportünizmin aldatıcı, saptırıcı ideolojisine ve propagandasına karşı
uzlaşmaz bir mücadele yürütmek zorunludur.
Gençliğin Şanlı Bir Mücadele Tarihi
Vardır
Türkiye’de
gençlik mücadelesi her zaman mücadelenin merkezinde yer alan ve en hızlı
gelişen mücadeledir. Gençlik mücadelesi
tarihi Türkiye'nin dört bir yanında
zorlu, yiğit bir mücadelenin tarihidir. Bu anlamada Gençliğin bugünkü mücadelesi geçmiş
mücadelesinin ileri düzeyde bir devamıdır. Onun mücadelesinin kökleri
geçmişin derinliklerindedir. Bugünkü mücadele, geçmişteki mücadelenin,
özellikle 1960'larda yükselen mücadelenin temelleri üzerinde, onun güçlü
devrimci mirası üzerinde yükselmektedir.
Özellikle 1965'lerden itibaren gençlik saflarında hızlı
bir siyasileşme ve devrimcileşme görüldü. Gençlik geniş kitleler halinde
düzenden koptu ve ona karşı mücadeleye girişti. İlk dönemler öğrenci, daha çok
yüksek Öğrenim kesiminde görülen bu hızlı devrimcileşme, sonraki yıllarda işçi
ve emekçi gençliğe de yansıdı. Siyasileşen
ve devrimcileşen gençlik
yalnızca, gündelik ekonomik,
akademik talepler İçin değil, genel siyasi talepler için de mücadele ediyordu,
Gençlik iş, toprak; parasız, eşit ve demokratik bir eğitim istiyordu. Faşist
baskı ve zulmün son bulmasını, geniş siyasal özgürlüklerin tanınmasını istiyordu.
Demokrasi ve bağımsızlık istiyordu.
Kısacası gençlik devrim istiyordu. Egemen sınıflar ilk yıllarda gençliğin bu
devrimci silkinmesini küçümsemeye kalktılar. Her yolla bu devrimci uyanışın
derin sınıfsal -siyasi muhtevasını gizlemeye, onu “genç kuşağın buhranı”,
“dış kışkırtmaların ürünü”,
“Batı gençliğine özenti”
vb. şekillerde karalamaya çalıştılar.
Fakat kısa zamanda bu mücadelenin
kendileri için büyük tehlike oluşturduğunu görünce, onun üzerine
acımasız bir baskı ve terörle yürüdüler. Gençlik, faşist diktatörlüğün baskı ve terörüne direnerek
mücadelesini devam ettirdi. Bir çok devrimci mevzi kazandı, çeşitli kısmi
hak ve taleplerini söke söke elde etti. Bu mücadele, sayısız yiğit gençlik
önderi çıkardı. Bugün halkımızın ve gençliğimizin kalbinde yaşayan Deniz Gezmiş,
Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya gibi yiğit onlarca devrimci bu mücadelenin
ateşi içerisinde yetiştiler. Onlar mücadelenin ileriye götürülmesine büyük
katkılarda bulundular.
1965'lerde
yükselen gençlik mücadelesi Marksist-Leninist bir Önderlikten yoksundu. İşçi sınıfımız bu mücadeleye önderlik
edecek, ona yol gösterecek, istikrar kazandıracak ve kalıcı başarılara
yöneltecek öncü partisine sahip değildi. İşçi sınıfı ve Marksizm adına boy
gösteren her türlü revizyonist, oportünist
akım ise, bu mücadelenin Önünü almak ve onu kendi reformcu, darbeci ve
parlamenterist hayalleri için kullanmak istiyordu. O dönemde TKP ve TİP
içerisinde kendini ifade eden modern revizyonistler ve reformistler, gençlik mücadelesinin önüne
sürekli barikatlar kuruyor; «aman faşizm gelir» korkuluğuyla,
“provokasyon” teorileriyle onu durdurmaya çalışıyorlardı. 1968’lerde yükselen
gençlik eylemini «Anayasanın meşru sınırları dışına taşmakla» suçlayan ve
onu “küçük-burjuva anarşizmi”
diye karalamaya çalışan değişik revizyonist
mihrakların o yıllardaki
bu açık ihaneti devrimci gençliğin
bilincinde yer etti.
1960'larda
yükselen mücadeleye katılan gençlik kitleleri içerisinde Marksizm-Leninizm’e
ve sosyalizme büyük bir sempati vardı. Bu derin sempati gençliğimizin işçi sınıfına
yakınlık göstermesinin ve onun mücadelesine omuz vermesinin bir başka nedenini
oluşturuyordu. Bu en açık ve en çarpıcı biçimde şanlı 15 16 Haziran işçi eylemi
karşısında gençliğin gösterdiği tutumda görüldü. Gençliğin Marksizm-Leninizm’e
ve sosyalizme duyduğu sempati ve işçi sınıfına gösterdiği yakınlık, bugünün
devrimci gençliğine önemli bir miras olarak kaldı.
12 Mart
yarı-askeri faşist diktatörlüğü
döneminde geçici bir durgunluk ve
gerileme gösteren gençlik mücadelesi, bu dönemin ardından yeniden
yükseldi. Gençlik mücadelesindeki bu yükseliş, 1965'lerde olduğu gibi önce
yüksek Öğrenim gençliği kesiminde başladı. Kısa zaman sonra hızlı bir şekilde
liseli gençliğe yayıldı. Bunun yanında işçi ve köylü gençlik, mücadelenin tamamen
dışında değildi. Fakat öğrenci gençlikle karşılaştırıldığında, bu kesimde
mücadele daha geri ve zayıftı. Bu durum yakın zamana kadar devam etti.
Gençlik
mücadelesindeki bu yükselme devrimci bir önderlikten ve tutarlı bir
örgütlenmeden yoksundu. Devrimci gençlik hareketinin bu zaafını
değerlendirmeye ve içine sızmaya çalışan her türden gerici ve revizyonistler,
niyetlerinde başarılı olamadılar. Çünkü devrimci gençlik revizyonizme ve
reformizme karşı bir tepkici bir geleneğe sahipti. Üstelik bu revizyonist mihrakları,
geçmişten tanıyordu. Diğer yandan yükselen gençlik mücadelesi içinde etkin olmak,
onun önünde, en azından içinde olmakla mümkündü. Oysa revizyonistler,
reformistler ve her türden gericilik bu
eylemin dışındaydılar ve her yolu ve yöntemi kullanarak gençliği devrimci
eylemden alıkoymaya çalışıyorlardı.
Yükselen Öğrenci gençlik mücadelesinin
ileri unsurları arasında, 1971 küçük-burjuva ihtilalciliğine büyük bir sempati
vardı. «1971 Hareketinin izleyicisi iddiasındaki küçük-burjuva akımlar, bu
sempatiyi yoğun bir şekilde istismar ettiler. Bu sayede bu ileri unsurların
büyük bir bölümünü kendi çevrelerinde topladılar. Buna paralel olarak öğrenci
gençlik hareketinin geri siyasi düzeyi ile birleştiler. Bu temelde öğrenci
gençlik hareketi üzerinde önemli bir etkinlik kazandılar.
Gençlik İçindeki
Faaliyetlerimiz
Gençliğin devrimci mücadelesini güçlendirmek, yaymak, onu
daha da İleriye götürmek ve Marksist-Leninist bir önderlik altında birleştirmek
bütün bu engellerin asılmasıyla mümkündür. Bu gençlik içerisinde
ideolojik-siyasi ve pratik alanlarda çok yönlü karmaşık bir mücadele yürütmek
demektir.
70 gençlik
hareketinin devamı niteliğindeki hareketlerin geliştirdiği mücadele ve
örgütlenme süreci 1980 Cuntası ile büyük bir darbe yedi. 1980 cuntası sadece
devrimci örgütleri değil aynı zamanda ideolojik olarak bir gençlik kuşağının da
yok edilmesini amaçlıyordu.
Türkiye sınıf
mücadele tarihinde 12Eylül cuntasının başarısı bugünkü gençliği yozlaştırmada
ve onların yönünü şaşırtmada oldukça büyük başarılar elde ettiği bir gerçektir.
Burjuvazinin elde ettiği başarılara rağmen hala gençliğin yeniyi arama ve en iyiye ulaşma duygularını tümden yok
edemedi. Komünist hareket bu temelden kalkarak gençliğe yönelmede bir an bile
düşünmeden harekete geçmek durumundadır.
Türkiye
gençliğinin yeniye, güzele, ve insanca bir yaşama olan inancı ve arayışı
Marksist-Leninist bir temelde yeniden örgütlenmek durumunda. Geçmişte TGKB’nin
başardığı yaygın ve güçlü örgütlenmeyi zaaflarından arındırarak yeniden kurma görevi ile karşı
karşıyayız.
Türkiye
Genç Komünistler Birliği
Türkiye
Genç Komünistler Birliği'nin örgütlenmesine 1975 yılı sonlarında başlandı. Önce
bazı büyük illerde İl Komitelerimiz kendilerine bağlı TGKB İl Örgütleri kurdular.
Ardından 1976 Türkiye Genç Komünistler Birliği, Türkiye çapında
merkezileştirildi. Bir süre sonra diğer bazı illerde de TGKB örgütleri kuruldu
TGKB örgütlemesi doğru ve yerinde bir karardı.
TGKB
neden gerekliydi? Çünkü geçmişte gençlik, özellikle öğrenci gençlik içinde
hızla ortan etkinliğimiz ve gelişme potansiyelimiz böyle bir örgütü ihtiyaç haline
getirmişti. Bu günde Küçük burjuva sosyalizminden, revizyonizm ve reformizmden
gençliği koparmak ve Marksist-Leninist çerçevede örgütlemek durumundayız. Hala
gençlik içinde ileri sempatizanımız var. Bu unsurlar, devrime, siyasi çizgimize
ve komünizme büyük sempati duyuyorlar.
Marksizmin-Leninizm’in gösterdiği doğrultuda, Sayıları sürekli artan genç devrimcileri
örgütlemek, devrimci istek ve enerjilerinden gençliği kazanma faaliyetimizde
en iyi şekilde yararlanmak, ideolojik siyasi ve örgütsel olarak eğitmek ve
örgütümüze hazırlamak için en iyi, en uygun araç yine Türkiye Genç Komünistler
Birliğidir.
Türkiye Genç Komünistler Birliği işte
bundan dolayı bir gereklilik, bir ihtiyaçtır. Fakat sorun böyle bir aracın
gerekliliğini saptamanın Ötesinde bir önem taşıyordu. Her şeyden önce Türkiye
Genç Komünistler Birliği gibi geçmişte başarılı eylemlere imza atmış ve
kapitalizme karşı mücadelede ciddi görevler üstlenmiş ve bunu tarihte defalarca
ispatlamış bir geçmişimiz ve örgütlü deneyimimiz var. Yinede önümüzdeki
görev, Marksist-Leninist öğreti, çeşitli
ülkelerde geçmiş gençlik mücadelesi ve örgütlenmeleri bugünkü tecrübeleri dikkatle ele alınmalı,
doğru yorumlanmalı ve somutlaştırılmalıdır.
TGKB
Türkiye’de komünist partinin “bir hazırlık okuludur “. Gençlik sorunu tek
başına gençlik örgütünün sorunu değil özellikle partinin bir sorunudur. Zira
gençliği kazanamayan geleceği kazanamaz.
TGKB gençlik içindeki gücü ne olursa olsun o partiye bağlı ve onun
direktiflerini yerine getiren ve gençliği bu doğrultuda harekete geçiren yegane
parti gücüdür. Bu anlamada gençliğin kazanılması ve eğitilmesi ve parti
militanlarının bu okulda eğitilmesi görevi tek başına TGKB'ye bırakılamaz.
Gençlik
sorununu kısmen de olsa TGKB'ye bırakmak, Onu üstlenemeyeceği, sorunlarını
çözemeyeceği ağır görevlerle karşı karşıya bırakmak demektir. Geçmişte parti
içinde böylesi bir hata yaşandı ve bu durum bir yandan geniş gençlik
kitlelerini kazanma faaliyetini diğer yandan partinin gençlik içindeki
çalışmasını zayıflattı.
Parti
her aşamada gençliğin önderi ve yöneticisidir. Partinin yapması gereken
önderliğinin ve yönetimin gençliğe devredilmesi ile yaşanan zaaf gençlik
sorununun TGKB' nin sorunu olarak görülmesi, beraberinde getirmiştir. Bu durum
gençlik örgütü içinde parti taklitçiliğini
beraberinde getirmiştir. Bu zaafın aşılması için atılan adımlarda TGKB’ye yöneltilen eleştirilerde dar kadrocu
davranış ve bu davranışın kırılması yönündeki adımlarda her önüne gelenin
Komsomol gençliğe dahil edilmesine yol açtı. TGKB dar bir kadro örgütüne
dönüşmekten kaçarken ne yazık ki her önüne gelenin örgüte kabul edilmesine ve bunun da gençlik örgütünün partinin
zaaflarına da bağlı olarak sürekli düşmandan darbeler yemesine ve düşman
karşısında ciddi direniş zaafları göstermesine neden oldu.
TGKB'nin,
sempatizan fakat devrimci enerji ve gönüllü çalışma isteği ile dolu, genç
unsurların ideolojik-siyasi ve örgütsel olarak eğitilip, geliştirildikleri bir
komünizm okulu olduğu gerçeği bir kez daha hatırlanmalıdır. Genç sempatizanlarda
örgüte giriş için asgari bir ideolojik-siyasi ve örgütsel düzey aranması ve bu konuda katı davranılması
gerekmez Bu kötü bir parti
taklitçiliğidir. Parti taklitçiliği yapmayalım derken de her gencin
örgütlenebileceği ve örgüte girebileceği gibi sakat bir anlayışa düşmeden parti
okulu olmanın kıstasına uygun davranarak
gençlik tabakası içinde savaşabilecek unsurlara yönelmek onları
sistemden koparmak ve komünizme kazanmak diye bir hedefimiz vardır.
Komünist partisinin sosyalizm ve sınıfsız toplum
hedeflerine, komünizme sempati duyan gençliği ayrı örgütlemek
Marksist-Leninistler için evrensel bir uygulamadır. Geçmişte ve bugün komünist
partileri, parti ve komünizme sempatizan gençlik kitlesini, Genç Komünistler
Birliği veya Komünist Gençlik Birliği
şeklinde adlandırılan örgütlerde örgütlemişlerdir.
Bu tip örgütlerin, somut olarak Türkiye Genç Komünistler
Birliği'nin işlevi nedir? Biz bu soruya; TGKB, partiye yeni üyelerin hazırlandığı, eğitildiği, bir parti okulu ve
parti önderliğinin gençlik içinde sağlamlaşmasının aracı bir örgüttür. Diyerek
cevap veriyoruz.
TGKB yukarıda formüle edilen işlevi ancak Partinin her
kademedeki ve her alandaki doğrudan ve yakın önderliğiyle yerine getirebilir.
Partinin doğrudan ve yakın önderliği olmadan TGKB, yeni, sağlam, canlı kadroların
yetiştirildiği bir örgüt, bir parti
okulu, bir komünizm okulu olamaz. Partinin doğrudan ve yakın önderliği
olmadan, TGKB, parti önderliğinin gençlik içinde sağlamlaştırılmasının aracı;
gençliği devrime kazanmada, devrim ve komünizm için eğitmede partinin aktif,
militan, inisiyatifli bir yardımcısı olamaz. Partinin doğrudan ve yakın
önderliği olmadan TGKB parti için bir yedek güç olamaz. Partinin doğrudan ve
yakın önderliği olmadan, TGKB güçlü, canlı ve sağlam olamaz. Son olarak partinin
her kademedeki ve her alandaki doğrudan ve yakın önderliği olmadan TGKB yolunu
bulamaz.
Partinin TGKB'ye önderliği ilkesi: İdeolojik siyasi planda
tam bağımlılık, örgütsel planda bağımsızlık şeklindeki formüle edilmiştir.
TGKB'nin programda ve genel siyasi taktiklerde bağımlılığı, fakat somut
gündelik siyasi faaliyetlerde serbestliği vardır. Dikkat edilmesi gereken
temel yan; TGKB, hiçbir zaman partinin program ve siyaset
ve taktikleri temel alan, fakat gençlik içinde faaliyet sürdüren bir “parti”
değildir bu duruma durumuna düşmekten kaçınmalıdır. Parti ve Gençlik örgütü
arasında karşılıklı demokratik danışma partinin önderliğini ret etme anlamına
gelmez. TGKB'nin gücü, partinin yakın ve somut önderliğinde yatar. TGKB bundan çoğu kere önemli ölçüde yoksun
kalması gençliğin yönünü şaşırmasına yol açar.
Partinin
bir yan örgütü olan TGKB, siyasi bakımdan partiye bağlıdır, örgütsel olarak
bağımsızlığa sahiptir. Siyasi bağımlılık, sadece program ve tezlerin kabulü
ve savunulmasından ibaret değildir, aynı zamanda partinin ülke çapında
sürdürdüğü mücadeleye bağımlılıktır.
Örgütsel
bağımsızlık kendi İç örgütsel faaliyetinde ve parti kararlarının, parti
organlarının önderliğinde inisiyatifli bir şekilde hayata geçirilmesinde,
örgütlenmesinde bağımsızlıktır. Bu durum Partinin, TGKB'nin iç örgütsel
faaliyetine müdahale şeklinde anlaşılmaması ve buna dönüşmemesi kaydıyla,
TGKB'nin her kademede partiye örgütsel olarak da bağımlı olmasıdır.
2)
TGKB'nin gençliğin öncü müfrezesi, deyim uygunsa
“gençlik partisi” olarak görülmesi yanlış eğilimdir. Gençlik sorunu TGKB'nin
değil partinin sorunudur. TGKB, gençliğin öncü müfrezesi değildir. Türkiye
proletaryasının ve emekçi halkının ve onun gençliğinin öncüsü, Partidir.
Gençliği
devrime kazanarak devrim İçin Örgütleyecek ve devrim yolunda seferber edebilecek
biricik güç partidir. Partinin somut ilgisi, sürekli cabası ve önderliği
olmadan gençlik kazanılamaz, eğitilemez, örgütlenemez ve mücadeleye
yöneltilemez. İşçi sınıfı ve emekçi halkın olduğu gibi gençliğin de biricik öncüsü,
önderi Partidir. Partinin çeşitli halk sınıf ve tabakalarına siyasi önderliği
bölünemez, şu veya bu örgüte bırakılamaz.
TGKB'ye
gelince; O, sadece, gençliği kazanma, eğitme, örgütleme ve seferber etme
faaliyetinde partinin yararlandığı bir araç, bir yardımcı örgüt, bir yedek
güçtür.
TGKB, parti önderliğinde komünizm için verilen
mücadeleye katılan gençliğin kitle örgütüdür.» TGKB'ye üye alırken
ideolojik-siyasi, örgütsel tecrübe ve olgunluk aranmaz. TGKB'ye katılanlar bunu
partinin yakın önderliğinde, bizzat TGKB içinde ve TGKB faaliyetinde
kazanacaklardır. Onlar bu yolla gelişip serpilecekler ve partiye
hazırlanacaklardır. TGKB'ye katılmak için, komünizme sempati duymak, partinin
devrim ve komünizm için verdiği mücadeleye gönüllü ve istekli olarak katılmak,
denetime ve disipline açık olmak yeterlidir.
TGKB
konusunda saflarımızda ortaya çıkan ve bir dönem gençlik içindeki faaliyetimizi
ciddi olarak etkileyen, zaaflara karşın Genç Komünistler, faşist diktatörlüğün
ağır baskı ve terörüne hedef olmalarına, ölmelerine, işkencelere, zindanlara
karşın örgütümüzün gösterdiği doğrultuda gençlik içinde faal olarak
çalıştılar. Gençlik alanındaki başarılarımızda önemli rol oynadılar. Örgütü
çizgisine, onun önderliğine karşı, ciddi zaaflara karşın herhangi bir gerici
tutum ve davranış göstermediler. TGKB'nin saflarından örgütümüze önemli miktarda
kadro kazanıldı.
Geçmişte
TGKB'de ideolojik-siyasi eğitimin noksanlığı ve bunun sonucu olarak TGKB saflarında
ki ideolojik-siyasi gerilik kendisini oldukça sık ortaya koyardı. Bu gün için
geniş gençlik yığınları içinde apolitiklik düzenin ideolojik etkisine
kapılmak TGKB için çok önemli bir sorundur.
Genç komünistlerin büyük çoğunluğunun ideolojik-siyasi düzeyi çok düşüklüğü bu
gençliği kazanmada başlıca engellerden birisidir.
Oysa TGKB'nin tanımladığımız temel işlevi bu
durumla çelişir. İdeolojik-siyasi düzeyi düşük oldukça TGKB, partinin önüne
koyduğu görevleri zamanında, tam, faal ve sağlıklı bir şekilde yerine
getiremez. Gerekli canlılığı ve insiyatifi gösteremez. Aynı şekilde
ideolojik-siyasi düzeyi düşük oldukça, TGKB partimiz için sürekli olarak çok
sayıda kadronun yetiştirildiği bir örgüt olamaz. Bundan dolayı TGKB'de
ideolojik-siyasi eğitime gerekli önem verilmeli, parti buna doğrudan önderlik
etmelidir.
Geçmişin TGKB'nin önemli eksikliklerinden birisi de;
büyük ölçüde öğrenci gençlik
alanında sıkışıp kalmasıdır. Bugün bu zaaf aşılmalı başta işçi gençlik
olmak üzere diğer gençlik kesimlerini de kapsayacak şekilde TGKB'nin
örgütlenme ve faaliyet alanını genişletmeliyiz.
TGKB
üyelerinin büyük çoğunluğu öğrenci değil işçi kökenli olması hedeflenmelidir.
TGKB'nin sınıf bileşimini başta işçi kökenli unsurlar olmak üzere emekçi
kökenli unsurlarla adım adım güçlendirmeliyiz. TGKB İşçi ve köylü gençliğin
sosyalizme ve komünizme sempati duyan parti programını kabul eden unsurlarını
kapsamalıdır. Bu ancak TGKB' nin partimizin somut çalışmasıyla, işçi ve köylü
gençlik alanında örgütlenmesiyle mümkündür.
TGKB'nin fonksiyonu, Stalin'in de belirttiği gibi Genç Komünistler
Birliğinin çekirdeğinin işçi kökenli, çoğunluğunun ise emekçi kökenli
unsurlardan oluşması bizim için de bir hedef olmalıdır.
Sonuç
olarak; TGKB bir yandan gençlik alanındaki zorlu görevlerimizi başarmada,
gerçekleştirmede; sadık, militan, faal bir yardımcımız ve partimizin
önderliğinin gençlik alanında sağlamlaşmasının en uygun aracı; diğer yandan ise
partimize yeni üyelerin hazırlandığı, eğitilip geliştirildiği bir okul
olmalıdır. TGKB ancak partimizin her alandaki ve her kademedeki doğrudan ve
somut önderliği altında böyle bir örgüt olabilir.
Gençlik Çalışmasının Gelişimi
Fakat
gençliğin mesleki örgütlenmesi alanında aynı başarılı faaliyet gösterilemedi.
Bunun nedenlerinden biri, birimleri temel olan çalışmamızda düşülen zaaftı.
Birimler düzeyinde sistemli ve çok yönlü faaliyet örgütlemede yetersiz
kalındı. İkinci neden —birincinin de sonucu olarak— mesleki örgütlenmelerin
taşıdığı büyük önemin kavranmaması, dikkatin tek yönlü olarak birleşik siyasi
örgütlenmede yoğunlaştırılmasıdır. Oysa birleşik siyasi örgütlenmenin gelişip
güçlenmesi birimleri temel alan sistemli faaliyeti ve mesleki birim
örgütlenmesindeki başarılı faaliyete sıkı sıkıya bağlıdır. Bir üçüncü neden
olarak da, mesleki örgütlenme konusundaki görüşlerimizin yeterli somutluktan
yoksun olmasını ve uygulamada değişik birimlerin somut durumunun
gözetilmemesini gösterebiliriz. Bu olumsuzluk liseli gençlik kesimi için bugün
aşılmaktadır ve bunun sonucu olarak bu alanda olumlu bir gelişme görülmektedir.
Gençliğin
devrimci birliğinden anlaşılması gereken şeyin milyonlarca işçi-köylü-öğrenci
gencin, yani tüm halk gençliğinin parti önderliğinde, devrim yolunda birliği
olduğunu unutulmamalıdır. Fakat gençliğin birliği alanında, uzun zaman bu
doğru siyasi perspektife uygun bir faaliyet sürdürmek zorunluluğu ile karşı
karşıyayız. Devrimci-demokrat siyasi hareketlerin etkilediği gençlik
kesimlerinin devrimci birliğini sağlama görevi, geniş gençlik kesimlerini
birleştirme görevinin önüne çıkarılmamalıdır. Bu aynı zamanda geçmiş
zaaflarımızdan birisi olmuştur.
Kendisi
bugün içinde Türk, Kürt ve çeşitli milliyetlerden komünist gençliğin örgütlü
birliğinin ifadesi olan TGKB, örgütümüzün yardımı ve yol göstericiliğinde dünya
komünist ve devrimci gençliği ile enternasyonalist birlik ve dayanışmaya Önem
vermeliyiz.
Bugün
gençlik üzerindeki baskı ve sömürü artarak sürmektedir. İşsizlik, yoksulluk,
faşist baskı ve terör, hayatı gençlik için de çekilmez bir duruma getirmiştir.
Bu durum gençlik kesimindeki devrimci uyanışı hızlandıracaktır. Ekonomik ve
siyasi krizin ağır sonuçlan en çok işçi ve emekçi gençlik kesimlerini etkilemektedir ve ezmektedir.
Bugün
geniş gençlik kitleleri, özellikle emekçi gençlik kitleleri burjuva-feodal
düzenin çürümüşlüğü ile yüz yüze gelmekte ve ona karşı mücadeleye
girişmektedir. İşçi sınıfı ve emekçi halk saflarındaki devrimci kaynaşma
gençlik kesiminde daha belirgin ve daha derindir.
Egemen
sınıflar, onların faşist diktatörlüğü,
gençliğin
uyanışı, düzenden ve düzen partilerinden kopuşunu, siyasileşmesini, kısaca
devrimcileşmesini engellemek ve halk mücadelesini bastırmak için, başta baskı
ve terör olmak üzere çeşitli taktiklere ve yöntemlere başvurmaktadırlar. Fakat
şu kesin olarak bilinmelidir ki, bütün bu açık ve sinsi çabalar belirli bir
etki yapmakla birlikte gençliğin bugünkü devrimci yönelişini
durduramayacaktır.
Bugün gençlik kesiminde durum özet olarak böyledir.
Gençliği kazanmak için çok uygun koşullarla karşı karşıyayız. Partimizin Önünde
bu uygun objektif koşullan en iyi bir şekilde değerlendirme, gençliği devrime
kazanma, kendi önderliğimizde birleştirip örgütleme görevi durmaktadır.
Önümüzdeki dönemde gençlik içindeki çalışmamızı
güçlendirmeli ve yaygınlaştırmalıyız. Buhranın etkisiyle burjuva-feodal
düzenden ve faşist, reformist partilerden kopan gençliğe doğru yolu, kurtuluşun
gerçek yolu olan devrim ve sosyalizmin yolunu göstermeliyiz. Gençliğin gerçek
kurtuluşu faşist diktatörlüğü yıkma, devrimi gerçekleştirme mücadelesine aktif
bir şekilde katılmaktan geçmektedir. Partimiz bütün gücüyle gençliğe bunu göstermeli,
ona bu yolda önderlik etmelidir.
Gençliğin burjuva ideologlar, revizyonistler ve başka bir
kılık altında ortaya çıkabilecek reformistler ve her türden gericilik
tarafından aldatılmasına izin vermemeliyiz. Çalışmalarımızı gençliğin ileri,
nispeten bilinçli kesimleriyle sınırlandırmamalı, onun geri kesimlerine de
gitmeliyiz. Gençliğin geri kesimleri siyasileşmekle birlikte, devrime
yönelişten henüz çok uzaktırlar. Milliyetçi ve dini önyargılar gençliğin bu
kesimini faşizmin demagojisine açık bir duruma getirmektedir. Faşist partilerin
gençliğin bu kesimini aldatmalarına,
onun çıkarlarına sahip çıkıyor gözükerek karşı-devrimin aleti yapmasına izin
vermemeliyiz.
Yeni dönemde çalışmalarımızı daha geniş ölçüde emekçi
gençliğe, özellikle işçi gençliğe yöneltmeliyiz. Bugün işçi gençlik içindeki
çalışmamız henüz yeterli, değildir. Bunu hızla gidermeliyiz. Yıllardan beri savunduğumuz
«Gençlik hareketinin temelini işçi gençlik oluşturmalıdır» düşüncesinin
gereklerini yerine getirmeliyiz. Gençlik hareketinin öncüsü ve temeli işçi
gençlik içinde çalışmaya ve onu kazanmaya ayrı bir önem vermeliyiz. Bu sadece
gençliğin geleceğini değil, partimizin de geleceğini ilgilendiren bir
sorundur. Çünkü biz işçi sınıfının, geleceğin partisiyiz. İşçi sınıfının
geleceğinin sahibi ise onun genç kesimi olacaktır. Lenin : «Biz daima ilerici
sınıfın gençliğinin partisi olacağız» diye yazmıştır. Bu söz işçi gençliğe
vermemiz gereken ayrı önemi vurgulamaktadır.
Önümüzdeki dönemde en önemli görevlerimizden biriside
silah altına alınmış işçi ve köylü gençlerden oluşan asker gençlik içinde
çalışmayı da gündeme getirmemizdir. Bu faşist orduyu içten zayıflatma ve
çökertme görevimizin en önemli unsurudur. Bugün faşist diktatörlük büyük
çoğunluğunu genç işçi ve köylülerin oluşturduğu bir milyonu aşkın bir ordu beslemektedir.
Bu yüz binlerce genç tam bir faşist denetim ve disiplin altında tutulmakta, en
koyu bir ırkçı, faşist ve militarist propagandayla eğitilmekte ve bunlar
devrim mücadelesini engellemekte, emekçi halka boyun eğdirmede
kullanılmaktadır. Diğer yandan yüz binlerce genç, askerlik süresi boyunca,
subay takımı tarafından en iğrenç maddi ve manevi baskılara tabi tutulmakta,
aşağılanmakta, sık sık cezalandırılmaktadır Kapalı kışla hayatıyla onlar
normal hayattan ve halktan koparılmaktadır. Bu faşist diktatörlüğün bilinçli
bir tutumudur, Amaç asker gençliği halka yabancılaştırmaktır. Asker gençlik en
doğal insani haklardan yoksundur. Yaşama
koşulları çok kötüdür. Önümüzde asker gençliği devrime kazanma görevi vardır.
Aslında gençliğin bu kesimi içinde gizli bir devrimci birikim mevcuttur. Uygun
yol ve yöntemlerini bularak bunu canlandırmalıyız. Asker gençlik içindeki
çalışmada, askerlik öncesi eğitimin önemi büyüktür. Askerlik çağına gelmiş,
askere alınacak olan gençleri, militarizm ve faşist ordunun yapısı konusunda
ve askerlik döneminde kendilerini bekleyen görevler konusunda eğitmeliyiz.
Çocuklar
henüz hiç el atmadığımız bir alandır. Geleceğin neslini şimdiden devrimci
değerlerle, devrimci bir bilinç ve ahlakla eğitmek partimizin görevidir. Egemen
sınıflar çocukları kendi ideolojileri ile zehirlemeye özel bir önem veriyorlar.
Onlar bugünün genç neslinin devrimci şahlanışını gördükçe, çocuklara yönelik
demagojik propagandaya daha çok hız veriyorlar ve bunun içirt radyo,
televizyon ve basın olmak üzere her türlü aracı kullanıyorlar. Oysa bu
aşağılık düzen çocuklar için açlık, hastalık, ölüm, sefalet, ezilme, daha 8-10
yaşlarında iken en iğrenç şekilde sömürülme demektir. Bu sömürü düzeni
çocuklara çocukluğu bile yaşatmamaktadır. Çocuklara mutlu bir yaşantıyı ve
güvenli bir geleceği ancak partimiz, onun izlediği devrim ve sosyalizm davası
verebilir. Bu gerçek şimdiden çocuklara kavratıl malıdır. Türkiye Genç
Komünistler Birliği aracılığıyla çocukların eğitimini ve örgütlenmesini
gündeme getirmeliyiz.
En
az gençliği kazanmak kadar önem taşıyan bir başka sorun gençliği örgütlemektir.
Gençlik örgütlendiği ve örgütlü olarak seferber edildiği ölçüde devrim mücadelesinin
etkin, militan bir gücü haline gelebilir. Bu gün gençlik alanında yaygın bir
örgütlenmeye sahip olmak zorundayız. Her gençlik örgütü devrime akan yeni güçleri
kazanabilecek bir örgütsel yapıya, iç işlerliğe ve çalışma tarzına sahip
olmalıdır. Bugünkü durumunda bile gençlik örgütleri, örgütleyebildiklerinden
daha geniş bir gençlik kesimini etkileyebilmektedirler. Fakat buralarda buna
uygun bir yapı ve çalışma tarzı egemen kılınmadıkça, gençlik örgütlerimiz
etkiledikleri gençlik kitlesinin tümünü kucaklayamaz ve seferber edemezler.
Gençlik
Örgütlenmesi kendisini yasal sınırlara hapsetmeyen, her koşul altında
yaşayabilecek ve faaliyetlerini aksatmadan sürdürebilecek örgütlenmeler
yaratmak zorundadır. Bugüne kadarki tecrübelerimiz bunu doğruladı. Bugün
gelinen yerde illegal kitleyi gençlik örgütlenmesi uygulamasında oldukça
önemli bir yol almış ve belirli bir tecrübe kazanmış durumdayız. Bu uygulamayı
geliştirmeli, yeni örgütlenmeleri bu anlayış temelinde yaratmalıyız.
Gençliğin
mesleki örgütlenmesi alanında daha önce belirtilen zaafları bir an önce
gidermeliyiz. Mesleki örgütler, en geniş gençlik kitlelerinin
birleştirilmesinde ve harekete geçirilmesinde özel bir öneme sahiptirler.
Milyonlarca
yeni genci devrime kazanabilmek, devrimci gençlik kesiminde var olan zaafları
yenmeye ve onun devrimci birliğini gerçekleştirmeye sıkı sıkıya bağlıdır. Güçlü
bir devrimci gençlik hareketi, düzenden kopan, siyasileşen yeni gençlik
kesimlerini devrime çekecek olan önemli bir etkendir.
Devrimci gençlik
kesiminde bugün hâlâ önemli görev, devrimci gençlik
güçlerinin devrimci bir platformda güç ve eylem birliğini gerçekleştirmektir.
Bunu başarmak her türlü gericiliğin ve burjuva ideolojisinin devrimci gençlik
saflarından atılması anlamına gelir. Bugün devrimci gençlik safları eskisi
kadar bölünmüş ve dağınık durumdadır. Bu alanda da hâlâ önemli görevler
vardır. Sürekli ve istikrarlı bir eylem birliği henüz gerçekleşmiş değildir.
Bu mücadele amansızca sürdürülmelidir.
Ülkemiz
çok uluslu bir ülkedir. Bu durum önümüze Türk, Kürt ve çeşitli azınlık
milliyetlerden gençliğin devrim yolunda birliğini gerçekleştirmek görevini
koymaktadır. Ulusal sorun konusundaki düşüncelerimiz bu birliği sağlamanın
temelini ve yolunu göstermektedir.
Bugün faşistler,
reformistler,
revizyonistler, burjuva
milliyetçisi akımlar; her biri kendi
konumuna uygun bir şekilde iki ulustan ve çeşitli azınlık
milliyetlerden oluşan gençliğimizi bölmeye,' onun devrimci birliğinin
oluşmasını engellemeye çalışıyorlar. Bu çabaları boşa çıkarılmalı, iki ulustan
ve çeşitli milliyetlerden gençliği partimiz Önderliğinde birleştirmeliyiz.
Gençliğin gerçek çıkarları bunu gerektirmektedir. Bunu
gerçekleştirme, şovenizme ve milliyetçiliğe karşı sürekli bir mücadeleyi
de gerekli kılmaktadır.
Her özne, dünyasındaki olgu ve gelişmelere kendi ideolojik dünyasına uygun bir biçimde
yaklaşır. Gelişmelere karşı bazı yaklaşımların ideolojik olması yadırganamaz.
Bütün gelişmeleri ideolojinin penceresinden değerlendirmek de gelişmeyi kısır
döngüye hapsetmeye çalışmaktır. Bu yaklaşım
genel ifadesi uluslararası sistemde
kapitalizm krizlerini kendisini yenilemeye
çalışmanın ön adımı olarak kullanırken, kapitalizme karşı mücadele eden
güçler için aynı şey söz konusu olmamaktadır.
Toplumsal mücadele her yönüyle iktidar
hedefine yönelik, sınıflar arası bir mücadeledir. her sınıf karşıtıyla birlikte
var olur, her yeni sınıf kendisine bağlı olan sınıfı toplumsal olarak yaratır.
İdeolojik olarak sınıf mücadelesi, iki karşı sınıfın çatışmasından kaynaklanan
savaşın içinde iktidar olma mücadelesi veren yığınların kendilerini iktidar
olarak gerçekleştirme çabalarına dayanır.
Bu çaba Marksizme göre sınıf
savaşımının zorunlu sonucu, sınıfsız toplum içindir. Bütün bunları yapan, bütün bunlara sahip olan
ve bütün savaşımlara girişen, insandır, gerçek ve yaşayan insan, tarih, kendi öz erekleri ardından koşan
insanın etkinliğinden başka bir şey değildir.(Marx) Bu erek her aşamada iktidar olmayı
hedeflemelidir.
Muhalif olmak mı? alternatif olmak mı?
sorularının yarattığı kafa karışıklığı solun kadro olarak gıdasını yoksul ve
ezilen kitlelerde ve bunların mekanı varoşlarda
bulurken; Klasik anlamda proleter sözcüğünden anladığı “bilinçli”,
“örgütlü” işçi için öncü kavramı ile hareket ettiğinden ve ancak öncünün bu
kesimden çıkacağını düşündüğünden genel olarak politik olarak seslendiği kesim
ise fabrikalarda çalışan ve sendikalarda örgütlenmiş işçiler olmaktadır. Bu
alanların (fabrika ve işçi sendikalarının) dışında kalan kesimler, işçi sınıfı içinde dahi
sayılamayacakları gibi örgütlülük için uygun değillerdir.
Türkiye sınıf hareketi, dünya sınıf hareketindeki gerileme
ile birlikte pratik ve teorik alanda en
tıkanık dönemini yaşıyor. Bu durum, sorunun neresinden tutulacağı,
nasıl bir yöntemle yapılacağı konusunda kafa karışıklığıyla ilgilidir. Mevcut
yaklaşımlar sorgulandığında veya benimsediği geleneğe eleştirel baktığında,
mevcut devrimci konumun ve mevzilerinden de uzaklaşacağı, savrulmalardan
kurtulamayacağı gibi devrimci kaygılar da, sorunda kısırlığın en başta gelen
nedenleri arasında yer alıyor.
Türkiye devrimci hareketi, devrimci
pratik için gerekli, teorik derinlikli ilgilenmeyi birlikte gerçekleştirme
olgunluğuna henüz ulaşamamıştır. Hangi konuya yönelse savrulmalardan kurtulamamaktadır.
Oysa bu birlikteliği başarmak, komünistler için yaşamsal önem taşıyor. Çünkü
korkularla, önyargılarla yol alınmadığı yaşanarak görülen bir gerçektir. Kaldı
ki, devrimci hareket politik ve örgütsel olarak da gerileyebileceği en geri
noktaya da yaklaşmıştır; mevcut konumda ısrar, artık bir çürümedir.
Özellikle yasal olarak örgütlenenlerde
bariz bir şekilde görülen, kendisini işçi emekçi örgütü olarak tanımlayanların,
devlete doğru “beni de görün” feryatları içinde örgüt olarak rüştlerini ispat çabası,
devlete kendisini muhatap olarak kanıtlama temelinde oluşan kişiliği; bunu
örgütüne ve mücadele anlayışına yansıtması örgütlenmelerin temel bir özelliği olagelmiştir. Bu iddianın
temelinde yatan gerçek şudur: Osmanlı’dan bu yana ilk muhalefet hareketlerinden
başlayarak günümüz örgütlerine kadar “Marksist” veya “sosyalist aydınlar”,
sadece politik muhalefet görevini üstlenen örgütler içerisinden çıkarak
gelmişlerdir.
Devrimci arenada varolan hareketler, bir yandan
kapitalizmin egemenliğini kabul ederek sosyalist devrim perspektifi ile devrim
tahlilleri; diğer yandan kapitalizmin aşırılıklarının ön plana çıkarılmasına
dayanan ve bunları yok etmeye yönelik reform programları yapmaktadırlar.
Mücadele alanında ön plana alınan ise ne devrim ne sosyalizm hedefidir. Önemli
olan varlığını sürdürebilmenin ve bu söylemler üzerinden rant koparabilmenin
araçlarını yaratmaktır. Açıktan savunulan ise sistemin aşırılıklarının
törpülenmesi ve sistemle ortak bir arada yaşamın sürdürülebilmesi çabasıdır.
Düzene muhalefet eden hareketlerin programlarda yazılan
“iktidara gelince yapacaklarımız” bölümüne sayılan işler (hareketlerin hiçbir
zaman yönetmek üzere örgütlenme anlayışının bulunmamasına rağmen) kendini
muhalif olarak ispatlamaya çalışmanın bir ürünüdür. Çünkü bu ifade,
“Yapılacakları devrimle (ancak) biz başarabiliriz, bu koşullarda başka türlü olamaz"ın anlatımıdır. Bu,
Leninist anlamda “talepler için mücadele etme”ye çağrıda bulunmak değil,
öncelikle kendilerini kitlelerin yerine koyma ve kitleye rağmen kitle politikası
izlemek ve savunulan düşüncelerin düzen içinde çözülemeyecek sorunlar olarak
gösterilmesidir. Oysa savunulan taleplerin niteliğinin burjuva demokratik
taleplerden öteye geçememesi, onların elindeki (teorik gibi görünen) silahları
da almaktadır.
Diğer yandan; yasalcı, küçük burjuva örgütsel yapılar,
Marksist teoriyi kendi sınıfsal gerçeklerine göre değerlendirdiğinden. Hiç bir
bilimsel araştırma dayanağı olmadan öne sürülen
programatik düşüncelere dayanak arama girişimi, araştırmada olguları
‘amaca uygun bir biçimde irdeleme’ tek yanlılığını getirmiştir. Her sınıfsal
yapı bir örgütlenme aracılığı ile kendisini ortaya koyarken söylemlerin sol ve
Marksist tandanslı olması bu gerçeğin üstünü örtmemektedir.
Sol hareketin ortaya koyduğu teorik siyasal programlar,
gelişmenin yarattığı yeni koşulların farklılığını gözetmek yerine onları yapay
bir biçimde ya ideolojik davranarak yok saymaya çalışmakta ya da bu yeni
gelişmeleri tümden kabullenip gelinen yerin en iyi nokta olduğu savunuları ile
sistemler bir çeşit uzlaşma alanları yaratılmaktadır. Diğer yandan yasal olarak
kurulan partiler ise bir çeşit orta yolculuk tavrı ile hem ideolojik söylemlere
baş vururken diğer yandan uzlaşımların çabaları, yöntemdeki idealizmi ortaya
koyucu niteliktedir.
Marksist olmaya Marx’ın eserlerinin okunması nasıl
yetmiyorsa, Lenin'in Ne Yapmalısının bir bölümünün okunması da “devrimci
Marksist örgüt yaratmaya” yetmiyor. Söyleme “bahane bulma” tarzı okumalar,
ideolojik olarak doktrinarizmi,örgütlenmede de dar örgütçü ve sekter kast tipi
örgütleri ortaya çıkarmıştır. Marksist örgüt olmakla yetinmeyip yasla alanlara
yelken açan yapılarda ise teorik alanda hiç bir şey söylemeye gerek görmeden
pratik alanda kendi varlıklarını her koşulda sürdürebilmek için sistemle
uzlaşmak dahil her türlü yönteme başvurmaktan çekinmemektedirler. Sınıf
mücadelesini “baltalamaya” çalışan en tehlikeli sol oportünist unsurları haline
gelmektedirler.
Onlara göre sınıf mücadelesinde
sosyalizm ve iktidar demek; tutarsızlık, dünyayı bilmemek gelişmeleri yorumlayamamak
demektir. İşçi ve ezilen mücadelesi ve sosyalizm demek ; marjinal olmakla
suçlanmak, sınıf içerisinde kuşku ve moral bozukluğu yaratmak demektir. Hele
hele yasal partilerin kendilerini koruma çabalarını eleştirmek “ kitlelerde
sola ilişkin kuşku” yaymak isteyen, “art
niyetli” “inançsız” kişiler olmak
anlamına gelmektedir.
Bu gün var olan örgütler için
devrimci, sosyalist, Marksist olmak sadece onların icazetinden geçmektedir. Bu
icazeti almayanların, kazara eleştirenlerin bu örgütlerden çıktığı göz önüne
alınırsa ne olduklarını tartışmaya bile gerek yoktur. Kitlelerden söz edenlerin
kitleleri görmediği apaçık ortada iken muhalif örgütler olarak, kitleselleşmek
adına ya legalizme yönelmekte, ya da kendilerini korumaya aldıkları kale
duvarları ardında küçük gruplar olarak kalmaktadırlar.
Bugünkü mücadele platformunda mücadele
içerisinde örgüt hegemonyalarına karşı da mücadele etmek durumunda kalan
devrimciler; ilk başlarda içinde bulundukları örgütler içerisinden sınıf
mücadelesini savunurlarken, içinde bulundukları örgütlerden zorla
uzaklaştırılmakta ve ya önlerine konan engellerle dolayı bulundukları örgütleri
terk etmeye zorlanmaktadırlar.
Tasfiye edilen “sahte solcuların”
tasfiye edildikleri alan dışlarında bir araya gelmelerine ve
örgütlenmelerinde yönelik eleştiri, sınıf mücadelesini bölmek, sınıf
birliğine karşı çıkmak” sınıf mücadelesi içinde bölücülük olmaktadır. Yıllardır
içinde bulundukları teorik iflası,
pratik alanla kapatmaya çalışıp onun yerine ısrarla pratiği ikame etmeye
çalışanlar, Marksist devrimcileri teorisizlikle ve ideolojik-politik, örgütsel
farklılıklarını ortaya koymamakla suçlarlarken bu farkı ortaya koymaya
çalışanlara da yaşam hakkı tanımamaya çalışmaktadırlar.
Mücadeleyi kendi icazetleri altında
tutmaya çalışanların devrimcilere yaklaşımı “anlayışları” ve “eylemleri” ile
sınıf mücadelesine zarar verenler olarak “kötü niyetli kişiler” olarak lanse edilirlerken, kitleler içine
sızan “sahte solcular” olarak suçlanmaktadırlar. Dünya sınıf mücadelesi tarihinde bu tür suçlamaları kullanan II.
Enternasyonalcilerin durdukları yer herkes tarafından bilinmektedir.
Marksizmdeki pratik, nesnel bir zorunluluk olarak
değişimin olmazsa olmaz koşuludur. Bu pratik, nesnenin gerçek hareketinin
yarattığı pratiğin kendisi olan çelişkide yatar. Marx'ın, tarihi ve toplumu
yaratanların gerçek ve somut insanlar olduğu görüşü, meşruiyetini buradan alır.
Örgütlenmelerin tümünde görülen, kendi gelişim
süreçlerine, varılması gereken sonuç olarak bakan “nirvana”ya ulaşmış
insanların yaklaşımı: ermek için bu
aşamalardan geçtik, sonra şu kadar süre ideolojik tartışma ve netlik aranışıyla
geçti ve sonunda ‘erdik. ‘Ermişliğin’ dayandığı temellerden biri, herkesin (bütün devrimcilerin) eninde sonunda
kendi çevrelerinde toparlanacağına olan inanç”tır. Bu durum Türkiye devrim
hareketini zayıflatan ve Komünistlerin kendi içlerinde birlik olma düşüncesini
baştan kesen bir anlayışı beraberinde getirmektedir. Zira “olgunlaşmanın”
ikinci aşaması zorunlu olarak çürümeyi getirmektedir. Gelişen ama dönüşemeyen yapılar
belli bir gelişmeden sonra kendi içlerine dönüp katılaşmaktadırlar.
Bu tarzdan uzaklaşamayan devrimci örgütler, kendi
sınıfsal konumlarını, Marksizm adına üretilen ideolojilerle teorize
etmektedirler. Marksizm de buna kılıf olarak geçirilmektedir. Marksizmin
yorumlarını, ideoloji adına politik destek olarak almak bir dönem örgütün
hareketliliği için yetebiliyor. Fakat Türkiye solunda her yeni dönemlerinin
sonrasında yapılan değerlendirmeler, nedense yapamamanın, bilememenin ve dönemi
değerlendirememenin özeleştirisi olmaktayken. Alınan bir takım doğru kararların
ise kadroların eksikliğine bağlı olarak hayata geçirilemediği, kadroların bu
işlere yetmediği ve yeterince çalışmadığı eleştirisi üzerine kurulu
değerlendirmeler kadroları örgütte tutmanın telaşıyla üretilmeye çalışılan
teoriler, gerek örgütsel yapıyı gerek kadroları, zenginliğin bulunabileceği
kaynaklardan da büsbütün uzak tutuyor.
Bu konuda en belirgin olan 1980 cuntasının
yaşanabileceğini, Türkiye’de istisnasız tespit etmeyen ve bu konuda yazı
yamayan örgüt hemen hemen hiç yok gibidir. Ama ne acıdır ki Bu tespitleri
yapanların bunun gereklerine uygun davranmadıkları da gün gibi ortada zira 12
Eylül bir kasırga etkisi göstermiş ve tüm çadırları altüst ederek dağıtmaya
yetmiştir.
Böylece her özeleştiri dönemi sol hareketler içinde yeni
yapıların çıkmasının nedenlerinden birisi olmaktadır. Ayrışmalarda yeni
grupların ifadeleri genel olarak “ben daha iyi yaparım" olurken,
bireylerde ise örgütsüz kalma . Bir dönem büyüyen ve gelişen yapılar zaman
içinde katılaşmakta ve örgütsel bütünlüğü koruma çabasına girmektedirler.
Gelinen yerde sınıf mücadelesine şu ya
da bu şekilde destek veren, onu omuzlarında taşıyan ve ezilenler mücadelesinin
herhangi bir yerinde yer alan tüm devrimci ve mücadelecilerin yapması gereken
şey; sınıf mücadelesinde sınıfsız toplum mücadelesinde ezilenleri asgari bir
program etrafında örgütleyecek onlara güven verecek ve bu uğurda onları
mücadeleye çağıracak olan yeni örgütlenmeyi yaratmaktır. Bugün temel sorun
mücadelenin dar alanlara sıkışmış, yasalcı düzen içi örgüt ve organlarda
sönümlendirilmeye çalışılan bir faaliyet olmaktan çıkarılmasıdır. Dolayısıyla
devrimciler toplumsal muhalefetin en dinamik güçlerinden birisi olma ve
toplumsal mücadeleyi, düzen dışına çıkarma görevlerini bir arada ele
almalıdırlar. Bunun için ilk adımda yapılması gereken açıktır: Bugün
devrimciler toplumsal muhalefeti her yerde, her alanda örmek ve yaymak sorumluluğuyla karşı
karşıyalar.
Ezilenlerin en küçük bir hak arayışını
bile düzene karşı genel bir karşı duruşun simgesi haline getirmek, eylemin
biçimini ve politik içeriğini de önemsemek ayırıcı bir çaba ve eforu
gerektirmektedir. Bu çaba aynı zamanda
egemenlerin karşısında işçi sınıfı ve ezilenlerin taleplerini öne
çıkartmak, ezilenlerin önemli taleplerini birleştiren bağımsız bir politik
eylem sürecini ve örgütlülük
yaratmaktır. Bunun için en önce devrimciler, örgütledikleri tüm mücadele
biçimlerinin, genel mücadele süreçleri
içindeki anlamını iyi kavramalı ve sınıfı ve ezilenleri sadece eyleme değil,
politik bir duruşa çağırmayı da hedeflemelidirler. Aksi halde ne mücadeleyi
militanlaştırmak ne de birçok mücadele
süreçlerini birleştirebilmek mümkündür.
Böyle bir çalışma tarzının net bir
politik kavrayış ve bilinç gerektirdiği ise açıktır. Ama önümüzdeki sürecin
sorunları da ancak inisiyatifini ve enerjisini kollektif ve örgütlü bir
devrimci politik gelişmenin sağlanması için harcayan, kendi devrimci politik
gelişimini politik faaliyetin gelişiminin önkoşulu ve tamamlayıcısı haline
getiren ve yaşamını bu temelde örgütleyen devrimci bireyler tarafından
çözümlenebilir niteliktedir. Çünkü devrimciler bir yandan toplumsal mücadeleyi
örgütleme konusunda öncü bir tutumu yaygınlaştırırken, diğer yandan da
toplumsal mücadelenin devrimci bir akışın parçası haline getirilmesine ilişkin
kapsamlı politik sorunlara çözüm üretme görevini üstlenmelidirler. İçinde
yaşadığımız coğrafyada ve tarihsel kesitte, devrimin genel sorunlarına çözüm
bulmaksa ancak bir mücadele örgütünün gerekli kıldığı kollektif bilinç ve
sorumlulukla, gelişkin bir politik kavrayışla hareket eden devrimciler
tarafından başarılabilir.
Muhakkak ki devrimciler sınıf örgütünün bulunduğu bir
yerde yeni bir sınıf örgütü kurmaya kalkmazlar.
Türkiye’de kendisine sınıf örgütü diyen örgütlerin hiç birisi sınıf
içerisinde yer almadıkları gibi, sadece sınıfı değil ezilenleri ve onların
mücadelesini dahi görmemektedirler. Varolan örgütlenmelerin yarattığı ideolojik
kaos içerisinde yer almayan ya da
onlardan ayrılan ve kendi başına duran devrimcilerin toplam sayısı bugün için
Türkiye’deki toplam örgütlerin barındırdığı insan sayısını kat be kat aşar bir
durumdadır.
Türkiye devrimci hareketinin mirasının içerdiği devrimci
dinamiğin önemi, bütün sorunlarına rağmen, gözden kaçırılmamalıdır. Devrimci hareketin
tarihi, her yanıyla sorgulanması ve iyi-kötü, doğru-yanlış yönleriyle
ayıklanması gereken bir süreçtir. Bulundukları alan itibarı ile şu yada bu
şekilde sınıf mücadelesi içinde yer alan bu devrimcilere düşen temel görev
bulundukları alandan aktif bir biçimde yeniden yapılanarak mücadeleye daha
aktif katılmak durumundadırlar.
Türkiye’de devrimciler bulundukları her alanda, ,
duyarlı, sorgulayıcı olmak ve gelişmeleri asgari düzeyde de olsa takip etmeyi
başarmak zorundadır. Kuşkusuz hiçbir
hareketin diğer bir harekete “sen mücadele edemezsin” şeklinde bir dayatması
olamaz. Fakat yapılan işlerin (olumlu ya da olumsuz), ortaya atılan iddiaların,
söylenen hiçbir sözün hesabı tutulmamış ve gerektiğinde sorulmamıştır.
Bugün toplumsal
muhalefetin genel koşulları ve devrimci politik faaliyetlerin iç kültürü bu tür
bir bilincin yeniden üretimi ve örgütlü politik ilişkilerin gelişimi bakımından
son derece olumsuz bir genel atmosfer oluşturmaktadır. Toplumsal muhalefetin
yaşadığı kriz örgütlü politik faaliyetle kurulan güven ilişkilerini
zedelemekte, krizin ancak devrimci mücadele süreçleri içinde bulunabilecek olan
çözüm olanakları görmezlikten gelinerek, öznel sorunlar temelinde kısır
tartışmalar yaratma eğilimleri boy vermektedir. Toplumsal mücadelenin hemen
hemen her kırılma döneminde solun ya sosyalizm ya da sosyalist demokrasi
tartışmalarına dalarak devrimin güncel sorunlarından uzaklaşmasına neden olan
bu eğilimin şimdiye dek hiçbir devrimci sürecin önünü açtığı görülmüş değildir.
Örgütlü politik faaliyete ilişkin genel yaklaşım tarzı da politik nitelikleri
oldukça geri kitle çalışmalarının normları, sol örgütlere egemen olan
örgütlenme tarzlarına duyulan tepkiler ve geçmiş devrimci hareketlerin örgütsel
anlayışlarına ilişkin genel kanıların etkisi altında oluşmaktadır. Her biri
genel bir politik çerçeveye olumlu katkılarda bulunabilecek olan bu temeller,
sağlıklı bir politik bakış açısıyla ele alınmadığında devrimci bir politik
faaliyetin temel ilkeleri bakımından dağıtıcı ve yozlaştırıcı bir özellik kazanmaktadır..
Ancak bu olumsuz koşullar hayata müdahale etmek isteyen
devrimciler için örgütlü politik ilişkileri ve bütünsel bir politik çalışmayı
geliştirmenin gerekçesidir. Çünkü devrimcilik hayatın geri eğilimleri ile
uzlaşmayı değil, bu eğilimlerle mücadele etmeyi; nesnel koşulların yarattığı
olumsuzlukların şeklini almayı değil, bu koşullara şekil vermeyi amaçlayan bir
yaşama biçimidir. Toplumsal muhalefetin bireyselleştirilmesi ve düzen
tarafından giderek hapsedilmesine karşı bağımsız, militan ve bütünsel bir
politik hattı yaygınlaştırmak da, içinde yaşadığımız toplumun yozlaştırıcı ve
bozucu etkilerine karşı devrimci iyimserliği yeşertmek de, bugünkü sol kültüre
egemen olan kasvetli güvensizlik havasını mücadelenin ve hayatın
geliştiriciliğiyle silkip atmak da devrimcilerin varlık nedenidir. Bugünün
görevi yüzümüzü geriye çevirerek kararsızlık üretmek değil, devrime doğru
yürüme kararlılığını yaratmaktır.
İşçi
sınıfı örgütlenmedikçe kendi başına bir bireyler topluluğundan öteye bir şey
değildir. Dünya sınıfsal mücadeleler tarihinin Marksistlere öğrettiği şeylerden
biriside örgütsüz olunmayacağıdır. “İşçi sınıfı her zamankinden daha fazla,
sıkı bir örgüte ihtiyaç duyuyor. Şimdi o, bir saniye bile kaybetmeksizin
kendisini bu mücadelelere hazırlamak için yorulmak bilmeden çalışmalıdır.”[401]
Marksizm’in
ustalarının Komünist Manifestoda belirledikleri Komünist Parti, işçi sınıfının
en ileri, en bilinçli en devrimci kesimi ve onun bir parçasıdır; Devrimci komünist parti , bilinçli, adanmış
ve uzak görüşlü işçilerden oluşur. Komünist Parti, bir bütün olarak işçi
sınıfının çıkarlarından başka hiçbir çıkarı yoktur. Komünist Parti Manifestosu,
Komünist Birliğin programı olarak ortaya sunulmasının temel nedeni devrimci bir
parti siyaset sahnesine her şeyden önce bilimsel temellere oturan devrimci bir
programla çıkması gerekliliğinin belirlenmesidir. “Komünist Parti, bir bütün
olarak işçi sınıfından, işçi sınıfının tüm tarihsel yolunun net bir kavranışına
bütünüyle sahip olması olgusuyla ayrılır ve bu yoldaki her dönemeçte, işçi
sınıfının çeşitli gruplarının veya mesleklerinin değil bütününün çıkarlarını
savunmakla yükümlüdür. Komünist Parti, işçi sınıfının en ileri kesiminin, tüm
proleter ve yarı-proleter kitleleri doğru yola yöneltmekte kullanacağı örgütsel
ve politik manivelasıdır.” [402]
Program,
her şeyden önce Partinin ilkelerini, temel amaçlarını, bu amaçlara ulaşmanın
yol ve yöntemlerini ve gerekçelerini ortaya koyacak, bunu ilan edecektir.
Devrimci Komünist parti programı
kadrolarının sınıf mücadelesi içindeki en güçlü tutanaklarından biri
olacağından, dostun düşmanın gözü önünde göndere bir bayrak olarak
çekilmelidir. İşçi sınıfının öncüleri, işçi sınıfı, ezilenler gönderdeki bu
bayrağa bakarak devrimci parti hakkında bir karar vereceklerdir.
Programın
diğer bir amacı da Devrimci Komünist partisinin, kendisini işçi sınıfının geri
kesimlerine uyarlamasına engel olmaktır. Diğer yandan tüm işçi sınıfını
komünist öncü seviyesine yükseltmektir. Parti, proletaryanın tarihsel
çıkarlarını savunarak, sınıf içindeki sosyalizme ve komünizme olan önyargılara
karşı savaşım vermek zorundadır.
Her sınıf
mücadelesi bir politik mücadeledir. Bu mücadelenin hedefi, kaçınılmaz politik iktidarın alınmasıdır. Bir
politik parti olmaksızın, politik iktidar ele geçirilemez, örgütlenemez ve
sürdürülemez. Politik iktidarın alınması için Proletarya, net bir şekilde
tanımlanmış amaçlara, hem iç hem de dış
politika için acil önlemlerin pratik programına sahip, örgütlü ve deneyimli bir
partiye sahip olmalıdır.
Proletarya,
iktidar için zora başvurmak zorundadır.. Devrimci komünist parti programı,
iktidar mücadelesinde, egemen sınıfa karşı bir savaş ilanıdır. Ortaya konulan
program devrimci komünist örgütün önünü aydınlatan bir meşaledir. Kapitalist
toplumun çözümsüzlüklerine karşı devrimci bir çözüm sunmak ve bu temel üzerinde
bir savaş ilan etmek demektir. Bunu kavrayan herkes şunu da anlamalıdır ki,
devrimci bir programa sahip tutarlı ve sınıf içinde bu programı ile örgütlü bir
politik parti zorunludur.
”İşçi
sınıfının gerçekten kararlı bir azınlığı, komünist olan, faaliyet göstermek
isteyen, bir programa sahip olan, kitlelerin mücadelesini örgütlemek için yola
çıkan bir azınlık; işte komünist parti de tastamam budur.”[403]
Bir
bayrağın göndere çekilmesi güçler arasında savaşın ilanı demektir. Savaşın ilan
edilmesi ile düşmana karşı bu bayrak altında savaşılacak, belirlenmiş temel
hedeflere bu bayrak altında yürünecektir.
Devrimci parti,
programı itibarıyla hiçbir şekilde, sınıf içinde belli bir kesime yönelmez.
Apolitik karakterde, ve hatta gerici bir karakterde olduklarında dahi, kitlesel
işçi örgütlerinden uzak durmazlar; onların içinde yer almaktan, kendi
programlarını ve sosyalizm mücadelesinin gereklerini onlara anlatmaktan
kaçınmazlar. Komünist parti bu örgütler içinde propagandasını aralıksız olarak
sürdürür. Burjuvazinin yozlaştırıcı örgütsüzlüğe götürmeye çalışan
çabalarına karşı , işçileri
yorulmaksızın ikna etmeye çalışır.
1-Komünist
partinin irade ve eylem birliğini ifade ettikleri ve birlikte hareket etmenin
olanaklarını oluşturup güçlendirdikleri dayanaktır. Parti bu dayanak sayesinde
kadro ve sınıf ile bütünleşecektir. Komünistler, bu tip daha geniş işçi
örgütleri içinde örgütlenme ve eğitim çalışmasını sistematik bir tarzda
gerçekleştirmeyi en önemli görev olarak kabul ederler.
Devrimci
komünist parti, sınıf savaşımını iktidar perspektifinden saptırmadan yönetir ve
yönlendirir. Devrimci proletaryanın
düşmanlarının, bu geniş işçi örgütlerini ele geçirmelerini engellemek için
mücadele eder. Bunun için ileri komünist işçiler, her zaman örgütlü davranmak
zorundadır. Hareket hangi biçimi alırsa alsın komünizmin genel çıkarlarını
gözetebilecek kendi bağımsız komünist partilerini oluşturmalıdırlar.
Program,
kadroların sınıf ve örgüt arasında ki karşılıklı bağlılığın ve birliğin temeli
olarak, aralarında kuvvetli bir bağ olacaktır.
Gerçek bir komünist partinin en önemli görevi, proletaryanın en geniş
kitlesi ile her zaman en yakın temas halinde bulunmaktır.
Program,
kendi başına yazı yığınından başka bir şey ifade etmez. Ama Devrimci bir parti
için program karanlıkta yolunu aydınlatan bir meşaledir. Komünist propaganda ve
ajitasyon proletaryanın ta merkezine kök salmayı hedeflemelidir. Bunun içindir
ki program, işçi sınıfının ortak çıkar ve beklentileriyle ve özellikle de ortak
mücadeleleriyle bütünleşmelidir.
Devrimci
Komünist parti programının en önemli yönü, onun devrimci içeriğidir. Bu bakış
açısından hareketle farklı durumlardaki somut sorunlar üzerine sloganlar ve tutumlar
en dikkatli şekilde sınanmalıdır. Bu, sadece profesyonel kadrolar için değil,
aynı zamanda tüm diğer parti üyeleri için de sürekli ve detaylı eğitimi
gerektirir.
Devrimci
Komünist Parti Programı, proletarya arasında öyle bir komünist tarzda savunulmalı
ve kavratılmalıdır ki; komünist örgütümüz, savaşan proletarya tarafından bizzat
kendi hareketinin cesur, uzak görüşlü, sadık ve enerjik önderi olarak
kavranabilsin.
“Devrimci
bir partinin ancak devrimci sınıfın hareketine fiilen rehberlik ettiği zaman adına
layık olabileceğini akıldan çıkarmamalıyız. Gene, herhangi bir halk hareketinin
sayısız biçimlere büründüğünü, durmadan yeni biçimler geliştirdiğini ve eski
biçimleri ıskartaya çıkardığını, değişiklikler getirdiğini ya da eski ve yeni
biçimlerin yeni bileşimlerini yarattığını hiç unutmamalıyız. Mücadelenin
araçlarının ve metotlarının oluşturulması sürecine faal olarak katılmak,
görevimizdir. “[404]
Ancak bu
bütünlüklü, ayrıntılı çalışmayla, proletaryanın mücadelelerine sürekli adanmış
katılım ile parti, Devrimci komünist bir parti haline gelebilir. Sadece bu
yolla kendisini, üye toplamaktan başka hiçbir faaliyeti olmayan, reformlar
hakkında konuşan ve parlamenter olanakları kullanan köhnemiş düzen ve sosyalist
partilerden ayırabilir.
Devrimci
Komünist partisi, devrimci Marksizm’in çalışan bir okulu olmalıdır. Çeşitli
parçalar arasında ve üyeler arasındaki organik bağlar, parti örgütü içinde
günlük ortak program etrafında çalışma aracılığıyla yaratılacaktır.
Evet,
yoldaşlar, biz güçlü ve köklü bir geleneğin temsilcileriyiz. Biz, geçmişte
yapılmış başarıya ulaşmış veya mahkum edilmiş şeylerin "kolay" bir
tekrarını değil, gelecek vadeden uzun ve çetin bir çalışmayı tercih ediyoruz.
Geçmiş başarılarımız yaptığımız iyi şeylerin örnekleri oldukları kadar, başarısızlık
ve ,hatalarımız da önümüzü aydınlatan deney yığını olarak kabul edilmelidir.
Biz,
kapitalizme karşı sözde savaş açan, ama gerçeklikte burjuvaziye güç aktaran, kapitalizme karşı mücadele
de, büyük iş, küçük iş ayırımı yapan ve,
kapitalist ve onun ideologları ile tek tek çarpışmalar düzenleyen, teorileri
gibi küflenmiş ve sınıfa ve onun mücadelesine zarar veren zararlı görüşleri savunan her türden
revizyonist , oportünist ve reformistleri her zaman mahkum edeceğiz.
Sömürülenlerin
sömürenlere karşı kavgası ve günlük mücadeleler okuluna parti üyelerinin
tümünün adanmış katılımı zorunludur. Parti, yalnızca iktidarın ele geçirilmesi
için değil, proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirebilmek için vazgeçilemezdir.
Komünist partisinin işçi sınıfının öncüsü olmasını mümkün kılacak olan şey;
pratik mücadele içinde proletaryaya nasıl önderlik edeceğini öğrenmektir.
Burjuvazinin saf dışı edilmesi için dikkatli hazırlık yapabilme yeteneğini
kazanarak, sermayenin saldırılarına karşı koymalıdır. Öğrenmenin yöntemi de,
yaşamın her alanında ortaya çıkan küçük çaplı bitmeyen savaşlar içinde çalışan
kitlelere önderlik etmektir.
Devrimci
Komünist parti çalışması, pratik ya da teorik mücadeleden veya mücadeleye
hazırlıktan oluşur. Şimdiye kadar bu çalışmada uzmanlaşma, genellikle
kusurluydu. Partili yoldaşların eğitimi yalnızca gelişigüzel ve rasgele
gerçekleşmekteydi. üstelik o kadar yarım yamalak yapılmaktaydı ki, partinin en
önemli teorik kararlarının büyük bir bölümünden, ― parti programı ve
kararlarından dahi ― parti üyelerinin geniş kesimleri tamamen habersiz
bulunmaktaydı. Eğitim çalışması parti örgütünün her yanında ve partinin çalışma
gruplarının tümünde sistematik olarak örgütlenmelidir ve sürekli olarak
uygulanmalıdır; bu, aynı zamanda partinin uzmanlaşmasında daha bir üst seviyeye
ulaşmasına olanak tanıyacaktır.
Komünistler, burjuvazinin,
proletaryanın ve onun başarısından çıkarı olan sınıf ve tabakaların,
acil ve doğrudan talebinin yerine getirilmeden öylece durduğunu çok iyi bilir,
görür ve hisseder. Bilir ki, birçok yerde, geniş alanlarda, işçi sınıfının
eyleme geçmek için elinden geleni yapmaktadır. Yayınların ve önderliğin
yetersizliği ve devrimci örgütlerin güç ve araçlardan yoksun oluşu yüzünden
sınıfın bu çabası boşa gitmektedir. “Bir yandan yeterince aydınlatılmamış ve
örgütlendirilmemiş kalabalığın devrimci şevki boşa giderken, öte yandan da
düzenli bir şekilde ilerleme ve kitlelerle el ele çalışma imkanına olan
inancını kaybeden kıvrak bireylerin ateşlediği silahlardan yükselen dumanlar
havada kaybolur gider.”[405]
DEVRİMCİ KOMÜNİST PARTİ NASIL
OLMALIDIR?
1-
Parti örgütü
koşullara ve faaliyetinin amaçlarına uygun yapılanmalıdır.
2-
Türkiye devrimci
komünist Partisi’nin, Türkiye işçi sınıfının Emperyalizmin ve onların
işbirlikçisi Türkiye burjuvazisinin boyunduruğundan kurtarılması için
komünistler olarak mücadelenin bize yüklediği siyasal ve örgütsel görevleri
yerine getirmek zorundayız. Şu noktada, yalnızca, öncü savaşçı rolünün ancak en
ileri teorinin kılavuzluk ettiği bir parti ile yerine getirilebileceğini
hepimiz biliyoruz.
3-
Partimiz şu
günlerde yeniden oluşum sürecindedir. Yeniden yapılanmanın biçimleri
belirlenmeye başlanmıştır. Bugün
hareketi doğru yolundan saptırma tehdidinde bulunan devrimci düşüncenin
öteki eğilimleriyle henüz hesaplaşmadan uzağız. Gelinen yer, işçi sınıfının mücadele alanının,
Marksist olmayan veya Marksizmi belirli
noktalardan kavrayan ve kavradıklarını, Marksizm’in tümü olarak gören devrimci
eğilimlere kalmış olmasıdır.
4-
İşçi sınıfının
mücadelesinin geri oluşu ve örgütlülüğümüzün göreceli zayıflığı, ilk bakışta
"önemsiz" gibi görünen bir yanılgı kötü sonuçlara yol açabilir.
Burnunun ötesini göremeyenler, hizip, legal illegal, yasalcı ve proleter
devrimci tartışmalarını ve görüş ayrılıkları
arasındaki en basit farklılıkları zamansız ya da gereksiz sayabilir. Oysa
Türkiye Devrimci Komünist Partisinin yazgısı gelecek birçok yıllar boyunca şu
ya da bu "ayrılığın" güçlenmesine bağlıdır.
5-
Komünist hareket,
uluslararası bir harekettir. Bu, sadece ulusal şovenizmle, yerel burjuvazi, ve
onun yerel ve ulusal ittifakları ile savaşmak zorunda olduğumuz demek değildir.
Bir ülkede yeni bir hareketin ancak öteki ülkelerin işçi sınıfı mücadele
deneyimlerinden yararlanacak olursa başarılı olabileceği demektir de. Bu
deneyimlerden yararlanmak için bunları salt tanımak ya da yalnızca en son
kararlarını kopya etmek değildir. Gerekli olan, bu deneyimleri eleştirici bir
tutumla ele almak ve bunları bağımsız olarak sınamadan geçirmektir.
6-
Komünist partileri
için örgütlenmenin hiçbir mutlak ve değiştirilemez biçimi olamaz. Proletaryanın
sınıf savaşımının koşulları, sürekli bir dönüşüm içinde değişime tabidir.
Proletaryanın öncü örgütü bu değişimlere karşılık gelen uygun biçimleri her
zaman araştırmak zorundadır. Benzer şekilde, farklı ülkelerdeki komünist
partiler, söz konusu ülkenin tarihsel olarak belirlenmiş somut koşullarına
uyarlanmalıdır.
7-
Her birleşik eylem
önderlik gerektirir ve bu, dünya tarihindeki bütün mücadelelerde her şeyin
önünde gelen bir gerekliliktir. Komünist parti örgütü, proleter devrimde
komünist önderliğin örgütüdür...
Önderlik proletarya ile yakın bağları gerektirir. Böylesi bir bağ
olmaksızın önderler sınıf veya sınıflara önderlik edemezler. En iyi durumda,
sadece onların peşine takılırlar.
8-
Programımızın
temel teorik bölümü, kapitalizmin gelişmesini ve karakterini özlü çizgiler
halinde vermelidir. Buradan kapitalizmin
yıkılışına ilişkin temel tarihi yön, proletarya devrimi ve sosyalizmi
hazırlayan ve olanaklı kılan maddi temeller çıkacaktır. Bu sonuçlar programın
teorik bölümünün temel öğeleridir. Programın enternasyonal karakteri de buradan
gelir. Uluslararası proletarya hareketinin nihai hedef birliğinin temelleri de
buradadır. Mevcut program deneyimi ve pratiği üzerinden bakıldığında,
Türkiye'de parti programının teorik bölümünün anlamı, kapsamı ve işlevinin
anlaşılmadığı açık olduğuna göre, bu konu çok daha özel bir önem taşıyor...
9-
Program partide
hedef ve amaç birliğini ortaya koyar. Tüzük ise, örgütsel yapıya, yaşama ve
işleyişe bir düzen getirmek yoluyla, bu hedef ve amaç birliğinin somutlanmasını
ve hayata geçirilmesini güvence altına alır. Bunu eylem birliğinin somutlaşması
ve güvence altına alınması da sayabiliriz. Programda somutlaşan irade birliği,
tüzük sayesinde güvence altına alınan eylem birliği ile tamamlanır. Tüzük, örgütün
yapılanmasına, işleyişine, iç yaşamına ilişkin ilkelerin, bir kurallar ya da
değerler sistemi olarak somutlaşmasından başka bir şey değildir.
10-
Kuşkusuz ki her
şeyin başı teorik temeldir, ideolojik çizgidir, programdır, taktik ilkelerdir.
Ama teorinin ortaya koyduğu ve pratiğin de tanıklık ettiği gibi, en sağlam bir
teorik temel ve ideolojik çizgi bile, onu hayata geçirebilecek devrimci bir
örgüt yoksa, kendi başına herhangi bir değer taşımaz. Örgüt, sadece ideolojik
çizginin taşıyıcısı ve uygulayıcısı değil, aynı zamanda onun sağlıklı bir temel
üzerinde üretilmesinin, korunmasının ve geliştirilmesinin de güvencesidir.
11-
İşlevsel bir parti
tüzüğü ortaya çıkarabilmemiz için üç deneyim alanından yararlanmamız gerekiyor.
Bunlardan ilki, uluslararası komünist hareketin tarihsel deneyimleridir.
İkincisi, Türkiye sol hareketinin deneyimleridir. Üçüncüsü ise, kendi öz
deneyimimizdir. Bu alanlar özel olarak tüzük için değil, genel olarak örgüt
sorunu için de çok zengin deneyimler sunmaktadır bize.
12-
Örgütsel güvenlik
sorunu devrimci bir örgüt için her zaman en temel sorunlardan biridir. Bu,
devrimci bir örgütün karşısına varlık yokluk meselesi olarak çıkabilen bir
sorundur. Siyasal mücadelede süreklilik esastır. Süreklilik ise, ancak
sürekliliği korunan bir örgütle sağlanabilir. Kurulu düzene karşı mücadele eden
illegal bir örgütün sürekliliğini koruması ise, örgütsel güvenliğe ilişkin
sorunlarda gösterebildiği başarı ölçüsünde mümkündür.
Örgütsel güvenlik
sorunu kuşkusuz teknik değil, temelde siyasal bir sorundur. Temelde kitlelerle
birleşme, kitlelerin içinde erime, kitlelerden kendine bir koruma duvarı
oluşturma sorunudur. Ama yine siyasal yaşamın kendi gerçekliğinden biliyoruz
ki, söz konusu örgüt yeni bir örgütse, hele de devrimci siyasal mücadelenin
durgun bir döneminden geçiliyor ve böylesi dönemlerde devrimci bir örgütün
kitlelerle birleşmesi kolay olamıyorsa, bu durumda bu meseleyi kitlelerle
birleşme temelinde çözmek, ancak bir zaman ve süreç sorunudur. Ama bu genel
planda, stratejik bir bakış açısı çerçevesinde böyledir. Tam da bu noktada,
karşımıza önemli bir sorun çıkmaktadır. Yeni şekillenmekte olan bir örgütün
kitlelerle buluşması, maddi bir güce dönüşmesi ve kitlelerle örtünmesi bir
süreç sorunuysa eğer, böyle bir süreçte, böyle bir taktik gelişme evresinde (ki
bu taktik gelişme evresi yılları alabilir), örgütsel güvenlik sorunlarında
ustalaşmak, ayakta kalabilmenin çok temel, hatta belirleyici bir etkeni haline
gelir.
Eleştiri Özeleştiri Yaşamın dönüşmesinin yöntemi
Komünistler ve komünist
hareket açısından eleştiri özeleştiri,
işçi hareketini geliştirmede ve onun içinde de kendini ve çalışmasını
değiştirme, ileri götürme ve daha ileri bir mevziden yeniden inşa etmede
vazgeçilmez bir silahtır. Devrimci işçi partisi, partinin örgütleri ve partili
kişiler, kendilerini, yaşam, eylem ve çalışmalarını eleştiri silahını doğru
kullanarak geliştirirler. İşçi hareketi ve sosyalizm mücadelesinin gelişmesi ve
ileri gitmesi için bu kaçınılmazdır.
Komünistlerin sınıf
çalışmalarında organik hareketlerinde kullandığı demokratik merkeziyetçilik
ilkesi gereği azınlığın çoğunluğa, alt organın üst organa, bütün örgütün merkez
organa uyduğu bir parti yapısına; uyarak işçi eyleminin her günkü görevlerine
dayandırılan; hesap verme hesap sorma mekanizması ile güvenceye alınan parti
sorumluluğu ve iş disiplini tarafından karakterize edilen bir örgüt yaşamına
özellikle dikkat eder. Eleştiri özeleştiri, işte böyle bir parti yapısı ve
örgüt yaşamı oluşturmanın; aynı zamanda, partiyi daha ileri götürme ve örgütü
daha da sağlamlaştırmanın biricik araçlarından biridir.
Eleştiriyi, devrimci tarzda
kullanan Komünist bir parti sadece, yaşantısını devrimcileştirme kalmaz; güçlü
bir savaş örgütüne dönüşür. Bu dönüşüm onun, ileri işçi ve gençlerin proleter
devrimci militanlar ve yetenekli liderler olarak yetiştikleri ve bizzat
yönettikleri bir okul olmasını sağlar.
Sosyalist akımlardaki yozlaşma
ve çürüme, liberal bireyleşme ve kişileşme kampanyası, baştan beri vurgulanan
örgüt ilkelerini tersyüz etmekle kalmamış, eleştiri ve özeleştiriyi de bozmuş,
anlayış ve pratiği ile çürütmüştür. Eleştiri de pervasız ve imhacı ama,
özeleştiride kaçkın ve bireyci olma; anlayışı hakim kılınmıştır.
Parti yaşamı ve çalışmasının
giderek daha iyileşmesinde, eleştiri özeleştirinin giderek daha etkili, daha iyi
kullanılmasının rolü yadsınamaz. Buna karşın, bu silahı örgüt yapısı içinde
merkezlere karşı kullanılmasında merkezler tarafından gösterilen
tahammülsüzlük, ne yazık ki üyelerin ve iş yapanların eleştirisine gelince
takınılan pervasızlıklar bu ilerletici silahın nasıl da kötü niyet ve
istismarın aracı olabileceğini de ortaya koymaktadır. Eleştiri özeleştirinin
kötü kullanılışının bir biçimi tipik ve dikkate değerdir.
Eleştiri özeleştiri, organın
veya kişinin kendini ve çalışmasını denetleme ve ileri götürmesinin düzenli
kullanılan bir aracı değil de, genellikle zaaf, sorun ve çözümsüzlükler ortaya
çıktıkça yeniden başlamak üzere kullanılıyor. Örgütlerde çalışma yürüten kişi
ve organların merkezlerine yönettikleri eleştiriler her nedense merkezlerin özeleştirisi
yerine eleştirenlere karşı kendi örgütleri ve kendi yoldaşları değilmiş gibi,
önceden yapılmış çalışmayı ve önceki kazanımları mahkum etme anlamına da gelen
bir eleştiri türü çıkar. Ki, bu eleştiri nin bireyci, inkarcı ve tasfiye
eğilimli bir eleştiri olacağı son derece açıktır. Bu özeleştiri ve eleştiri
türleri, birbirinin arka yüzüdür; her ikisi de, ideolojik olduğu kadar ahlaki
bir zayıflığı da vurgularlar. Çok sıkışık durumlarda, genellikle pratik bir
sonuç vermeyen özeleştiriler yaparlar; ki bu özeleştiriler, çoğunlukla
alışkanlıkla yapılan bozucu, çürütücü özeleştirilerin bir türüdür.
Eleştirinin amacı, hata ve
zayıflıkların azaltılması, kişilerin kazanılmasıdır. Amaç, eleştirilen kişi
veya örgütün eleştiriyi kavrama koşullarının gözetilmesini; eleştiren kişi veya
organların bu bakımdan da sorumluluk üstlenmesini, özel görevler yüklenmesini
şart koşar. Ne var ki, genelde merkezler tarafından ortaya konulan tavırlar ve
hoyratlıklar doğrunun önünü sıkça kesebiliyor. Eleştiri , bazen doğrudan kişiyi
yıkmayı, onu sırtına basılacak bir basamak haline getirmeyi hedefleyen bir
tarzda; bazen de kişiyi hedeflemediği halde, eleştiriyi anlamasına yardım
edecek olgunluktan yoksun, eleştirinin anlaşılması ve özümsemesine olanak
tanımayan bir biçimde kullanılabiliyor. Durum böyle olunca, yoldaşların
zaaflarını görmesine yardım etme, çalışmadan öğrenme ve örgütü ileri götürme
gibi ilkelerin sözde kalması elbette kaçınılamaz olacaktır.
Özeleştiri, ilgilinin kendini,
kendi çalışma ve eylemini eleştirmesidir; bir hata ya da bir zaafın ortaya
çıktığı sırada değil, işlerin iyi gittiği dönemlerde ve esas olarak yaşamın her
anında kullanılması gereken bir silahtır. Eğer ders çıkarılmak isteniliyorsa;
bu ders, belli ki zaaf ve hatalardan, fakat bununla birlikte de doğru, devrimci
ve başarılı pratikten de çıkarılabilir. Genelde örgüt merkezlerinin alt
organlardan gelen eleştirileri anlamsız bulmaları karşı eleştiri yöneltilen organların
kendilerine yapılan karşı eleştirilerle sindirilmeye çalışılması sonucu ortaya
çıkan özeleştiri yapma yerine karşı eleştiriye girişmesi veya özeleştirisini
karşı bir eleştiriyle güya dengelemesi, bütün sorumlulukları ortada olduğu
halde asla özeleştiriye yanaşmaması gibi tavırlar örgütlerde tasfiyeciliğe
kadar varan sonuçlara yol açmaktadır.
Eleştiri ve özeleştiri, yaşamı
değiştirme ve kendini yenilemenin en etkili silahıdır; bir partinin ve
partilinin yaşamında, böylesine etkili bir silahın, yanlış kullanımı, bu
silahın o örgütte güvenilir bir silah olarak işlev görmesi olanaksızdır. Eğer,
kitle mücadelesine en ileri mevziden katılmayı güvenceye alacak bir örgüt
olmayı önüne alacaksa; komünist partisinin ilk görevlerinden biri, eleştiri
özeleştiriyi yozlaştıran girişimlere izin vermeyecek bir çizgi ve tutumu
benimsemek ve bunu örgütün de pratik olarak egemen kılmak olmalıdır.
Kim tarafından yapılırsa
yapılsın, örgütteki eleştiri başka bir şeyi değil, çalışmanın ileri gitmesini;
organların, kişilerin zayıflıklarını görmesini ve değiştirici, geliştirici bir
özeleştiriye yönelmesini öngörebilir. Özeleştiri ise, ilgili organ ya da
kişinin kendini, çalışmasını düzeltme, yenileme, daha ileri bir mevziden
yeniden örgütleme yeteneği kazanması anlamına gelir ve ancak, özeleştiri
yapanın (aynı zamanda özeleştiriyi alan tarafından) bizzat kendisi tarafından
takip edilip derinleştirildiği zaman hedefine ulaşabilir. Piyasa anlayış ve
değerleriyle bozuşmuş sözde eleştiri ve özeleştiri .. Bunları, ideolojik, aynı
zamanda ahlaki zaaf olarak damgalamak gerekmektedir.
İşçilerin partisinde, eleştiri
ve özeleştirinin işlevine giderek daha da yaklaştığı doğrudur. Buna karşın,
örgütlerin enerjisini, güvenirliğini ve otoritesini tazelemek açısından; bu
silahların kullanımındaki kötü alışkanlıkları, piyasa etkisinden gelen
sorumsuzluğu, istismarı yok etmek; içtenlikli kullanımını güçlendirmek için
mücadele gereği asla yadsınamaz.
Sorumsuzluk, bireycilik ve
rekabetçilik, hiçbir zaman bugün olduğu kadar kutsanamadı; hiçbir zaman bu
ölçüde tahrip edici olamadı.. Devrim ve sosyalizm adına kurulmuş, ama devrim ve
sosyalizmi değil, onlar adına ikiyüzlülüğü, inançsızlığı, güvensizliği,
karaktersizliği yücelten tarikatlar, hiçbir zaman bugün olduğu kadar
pervasızlaşmadı. Eleştiri özeleştiri silahı, eğer verimlilikle kullanılamazsa;
bir yanda kişiliksizlikle, öte yanda dar kafalı ilkellikle zehirlenmeye,
boğulmaya çalışılan genç kuşak, nasıl olgunlaşacak ve ne yoldan karakter
kazanacaktır? Son derece açıktır: Genç kuşaklar, sınıfa bağlanmayı, davaya
adanmayı; açık yürekliliği, paylaşma ve dayanışma ruhunu, güvenilir karakter ve
kişiliği; eleştiri özeleştiriyi devrimci tarzda kullanan bir örgüt ilişkisi
içinde ve bu silahı kullanarak kazanacaklardır.
* Neresinden
bakılırsa bakılsın, işçilerin partisi ve örgütlerinin, burada eleştirilen
türden eleştiri ve özeleştiri den kurtulması gerekmektedir. Bunun başarılması
çok zor değildir; zira ideolojik, moral, sınıfsal koşullar, örgüt ve kişilerin
karakter şekillenişini olumlu yöne sevk edecek özellikler kazanarak geliştiği
gibi; parti, giderek gerileyen bu türden girişimleri ideolojik ve ahlaki bir
bozulma belirtisi olarak damgalayacak otoriteye de sahiptir. Ancak, bu yetmez
ve başarı için eleştiri özeleştirinin kullanılışı ile ilgili genel inanç ve
bilincin temelden değişmesi de gerekmektedir. Yani, eleştiri özeleştiri, açık
çözümsüzlük ve başarısızlıktan sonra sığınılan saçak altı olmaktan çıkarılmalı;
yaşamın, çalışmanın ve ilişkilerin bütün dönemlerini, esas olarak da
zayıflıkların görünmediği iyi dönemleri kucaklayan değiştirici, ders, görev
çıkarıcı ve olgunlaştırıcı bir silah olarak ele alan bir bilinçle
kullanılmalıdır.
* Öte
yandan, bu anlayış ve tutumla hareket ederken; tıpkı hareketin ve çalışmanın
gidişatının olduğu gibi, yapılan eleştiri ve özeleştirinin somut sonuçlarını ve
sürecin seyrini kesintisiz bir şekilde takip etmeyi gündelik bir görev haline
getirmek de gerekmektedir. Eleştiri özeleştiri ile ilgili, her kişi ve her
organa; hepsinden önce de yönetici organlara görev düştüğü ve bugünkü görevin
de burada açık bir şekilde belirtilen görev olduğu görülemez değildir. Sınıf
dışı ve piyasacı hastalıkların, eleştiri özeleştirisiz yenilemeyeceği; o
olmadan sorumluluk, disiplin ve merkeziyetçiliğe dayanan devrimci bir parti
yaşamının kurulamayacağı elbette bilinecek ve bu sorunla ilgili görevler de
elbette sıkıca kavranacaktır. Sorumluluk, iş disiplini, parti karar ve
çağrıları karşısındaki parti anlayışının daha da pekişmesi ve partinin iç
yaşamındaki birlik ve disiplinin daha da derinleşmesi başka şekilde asla
başarılamaz.
* Ayrıca,
örgütün her alandaki sorumlu kişi ve organlarının, hem örgütle, kitlelerle ve
işleriyle; hem de kendi aralarındaki ilişkilerde eleştiri özeleştiriyi kullanma
biçimleri özellikle önem taşımaktadır. Eleştiri özeleştiri, eğer görev
sorumluluğu ve iş disiplini çerçevesi içinde; yani eleştirinin artık işe
yaramadığı ve sonuç vermediği durumlarda, sonuçsuz özeleştirilerle oyalanma
yerine, kararlı merkeziyetçilik ve disiplin kuralları ile hareket edilmesi
gerekir. Örgütün görevliler ve yöneticiler kitlesi, eleştiri özeleştiriyi
devrimci şekilde kullanmada, genç taze güçlere ve herkese örnek olmalıdır.
Bütün bu vurgulananlardan
çıkan şey şudur ki, işçilerin partisinin; sorumluluk ve iş disiplini temeline
oturmuş, demokratik merkeziyetçiliğin pratik olarak geçerli olduğu bir parti
yapısı oluşturması ve gerçekten örgütlü bir güce dönüşmesinin en önemli
araçlarından biri de, değeri örgütte anlaşılan ve devrimci bir şekilde
kullanılan eleştiri ve özeleştiridir. Kendi çıkarlarını, işçi sınıfının ve
halkın üstüne çıkaran akımın yarattığı geleneğin tasfiyesi ve yeni bir
geleneğin yaratılması ancak, belli ilkesel zorunluluklar temelinde kurulan ve
eleştiri ve özeleştiriyi kendi yaşamı ve ilişkilerinin gelişmesinin yöntemi
yapan bir örgüt sayesinde başarılabilir. Bir tutum ve bilinç değişimi
olduğunda, yanlış anlayışa ve istismara dayanan sözde kullanımlar güç
kaybedeceği gibi; devrimci eleştiri daha güçlenecek, daha verimli hale gelecek;
böylece de zaaf, hata ve hastalıkları kökten tasfiye etmek kolaylaşacaktır.
Bütün
örgütün, her yönüyle sınıfa; organların sınıfa olduğu kadar birbirlerine
bağlanması ve devrimci sorumluluk ve disiplinin egemen olması zorunludur. Ve bu
ancak, eleştirilmekten ve özeleştiriden korkmayan, aksine gerçek eleştiri
özeleştiriden kaçmanın örgütteki belirtilerine karşı savaş açan ve bu silahı
gelişmenin bir aracı olarak kullanmayı bilen bir tutumla başarılabilir.
Örgütsel, moral ve ahlaki değerlerin; aynı şekilde, örgütün ve kişilerin
politik örgütsel yeteneklerinin serpilip gelişmesi de, eleştiri özeleştirinin
örgüt yaşamı ve ilişkisinin düzenleyici ilkelerinden biri olmasıyla
olanaklıdır. Devrimci eleştiri özeleştirinin örgüte egemen olması; örgütün
devrimci, aynı zamanda işçi örgütü olarak dönüşmesinin bir zorunluluğudur.
Dolayısıyla, Marksist-Leninist donanımla güçlenen parti programı, sınıfın
mücadele deneyimleri, politika ve taktiklerini kavramış ve bunları her günkü
çalışmada hayata geçirebilecek deney, tecrübe ve yeteneği ile kendini donatmış
kadrolara sahip olmak gerekmektedir. Partinin
sürekli, yeni kadrolar yetiştirmesi, bağrındaki kadroları da sürekli
geliştirmesi yukarıda belirtilen görev ve sorumluluklarından doğan bir
gerekliliktir. Parti kadrolarının yetiştirilmesi geliştirilmesi kadar; varolan kadroların yeteneklerine göre,
yerinde ve her bir kadronun çalışmada en verimli olabileceği tarzda ve yerde
mevzilendirilmesi de önemlidir.
Komünist Hareketler içerisinde, kadrolar ve kadroların doğru, yerinde
mevzilendirilmesi ve görevlendirilmesi; çözülmesi gereken en önemli sorunlardan
biridir. Varlığını ve geleceğini , işçi sınıfı ve onun çıkarlarıyla,
birleştiren, yaşamını devrim ve sosyalizm davası ile açıklayan partimiz ve
kadrolarının bizzat sınıf içinde yer alarak onlara mücadelede yol gösteren ve
onları talepleri doğrultusunda mücadeleye çağıran ve eğiten bir yol izlemeleri
gerekmektedir. Bugüne kadar komünist hareketin küçük burjuva dünya görüşünden
etkilenmesi, kadroların
mevzilendirilmesinde ve görevlendirilmesinde buna uygun bir pratik örgütsel hat
izlenememiştir. “Sınıfa bilinç dışardan götürülür” tanımlanması kadrolarda işçi
sınıf içinde aydın havası estirilmesine olanak sağlarken kadroların
üstlendikleri görevleri yerine getirmedeki, günlük çalışmadaki, sebat
kararlılık, çalışkanlık ve fedakarlıkları, havada kalmasına neden olmuştur.
Nitekim bugün Marksist hareketlerin sınıf içindeki gerilemelerine neden olan
ilişkide bu başrolü oynamaktadır. Parti programlarında, tanımlanan mücadeleden
çok yarının ve devrim sonrasının yapılanması mücadele içinde sürdürülen politik
çizgisi ve taktiklerin önünü açmadığından. Kadroların mücadeledeki
kararlılıkları ve partiye olan
bağlılıkları mücadeleyi yükseltmeye yetmemektedir. Mücadele çizgisindeki
tutarlılığın programla sağlanabileceği ve programın kadrolar tarafından
kavranması, mücadele içinde sınıfın program taleplerine bağlı olarak mücadeleye
çağrılması ve bu doğrultuda örgütlenmesi mücadelenin tüm yönlerindeki başarı ve
verimliliği ile sonuçlanacaktır. Mücadele içinde kadroların kişilik ve karakter
olarak sağlamlığı, dürüstlüğü, sınıfa ve halka bağlılığı esas alınarak
yetenekleri doğrultusunda görevlendirilmelidirler.
Parti, yalnızca en gelişkin en nitelikli kadroların görevlendirilip
sorumlandırıldığı alan değil, her partilinin, partiye ve hatta parti
çeperindeki her işçinin, yürütebileceği bir iş ile görevlendirildiği yerdir.
Bir yandan her parti taraftarının dahi bir yandan sınıf mücadelesi içindeki
görevlerini yerine getirirken, bir yandan da parti eğitimi aldığı, bilgi ve
yeteneklerini geliştirdiği, mücadele içinde deney ve tecrübe edindiği, sınıfla
bağlarını güçlendiren eğitilen ve eğiten birisi olarak sınıf mücadelesi içinde
olma olanaklarını bulabildiği bir partidir
Parti kadrolarını görevlendirme ve yetkilendirme konusundaki doğru
anlayış Parti kadrolarının çalıştıkları organlarda birbirlerini tanımaları ve
birbirlerini eğitmelerinden geçer. Parti organları vasıtasıyla üye ve çeperine
hakim olabilir. Bu hakimiyet yerel organların kendi içinde ve merkezle olan
iletişimlerinin sağlıklı ve düzenli bir biçimde sağlanması ile gerçekleşir.
Parti en alt birimden en üst birime kadar birbirini denetleyen ve bilgilendiren
bir biçimde örgütlenmelidir. Aksi durumda görevlendirme ve yetkilendirmede, dün
de yanlış ve hatalar yapılabildiği gibi, bugün de gerek kadro seçimi gerekse de
mevzilendirmede hatalardan ve sübjektif, değerlendirmelerden yanlışlarından
kurtulamayız.
Amaç parti çalışmasının tüm alanlarında olduğu gibi bu alanda da,
alınması gereken doğru tutum; hata yapmaktan korkmak değil, merkeziyetçi
demokrasinin işlerliğini sağlamak ve oturtmak gerekliliğidir. Merkeziyetçi
demokrasinin genelde demokrasi tarafının unutulup merkeziyetçi yanının ön
planda olduğu geçmişimizde, yeteneksiz yöneticilerin kendi disiplinsizlikleri
beceriksizliklerini örtmede tüm sorumluluğu çalışan kadrolara yıkarak aradan
çekilmeleri özellikle disiplin ve çalışkanlıkları kişilik özellikleri
tartışılmayacak yoldaşlarımızı mücadelenin dışına itilmesine neden olmaktadır.
Yukardan aşağı ve aşağıdan yukarı iyi örgütlenmiş ve denetim mekanizmaları iyi
çalışan bir örgütte tüm üyeler yukardan
aşağı ve aşağıdan yukarı, tüzüğe bağlı olarak hesap sorma hakkına
kavuşabilirler. Böylelikle parti, görevlendirilen tüm kadrolarını iyi tanıma
olanağına kavuşur. Kadroların, yürütmekte oldukları iş ve görevlerini yerine
getirmelerinde, deney ve tecrübe aktarımı yoluyla eğitimlerinde ve çok yönlü
gelişmelerine yardımcı olmakta zorlanmaz. Bu sadece yakın bir denetimle
sağlanırken hatalardan daha kolay
kaçınılabilir.
İşçi sınıfı, sınıf mücadelesini kapitalizm koşullarında mücadeleyi dişe
diş sürdüren bir proletarya partisi ile sürdürebilir. Her parti çalışması,
mücadele içerisinde giderek, nicelik ve nitelik açıdan artar. İlk elden, ileri
işçiler sınıfın azınlığını oluştururlar; mücadele deneyimine sahip gelişkin
özelliklere sahip parti militanları da, partinin giderek artan görev ve sorumlulukları
karşısında her zaman yetersiz sayıda ve
aranır olacaklardır. Parti her dönemde daha çok, yetişmiş deneyimli ve
nitelikli kadrolara ihtiyaç duyacaktır. Bu nedenle parti böylesi kadrolarını her zaman en doğru ve
kadroların en verimli olabilecekleri tarzda ve yetenekleri doğrultusunda
görevlendirmek durumundadır. Parti örgütlenmesini iş yerlerine özellikle de
sınıf hareketinin, hareketin gücünün merkezleri olan ve hareketin nabzının
attığı, büyük fabrikalarda, ve üretimi kontrol eden işyerlerine ve hizmet
birimlerinde mevzilendirmek ve konumlandırmak durumundadır. Bu konuda ortaya çıkabilecek her yanlış,
hatalı ve eksik görevlendirme, sınıf hareketinin ilerletilmesi ve parti
çalışması açısından, güç ve enerji kaybına yol açacaktır, hiçbir partili yoldaş
buna izin vermemelidir..
Sınıf mücadelesi süreç içerisinde
aynı çizgide yürümediğinden, mücadelenin; yükseliş, durgunluk ya da gerileme
gibi süreçlerinde partiye, döneme özgü farklı görev ve sorumluluklar yükler.
Her dönem, kendine özgü görev ve sorumlulukları yerine getirebilmek için daha
verimli, daha enerjik, daha disiplinli ve daha atak bir çalışma sorumluluğu
ortaya koyar. Dolayısıyla sınıf mücadelesinin kesintisiz sürdürülebilmesi için
parti çalışması, genişlemek, yaygınlaşmak ve hareketin gelişiminin öne
çıkardığı, ileri işçileri kazanmak, bünyesinde örgütlemek, daha çok işçiyi
kapsamak zorundadır. Bu zorunluluğun
gerçekleştirilebilmesi kadroların tüm bu görev ve sorumlulukları yerine
getirebilmesi; her kademede doğru, nitelikli bir yönetim ve denetimin yanı sıra
ancak doğru kadro seçimi ve yerinde görevlendirmelerle, verimli ve başarılı bir
çalışma ile mümkündür.
Soruna bu genel yaklaşımdan sonra, parti çalışmasında ortaya çıkan
sorunlara girecek olursak; parti yönetici organlarının oluşturulmasında ve bu
organlara kadro seçiminde düşülen hata ve yanlışlar, yönetici organların parti
çalışmasındaki görev ve sorumlulukları ve bu hata ve yanlışların sonuçları
nedeniyle de en önemli ve ciddi olandır. Kadroların işçi sınıfına, sınıfın yaşamına,
sorunlarına ve mücadelesine yaklaşımı, benimseme ve katılımıyla, düzey ve
kapasiteleriyle, yetenek ve yeteneksizlikleriyle, şimdiye kadarki parti
yaşamında gösterdiği gelişim seyriyle, üstlendiği parti görevlerini yerine
getirmedeki disiplin ve çalışkanlığı, sebat ve kararlılığıyla, yoldaşlarıyla
ilişkileri ve kişilik özellikleriyle tanıma üzerinden yapılmadığı, yapılamadığı
anlaşılan ya da eksik bilgi ve ferdi tanımaya dayalı olarak yapılan seçim ve
görevlendirmeler; söz konusu yönetici organın sorumluluk alanındaki çalışmada
ciddi aksamalara, verimsizliğe, bir çok işin yapılmadan ortada kalmasına,
çalışmanın niteliğinde düşüklüğe, genişlik ve kapsayıcılığında daralmaya yol
açmakta ve sürekli bir kurma, değiştirme, görevden alma, görevlendirme, dağıtma
ve yeniden kurma gibi zorunluluklara ve aşırı ölçüde ve gereksiz zaman kaybına
ve kırılıp dökülmelere bile neden olmaktadır. Örneğin; pratik örgütsel
çalışmanın dışında kalmış (başka görevler almış), organ çalışmasının pratik
deney ve tecrübesine asgari düzeyde sahip olmayan bir kadronun, yönetici
organda, il yönetiminde görevlendirilmesi ne kadar doğrudur? Sonra da bu
kadrodan, bir il yöneticisinden beklemek gereken performansın, verimliliğin
beklenmesi ne kadar doğrudur?
Ya da üyesi olarak görevlendirildiği yönetici organın toplantılarına,
geçerli bir nedeni olmaksızın katılmayan, bu asgari disiplinden yoksun bir
kadronun seçiminde ve görevlendirilmesinde bir yanlışlık olduğu; bir gerçek
değil midir? Bu kadronun sorumluluğunu aldığı birim ya da alandaki çalışmaya
katılımı ve katkısının ne ve nasıl olacağı, (daha doğrusu bir katkısının
olamayacağı, tersine sürmekte olan çalışmaya olumsuz etkisi olacağı) herhalde
açıktır.
Hakkında, doğruluğu veya yanlışlığından bağımsız olarak kuşkulu iddialar
bulunan bir kadroyu, titiz bir araştırma soruşturma yapıp, bunun sonuçlarına
göre tutum almak gerekirken, (burada elbette, söz konusu iddianın nereden ve
kimden geldiği önemlidir ve yıpratma amaçlı olanları kastetmiyoruz) bir netliğe
ulaşmaksızın yönetici organlarda görevlendirmek anlaşılabilir bir tutum mudur?
Tüm parti organlarında hele de yönetici organlarda yer alan ve alacak olan
kadroların bu açıdan pürüzsüz olması gerektiği ve bunun partinin ve parti
çalışmasının güvenliği açısından önemi açık değil midir?
Üstlendiği işi yapmaksızın, (en azından yapma çabası içine girmeyen)
eleştiriyi, yapılan yapılmaya çalışılan işleri eleştirmeyi, her şeyden
hoşnutsuzluğu huy edinmiş, umutsuz ve güvensiz bir ruh haline sahip, daha
başlarken "bu iş yürümez"le başlayan bir kadronun yönetici organa, bu
organın çalışmasına ne katkısı olabilir, karamsarlık taşımaktan başka?
Tüm bunlar önlenemez, yapılması
zorunlu sıkıntı ve sorunlar mıdır? Elbette ki, hayır. Daha iyi ve tüm
yönleriyle ve özellikle de kadroların örgüt çalışmasındaki tutum ve
gelişmelerine ilişkin en geniş organ bilgisinin; toplantılar, raporlar ve
ilgili alandaki çalışmanın gelişim seyrinin somut veriler üzerinden izlenmesi,
denetlenmesiyle toparlanması biriktirilmesi ve paylaşılması sayesinde kadrolar
hakkında, her açıdan daha iyi bir tanıma düzeyine ulaşılabilir ve
görevlendirme, özellikle de yönetici organların oluşturulmasında daha doğru
kararlar verebiliriz.
Bunun yanı sıra görev ve
sorumluluklarını daha verimli ve gelişkin bir tarzda yerine getiren, alanındaki
çalışmayı her yönüyle geliştirip güçlendirebilen yönetici organlara sahip
olabileceğimiz gibi; yanlış görevlendirmelerin yol açtığı, açabileceği zaman,
güç ve enerji kaybının çalışmada kesinti durağanlaşmanın, yanlış ya da zamanı
gelmeden görevlendirilen kadrolarda, daha sonra görevden alınmanın yaratacağı
kırgınlık, moral bozukluğu ya da kendisine haksızlık yapıldığı (böylesi
duygulara kapılmak elbette doğru değil ancak, karşılaşıldığı,
karşılaşılabileceği de bir gerçek) ya da kendine güvensizlik gibi olumsuz
etkilenmelerin de önüne geçebiliriz.
Yine parti çalışmasında yaşanan sorunlardan biri de; sıkça yapılan ve
zorunlu olmayan görev değişiklikleridir ki; bu değişiklikler (zorunluluk haline
gelmiş, verimsizlik, görevin üstesinden gelememe, uyumsuzluk ya da kadronun
uygun olmayan özellikleri, diğer bir alanda duyulan ihtiyaç vb. nedenlerle
yapılan, yapılması gereken, görevden alma ve değişikliklerini dışta tutuyoruz)
o alandaki çalışmayı olumsuz etkilemekte, çalışmada kesintiye yol açmaktadır.
Zorunlu olmadığı halde yapılan görev değiştirmeler; hem söz konusu
birimdeki çalışmayı, hem de başka bir birim ya da alanda görevlendirilen kadro
açısından olmak üzere, iki yönlü olumsuz etki yaratmaktadır. Şöyle ki; bir
fabrika, işyeri ya da başka bir birimde yürütülen çalışmanın süreklilik ve bir
düzey kazanması; o birim hakkında olabildiğince, çok yönlü bilgilenme ve tanıma
sürecini gereksinir. Yani, bir birimle görevlendirilen her kadro; başlarken
sahip olduğu genel düzeydeki bilgilerinin yanı sıra, o fabrikanın, birimin
özgün sorunlarının bilgisini edinme ve öğrenme süreci yaşar ve bu bilgilenme ve
tanıma ne kadar geniş ve kapsamlı olursa, yürütülen çalışma da o kadar verimli
olacak, işyerindeki çalışma ve örgütlenmemiz; yaygınlık ve nitelik açısından
gelişip güçlenme olanağı bulacaktır.
Diyelim ki; belli bir süredir; bir işyerinde çalışmadan sorumlu bir
kadro, bu fabrikayı sorunlarıyla, işçi kitlesinin özellikleriyle, ileri
işçileriyle bir tanıma sürecinden sonra belli bir birikim sağladı, çalışma
çeşitli yönleriyle az ya da çok bir gelişme kaydetti, genel olarak işçilerle
özel olarak da ileri işçilerle bir ilişki düzeyi tutturuldu ve biz bir gün yeni
bir düzenleme yaparak, bu işyerinden sorumlu kadroyu buradan alarak başka bir
birimde, bu işyerine de bir başka parti kadrosunu görevlendirdik, bunun
sonuçları ne olacaktır? Bu işyerindeki çalışmayı yürütmek üzere yeni
görevlendirilen kadro (tüm bilgi aktarımına rağmen) zorunlu olarak fabrikayı
tanımak, işçilerle ve ileri işçilerle tanışmak ve bunu belli bir düzeye ilerletmek
için epeyce bir zaman uğraşacak ve bu süreçte çalışma tümüyle olmasa bile bazı
yönleriyle en azından, rölantide sürmek durumunda kalacak, işçiler de bu
değişimden olumsuz etkilenecek, partimiz ve görevlileri hakkında olumsuz
yargılara yol açabilecektir. Ve benzer bir süreç ve sorunlar başka bir birime
görevlendirilen kadro ve o işyeri açısından da yaşanacaktır, yaşanmaktadır. Bu
durum; bir zaman ve enerji kaybı değilse nedir?
Birimlerde, özellikle de fabrikalarda, kadroların görevleri zorunlu
olmadıkça değiştirilmemelidir. Eğer bir değişim zorunlu ise; hiç olmazsa bir
süre ayrılan ve yeni görevlendirilen kadroların birlikte çalışması sağlanarak
yapılmalıdır ki; değişimin yaratacağı, çalışmada kesinti ve durgunluğun zaman
ve enerji kaybının önüne geçilebilsin.
Parti çalışmasında yaşanan ve özellikle yönetici kadroların, düzey ve
birikiminden beklenenin aksine, verimsiz bir çalışmaya yol açan başka bir sorun
da; üstlenilen görev ve sorumluluğun gereği işlere yoğunlaşmak yerine, verimsiz
deyim uygunsa kötü pratik içinde boğulma, asli görevlerine zaman bulamama
biçiminde ortaya çıkmaktadır. Örneğin; her parti militanının, her gencin
yapabileceği işlerle parti yöneticileri uğraşmak ve yapmak durumunda
kalınıyorsa, parti yöneticisinin üstlendiği işleri ve görevleri kim yapacak, bu
işler sahipsiz, yapılmaksızın ortada mı kalacak? Çoğunlukla, parti
yöneticileri, bir çok parti üyemizin ya da gene militanlarımızın da
yapabileceği işlerle uğraşırken, büyük fabrika ve işletmelerdeki çalışmanın
görev ve sorumluluğu da, o işyerindeki veya bölgedeki, çalışmaya yeni katılmış
ya da yeterli deney ve tecrübeden yoksun, daha geriden gelen unsurlara
kalmaktadır. Sonuçta; birikim deney, tecrübe ve yetenek açısından gelişkin
kadrolarımızın zaman ve enerjilerinin yanlış harcanması, öte yandan, bu açıdan
yeterince gelişmemiş (elbette ki verili durumdaki düzeyi kastediyoruz, yoksa
bilinir ki parti çalışmasında deney, tecrübe ve birikim parti işlerinin
yapılması sürecinde edinilir) partiliye de, çoğunlukla henüz üstesinden gelemeyeceği
iş ve sorumluluğun yıkılması durumu ortaya çıkmaktadır.
Buradan çıkarılabilecek en yanlış sonuç; parti çalışmasında gençleri
görevlendirmede çekingen ve güvensiz davranmak olacaktır. Tam aksine, hem
partinin hem de parti çalışmasının gelişip yaygınlaşmasının, yeni ve genç kadro
ihtiyacının zorunlu bir gereği olarak; işçi sınıfı ve halka bağlanma eğilimi
gösteren, öğrenme, gelişme ve ilerleme potansiyeli taşıyan yeni ve genç
partilileri çalışmanın çeşitli alanlarında giderek artan sayıda, çekinmeden ve
güvenle görevlendirmeliyiz. Elbette, gençlere üstlendikleri ya da katıldıkları
çalışmada, partiden, birikmiş parti tecrübesinden öğrenmelerini, yürüttükleri
iş üzerinden ve işini daha ileriden yapabilmeleri için iyi bir parti eğitimi
almalarını gözeterek, çalışmadan, çalışmanın değerlendirilmesi ve
eleştirisinden öğrenerek gelişme ve ilerlemelerine yardımcı olmayı da önemli
bir görevimiz sayıp, ve bunu en iyi biçimde yapmaya çalışarak.
Parti çalışmasına katılan, çalışma içinde görevlendirilen gençler de,
çalışmalarında ve üstlendikleri görevi en iyi biçimde yerine getirme
çabalarında, partiden ve yoldaşlarından öğrenmeye çaba göstermeli birikmiş
tecrübeyi kavramaya ve özümsemeye çalışmalıdır. Yoldaşlarıyla ilişkileri
içinde, daha çok dinlemeye ve anlamaya önem vermeli, yoldaşlarının öneri uyarı
ve eleştirilerini dikkate almalı ve yerine getirmeye özen göstermelidir. Genel
olarak parti çalışmasının tüm yönlerinde ve tüm parti yaşamında, özel olarak da
işçi sınıfı içindeki çalışmada; işçi yaşamına yakın olmaya, işçilerin yaşamına
katılmaya, işçi hareketinden hareketin önündeki işçilerden, işçi hareketinin
öncülerinden ve liderlerinden öğrenmeye özel bir önem vermelidir. Tüm bunlar,
parti çalışmasına yeni adım atmış genç bir parti militanının, iyi bir partili
olarak gelişebilmesi, işçi sınıfı ve halka gerçek anlamda bağlanabilmesi,
çalışma içinde verimli olabilmesi, partili karakter ve kişilik özelliklerinin
sağlam bir gelişimi, kapasite ve yeteneklerini geliştirebilmesi için
gereklidir, hatta bir zorunluluktur.
Bu sorunlarla bağlantılı olarak ortaya çıkan sorunlu bir fabrika
çalışmasının durumunu tarif (olası değil gerçek bir görünüm) edecek olursak;
fabrika gurubumuz düzenli toplanamıyor, son toplantıda yapılmak üzere
kararlaştırılmış işler ortada duruyor, kısaca parti gurubumuz çalışmıyor ve
işin kötüsü; yönetici organımız bu durumu bir kaç ay sonra tespit ediyor.
Benzer bir durum da bir çok fabrikanın bulunduğu bir bölgede çalışma, epeyce
bir zamandır gereği gibi yürümüyor hatta aksıyor demek daha doğru olur, ancak
yönetici organımız bu durumu görmesine rağmen müdahale etmeden izliyor. Peki,
söz konusu fabrika gurubumuzu böyle uzaktan izleyerek, katıldığımız toplantıdan
toplantıya durum tespiti yaparak nasıl, işleyen, işini ilerleten, yaşamın ve
mücadelenin önüne çıkardığı sorunlar karşısında tutum alabilen işçileri bu
tutum etrafında birleştirmeye çalışan, yeni işçilerle genişleyen ve aynı
süreçte kendini ve tek tek üyelerini de geliştirebilen ve daha ileri görevler
almaya hazırlayan bir fabrika parti gurubu düzeyine ilerletebiliriz? Öte
yandan, ilgili bölgedeki çalışmaya müdahale etmek ve çalışmanın aksayan
yönlerini belirleyip düzeltmek, sonuçları hakkında gerekeni (işte böylesi
durumlarda değişiklik; görevden alma ve uygun bir yeniden görevlendirme zorunludur
diyebiliriz) yapmak, çalışmayı gerileme veya durgunluktan çıkarmak için neyi
bekliyoruz, ya da ne zamana kadar izleyici kalacağız?
Kadroları düzeylerine, deney ve tecrübelerine, kapasite ve yeteneklerine
uygun olabildiğince doğru ve yerinde görevlendirmek kadar; günlük çalışmaları
içinde, işlerini gereği gibi yapabilip yapamadıklarını, çalışmanın aksayan
yönlerini, nedenlerini, kimin ya da kimlerin çalışmayı ilerletmek çabası içinde
işe sarıldığını, kimin ya da kimlerin "öyle de gidiyor böyle de" tutumu
içinde işi savsakladığını günlük olarak izlemek, şu veya bu yoldan çalışmanın
tüm yönlerinin bilgisini edinmek, ve bunların değerlendirmesi üzerinden gerekli
müdahalede bulunmak da parti çalışmasının olmazsa olmazlarındandır. Bir
yönetici organ sorumluluk alanındaki çalışmaya, çalışmanın tüm yönlerine ancak
böyle bir tutum ve tarzla hakim olabilir ve bunun sayesinde nereye nasıl
müdahale edeceğine, kime ya da kimlere işlerini daha iyi yapma çabasında nasıl
yardımcı olabileceğine, kimlerin üstlendiği ya da verilen görevden alınıp,
yürütebileceği daha uygun bir alan ya da birimde görevlendirilmesine, kimin ya
da kimlere işlerini daha iyi yapma çabasında nasıl yardımcı olabileceğine,
kimlerin üstlendiği ya da verilen görevden alınıp yürütebileceği daha uygun bir
alan ya da birimde görevlendirilmesine, kimin ya da kimlerin daha ileri görev
ve sorumlulukları üstlenmeye doğru geliştiğine, kimlerin görev ve sorumluluk
düzeyinin yükseltilmesine karar vererek, buna uygun adımları atabilir. Ve ancak
böylece, çalışmada, çalışmanın ilerleyip gelişmesinde, kadro, aynı anlama
gelmek üzere insan kaynakları ve kadroların doğru ve yerli yerinde
görevlendirilmesiyle ilgili sorunların, sıkıntı ve aksaklıkların önüne
geçilebilir, parti çalışmasının, tüm yönleriyle gelişip güçlenmesinin önü
açılabilir.
Buna bağlı olarak ele alınması
gereken sorunlarımızdan biri de şudur ki; uzunca bir zamandır yeni bir
görevlendirme söz konusu olduğunda ilk akla gelen ya da üzerinde tartışılan
gençler, henüz tüm yönleriyle hazır olmasa bile, işini yapan, daha iyi yapmaya
çalışan, gelişme yolunda ve sağlam karakterli gençler olması gerekirken, belli
yetişkin, eski, kadrolar üzerinde ve bunlar arasından bir görevlendirme
(çoğunlukla da, daha önce görev almış kadroları adeta yeniden keşfederek) yapmaya
çalışıyoruz, yapıyoruz. Yetişkin, eski kadrolarımızı, elbette görevlendirecek
ve sorumlandıracağız; ama özellikleri, kapasiteleri, olumlu ve olumsuz
yanlarıyla, yetenekleri ve yeteneksizlikleriyle tanıdığımız kadroları yeniden
aynı ya da benzer işlerde görevlendirmenin gereği ve anlamı nedir? Bu şu
anlamlara gelebilir ya da şu sonuçlar çıkarılabilir. Ya sadece belli sayıda
kadroya sahibiz, genç ve yeni kadro yetişmiyor ya da yetiştiremiyoruz (böyleyse
bu vahim bir durumdur), bu nedenle görevlendirme gündemimize geldiğinde aynı
kadrolar arasında değişiklik yaparak sorunu çözmeye çalışıyoruz, çözmüş gibi
yapıyoruz. Ya da gençleri ve yeni gelişmekte olan kadroları görevlendirmekte
ürkek ve hem gençlere hem de kendimize güvensiz davranıyoruz.
Yeni ve genç kadrolar, gençlikten kadrolar kazanmakta ve yetiştirmekte
sıkıntılarımız olduğu bir gerçek, ama buna rağmen, sınırlı da olsa, hemen
yakınımızda belli görevleri üstlenmeye aday gençler olduğu da bir gerçek.
Öyleyse, genç ve yeni kadrolara özelikle gençlere, görev verme konusunda daha
cesur ve güvenli davranmalı, bu tutumuzla yeni gençleri de hazırlamalı ve
teşvik etmeliyiz. Gençleri yaşam ve geleceği hakkında bir karara varmış
olmaları, eğilim ve yönelimlerini esas alarak ama zamanında ve gecikmeden görevlendirmeli,
parti görevi almayı beklerken, görevsiz haftalar, aylar geçmesine ve bu arada
dökülmelere yol açmamalıyız. Gençleri görevlendirme sorunu; günlük parti
çalışmasına katılımları üzerinden zamanı geldikçe ve gecikmeksizin,
üstlenebileceği, yararlı olacağı ve aynı zamanda gelişebileceği en uygun alanda
görevlendirmektir. Yoksa; bekleyip, biriktirip onar, yirmişer görevlendirmek
değildir. Böylesi bir görevlendirme, hem geldikleri alanda boşluk ve
sıkıntılara yol açmakta, hem de yeni görevlendirildikleri alanda çalışma içinde
izleme, yardım ve teşvik etme açısından sorunlar yaratmaktadır, buna izin
vermemeliyiz. Yeni ve genç partililerin eksiklikleri ve yetersizlikleri
olabilir; bu noktada da iş bize yönetici organların, çalışma içinde izleme,
önlerini açma ve yardımcı olma görevlerini yapabilmelerine kalır. Yetişmiş
insan ve kadro ihtiyacını çözmenin başkaca da yolu yoktur.
Kadrolarımızı, her günkü çalışma içinde, çalışkanlık, verimlilik,
kişilik ve karakter olarak sağlamlık, yaşamını işçi sınıfı ve halka bağlama ve
adama, partiye bağlılık, parti programı ve çizgisine bağlılık, üstlendiği işe
sarılma ve görevini yerine getirmede kararlılık ve tüm özellikleriyle
tanıyarak, parti çalışmasının gereksindiği görevlerle sorumluluklar verilmeli,
gençleri parti çalışmasının çeşitli yönlerinde görevlendirmeli; daha ileri
görevlere hazırlamalı ve teşvik etmeli, parti çalışmasında görev almış tüm
kadrolara ve partililere işlerini daha verimli yürütebilmeleri ve
geliştirebilmeleri için her açıdan destek ve yardımcı olmalıyız. Parti
çalışmasını işçi sınıfı, emekçi halk ve gençlik içinde tüm yönleriyle
geliştirip güçlendirebilmemizin, parti olarak görev ve sorumluluklarımızı
yerine getirebilmemizin yolu buradan geçiyor.
Demokratik
merkeziyetçilik, sorumluluk ve disiplin
Uygulama
koşullarında farklılıklar olsa bile; ister yasadışı dar bir komünist partisi,
isterse geniş bir kitle partisi biçiminde olsun işçi partisi, salt merkeziyetçi
değil, demokratik merkeziyetçi bir partidir. Merkeziyetçilik, özet olarak
söylersek, görev alma ve bir işten sorumlu olmanın gerektirdiği disiplin temeli
üzerinde, alt organın üst organa (ve azınlığın çoğunluğa) ve bütün örgütün
(bilginin ve her şeyin merkezleşmesi yolundan) merkez organa uyması, tabi
olmasıdır. Peki, örgütlerimizde bu bakımdan durum nedir? Örgütlerimizde,
merkeziyetçiliğe karşı açık bir tutum ve kendini savunan bir gönülsüzlük
kuşkusuz yoktur; ama ne var ki, burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi
piyasasının, örgüt ve çevrelerimizdeki anlayış ve ilişkileri merkeziyetçilik ve
disiplin açısından bozucu bir rol oynadığı da yadsınamaz.
Demokrasi,
bilgi ve tecrübeleri paylaşma, ortak iradeyi oluşturmanın; sorumluluk ve
disiplinin gönüllülük temelini güçlendirmenin bir aracı iken; sorumluluk ve
disiplinin aşılanması ve merkeziyetçiliğin zedelenmesi, piyasa sosyalizmi
demokrasisi tavırlarının örgütümüzde ilgi alanı haline gelmesine yol da
açmaktadır. Paylaşmayı reddeden bireyci sorumsuzluk, hiçbir şeye karşı hiçbir
şekilde sorumlu olmama ve iş disiplini, üst organa uyma gibi değerleri asla
tanımama vs.. Örgüt, demokrasi ve bu tavırlarla
bir örgüt asla bir arada olamaz.
Demokratik
merkeziyetçilik ve merkeziyetçi örgüt yapısı, işçi sınıfının mücadele ve savaş
yeteneğinin örgütsel güvencesidir. Merkezileşme, örgütlenmek için bir zorunluluktur;
ama bu, asla demokrasinin inkarı değildir; aksine, hareketin çıkarına ve
partinin yaşamına bağlıyarak ona sınıf temeli kazandıran ve alan yaratan bir
olanaktır. Merkezileşmenin, bir örgütte zaman zaman sertleşmesi ve merkezden
yönetmenin gündeme gelmesi ancak olağan üstü düşman saldırıları karşısında
örgütü korumak ve varlığını tehlikeye atmamak için kullanılabilinir.; bu
aslında sınıf mücadelesinin koşulları ile ilgili ve geçici bir süredir.
Çalışma ve
işlerle ilgili olarak söz verip yerine getirmeme; yaptığı işten daha çok
konuşma; iş yapma yerine sızlanma, mızmızlanma; parti üst organlarının
çağrıları karşısında gerekli ciddiyet ve enerjiyle hareket etmeme; örgütün
olanaklarını, araçlarını ve daha çok da basın organlarını işlevine uygun bir
sorumluluk ve ciddiyetle ele almama; örgütün ve organların gündemlerini keyfi
bir şekilde değiştirme girişimleri içinde olma; örenme tutumunda olunması
gerekirken sözde eleştirici tutumda olmayı çizgi haline getirme; dikkatin parti
merkezine, basınına, sorumlu organlara ve ileri işçilere çevrilmesi gerekirken,
piyasadan örenmeye, parti hayatına oradan örendiği ile katılmaya daha çok
eğilim gösterme; veya daha çok görevliler arasında görüldüğü haliyle, çizgiyi
egemen kılma, gereklerini yerine getirme yerine, demokrasi adına yerel, geri ve
ilkel olana boyun eğme vs.. Görünüş ve biçim itibari ile bunlardan farklı , ama
bazen bunlarla iç içe, bazen de ayrı ayrı ortaya çıkan ve genellikle de
yukarıdakilerle benzer platformda bulunan (çokça da aynı) örgüt ve kişilerin şahsında
somutlaşan anlayış ve eylemler olarak; yapılan işin neye hizmet ettiğine
bakmadan, çalışmış olmak için çalışma ; çalışmış olmanın üstünlüğü nü
başkalarını dışlamada kullanma; kitleler karşısında yabancı kalma ve ayrı yerde
olmada ısrarla direnme; emekçilerin ve alt organların hakları karşısında
ilgisiz ve benmerkezci davranırken, üst organlar ve merkezileşme zorunlulukları
karşısında liberal ve demokratçı bir mevzide durmaya özel ilgi gösterme vs.
vs..
Çünkü
açıktır, işçi sınıfı ve bilinçli temsilcileri, merkezileşmeden; sorumluluktan,
örgütten ve disiplinden korkmaz . Bunların esin aldığı mihrakların, tüm
proleter örgütü ve disiplinini toprak köleliği rejimi gibi gören döküntü ve marjinal tabakalara dayanan
politik mihraklar olduğunu görmemek için herhalde kör olmak gerekir.
Merkeziyetçilik ve disiplin ve bu temele balanmış demokrasi, bunlar bir işçi
örgü tünü gerçek bir örgüt yapan, bileşimini ve yapısını belirleyen temel
örgütsel ilkelerdir.
Bütün bu
söylenenlerden yola çıkılarak, gelinen yerde örgütte merkezciliğin kimi
deneyimsizlikten, kimi alışkanlıklardan gelen kötü örneklerinin hayata
geçirildiğini hepimiz bilmekteyiz.
Komünist Parti yaşamı ve erekleri gereği, her zaman proleter
demokrasiden yana olmuştur parti içinde de aynısını uygulamak zorunluluğu ile
karşı karşıyadır. Kimse, kadroların kişiliğinin oluşumunun; örgüt kitlesinin ve
işçilerin çizgimizin geliştirilmesi ve uygulanmasına girişkenlikle katılışının
en iyi aracının demokrasi olduğunu, komünistlerden ve onların partisinden daha
iyi anladığını iddia edemez. Merkeziyetçilik ve disiplinin savunusu, örgütte
demokrasinin temel bulması ve serpilmesinin de bir güvencesidir. Bizim
söylediğimiz ve davasını güttüğümüz şey, örgütümüzün bir tartışma kulübü , bir
hobiciler çevresi veya sıradan bir örgüt olmaması; aksine, işçi sınıfının
sınıfın mücadelesi ve savaş örgütü olarak varlığı ve mücadelesinden başka bir
şey değildir.
Bu
nedenledir ki komünist parti, her zaman parti içi demokrasiden yana olmuş; ama
hiçbir zaman partimizin merkezleşmesine karşı çıkmamış; aksine, her zaman
demokratik merkeziyetçilikten yana çıkma politikası izlemiştir. İster dar
yasadışı, isterse geniş, açık bir kitle partisi olsun; eğer gerçek bir sınıf
partisi olacaksa partimiz, demokratik merkeziyetçiliğe sıkıca sarılma, demokrasiyi
güçlendirme ve demokratik merkeziyetçi yapısını sağlamlaştırma politikasını
uygulanan, pratik bir politika haline getirmek zorundadır.
Koşullar ne
olursa olsun, devrimci komünist partililer arasında; hareketin omurgasını
oluşturan görevliler kitlesi ve gençliğimizin fonksiyonerler topluluğu içinde,
bireyci sorumsuzluk ve disiplinsizliklere; demokratçı anlayış, tutum ve
eylemlere asla izin verilemez. Herkes kafasına kazımalıdır, örgütümüzün sorunu,
merkezileşme ve demokrasinin bastırılması vs.de değil; merkezileşme ve
disiplini olduğu gibi, demokrasiyi de tahrip eden ademimerkeziyetçi ve
demokratçı eğilim ve eylemlerdedir.
Örneğin,
disiplin tanımaz liberal demokratçı bireycililik ile, bu bireyciliğin başka bir
tür. olan benmerkezci solcu sorumsuzluğunun şu veya bu şekilde etkili olduğu
bir örgütsel ortamda; sınıf mücadelesinin disiplinli bir biçimde
sürdürülmeyeceği gibi; sınıfa ve halka karşı sorumlu kadrolar, sınıf mücadelesi
deneyiminden geçmiş uzman profesyonel sınıf önderleri de asla yetiştirilemez.
Bu ve benzer görevler açık ki, sorumluluk ve disiplinin tartışmasız egemen
olduğu; herkesin belli bir işbölümü ve işbirliği içinde işini yaptığı; başta
işçiler herkesten öğrendiği, herkesle paylaştığı; demokrasi ve
merkeziyetçiliğin örgüt yaşamına yön verdiği ve gerçek temeline doru
yönlendirdiği bir ortamı gerektirir.
Çalışmamızdaki
zaaf ve eksikliklerin tasfiyesinin ve hareketi güçlü bir sınıf mücadelesi
yürüten savaşçı bir örgüte doğru götürmeyi
başarmamızın yolu, saflarımızdaki ademimerkeziyetçi , bireyci, liberal
etkiye ve onun her türden görüntüsüne karşı sonuç alıcı bir savaş ilanından
geçmektedir. Nereden, nasıl bakılırsa bakılsın, örgütlerimiz bu savaşı,
arındırıcı, eğitici bir savaş olarak ilan etmeye ve onu akılla, yetenekle,
sorumlulukla ve cesaretle sürdürmeye mahkumdur.
Yoldaşlar
Devrimci-komünist konumlanmanın
başlıca özelliği, komünist hareketin tarihsel bir hareket olduğunun bilince
çıkartılmasıdır. Tarihsellik, hem onun bir geleneği, devrimci bir varoluşun ve
işçi hareketinin en ileri düzeyinin birikimini temsil etmesinde; hem de
geleceğe uzanan bir perspektifi taşımasında somutlaşır. Geleneği konusunda
açıklığa sahip olmayan bir komünist hareket olamayacağı gibi, kendini yalnızca
gelenekle var eden, gelecek perspektifi olmayan bir komünist hareket de
düşünülemez. Belli bir zaman dilimi içinde ortaya çıkan komünist hareket,
kendinden önceki birikime dayanarak, onu hareket noktası alarak ortaya çıkar;
ama öte yandan da, geçmişin olumsuz deneyimlerini, sınıflar savaşının ortaya
çıkardığı yeni özellikleri diyalektik materyalist yöntemle süzgeçten geçirerek
gelecek perspektifini ortaya koyarak, proletarya hareketine yol gösterir.
Açıkça ortaya konulmalıdır ki, bu
geleneğe sahip çıkma iddiasında olanlar bu hareketin süreklilik ve kopuş
noktalarını net bir şekilde ortaya koymaktan kaçınmayacaktır. Geçmişi reddetme
iddiasında olanlar da, bunun gerekçelerini, , TDKP’yi nostaljik anıların konusu
haline getirerek onun gerçek niteliğinin üstünü örtmektedir. TDKP, bu
topraklarda komünistlik iddiasıyla varolanların “sahip” çıktığı bir geleneği
ifade etmektedir. Ancak bunun dışında kalanların kendilerince “sahiplenme”
iddiaları gerçekte neyi “sahiplendikleri” belli değildir.
Uzun zamandır TDKP hareketinin yeniden ayağa
kalkmasının zorunluluğunun kendisini dayattığı bir ortamdayız. Ülkemizde işçi
sınıfı üzerinde faşist diktatörlüğün saldırılarının artması, sınıf mücadelesini
yeni bir ivmelenmeyle karşı karşıya bırakmıştır. Bu ivmelenmede ibre ya işçi
sınıfına, ya da faşist diktatörlüğe doğru dönecektir. Bunu belirleyecek olan da
işçi sınıfının önderlerinin yeniden sınıf ve sınıf mücadelesindeki yerini
almasıyla mümkün olacaktır.
Gerçek
anlamda komünist mücadele, dünya çapında gerilemektedir. Yıllardır komünist
mücadelenin öncüsü Marksizm burjuva okullarına terkedilmiş ve onların daraltıcı
etkisine terk edilmiştir. Marksizm’in kavranışındaki eksiklik ve parçalı
algılanışının yol açtığı boşluk post-Marksist, revizyonist, yasalcı ve
oportünist kuramlar ve pratiklerle doldurulmuştur. Uluslararası arenada
Marksizm’in ve komünizmin resmi temsilciliğini yüklenecek yapılar ve
yapılanmalar oluşturulamamıştır. Emperyalizmin ekonomik bağımlılığı ve
politik tahakkümü altındaki ülkelerde,
küçük burjuvazinin devrimciliği Marksizm adı altında, genelde popülizm,
yasalcılık, milliyetçilik ve küçük burjuva sosyalizmine dayanarak Devrimci
Marksist kuramın temel ilkeleri ve pratiğini çarpıtmaktadır. Bu oportünizmi
kendi geçmişimizde ve geçmiş programımızda da görebiliriz.
Bütün post-Marksist,
revizyonist ve küçük burjuva-sosyalist akımlara karşı, Komünist Parti
Programımız bizim kimliğimizi Devrimci Marksizm olarak açıkça tanımlamalıdır.
Biz, Komünist Manifestoda belirlenen, Ekim Devrimi ile iktidarını kurabilen,
yaşamak için, üretmek için burjuvaziye
ihtiyacı olmayan dünya işçi sınıfının bir parçasıyız. Toplumsal devrimini
örgütlemede sürekliliğinin göstergesi olan uluslararası bir sınıfsal hareketin
de kurucu yapıcı ve sürükleyen parçası olmak zorundayız..
Biz, ister
ulusal ister uluslararası burjuvazi ve küçük burjuvazinin Marksizm’i
çarpıtmalarına karşı Devrimci Marksizm’i ve Bolşevik politikaları yeniden
canlandırmaya Bolşevizmin yeniden canlandırılması- kararlı bir hareketin
parçasıyız. Zira Türkiye işçi sınıfı olası iktidarı dünya işçi sınıfının
iktidarı olacak bir sınıfın parçasıdır. Bu amaç, bizi diğer sınıfsal amaçları olan diğer devrimci akım ve
örgütlerle ayrıştıran ana ayraçtır.. Bu amaç bizi bütün revizyonist ve küçük
burjuva-sosyalist hareketlerden ayırır. Bugün dünya komünist hareketinin
gerilediği mevzilerini kaptırdığı, teorik olarak Marksizm karşıtı düşünce
akımlarının at oynattığı ve egemenlik
sağlamaya çalıştıkları bir dönemde Bolşevik savaşçı ruhun canlandırılması uğruna
da amansızca savaşmalıyız. Bu savaş olmaksızın sosyalizm mücadelesi verilemez.
Türkiye’de var olan devrimci siyasal örgütler ne
yazık ki gelişmeleri ve sınıf içindeki tutumlarıyla, 1978’lerde başlayan
gecekonducu mücadele biçimlerinin sınırını aşamadığından hala aynı noktada
dönüp durularken işçi sınıfı ile bağ kuramamaktan veya kendilerini aldatmakla
meşguller.
Gelinen nokta mücadelenin kendiliğinden salınımının
yükseldiği bir dönemdeyiz. Dünya tarihi ispatlamıştır ki kendiliğinden hareket
tüm dünyayı bile sarsa toplumsal devrimlere yol açamaz. Öncüsüz devrim olmaz.
Uzun zamandır öncüsünden ayrı kalan sınıf hareketi üzerindeki ölü toprağını
silkeleyerek yeniden ait olduğu alana dönmelidir. Parti, işçi
sınıfının bir en ileri, en bilinçli ve bu nedenle en devrimci kesimi ve onun
bir parçasıdır; Devrimci komünist parti en iyi, en bilinçli, en adanmış ve en
uzak görüşlü işçilerden oluşur.
Türkiye’de
Devrimci Marksizm’in Komünist Parti Programı bayrağı altında örgütlü bir
komünist safın belirmesi devrimci proletaryanın tarihsel amacının gerçekleştirmesi
ve Bolşevik mücadele ruhunun canlandırması yeni hareketimizin temel
görevlerindendir. Ancak bu mücadele sadece pratik bir mücadele değildir. Teorik
mücadele ile gerek Marksizm içi anlayışların gerek Marksizm dışında kalan
anlayışlarla kesin sınırlar çizilmelidir. Bu mücadele aynı zamanda komünist
pratiğin özel yöntemlerinin yeniden elde edilmesi ve yerleştirilmesi için
kararlı bir tutum alınmasını gerektirmektedir.
Bu
yöntemler Marksizm’in devrimci kuram ve komünistlerin programıyla işçi sınıfı
içindeki işçi ve komünist-olmayan öteki parti ve siyasal güçler karşısında ayrı
ve bağımsız kimliklerinin tanımlanmasının ayrılmaz bir parçasıdır. Devrimci
Marksizm yalnızca kuramları ve erekleriyle değil kendi pratiğine özgü yöntemler
ve geleneklerle de tanımlanan ve belirginleşen işçi sınıfı içinde yaşayan ve
etkin olan bir eğilimdir. Bu yöntemler ve gelenekler komünizme ve komünistlere
özgüdür. Bunlar Marksizm’in devrimci amaçlarına ve programına dayanmaktadır, bu
programın ayrılmaz parçasıdır ve hareketimizin pratik kimliğini belirler. İşçi
sınıfı örgütlenmedikçe kendi başına bir bireyler topluluğundan öteye bir şey
değildir. Dünya sınıfsal mücadeleler tarihinin Marksistlere öğrettiği şeylerden
biriside örgütsüz olunmayacağıdır. “İşçi sınıfı her zamankinden daha fazla,
sıkı bir örgüte ihtiyaç duyuyor. Şimdi o, bir saniye bile kaybetmeksizin
kendisini bu mücadelelere hazırlamak için yorulmak bilmeden çalışmalıdır.”[406]
İşçi
sınıfına ve örgütlerine saldırı, ve tasfiye hareketi bir çok yönlü olmaktadır.
Saldırı sadece Marksizm’den sapma ve
komünistlerin teorik kimliğinin çarpıtılmasıyla değil, bizzat burjuvazinin
desteğinde propaganda, yayılma, örgütlenme, parti içi mücadele, taktiklerin
tasarlanıp gerçekleştirilmesi, kısacası bütün bir komünist pratiğin kimliğinin
başkalaştırılmasıyla ve yok edilmesiyle sonuçlanmaktadır.
Günümüzde işçi sınıfı
mücadelesini canlandırmak Türkiyeli Devrimci Komünistler için özel bir anlama
bürünmüştür. Bu nedenle, Devrimci Komünist Parti Programı Türkiye Devrimci Marksistlerin
revizyonizme ve proletarya sosyalizmi dışında olanlara karşı bütünsel
eleştirisinin belirmesi ve Devrimci Marksizm’in yalnızca Küçük burjuva
revizyonizmden değil revizyonizmin bütün biçimlerinden siyasal-ideolojik
bağımsızlığının bayrağı olmak durumundadır. Bu belirleyicilik Türkiye Devrimci Komünist Partisini “yeniden
yaratma” eşiğine getirmiştir.
Komünist
Parti Programı’nın hazırlanması ve önümüzde duran Komünist Partinin yeniden
kuruluşu ve yaygın komünist pratiğinin gerçekleştirilmesi gibi acil görevler
hareketimizin pratiğin ilke ve
yöntemlerini yeniden canlandırıp uygulanmasına olan gereksinimini
göstermektedir. Komünist Parti devrimci proletaryanın teorik ve pratik
bağımsızlığının organıdır, bu yüzden partinin kurulması için Komünist Parti
Programı güçleri Leninist örgütlenme teorisi ışığında, Bolşevik pratik
faaliyetin ilkelerine kavuşmalıdırlar. Bu bizim şimdiki koşullarda pratikte
komünist Partiyi yeniden kurmamızın anahtarıdır.
Öte yandan
gelinen yer ve sınıf mücadele pratiği, Komünist Parti Programı’na ulaşma ve
Küçük burjuva, yasalcı, revizyonist
pratiklerin iflas etmesi hareketimizin Komünist Partiyi kurma yönünde son adımı
atması için en iyi koşulları sağlamıştır. Biz, Devrimci Marksizm’in saflarında
Küçük burjuva yöntemleri kesinlikle eleştirmeye, bu yöntemlerden bütünsel
sınıfsal biçimde kopmaya ve komünist pratiğin yöntemlerini pratik çalışmanın
bütün düzeylerinde yaygınlaştırıp güçlendirmeye
kararlıyız.
1-
Leninist örgütlenme anlayışı ile komünist pratiğe
özgü gelenekler ve yöntemlerin saflarımızda yeniden elde edilip güçlendirilmesi
yalnızca Küçük burjuva ve yasalcı örgütlenme anlayışı ve pratik çalışma
yöntemlerinin ilkelerinin bütünsel eleştirisi, bu teori ve yöntemlerin küçük
burjuva özelliklerinin kavranmasıyla olanaklıdır.
Marksist
teori ile komünist pratiğin ilkeleri, sınıfla birlikte onun önünü açan ve
mücadeleye davet eden pratik temellere, her düzlemde Marksist görüşlerin
yayılması ve güçlenmesinin yolunu tıkayan Marksizm dışı bakış açılarının
sürekli olarak eleştirilmelerine dayanmaktadır. Sınıfsal bir hareket içinde
Marksizm’in öğretilmesi ancak bu hareket içindeki sapma ve eylemlere karşı
mücadeleyle olanaklıdır. Bu durumda bize yol gösteren, Marksist-Leninist
örgütlenme anlayışının hayata geçirilmesidir. Bugüne kadar, başvurulan yöntemler
devrimci doğruluklarını göstermiş olsalar bile hareketimizi Marksizm adı
altında egemenlikleri altında tutmuş olan örgütlenme anlayışı ile pratik
yöntemlerin bütünsel eleştirisiyle olanaklıdır.
Türkiye devrimci Marksist
hareketinin kendi eylemliğini genişletmesi, komünist partinin ayağa dikilip
sınıf mücadelesi içindeki teorik mücadelesi artık “sınıf içinde sınıfla
birlikte reformizmin, yasalcılığın ve popülizmin” eleştirisi ve mücadelenin
çeşitli alanlarında komünist örgütün pratik etkinliklerinin ilkelerini
sunmasına odaklanmalıdır.
2-
Bütün siyasal örgütlenmeler, belirli sınıfların
iktidar hedeflerini gerçekleşmesinin aracıdır. Her örgütün ana özelliği, eylem
yöntemleri ve çalışma biçimi son tahlilde bu sınıfsal çıkarlarla örtüşür.
Öyleyse Devrimci Marksizm’in Küçük burjuva, yasalcı, oportünist ve
revizyonist örgütlenme kuramı ve
pratiğine yönelik eleştirisi teknik değil sınıfsal bir eleştiridir.
Popülizmin
ve yasalcılıkla belirginleşen ve her türlü burjuva örgütsel davranış, bilinçli
bir tercih veya komünist eylem ilkelerini bilmemesinden kaynaklanmaz. Bu
örgütlerin, eylem ve yöntemleri söz
konusu sınıf ve tabakaların, siyasal bakışının, programatik yöntem ve
amaçlarının kaçınılmaz sonucu ve cisimleşmesidir. Marksizm dışı örgütlenme ve eylem biçimlerinin
eleştirisinin, bu eleştirinin belirli, somut sorunlarla karşılaşma alanlarına
genişletilmesinin gerekli koşulu budur. Eleştiriyi sadece popülizm, yasalcılık
veya oportünist eylem biçiminin teknik ve uygulama yönleriyle sınırlamak bu
anahtarı bırakmak anlamına gelir.
3-
Taktik politikaların değişmez sosyalist amaç ve
temel ilkelere dayanmaması, komünist hareket dışındaki Küçük burjuva örgütleri
oportünist taktik-süreç, politikalara ve burjuva politikaların değişimi
ölçüsünde sürekli siyasal yalpalamaya itmektedir. Sosyalist programın temel
ilkelerinin yokluğu, popülizmin taktik konusunda oportünizm ile anarşizm
arasında yalpalamasının, keskin siyasal dönemeçlerde örgütsel dağınıklığı ile
örgütsüzlüğü isteyişinin ana kaynağıdır. Komünistlerin burjuvazinin politikaları
ve siyasal gelişmeler karşısında çalışma ve örgütsel kararlılıkları komünist
program ile taktiklerin ilişkili oluşları, taktiklerin komünist programın erek
ve ilkelerine dayanmasından kaynaklanmaktadır.
4-
Küçük burjuvazinin program ve politikadaki
devrimciliği, devrimci-demokrat eylemi örgütlemeyle sınırlı kalmak Küçük
burjuva örgütlerin propaganda, yaygınlaşma ve örgütleme ana etkinliklerinin
nesnesinin özel olarak işçi sınıfı değil toplumun bilumum demokrat kesimleri
olmasına yol açar. Popülizmin işçi sınıfı içinde etkinlikte bulunduğu
uğraklarda bile kendini sınıfın sosyalist, bağımsız örgütleyicisi olarak değil
“sürekli demokrat” bir güç olarak işçi sınıfını harekete geçirecek bir örgüt
olarak tanımlar. Bunun altı sürekli olarak çizilmelidir. Küçük burjuvazinin
sınıf mücadelesinde kolaycı gelen yöntem ve anlayışları dayatması ve kitleler
nezdinde ilk elden kabul görülmesi kitleleri ilk anda bizden uzaklaşmış gibi
gösterebilir ama bunlar bizleri yıldırmamalıdır. Yasalcılığın ve kolaycılığın getirdiği
sonuçlar işçi sınıfı mücadele tarihindeki örnekleriyle anlatılmalı yasalcı,
oportünist ve revizyonist her tür düşünce mahkum edilmelidir..
5-
Popülizm örgütsel görüşünün sınıflar üstü özü
gereği işçi sınıfı ile küçük burjuva kesimlerin toplumsal konumlarının nesnel
farklılıklarını yadsımak zorundadır. Bundan dolayı kişileri toplumsal-ekonomik
konum ve kimliklerinden ayrı toplumdan kopmuş birimler biçiminde kendi örgütü
içinde örgütler. Örgütlenmekten, yalnızca kendi teşkilatını örgütleme anlamında
kavrar, işçi sınıfını bir sınıf olarak örgütleme becerisini gösteremez.
Komünistler için örgütleme nesnel varlığı dolayısıyla mücadeleci olan toplumsal
bir sınıf olarak işçi sınıfını örgütlemek anlamına gelir. Komünist örgüt işçi
sınıfını yaşam ve üretim ortamında örgütler ve öncüsü olur. Komünist örgüt ve
komünist partinin temel örgütlenme birimleri ve hücreleri öncü ve mücadeleci
işçilerin ve doğal işçi önderlerinin kendi yaşama, üretim ve etkinlikleri
ortamında oluşturduğu birimlerdir.
6-
Komünist örgüt her şeyden önce etkinliğinin ana
nesnesini işçi sınıfı olarak belirler, işçi sınıfının, özellikle de öncü
işçilerin ve doğal işçi önderlerinin sosyalist örgütlenmelerini, burjuvazi
karşısında işçi sınıfının mücadele saflarını sıklaştırmayı sürekli ve temel
görevi olarak tanımlar. Demokrasi için mücadelede, özellikle demokratik bir
devrimde, komünist örgüt proletaryanın bağımsız safını oluşturmayı, proleter
olmayan emekçileri proleter politikalar çevresinde örgütlemeyi ve harekete
geçirmeyi, demokratik harekete proleter önderliği dayatmayı önüne amaç olarak
koyar.
7-
Bundan Komünist örgütlenme dışındaki örgütlenme
biçimleri, siyasal mücadeleyi sınıflar arasındaki nesnel mücadelenin temelinde
değil “örgüt” temelinde tanımlayan biri kendinde örgüt yapısındadır. Onlar için
mücadele “örgüt” ile bütün sınıfsal belirlenimlerinden soyutlanmış ve “rejim”
olarak sınırlanmış düşman arasındaki mücadeleye indirgenir.
Türkiye
devrim mücadelesi deneyimi de Küçük burjuva mücadele anlayışını bütünüyle açığa
çıkarmıştır. Genelde kendisini gösteren ekonomizm veya onun özgün biçimleri ve
ekonomizmin bir biçimi, ekonomizm ya da
kendiliğinden yığınsal eylemlerin arkasından sürüklenmek, Marksistlerin
dışındaki etkinliklerinin pratik bir özelliğini açığa vurur. Mutlak bir biçimde
ortaya çıkan eylem ve mücadelelerin ister doğrudan ister kendiliğinden olsun
peşine takılmak örgütlerin temel anlayışı olmuştur. Mücadelede sürekliliğin
yakalanamaması, karasızlıklar veya örgüt iradelerinin başka küçük burjuva
ulusallıkla daraltılması, siyasal yüzeyselliklerinin ve küçük burjuva dar
görüşlülüklerinin göstergesidir.
8-
Komünistler işçi sınıfının yalnızca kendi gücüyle
özgürleşebileceğine inanırlar. [Komünistler] işçi sınıfının bilinçli ve örgütlü
kesimi olarak amaçlarını, görevlerini işçi sınıfı yığınlarının burjuvaziye ve
burjuva devletlerine karşı doğrudan, devrimci eylemlerini parti sloganları ve
taktikleri temelinde, parti örgütünün önderliği altında örgütlemek olarak
tanımlarlar. Komünistler İşçi sınıfına toplumsal bir sınıf olarak kendi
sloganları ile mücadele yöntemlerini takınmak üzere seslenir, sınıfı
örgütlerler.
9-
Son yıllarda güdülen politikalar Türkiye’de, var
olan halkçı örgütlerin propaganda ve yaygınlaşma yöntemlerinin ve içeriğinin
küçük burjuva özelliklerini bütünüyle ortaya çıkarmıştır. Küçük burjuva örgüt
için yaygınlaşma pratikte “örgüt içi yaygınlaşma”dır; bu, “örgütün” son
tutumlarını üyeler ile sempatizanların tutum veya davranışları olarak açıklamak
ve gerekçelendirmek ötesinde bir anlam taşımamaktadır. Propaganda da “örgütün
tutumlarını” yeni siyasal olaylar karşısında tekrar tekrar sloganlar ve
klişeleşmiş formülasyonlar biçiminde dile getirip gerekçelendirmeye, burjuva
devletinin siyasetçileri ile kurumlarının ahlaki açıdan deşifre edilmelerine,
biçimsiz ve örgütsüz yığınları kendiliğinden eylemlerini yoğunlaştırmak ve
yaygınlaştırmak için kışkırtmaya indirgenmiştir.
10-
Komünist Devrimci programdan, ilkesel taktiklerden
yoksun olduğundan, siyasete ve siyasal mücadeleye soyut yaklaşımından dolayı
karalı bir propaganda politikası izleyemez. Siyasal olaylar ile burjuva
politikalar komünist hareketin dışındaki yapılanmaların propagandalarının
içeriğinin ve özünün belirlenmesinin ana etkenidir. Böylece burjuva anlamda
propaganda ve yaygınlaşma bir yandan içerik ve öz olarak karmaşık ve çetin,
“teorik” ayrıntılar ve inceliklerle dolu bir olaya dönüşür; öte yandan
pratikte, “yığınlar”la ilişkide muhataplarının eğilimleri ve bilinçleri
seviyesine değin indirgenir. Örneğin kurulan kültür merkezlerinde “işçi sınıfı
bilinci geliştirmek” amacı adı altında Komünizm adına Akademistlik ve küçük burjuva aydın kuyrukçuluk son
dönemin propagandasının ve yaygınlaşmasının ayrılmaz parçasıdır.
11-
Komünist propaganda ve yaygınlaşma çalışma alanı ve
muhatap olarak mücadeleci işçiler, işçi ve emekçi yığınları olarak seçer. İşçi
sınıfını kendi çıkarları konusunda bilinçlendirmenin ana aygıtı sınıf saflarını
örgütlemek, geniş kitleleri devrimci proletaryanın sloganları ve yöntemleri
çevresinde mücadeleye katmak, pratik mücadelenin bütün alanlarında işçi
sınıfını ve emekçi kitlelerini sürekli olarak yönlendirmektir. Komünist program
ve taktik komünist propagandaya dayanıklı, sürekli ve yalpalamayan bir özellik
katar; komünist propagandanın değişik düzlemlerde pratik mücadelenin sorunları,
muhatapların bilinç seviyeleri ile siyasal bilinçleri düzeyinde çeşitli
biçimlere bürünmesine, aynı zamanda partinin biricik ve bütünsel taktik ve
politikalarını, devrimci, öncü içeriğini kendinde yansıtmasına olanak sağlar.
Komünist işçilerin ve militanların sürekli ve karalı biçimde bu her komünistin
görevini yerine getirebilmeleri yalnızca komünist program ile taktiğin
propaganda ve yaygınlaşmanın temelini oluşturması yoluyla olanaklıdır.
12-
Küçük burjuva devrimciliği, bireyleri nesnel
toplumsal-sınıfsal konum ve ilişkilerden soyutlanmış birimler olarak örgütlemek
her şeyden önce küçük burjuvazinin, özellikle küçük burjuva aydınlarının
ekonomik-toplumsal konumuyla örtüşmektedir. Bu neden den dolayı bu tarz örgüt
özünden dolayı işçi dokusu olan bir örgüte dönüşemez.
13-
Toplumsal-sınıfsal kimlikten yoksun bireylerden
oluşan küçük burjuva örgütler zorunlu olarak dar, süreksiz ve amatördürler.
K.Burjuva örgütteki örgütsel ilişkilerin kişisel özelliği demokratik
merkeziyetçiliği liberalizme, bürokratizme ve dar birimciliğe indirger.
Komünist
örgüt sağlam ve bütünsel bir önderliğin altında çeşitli ekonomik üretim
alanlarında, bölgelerinde ve birimlerinde etkinlikte bulunan işçi sınıfının
pratikteki önderlerinin örgütlerine dayalı, gücünü, etkisini militanlarının
birimlerinin işçi sınıfı önderleri ve yığınlarıyla ilişkileri yoluyla elde
eden, bu yüzden hareketini çeşitli alanların etkinleri ve militanlarının görüş
alış verişi ve demokratik karar mekanizmalarına, bu militanların
mücadelelerinin bütünsel olarak tek bir merkez aracılığıyla yönlendirilip
uyumlulaştırılmasına dayandıran bir örgüt olarak gerçek anlamda demokratik
merkeziyetçiliği gereksinen, aynı zamanda onu uygulayabilen biricik örgüttür.
14-
Örgütsel pratikte Bolşevik yöntemler takınmak
Komünist Partinin kuruluşuna bırakılmamalıdır, bu politikaları hayata geçirmek
yalnızca Partinin görevi değil her zaman, her koşulda bütün komünist birimler,
örgütler ve kuruluşların görevidir.
Komünist
Partiyi komünistler kurar, temel olarak komünistler teorik ve pratik
kimliklerinin her iki alanında komünist olmak zorundalar. Pratik komünist
yöntemler, tıpkı Devrimci Marksizm’in teorik-programatik bakış açıları gibi,
bizim komünist kimliğimizin bir parçasıdır. [Bu yüzden] Parti ve işçi sınıfı
hareketini örgütlemek için Partinin olmadığı koşullarda mücadele eden bütün
komünist örgütler tarafından aynı ölçüde gözetlenmelidir. Saflarımızda komünist
pratik yöntemler takınmayı Partinin olmayışı bahanesiyle Partinin kuruluşuna
erteleyen, bu yüzden Küçük burjuva pratik etkinlik yöntemlerini sürdüren ve
gerekçelendiren eğilimlerle Marksizm’e yabancı teorik bir sapma, Türkiye
devrimci proletaryasının tek, bütünsel partisinin kuruluşu yolu üzerinde gerçek
bir engel olarak mücadele etmeliyiz. Türkiye Komünist Partisi’nin sözcüğün
gerçek ve pratik anlamında kuruluşu yalnızca teorik ve pratik her iki alanında
kendilerini işçi olmayan sınıfların siyasal güçlerinden ayırabilen
militanların, kadroların ve örgütlerin eseri olabilir.
Eski ve Yeni Mücadelesi
Eski ve
yeni kendi içinde diyalektik çatışmasını yaşamın her alanında ısrarla ve
kavgasından hiç ödün vermeden sürdürür. Zira bu ısrar maddenin hareketinin
olmazsa olma koşuludur. Maddenin hareketinden, gerçek yaşama alanına kadar
kendisini farklı bir biçimde ortaya koyan hareket, gelişmede eskinin yeniye
karşı direnişi biçiminde ortaya çıkar. Yaşayan her şey diyalektik yasalara
bağlı olarak gelişir ve yaşamını tamamlayıp ölür. Bu ölüm onun bağrında bir
yeninin doğmasının sağlanmasına yol açar ve hareket bu biçimiyle sonsuza dek
yürür.
Eski ve yeni tartışmasın yaparlarken genel
olarak eskiyi kıstas almaktadırlar. “bir
tek şeyin esas alınması gerektiğini... o da ; partimizin programını ve tüzüğünü
, ideolojik-siyasal çizgisini doğrusu ve yanlışıyla sürecin ardında ikinci bir
kongreye kadar savunmak olmalıdır. “ diyor yoldaşlar. Peşinden hemen ekliyorlar “Kuskusuz 25 yıl
önce savunulan günün şartlarında alınan bazı kararların ve zaaf ve
yanlışlıkları bugün savunmak zorunda değiliz elbet” peki savunmak zorunda
olduğumuz nedir? Zaafları ve yanlışlıkları bir kenara bırakıp savunmayacak isek
yerine yenilerini koymak zorunluluğuyla kaşı karşıyayız demektir. Yeni bir şeye
karşı da “ideolojik siyasal çizgiyi doğrusu ve yanlışıyla savunalım” deniyor.
Sonuçta belirginleşen o dur ki; eskinin yanlış ve zaaflarının yerine yenisini koymak
zorunluluğudur. Zaaf ve yanlışlıklar atıldığında geriye kalan ve yenilenen
artık eski değildir yenidir. Eskinin bağrından doğan bir yeni...
Marx ve Engels Manifesto’da ele
aldıkları, gelişmenin eski ile yeninin savaşının bir biçimi olduğunun vurgulanması
ve işin aslıdır. Kapitalizmin kendisinin sonunu hazırlamasındaki savaşın özünü
burjuvazinin varlığını sürdürmesinin zorunluluğu olarak tanımlar. Manifesto
şunları söylemektedir:
“Burjuvazi üretim gereçlerini,
bu yolla üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte toplumun tüm ilişkilerini
sürekli devrimcileştirmeden varolamaz. Eski üretim biçimlerinin aynen
korunması, tüm önceki endüstriyel sınıflar için, tam tersine, varlıklarının ilk
koşuluydu. Üretimin sürekli devrimcileştirilmesi, tüm toplumsal koşulların
aralıksız sarsılması, sonu gelmeyen belirsizlik ve çalkantı, burjuva çağını tüm
önceki çağlardan ayırır. Tüm sabit, donmuş ilişkiler, peşlerine takılan çok
eski ve saygıdeğer önyargı ve görüşlerle birlikte süpürülüp gider, tüm yeni
oluşmuş ilişkiler daha kemikleşmeden eskir. Katı olan her şey uçup gider,
kutsal olan her şey aşağılanır ve insan, en sonunda yaşamının gerçek
koşullarını ve kendi türü ile olan ilişkilerini sağlam kafayla yüzlemek zorunda
kalır.”[407]
Dikkat etmek zorunda olduğumuz
bu açıklamalarda: “Üretici güçlerde sürekli büyüme, toplumsal ilişkilerde
sürekli yok olma, düşüncelerde sürekli oluşma hareketi vardır." Burjuva
egemenliği altında işte bu üç süreç birlikte işlemektedir. Burjuvazinin
devrimciliği, karşı-devrimciliği, gericiliği; proletaryanın devrimci varlığı,
komünizm fikrinin oluşması... Hepsi birliktedir. Burada aslolan halka “Burjuvazi, üretici güçleri devrimci değişime
uğratmadan varolamaz... Üretimin sürekli devrimcileştirilmesi, tüm toplumsal
koşulların aralıksız sarsılması, sonu gelmeyen belirsizlik ve çalkantı, burjuva
çağını tüm önceki çağlardan ayırır.” Ve bugün, yirmi birinci yüzyılda,
burjuvazi üretici güçlerde devrimci değişim yaratma yeteneğine hâlâ sahip
midir? Eğer üretici güçler hâlâ devrimci değişime uğratılmaktaysa, bunu günlük
yaşamımızda sıcağı sıcağına yaşamaktaysak, o zaman kabul etmeliyiz ki,
sahiptir. Ama bunun onu ilerici kılıp kılmadığı sorusunu politik olarak
sormaktan geri durmamalıyız. Zira aldatmaca burada başlamaktadır. Bizler bu
aldatmacayı açığa çıkartmak durumundayız. Burjuvazi hala eskiyi temsil eden
olarak politik gericiliğiyle varlığını yeni sınıfa karşı korumaya
çalışmaktadır. Bizler nasıl ki burada yeninin yanında yer alıyorsak kendimizi
de yenilemekle yükümlüyüz.
Gelişme kendi tarihsel seyri içinde bağlı olduğu yasaların
belirleyiciliği altında çalışır. İradenin işin içine girmesi ile gerçekleşen
bir takım zorlama atlamalar veya müdahale etmeye çalışan, öznece gereksiz
görülen ayrıntılar, kendisini süreç içerisinde ortaya koyar ve dayatır. Her
şeyin birbirine bağlı olması yasası gereğidir ki; TDKP de “bu eleştiri ve öz eleştiri süreci devrimci norm ve
kurallara uygun olmak” zorundadır. Türkiye sol hareketinin muhalefet olma
özelliğinin aşılması, iktidara alternatif olmak, iktidar olmak mantığından
uzaklık söylenene muhalefet etmekten geçer. Muhalefet etmekte kolay yoldan
diğerinin söylediğinin tersini söylemekten geçiyor. Bu da bizi ilerletmek değil
aksine kısmı duraklamamıza neden olmaktadır. Oysa biz yeni gelişmeleri
tanımlayan ve bunları işçi sınıfı ile paylaşan ve iktidar mücadelesinde onun
önünü açan gücü temsil etmekteyiz.
İlerleme ve gelişmede yakalanacak halka
doğru sorunun sorularak, sorunun kaynağını tespit edip çözümleme çabasıdır.
Sadece sorunun tespiti, bir aşamaya kadar ilerlemek anlamına gelir ama sorunun
çözümü değildir. Genelde her yeni ilerlemede geriye bakarak ilerlenmesi
önerilir. Oysa hep geriye bakmak, öyle ki bu önerme nerdeyse önümüze hiç
bakacak fırsatı bize tanımamaktadır. Geriye bakmak sadece belli bir sürecin
tahlil edilip yerine yeninin konulması ile aşılan bir andır. Önemli olan yeni
sürecin tanımlanması gereğidir.
Hayır! Kimsenin bilimle, bilimsellikle
ilgisi yoktur! İsteyen, istediğini istediği gibi ortaya koyabilir ve ortaya
koyduklarını isterse bir süre sonra reddedebilir. "Bunu böyle ortaya
koyuyorsunuz ama, Marksizmde bu şöyle değil midir?" türünden sorular bile
olayların "gizemi" ile bastırılabilir.
Oysa Marksizm, kendisini, tek tek ya da tüm olarak Marksistlerin düşünce ve
davranışlarında ifade eder.
İlkeler, Marksist-Leninist ilkeler
yoktur! Onları savunmak ya da ortaya koymak "karın doyurmaz"!
Devrimci teori olmadan devrimci pratiğin nasıl olacağını keşfedenlerin,
Marksizmin onlarca yıllık deneyimine, bilgi birikimine "ihtiyaçları yoktur"!
"Ben yaptım oldu" anlayışının hemen her yerde egemen olduğu ve uzun
yıllardır benimsenir göründüğü bir toplumda, elbette siyasal oluşumlar da
farklı olamayacaktır.
Tarih hiç bir
zaman düz bir hat izlememektedir. Dünya sınıf mücadele tarihi onlarca yanlışlık
hata ve zaafla birlikte bir tarih oluşturuyor. Bize ait olan bu tarih içinde
yeniyi ve doğruyu yakalamak ve onu hayata geçirmek bizim emeğimize ve çabamıza
bağlıdır. İşte bu emek ve çaba bizi birbirimize benzeyen yanlarımızı ortaya
koyarak aynı olduğumuzu iddia edenlere karşı farklılığımızı ifade etmemizi
sağlayacak temel kıstası da oluşturmaktadır. TDKP
yenilenmek zorundadır; bu ifadeye karşı genel direniş, geleneğin ve tarihin
silinmesi kaygısının dillendirmekle başlıyor. Temel yanlışlık burada
başlamaktadır. Yeniyi yaratmak zorundayız bu ilke diyalektiğin inkarın inkarına
denk gelen gelişme yasasının kendisini dayatmasının zorunlu bir sonucudur.
TDKP
Türkiye devrim tarihinde Marksizm-Leninizm’i küçük burjuva dünya görüşü ile
savunan ve bu sınıfın bakış açısı ile işçi sınıfına yönelen, kısa bir sürede en
güçlü “komünist partisi” olma özelliğini ortaya koydu. Her zaman ilki yapmakla
belirginleşen özelliği diğer küçük burjuva hareketlerin de yönelimlerinin
belirlenmesinde oldukça etkili oldu. Arkasında bıraktığı artıkların bile
Türkiye siyasi arenasında etkileri devam etmektedir. Bugün için geçmişimizin
külleri üzerinde geleneğimizi Marksist-Leninist bir temelde her türlü küçük
burjuva dünya görüşünden arındırılmış bir biçimde diriltmek uğruna savaşıyoruz.
Bu savaş sınıf mücadelesinin bir parçasıdır. Uzun zamandır ertelenen
kongrelerini yapmaktan kaçınan ve sınıf mücadelesinin kaçakları naylon
konferanslarla fiili olarak tasfiye edilmeye
ve yok sayılmaya çalışılan partimiz geçmiş zaafları ve içindeki küçük
burjuva sosyalizm anlayışının da etkisi ile tamamen yok sayıldı.
Bizlere
“derdiniz dedir dostlar?” diye soruluyor; İşte bu anlamda geriye bakmaktan çok
eski defterlerin derslerini bir kenara yazıp onları, tarihin tozlu raflarına
kaldırarak onların üstünde yeniyi yaratmamızı şart koşmaktadır. Bunun için
arkamıza fazla bakmamızın bir önemi kalmamıştır. THKO’dan TDKP’ tasfiye
sürecine kadar devrim ve sosyalizm mücadelesinde can veren yoldaşlar bir fetiş
için değil komünizm uğruna canlarını vermişlerdir. Onların yaşamalarının amacı
olan yeniyi savunmak bize kalmıştır bunu da sonuna kadar götürmeye niyetliyiz.
Yeniyi savunmak
geçmişi inkar etmek, anlamına gelmediği gibi eskinin savunulmasında ısrar
anlamına hiç gelmez. Bizler neyin ve kimlerin devamı olduğumuzun bilincindeyiz.
Ama bu bilinci sürekli öne çıkarmaya çalışmak eskinin daimi savunusu
ilerlemenin önünde engel olma çabasıdır. Bu çabada politik literatürde
“gericilikle” adlandırılır. Başarılar ve yenilgilerle zenginleşen geçmiş
deneyimlerimiz bizim avantajımızı oluşturmaktadır. Eski Marksist kuşaklar ve
geçmişimiz karşısındaki avantajımız, yalnızca 1980 öncesi değil aynı zamanda
1980 sonrası da dahil olmak üzere sol oportünizmin ülkemizde yarattığı
tahribatın devrimcilik adına aşılması ve sonrasında işçi sınıfına yönelme ve Marksizm’e
sarılmaya çalışan devrimcilerin bize bıraktığı mücadele geleneğimizin
olmasıdır. Marksizmin ustalarının bize
öğrettikleri Marx’ın deyişi ile
"... İnsanlık kendi önüne ancak çözüme bağlayabileceği meseleleri koyar,
çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, meselenin kendisi ancak
onu çözüme bağlayacak olan maddi şartların mevcut olduğu ya da gelişmekte
bulunduğu yerde ortaya çıkar.[408] Marx'ın bu
sözleri bir sorunun öneminin kavranması ve geniş olarak tartışılması yönünden de
büyük önem taşır. Teorik bir sorun ancak olaylar onu öne ittiğinde önem
kazanır. Bir sorun yıllardır dünya çapında tartışılıyor olsa bile, eğer ülkenin
özel şartları henüz bu meseleyi öne çıkarmıyorsa, pratiğin devrimcilerin önüne
koyduğu görevlerin bu sorunla ilgisi yoksa veya bu ilgi görülemiyorsa, bu
sorunun ortaya konulması o ülke solunda pek az ilgi çeker.
Dünya sınıf mücadelesinin bir parçası
olarak bugün dünyada yaşanan gelişmeler ve sıkıntılar bit bütün olarak
örgütümüzün önünde de çözülmesi gereken sorunlar olarak durmaktadır. Kimi yoldaşlar bu sorunların zaafların ana
kaynağı olduğunu ifade ederek bunların tümünün çözülmesi gerektiğini
söylüyorlar. Pek de haksız sayılmazlar evet dünyanın yaşadığı ve sınıfın
mücadelesinin içinde bulunduğu kriz marksizmin bilimsel yeni verilerin ışığında
yeniden ayağa kaldırılarak, sınıf mücadelesinin geline noktada aldığı şekli
tanımlayarak yapmakla mümkündür. Gelişmeye ayak uyduramamak krizin ana
nedenidir. Marx, farklı tarihsel çağları birbirinden nasıl ayırt edeceğimizin
anahtarlarını Kapital’de bize şöyle veriyordu:"Farklı ekonomik
çağların birbirinden ayırt edilmesini mümkün kılan, üretilen eşyalar değil,
fakat bunların nasıl ve hangi araçlarla üretildikleridir. Emek araçları,
yalnızca insan emeğinin ulaştığı gelişme derecesinin bir ölçüsünü vermekle
kalmıyor, aynı zamanda, emeğin sarf edildiği toplumsal koşulların da göstergesi
oluyor."[409]
Örneğin Marx’ın,
yaşadığı Birinci Enternasyonal döneminde ve sonra Marksistlerin, İkinci
Enternasyonal zamanında işçi sınıfı hareketinin Marksizmi bütünsel olarak ve
sonuna kadar kullanma fırsatı var mıydı? Marksizm, eylemde gerçek
somutlanmasını bulmuş muydu? Marx, devrimci teorisinin belirleyici tarihsel
ana, iktidarın proletarya tarafından fethine uygulanması konusunda kılavuzluk
etme fırsatı ve şansına sahip miydi? Bunların hepsi bir araya geldiğinde devrim
Avrupa’da gerçekleşir miydi? Bu sorular onlarca ek soru ile arttırılabilinir.
Bu krizin nedeni olarak Marksizm’e saldırıları bertaraf etmek de bizim
üzerimize kalan bir görev olarak önümüzde duruyor. Burjuva ideologlarının Marx’ın yalnızca bir teorisyen olduğu
şeklinde tanımlamalarına karşı sol cenahtan yükselen; “Hayır, Marksizm,
kuşkusuz akademik bir doktrin değil, devrimci eylemin kaldıracıdır; Marx, aynı
zamanda bir politikacıydı, teori ve pratik el ele gitmiştir.” Savunularıyla
karşı koymaya çabalamaktadırlar. Marx
boşu boşuna “filozoflar dünyayı yeterince açıkladılar, artık onu
değiştirmeliyiz” dediğinde tarihte eyleme olan ihtiyacı işaret ederken bizlerde
buna sahip çıkmaya çalışıyoruz.
Gelinen yerde burjuvazi ve onun sözcülüğünü
yapan ideologları ve her türden gericilik tarihin sonunu sınıf mücadelelerin
eskidiğini savunmaktadır. Başka bir biçimde teorik eksikliği işaret ederek “kazanılacak pek bir şeylerin olacağı gözükmüyor
maalesef.” denilmektedir. Doğrudur
teorik eksikliğimizin aşılmasının yoğun çaba ve emek e yenilenmesi
gerekmektedir. Burjuvazinin uzun soluklu sınıf
savaşında bu günkü üstünlüğünün mutlaklaştırılması ve sosyalist
hareketin parçalanmışlığı “hep parçalanmışlık, hep klikleşme, hep eskisiyle
yetinmek” olarak tanımlanıp umutsuzluk
rüzgarı estirmekte. Bu da tarihin düz kavranışının ve sınıf mücadelesinin
karmaşık süreçlerinin kavranmamasıdır.
Marx’ın kendisi,
teorisinde on yılların ve yüzyılların gelişiminin deneyiminden
yararlanabilmesine ve bunu kucaklayabilmesine rağmen, onun öğretisi daha
sonraları, gündelik mücadele içinde kısmen dahası çarpıtılmış biçimde
özümsenmiş farklı unsurlara parçalandı. Lenin, Marx’ı, ikinci enternasyonal ile
belirginleşen tortuları altından, marksizme düşman her türden burjuva ve
ideolog ve oportünistin yıkıcı etkilerinden, eklemelerden ve tahrifatlardan
arındırarak, gerçek Marksizmin araçlarını büyük tarihsel eyleme tamamıyla ve
bütünsel olarak kılavuz olarak kullanmıştır. Bizim amacımız ilk elden öncelimiz
olan ve hukuki olarak geleneğimizi temsil eden TDKP’yi gerçek anlamda geçmiş
küçük burjuva sosyalist anlayışlarından, oportünist etkilerden ayıklayarak onun devrimci mirasını
Marksist-Leninist bir temele oturtmaktır.
Yeni geçmiş
parçalanmışlığın ve küçük burjuva dünya anlayışının yıkılıp yeniden tüm
komünistlerin umut kapısı olarak doğuşu önümüze koyduk ilk elden örgütsel
anlamda hedefimiz budur. Buradan Tüm komünistlerle yeni bir yapılanmanın
kapısını açmayı önümüze koyduk. Dünya sınıf hareketinin bölünmüşlüğüne değil
kapitalizme karşı öreceği duvara tuğlalar koymuş olmayı ve diğerleri ile
birlikte bu barikatların ardında savaşarak iktidar olmayı hedefliyoruz. Bunun
için bölünmeyi değil birliği savunuyoruz.
Bu bizler için
ikili bir karakter taşımaktadır. Bir yandan komünistlerin birliğini
gerçekleştirmek diğer yandan kendi iç hukukumuzu çalıştırarak ilk elden
örgütümüzü ayağa kaldırarak kongreyi gerçekleştirmek. Her ikisini de ancak bir
program anlayışı ve kabulü üzerinden yürüyeceğini biliyor ve inanıyoruz.
Bizim amacımız
yeni bir halklaşma halkası yakalamak değil işçi sınıfını kendi tarihsel görevi
doğrultusunda mücadeleye davet etmektir. Bu davetimiz onun adına iş yapmak ve
onun yerine davranmak değil tamda öncü olabilmenin gereklerini yerine
getirmektir. Bunun içinde yeni şeyler söylemekte ısrarcı olmak gerekir.
Artık
“fakir fukara” edebiyatıyla sosyalizm gelmeyecektir gerçeğini kafamıza koymamız
lazım. Sosyalizm bir bilimdir ve biz bu bilimin gerekleri seklinde ideolojik ve
örgütsel donanımımızı oluşturmak zorundayız. Biz bir dönemi yasıyoruz bu
dönemin araçlarını ve teknolojisini tanımak ve özümlemek zorundayız. Bin bir
sorun yaşıyoruz, Önce o sorunun talebini çok iyi tanımalıyız ve talep sahibini
örgütlenecek fırsatlarla buluşturmalıyız elbette ki talebi bizim oluşturmamız
suni gündemler yaratmamız gerekmemektedir. Kapitalizmin krizinin yaşattığı
gerilimler bize yeterince malzeme sağladığı gibi bu krizlerle işçi sınıfını
kendisi istemeden de olsa eğitmektedir. Biz mücadele çağrılarımızdaki teorik
tutarlılık ve mücadeledeki karalılığımız ve azmimizle öncü olmayı ve iktidara
alternatif olduğumuzu
Marx ve Metafizikçiler
arasındaki tartışmalarda “dünya var mıdır? sorusuna” Marx sorunun
anlamsızlığını işaret ederek yanlış bir soruya cevap verme gereği bile
duymayacağını söyler. Dünyanın varlığının gerçekliği bu soruyu nasıl geçersiz
kılıyorsa şu anda içinde olduğumuz durumun tespitinin ne kadar önem taşıdığı
daha da anlaşılır olacaktır. Sorunun kendi başına bir tek cevabı olsa oldukça
kolay olacaktı; oysa cevaplar dünyaya bakma gerekliliğini söyleyen yoldaşlar
bize sadece tespit ediyorsunuz diyorlar. Bizler bizim cephemizden görüneni
tespit edip sunmaya ve çözümlemeye çalışıyoruz. Size düşen görevde sizin
cephenizden bize doğru hareketlenmenizdir. Gerçeklikte yoldaşların yaptıkları
da sorunları tespit etmekten öte bir şey değildir. Ama biz bu tespitlerde
kendimize çıkış kapıları açacağımıza inanıyoruz. Yoldaşların birbirini anlaması ve eş
güdümlü çalışabilmesinin ana koşulu birbirimizi denetlemek ve yönlendirmektir.
Bunun ilk koşuluda şu anda yazıların tümünü aksatmadan dikkatlice gerekirse
defalarca okumak ve değerlendirmeye tabi tutmaktır. Bu değerlendirmeler
birbirimiz arasındaki polemiklerle değil teorik tartışmalar ve eksiklerin ifade
edilip tamamlanması ile olacaktır. Yoldaşlarımız bizi genel olarak “mevcut eksikliklerin kimden ve nerden kaynaklandığını adres
göstermekle eleştirmektedirler. Sadece soru sorduğumuzu ifade etmektedirler.
Haklı oldukları noktalar vardır. İlk elden yapılması gereken doğru soruları
sormak olmalıdır.
Genel olarak
tespitlerimiz örgütsel alanla sınırlı olduğunda bazı yoldaşlar bu sınırları
genelleştirerek bizleri bir çeşit reformcu gibi göstermeye çalışmaktadırlar.
Amiyane deyimle kapısının önünü süpüremeyen mahallenin kirliliğinden şikayet
etme hakkına sahip değildir. Böyle bir kibirlilik ve taşkınlık bizden uzak
olsun. Dünya meseleleri ile uğraşırken
dünya sorunlarının bir parçası olarak kendini görememek tam bir politik
aymazlığa denk düşer. Genel olarak devrimci güçlerde yaşanan temel hastalık
uzun dünya tahlilleri yapabilen Türkiye solu ne yazık ki Basit bir Bergama
Sorununda bir çözüm dahi üretememiş ve Bergama köylülerinin mücadelenin ve
bakış açılarının gerisine düşmüştür. Emperyalizme karşı devasa mücadele afişi
basanlar basit bir firma ile mücadele de bile kapitalizmle savaşamamışlardır.
Kendi iradelerini bir avuç savaşçı köylüye devreden komünistlerin emperyalizme
karşı dev boyutlarda yazıları vardır.
Marksist yöntem, diyalektiktir – diğer
bir deyişle, her şeyin bir başlangıcı, gelişme, olgunluk, ölüm, çürüme
dönemleri ve yerini başkasının alması söz konusudur. Bir Marksistin bir dizi
ampirik ifadeyi tek başına benimseyemez
ve düşünmeden tekrarlayamaz ya da bir çok öngörü ile ilerleyemeyeceği anlamına
gelir. Marksist yöntem, Marx’ın yaptığı gibi
en önemli olanla başlar.
Daha önce buna kafa yorup teknik olarak değerlendirmelerin ötesine
geçememişleri değerlendirerek, sermayenin toplumsal bir ilişki olduğunu
vurgular. O halde, toplumda emek ile sermaye arasında görülen tüm ilişkiler
toplumsaldırlar.
“Genel anlamda dünya devrimin yasadığı ciddi
bir sorunla karsı karşıyayız.” Dünya konjonktürel olarak değişmiştir. İşte size
baş edebilirseniz edin tarzında bir soru ve bu sorudan çıkacak tespitler. Eskide ısrar ederek, varolanı
içerden değiştirerek revize etmekle yenilenmenin önünü daraltmak kurşunu
alınmış namlusuz tüfeklerle savaşmak anlamına gelir. Böyle bir intihara girmek
bizim işimiz değildir. Hiç bir zaman TDKP’liler olarak eskinin savunusunu ve
onu revize ederek yeniden devam edelim düşüncemiz olmamıştır, olmayacaktır da.
Hem eskide ısrarcı olup hem de reformcu olarak eleştirilmemiz hiçte doğru
görünmemektedir.
Marksizmin yöntemini yani her şey doğar, olgunlaşır, yaşlanır ve çürür. Bu
bakış açısını kabul ederseniz, günümüzde burjuvazi çağında bulunduğumuzu
belirtip geçemezsiniz. İşler o kadar basit değildir. Örneğin, eskiden içinde
binlerce insanın çalıştığı dev fabrikalar vardı, ama şimdi fabrikalar kasıtlı
olarak daha küçük ölçekte kuruluyor.veya içten parçalara ayrılarak küçük
birimlere bölünüyor. Bunun nedeni, üretimin daha verimli olması değil,
burjuvazinin, proletaryanın tek bir yerde yoğunlaştığı zaman ortaya çıkan
gücünün farkına varmasıdır. Bu üretimin daha verimsiz olacağı anlamına gelse
bile fabrikalar kasıtlı bir kararla dağıtıldı. Bizler bu gelişmeyi görmeli ve
mücadeleyi bunun üzerine kuracak esnekliği göstermek zorundayız.
Bizler tek
ülkede sosyalizmin olabileceğine inan ve tarihinde bunu ispatlayan bir kuşağın
temsilcisiyiz. Kapitalizmin yarattığı ve insanlığın başına bela olan onlarca
sorun sıralanabilir. Tek tek şu ya da bu dünya sorununu mücadele merkezine
alarak uğraşmak gibi özel bir derdimiz yok... Genel olarak kapitalizme karşı
mücadelenin merkezde olması koşuluyla, tek tek sorunları bu mücadeleye tabi
kılarak ve özgünlüklerini belirleyerek onlarla da boğuştuğumuz ayan beyan
ortada. Yoksa dünya devrimine doğru diyerek enternasyonalizme sırtından bıçak
sallayanların savunularını güçlendirmemizin bir anlamı yoktur. “Sadece bizim
ülkemizde bir yapının bakış açısından kaynaklanan veya onun pratiğinden dolayı
kazanımların geri alındığı bir durum yok.” Gibi bir mutlaklık savunan
yoldaşlarımız kendilerini dünya işçi sınıfının bir parçası olarak görmekte
zorlanmalarını da anlamak bize zor geliyor. Rusya’da ortaya çıkan Lenin’in
bakış açısında tüm dünyada bir kazanım yaratan Marksistler, kendi dersleri ile
yeniden TDKP’nin yeniden bakış açısı ile bir şey kazanamayacağını savunmak ne
kadar doğrudur. Bu baştan yenilgini kabulüdür. Bu kabul de bizden uzak olsun.
Zira aynı yoldaşlar ölen yoldaşlar üzerinden hamasi nutuklar ve mücadele
çağrıları yaparken kendilerine olan güvensizliklerini de diğer yoldaşlara
pompalamaya çalışmaktadırlar. Bu kötü niyetle yapılan bir eylem değildir. Buna
inandığımızdan dolayı yoldaşlarımız diye ısrarla hitap ediyoruz. Zira bu tarz
yaklaşım farklı cephelerde farklı dillendirmelere neden olmaktadır.
Marks her zaman komünistlerin
proletaryanın öncü rolünü korumasında ve onun iktidarı almasının zorunluluğunda
ısrar eder. Proletarya asla herhangi bir altı konumu kabul etmeye boyun
eğdirilemez. Komünist Manifesto doğrudan, kapitalizmin proletarya
tarafından yıkılmasını talep eder. Kapitalizm devrilmelidir, kesin ve açık. Komünist
Manifesto politik bağlaşıklıklardan söz eder, ama diğer sınıflar
proletaryaya yardımcıdır. Yeniden vurgulanması gereken nokta, Marks
proletaryanın, yalnızca proletaryanın iktidarı almasını öngörür, çünkü
proletarya tüm insanlığın yerine ortaya çıkar ve yalnız o tek evrensel sınıftır.
Bu Marks’ın yazdıklarında değişmeyen bir öğesidir. Ama Lenin Sovyet devriminde
bu bakışı katı ve değişmez olarak görmek yerine daha uygun politikalar hayata
geçirmiş ezilenleri de devrime katma becerisini göstermiştir.
Hemen herkes
bilmek durumundadır ki, Marksist-Leninistler ister tekil olayları irdelerken,
ister tekil süreçleri ele alırken, her zaman ve her yerde bilimsel yöntemlere
başvururlar ve bilimsel kurallarla ele alırlar; olayların ve olguların
değişimleri ve bağlantılarını sergilerler ve buna bağlı olarak da politik
belirlemelerde bulunurlar. “Teorik düşünce, her çağda ve dolayısıyla çağımızda
da, çeşitli dönemlerde çok değişik biçim ve bununla birlikte çok değişik bir
içerik kazanan tarihsel bir üründür. Bundan dolayı, düşünce bilimi, bütün ötekiler
gibi tarihsel bir bilim, insan düşüncesinin tarihsel gelişiminin bilimidir. Bu,
düşüncenin görgücü alanlara pratik uygulaması için de önemlidir. Çünkü, önce
düşünce yasaları teorisi, dar kafalı nedenlemenin "mantık" sözcüğü
ile tasarladığı gibi, yalnız bir kez ve herkes için ortaya konmuş "ölümsüz
bir doğru" değildir.” [410]
Tarih bilimi zorunluluğun bir
eseridir. Gelişme yasalarına tabiliği ile tarih ortaya konabilir. Buna hiç bir
Marksist itiraz edemez. Tutucu
Marksistler, gelişmeyi tek yanlı ve salt katı bir zorunlulukla açıklamaya
çalışırlar. Mekanik materyalizm olarak adlandırılan sistematik, feodalizmden
kapitalizme geçişi yalnız köylülüğün sınıf savaşımı ile açıklarlar. Durum tek
başına bu değildir ve olamaz. Türdeş insan emeğinin, yani soyut emeğin ortaya
çıkması, işçi sınıfının oluşumuna yol açar. Yoldaşlar
diyorlar ki “80’lerden sonra dünya konjonktürel yapıda olan değişiklik, sadece
bir örgütün veya herhangi bir siyasi hareketin eksiği ya da fazlalığından
kaynaklı olan bir değişimi yasamıyoruz oysaki.”
1980lerin öncesinin kavranması gerekliliğine işaret 1980 lerin de kavrandığına işaret etmiyor. 1960 lı yıllara kadar yaşanan reel sosyalizm
deneyleri ve bu deneylerin yenilmesinin yarattığı etkileri anlamak ve
araştırmak işçi sınıfının krizine bir çözüm sunabilir. Bu gerçekliktir. Ama bu
durum işçi sınıfının mevzilerinde direnmeyeceği ve bu mevzilerin
genişletilemeyeceği anlamını da içermez. Marksizmde ısrar ve yenilenme ve yeni
bir yapılanma bu gerçekliğin varolduğundandır.
Yoldaşlar
bugun var olan burjuva ideologlarının ifade ettiği “kapitalizmin sosyalleştiği,
sosyalizmin propaganda araçlarının tümü sosyal demokrasiye terk edildiğinde” ,
“sosyal devlet olgusunun kapitalizmce savunulması ile Sovyetlerdeki yıkım için
en önemli aracın kaybedildiği, sosyalist enternasyonal, global kapitalizm” söylemlerini küçük burjuva sosyalistleri
bunları bize marksizan soru ve söylemler gibi ifade ediyorlar. Bu sözlerin
kullanım ve kabulü baştan yakayı burjuva ideologlara kaptırmayı getirir. İşte
bunun için yeniden yapılanmalı ve eskiyi aşmalıyız. “Birinin eksiğini, başka
birinin eksikliğiyle çözüme götürmek doğru değil” böyle bir niyet ve amacımız
olmamıştır olmazda. Ama biz şunu da yapmıyoruz. Devrimi yapmak için Marksist
olmak gerek. Marksist olmak içinde Marx’ı okumak ve anlamak gerek, Marksizmi
anlamak içinde aslından okumak gerek. Öyleyse önce Almanca öğrenelim sonra
Marx’ı okuyup anlayalım sonra devrim yaparız anlayışına da hiç gelemeyiz.
Dünyanın bir parçası olarak bizler onu okuyup anlayacak ve sorunlarını bizler
çözerek dünya işçi sınıfının önünü aydınlatacağız. Her ülkede süren sınıf
mücadelelerini anlamak ve tahlil etmek deney aktarmak bunun için bize
gereklidir. Bu gereklilikle bizler hem savaşacak hem öğreneceğiz.
NASIL YAPILMALI
Sınıf
mücadelesi bütün bir hareket olarak kavranmalı ve bütün içindeki her hareketin
incelenmesi detaylı “otopsiye” tabi tutulması gerekmektedir. Aşılan
mesafelerden, bu sırada bağ kurulan her sınıf öncüsüyle ilişkilerden ve genel
olarak sınıf savaşının tek tek çatışmaların birleşmesinden oluştuğunu unutmamak
gerek. Bu çatışmayı yönetecek siyasi örgüt bir makineden çok tek tek
bireylerden meydana gelmiş canlı toplumsal bir organizmadır. Genelde kadro
politikasında ve kadrolarda yaklaşımda bunlar çoğu kez unutuyorlar. Bu sık
yapılan büyük bir yanlıştır. Bu eğilim
hareketin bütününü unutup, günlük mücadelenin içinde kaybolmak kadar hatalı bir
eğilimdir.
Devrimci
proletarya partisi düşüncesi vahiylerle gelmez ve peygamberler tarafından
kurulmaz. Komünist parti tek tek öncü işçilerin emekleriyle örülen bir ipek
kozası gibidir. Bugün komünist hareketin yeterli güce ulaşamadığını, işçi
sınıfıyla canlı bağlarının kurulamadığını ve henüz
yeterli sayıda profesyonel, yetenekli öndere ve kadrolara sahip olamadığımızı ve henüz militan bir yaşama biçimine ulaşamadığımızı inkâr edemeyiz. Ancak bu gerçeği görmek, bütün bu niteliklere sahip örgüt
oluşuncaya kadar beklememize değil;
devrimci çalışmanın içerisine daha büyük bir enerji ve kararlılıkla girmemize
yol açtığı zaman yararlı olacaktır. Zira Komünistler kendisini; yeteneksiz,
yalnızca kendisine söyleneni yapan,
iradi gücü ve yaratıcı yanı zayıf bireyler değillerdir.
Deney ve yetenek edinilebilir şeylerdir. Yeter ki
isteyelim, yeter ki siyasal
deneyimimizi ve yeteneğimizi geliştirmek için gereken azmi ve kararlılığı gösterelim. Yeter ki doğru politikaya sahip olalım. Devrimci politikanın giderek
maddi bir gücü yarattığı Bolşevik
mücadele tarihinde sık rastlanır bir gerçekliktir.
Sınıf mücadelesi sürekli inişler ve çıkışlar gösteren bir savaştır. Devrimci hareket içerisindeki birçok unsurun karşı
devrim ve ona bağlı her türden gücün saldırısı ile fiziki ve manevi olarak ortadan kaldırıldığını, devrimci çalışmanın büyük ölçüde engellendiğini deneylerimizle ve tarihimizle biliyoruz.
Diğer yandan varolan siyasi parti ve örgütlerin
politika ve programlarının, örgüt ve savaşım biçimlerinin, işçi sınıfının siyasal savaşına yön
vermekten uzak olduğunu
söylerken bu durumu benimsemediğimizi de açık ifade edelim. Bizler sınıfa yakın
her güçle birlikte yan yana eylemde birlik propaganda ve ajitasyonda serbestlik
ilkesi etrafında birlikte mücadele etme koşularını yaratarak birlikte çalışmalarımızın da önünde ciddi bir engel
oluşturacak olan böyle küçük burjuva kibir ve duygudan kurtulmak gerekiyor.
Şu anda durumumuz, içinde bulunduğumuz tüm
olanaksızlıklara, işçi sınıfının
politik faaliyetinin geriliği, eldeki olanakların yetersizliğine rağmen bizim birer komünist olarak, devrimci proletaryanın genel çıkarlarının ısrarlı
savunucusu olmamıza, işçi sınıfının mücadelesini örgütlememize, talepleri uğruna mücadeleye
çağırmamıza ve öncülerin devrimci bilgisini geliştirici çalışmayı yapmamıza engel değildir.
Şu an için yeterli güce ve yeterli sayıda kadroya sahip olmamamız çalışmalarımızın verimini düşürecektir. Ancak çalışmalarımızın amacı siyasi örgütün kurulması değil;
işçi sınıfının siyasal iktidarının
kurulması ve nihai hedefimiz sınıfsız topluma ulaşmaktır. Bu uğurda elimizde
kullanacağımız yegâne aracımızda işçi sınıfı partisi olacaktır. Nihai amaca
uygun aracı yaratmak görevi ile de yüz yüzeyiz. O halde, bugün, işçi sınıfının genel çıkarları için ve işçi sınıfının politik ilerlemesini sağlamak îçin yapılacak devrimci bir çalışma neden boşa gitsin.
Ülkemizde yasalcılığın yaydığı rehavetin enden olduğu,
böyle bir eğilim varlığı
sonucunda devrimci bireyin ya sabrının tükendiği ya da henüz, sınıf savaşımım yeterince kavramadığını düşünmekteyiz.
Ancak bu, siyasi örgütün, işçi sınıfının bilinçli öncülerinden oluşan öncü müfrezenin, sınıf savaşımındaki,
birleştirici ve sevk edici önemini ve kavranacak esas halkalardan bir olduğunun
bilincindeyiz. İşçi sınıfının bir öncü müfrezeye acil gereksinimi var; bu bir
gerçeklik olarak kendisini dayatmaktadır. Ancak tüm komünistlere belirtmek
istediğimiz, devrimci çalışmanın, tek tek
bireylerin çalışmalarından meydana geldiği
ve devrimci bir örgütün de, ancak ve ancak tek tek Öncülerin devrimci çalışmalarıyla yaratılacağıdır. Aksi
halde, siyasi örgütü "her şeye
kadir bir sihirli değneğe" benzeterek; örgütlü olmayı, yalnızca ödenti vermeğe ya da çıkarılan
yayınları okumaya indirgeyen ve örgütün faaliyetlerinin durması ile de "sızlanmaya" başlayan birer
insan olmak tehlikesiyle karşı
karşıya kalabiliriz.
Devrimci hareketin, daha birleşik ve etkin bir çalışma yapmak için, inancını yitirmemiş, politik bilinçli İşçi Öncülerine gereksinimi var. Bu öncülere ulaşmak için çalışmalarımızı
hızlandırmalıyız. Bu hareketimiz için
hayati Önem taşıyor. Çünkü önümüzdeki görevlerin üstesinden gelmemiz
çalışmalarımıza bağlı, çünkü bu çalışma bizi giderek devrimci proletaryanın
öncülüğüne taşıyacaktır. Şu
anda bizim gibi düşünen, devrimci bir müfreze
oluşturacak çalışmalarını sürdüren grupların ve bireylerin varlığı bilinmekteyiz. Önümüzdeki süreç içerisinde
bu grup ve bireylere ulaşmamız ve güçlerimizi daha etkin bir çalışma için birleştirmemiz için gerekli çabayı sürdürmeli ve
arttırmalıyız. Yalnız başımıza kaldığımız sürece düşmanı yenmemiz olası değil.
Şimdi bu grup ve bireylerle
ilişkinin kurulması, bizi bir araya getiren siyasal ilkelerin zenginleştirilmesi, teorik gelişmemizin
sağlanması, aramızdaki ideolojik alışverişin disipline edilmesi ve pratik sorunların çözümüne yöneltilmesi, denilebilir ki parti literatürünün gerçek yerine oturması ve düşüncelerimizin
söz konusu komünist ve devrimcilere ulaştırılması gerekmektedir. Yalnızca bu da değil, öncüler arasında birleştirici,
militan bir çalışma için, egemen sınıflara yönelen her devrimci, demokratik eylemin ve örgütlenmenin içinde yer almak kaçınılmaz bir görev olarak önümüzde duruyor.
Biz bugün direncini ve davaya inancını yitirmemiş
bireylerin oluşturduğu,
örgütümüzde bizi tehdit eden tehlikeli tuzaklara elele durarak karşı koymak için birlikte yürüyen,
Geleneğimizin tüm zaaflarının bilincinde olarak onun yiğit devrimci mirasına
sahip çıkan parti üyelerden oluşan bir birliğiz.
Gerçek anlamda proletaryanın
çıkarlarını savunmayı önümüze önemli bir ilke olarak koyduk ve bu ilkeyi sonuna kadar savunmakta kararlıyız. Kendiliğindenci işçi hareketi önünde boyun eğmeyen, sınıf hareketine Marksizm-Leninizm’in ışığını düşürmek için yola çıkan devrimci bir müfrezeyiz. Lenin'in
belirttiği gibi; “Bizim başlıca
ve temel görevimiz işçi sınıfının politik örgütlenmesi ve politik
gelişmesini kolaylaştırmaktır.”
Hareketimizin devrimci öncü kadrolara gereksiniminin
olması önüne her gelenin örgütleneceği anlamını taşımamaktadır. Devrimci öncü “bin aptal yerine on akıllıdan oluşmalıdır”
ilkesi üzerinde ısrarla duruyoruz.
Yaşanan deneyler bu ısrarımızın maddi temelini
oluşturmaktadır. Bu ilkeyi yaşama geçirdiğimiz oranda
devrimci harekete oportünist, küçük burjuva dünya bakışlarının sızmalarını en
aza İndirebiliriz. Devrimci hareketin her insana değil; özverili, çalışkan, profesyonel, genel sorunların çözümünü, öznel sorunların çözümünün önüne alabilen, elindeki
olanakları devrimci dava için sonuna kadar kullanan, yaratıcı, kendini ve
bilgisini sürekli yenileyen kadrolara gereksinimi
var.
Sermayenin azgın saldırısına karşı, Faşist Diktatörlüğün Terörüne ve yalanlarına karşı, devrimci proletaryanın başına musallat plan oportünist eğilimlere karşı ideolojik ve politik mücadelenin başarıyla
sürdürülmesi ancak ve ancak
militan kadrolara sahip olmakla olasıdır. Bu mücadeleden alnımızın akıyla
çıkmamız, yaşamın belli günlerinde değil,
yaşamın tümünü devrim davasına adayan, teorik
ve pratik olarak bunu gerçekleştiren kadrolar olmamıza_bağlı. Bir siyasi hareketin yaşaması ve
gelişmesi, o siyasi hareketin
doğru politikası kadar, bu politikayı yaşama geçiren militan kadroların varlığıyla da yakından
ilişkilidir.
İşçi sınıfının devrimci mücadelesi, olağanüstü çalışma azmini ve kararlılığı gerektiriyor. Yeterli devrimci
enerji ve inanç olduktan sonra
başarılmayacak iş yoktur. Kuşkusuz kararlılığımızın
ve devrimci inançla çalışmamızın da heba edilmemesi
gerekiyor. Kararlılığın güçlenmesinin bir yolu da düşmanın iyi tanınması ve elimizdeki maddi olanakların ve
devrimci kadroların düşman
tarafından ele geçirilmesinin ve yok edilmesinin
engellenmesidir. Burjuvazinin toplumsal yaşamın tüm alanlarında tavizsiz
üzerimize saldırdığı kuşku götürmez bir gerçek.
Bu saldırıya, büyük kayıplar vermeden karşı
durmak için hareketimizde gizlilik esas kılınmalıdır.
Bugün birçok arkadaşın düzene ve onun oyunlarına karşı
reflekslerinin zayıfladığını görüyor ve biliyoruz. Bu yaşamsal sorunu yeteri
kadar ciddiye atmamak oldukça
tehlikeli sonuçlar doğuracaktır. Gerek genel devrimci hareketin bu konuda bir geleneğe ulaşamaması ve gerekse legal sosyalizmin son günlerde özellikle gizlilik konusunda saldırıya geçmesi birçok arkadaşı etkisi altına alabilir. Legalizmin
ve onun sonucu illegalitenin tasfiye edilmesinin görevini üstlenen yapıların
illegal devrimci hareketlere verdiği zarar oldukça büyüktür. İllegalitenin
karşısına konulan yasal mücadele anlayışı devrimci saflarda belli bir bozulmaya
neden olmaktadır. Saflarımızda bu konudaki en küçük
gevşemenin yaşamsal zararlara yol açması kaçınılmazdır.
Gizlilik (illegalite) ilkesi örgüt içinde şekilsel değil, ama bir yaşam biçimi olarak ele alınmalıdır. İllegalitede esas
olan örgütün düşmandan korunmasına yönelik kadroların gizliliğidir. Örgütün ve
onun programının kitleler içerisinde duyulması onları mücadeleye çağırması için
yapılan propagandanın gizliliği değildir.
Bu konuda şimdi gerekli tedbirleri
ele almadığımız ve bir gelenek yaratmak için
gerekli çalışmaya yönelmediğimiz zaman, daha sonra mücadelemizin boyutları ve hareketimizin sınırlan geliştiğinde, önüne geçemeyeceğimiz zararlara
uğrayacağımız açık.
Önümüze önemli sorunlar koyduk ve bu doğrultuda sonuna kadar yürümekte kararlıyız, saflarımızda insan sayısını "neye mal olursa olsun artırmak" gibi
bir kaygımız yok; bu nedenle salt
yanımızda olsunlar diye hiçbir bireyin, devrimci ilkelerimizi gevşetici
tutumuna açık kapı bırakmak niyetinde değiliz.
İlkelerimize uymayanlarla hemen bağlarımızı
koparmakta ısrar ediyoruz. Merak, üzerimize düşen İşlerin dışında işlere karışmak, acelecilik,
tembellik, anarşizm, gevezelik,
kitlelerin içinde erime yeteneğine sahip olmamak
vb, devrimci gizliliğin en büyük düşmanıdır. Saflarımızda bu burjuva hastalıklara karşı etkin mücadele aramızdaki yoldaşça ilişkileri güçlendirecektir.
Sözünü ettiğimiz gizlilik
deve kuşu gibi başımızı kuma gömmek anlamında
bir gizlilik olmamalıdır. Biz aynı anda legal olanakları ve araçları da kullanmasını öğrenmek
zorundayız. Tam da yasalcılığın ve sistem içi legalizmin boy attığı bir
dönemde, gizlilikle legalite arasındaki bağları
kurmakta çok daha dikkatli, cesur ve becerikli
olmalıyız. Legal mücadele araçlarını illegal mücadeleye tabi ve bütünlük içinde ele almak ve bunu etkin
bir biçimde sürdürmek bugün her
zamandan daha da gereklidir. "Deneyimsiz devrimciler, çoğu kez legal
mücadele araçlarının oportünizmin lekesini taşıdıklarım sanırlar, çünkü bu alanda burjuvazi, çok kez (Özellikle 'barış'
zamanlarında, devrim zamanında değil)
işçileri aldatmış, işçilerin güveniyle oynayabilmiştir ve bu devrimciler,
illegal mücadele araçlarının en
devrimci araçlar olduğunu sanırlar. Bu yanlıştır. Doğru olan örneğin en
demokratik, en özgür ülkelerin burjuvazisi, savasın soyguncu niteliği konusunda doğrunun söylenmesini yasak ederek, işçilerin tarif edilmez bir cüret ve
pişkinlikle aldattığı 1914-1918 emperyalist savaşında olduğu gibi bu
durumda illegal mücadele araçlarım
kullanmayı bilmeyen ya da kullanmak
istemeyen ( 'yapamıyorum? demeyin, istemiyorum… deyin.) partilerin ve
önderlerin oportünist oldukları ve işçi sınıfına ihanet ettikleridir. Ama illegal mücadele biçimleri ile legal mücadele biçimlerini birleştirmesini bilmeyen
devrimciler de, pek kötü devrimciler sayılmalıdırlar." (Lenin)
Bugünkü dönemi, iyi bir niyetle tekelci sermayeye karşı,
yeniden bir karşı saldırıya geçmek için, devrimci proletaryanın soluklandığı, gücünü toparladığı, yaralarını sardığı bir dönem olarak
adlandırıyoruz. Bu dönemin gerektirdiği
çalışmayı askıya alarak, keskin, kanlı savaş
çığlıkları atan kişi ve grupların sesleri "hoş" ama zararlı birer ses olarak kalmaya mahkûmdur. Çünkü başta işçi sınıfı olmak üzere çalışan ve sömürülen emekçi
yığınların devrimci eylemleri
henüz gündemde değilse, veya kitlesel eylemlerin
Ön belirtisi yoksa, en devrimci çağrı bile karşılıksız kalacaktır.
Zamanı geldiğinde ve kitlelerin devrimci coşkusu kabardığında, işçi sınıfının devrimci
iktidarı için mücadeleyi yoğunlaştırarak
sosyalist devrime kadar, savaşı sürdürecek
örgütü ve onun entelijansiyasasını yaratmak zorundayız. Bizler muhalefet
örgütlemek için değil iktidar olmak için yola çıkıyoruz.
Birinci adımımız,
işçi sınıfı öncülerini ideolojik ve pratik
olarak kazanmak için gerekli çalışmayı zaman kaybetmeksizin, bütün gücümüzü ve olanaklarımızı kullanarak yapmaktır. Ancak bu
adımı attıktan sonra, zafere ulaşmak İçin önümüzde çok uzun yolumuz var. Çünkü "öncü ile hasımı yenmek
mümkün değildir. Bütün sınıf, büyük
yığınlar öncüyü doğrudan doğruya destekleme durumuna
gelmedikçe ya da öncüye karşı düşmanı destekleme olasılığı kesin olarak ortadan kalkmadıkça, öncüyü
kesin savaşa sürmek sadece ahmaklık
olmakla kalmaz, bir cinayet olur. Oysa
bütün sınıfın, sermayenin ezdiği geniş emekçi yığınların, gerçekten
böyle bir tutumu benimseyebilmeleri için sadece
propaganda, sadece ajitasyon yetemez. Bunun için yığınların kendi
siyasal öz deneyimleri gereklidir."[411]
İşçi sınıfının ve çalışan yığınların içine girdikleri hareketsizliğin, devrimci çalışma coşkusunu azalttığı ve militarizmin azgın saldırısının, devrimci saflarda
"inançsızlık" ve
"çaresizlik" eğilimlerinin yoğunlaşmasına yol açtığı bir gerçektir.
Şimdi devrimci komünist hareketin içinde “yalnızım”, “kendi başıma bir şey
yapamam”, "bugün hiçbir şey yapılamaz",
“örgütü beklemek gerekiyor"tarzı duruşların yanında, oportünist ihanet çağrılarına yeşil ışık yakan kişilerin çokluğu ve bu
kişilerin Çevrelerinde bu
düşüncenin yaygınlaşmasına bilinçli bir Şekilde
katkıda bulundukları ve devrimci harekete zarar verdikleri açıktır. Böylesi bir durumda, küçük ama kararlı
ve ileriye yönelik atılan adımların
gerektirdiği çalışma temposu bazı yoldaşları
yılgınlığa itebilir. Bu mümkündür. Devrimci uyanıklık ve devrimci çalışma azmi, disiplini, bugün her zaman olduğundan daha çok gereklidir. Şu anda bizimle birlikte gönüllü olarak yola çıkan yoldaşların en küçük
hatası, işten kaytarması,
disiplinsizliği saflarımızda derin yaralar açacağı anlamda, tahammül edilemeyecek eğilimler olarak ele alınmalıdır. Devrimci hareketin, olası tehlikelere
karşı durması; çelik disiplini ve
yoldaşça İlişkileri sözde değil, pratik olarak
saflarımızda egemen kılmamızla sağlanacaktır. Miskinlikten kurtulamayan ve bu konuda kararlı bir çaba göstermeyen İnsanlarla birlikte yürümeye niyetimiz yok.
İşçi sınıfının sermayeye karşı savaşında önemli mevziler ele geçirmesi, mülksüzleştirenlerin
mülksüzleştirilmesi ve sömürünün
kaldırılması yolundaki mücadelenin, ancak güçlü siyasal bir irade yaratıldığı zaman başarıyla sonuçlanacağı doğrudur. Ve kuşku yok ki büyük amaçlar, büyük irade ve olağanüstü savaş gücünü gerektirir. Önümüze
koyduğumuz görevleri yerine
getirmek için bu gereklidir. Bu yolda en küçük tereddüde yer yok. Bugünün
basit, küçük, zor ve sabır gerektiren
görevlerini yerine getirmeyi Öğrenmeksizin, bunun
İçin olağanüstü çaba göstermeksizin, yarının
daha karmaşık ve daha zor görevlerini yerine getirmek için hayaller kurarak ulaşacağımız yer devrim değil,
bizi devrime ihanete sürükleyecek "çöküntü" olacaktır.
Bugün, baskı ve yenilgilerin devrim saflarında yarattığı paniğe ve oportünist eğilimlere karşı mücadele için olduğu
kadar; bu “gerileme ve durgunluk” döneminde, sermayenin yalan ve
düzenbazlıklarla aldatacağı işçileri ve emekçi yığınları burjuva partilerin, burjuva ideologların ve genel olarak sermayenin etkisinden kurtarmak, “durgunluk” döneminin o çok bilinen yasalcı modacılık ve legal devrimcilik salgınının
ortaya çıkaracağı daha sinsi hastalıklara ve
eğilimlere karşı mücadeleyi de sıcak tutmak durumundayız. Bugünden çelik çekirdekli, disiplinli, özverili
kadrolara sahip öncü müfrezesini oluşturamayan proleter devrimcilerin, bugünün olduğu kadar yarının da işçi
sınıfını tehdit eden
hastalıklarına karşı nasıl savaşım yürütebilecekleri
düşünülmelidir. Mücadele gücünü yitirmiş ya
da bu güce hiçbir zaman sahip olamamış "eski yol arkadaşları" ısrarla soruyor; "Faşist
diktatörlüğün azgın saldırılan altında,
polisin soluğunu devrimci kadroların ensesinde
sürekli duyduğu bir dönemde örgütlenmenin riski büyük değil mi? Bu soruya vereceğimiz tek yanıt var;
gerçek anlamda işçilerin çıkarlarını
savunan Komünist bir örgütün riski her dönem için
vardır ve var olacaktır da. Üstelik siyasi bir örgüt kurmayı bazı özel koşullara bağlamak kesinlikle
yanlıştır. Örgüt eğer gerekliyse
ki, -savaşmak için yola çıkmaya niyetli bütün
sınıflar için gereklidir- her şart altında kurulmalıdır; çünkü örgütsüz en büyük güçler dahi
yenilmeye mahkûmdur. Ve şu
önemli bir gerçektir ki, zaferler ve siyasi başarılar riski gerektirir. Bütün büyük savaşlar; kişiler,
önderler, sınıflar ve toplumlar,
o savaşın riski altına girecek cesareti ve kararlığı
gösterdikleri zaman, ancak o zaman zaferle
sonuçlanmıştır.
Doğru politikayı saptamak kadar, bu politikayı, başta sanayii proletaryası olmak üzere tüm işçilere, çalışan
kitlelere ulaştırmak ve bu
politikayı işçi sınıfının ve çalışan yığınların
tüm devrimci atılımlarını örgütlemek Komünist Hareketin yaşam kaynağım
oluşturur. Yalnızca politikayı saptamak ve onun en
devrimci politika olduğuna inanmak yetmez.
Devrimci teoriyi ajitasyon propaganda İle yaygınlaştırmak, işçi sınıfının öncülerine ulaşmak,
onların siyasal
Örgütlenmesinin yolunu açmak, devrimci proletaryanın
politik bilincini artırıcı örgütsel çalışma yaparak, işçi sınıfının eylemini
kolaylaştırıcı misyona ulaşmak zorunludur.
Bugün etkili ve
birleşik devrimci bir çalışma yapmak için
yeterli araçlara sahip değiliz. İçinde bulunduğumuz durum bu yönüyle hiç de iç açıcı değil. Bu doğru. Ancak her şeye rağmen bu araçlara ulaşmak mümkündür.Yeter ki bunu gerçekten isteyelim ve bu doğrultuda azimle
yürüyelim. Bu araçlara
ulaşmanın bir yolu var ve biz o yolu bulmak zorundayız.
Önümüzde duran
görevler büyük ve biz amacımıza bugünün görevlerini, olağanüstü çalışarak ve
özveri gerektiren görevlerini yerine getirerek ulaşabiliriz. Bu yolda yürümek
için gerekli kararlılığı ve çalışma disiplinini gösteremeyecek
"yol arkadaşlarının" şimdiden, bizi görevlerimizle baş
başa bırakması en içten dileğimiz olacaktır.
TÜM YOLDAŞLARIN DÜŞÜNCELERİNİ VE
KATKILARI İLE PROGRAMI OLUŞTURMAK VE NETLEŞTİRMEK VE KONGREYE GİTMEK İÇİN ÜZERİNDE TARTIŞILMASI GEREKEN
PARTİ PROĞRAM TASLAĞI
1-
Üretimin kapitalist biçimi, meta
üretiminin ve dünya ticaretinin belli bir düzeyde gelişmesi, üreticilerin bir
kısmının işgüçlerini meta olarak sürekli bir şekilde satışa çıkaran ücretli
emekçi yani işçi haline gelmesiyle ortaya çıkmıştır.
2-
Teknolojinin gelişimi üretimin,
boyutlarını ve büyük işletmeler içinde yoğunlaşmasını arttırır. Bunun
karşısında rekabet edemeyen önceki topluma ait sınıflar; dağılır ve yok
olurken, küçük ve orta işletmeler; büyüklerin egemenliği altına girer,
çoğunluğu ise iflas ederek işçi sınıfı saflarına itilirler. Kapitalizm kendisinin
gelişmesinin gereği olarak, emekçinin (köylüler ve zanaatçılar) kendi emeğine
ve üretim araçlarına dayalı küçük işletmesini sürekli bir biçimde yıkıma
götürür. Emekçileri üretim araçlarından ayırarak mülksüz proleterlere
dönüştürür. Üretim araçlarının en büyük ve belirleyici bölümünü az sayıda
kapitalistin ve büyük toprak sahibinin elinde, onların özel mülkiyeti olarak
yoğunlaştırır.
3-
Büyük
çaplı üretimin teknik ve iktisadi üstünlüğü, rekabet süreci içinde sermayenin
gittikçe büyüyen yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine yol açarken, her şeye
rağmen yaşama gücünü korumaya çalışan köylüyü ve zanaatçıyı da sermayenin ezici
egemenliği altına sokar.
4- Kapitalist
toplumu oluşturan üç sınıf vardır: İşçiler, kapitalistler ve büyük toprak
sahipleri. Kapitalizmde işçiler, üretim araçlarını elinde bulunduran
kapitalistler ve büyük toprak sahiplerine iktisadi olarak bağımlıdırlar. Ücretli emeğin sermayeye bu
bağımlılığı ve onun tarafından sistematik sömürüsü, kapitalist toplum düzeninin
temelidir.
5-
Bu bağımlılık, İşçiler, geçinebilmek için,
işgüçlerini, üretim araçlarını tekelinde tutan kapitalistlere satmak zorunda
kalırlar. Böylece, kendi emekleriyle, sürekli bir biçimde kapitalistlerin
sermayelerini ve servetlerini çoğaltırlar.
6-
İşçilerin toplumsal yoksulluğu, siyasi
bağımlılığı, gelecek güvensizliğinin temel nedenidir. Kapitalist üretim biçiminin
gereği, üretimin plansız ve anarşik gelişmesinin sonucu aşırı Üretimin sonucu
sürekli kriz halindedir. Toplumsallaşmış üretimin mülk edinmenin özel biçimine
başkaldırısının ifadesi olan bu bunalımlar, kitlelerin yoksulluk ve sefaletini
çoğaltır. Yarınına güvensizlik tüm emekçiler için genel bir durum halini alır.
7- Kapitalist
üretimin temel amacı; işçileri karşılığında hiçbir şey almadan çalıştıkları
süreyi uzatmak, artı-değer üretmektir. Kapitalizm bu nedenle ücretli
köleliktir. Bunu ya işçilerin çalışma sürelerini doğrudan uzatarak ya da iş bölümü
ve teknolojinin geliştirilmesiyle emek gücünün toplumsal üretkenliğini
arttırarak gerçekleştirir. Kapitalistler arası rekabet onları emeğin
üretkenliğini sürekli arttıracak teknik ve yöntemler bulmaya zorlar; Bu nedenle
kapitalizm, gittikçe ağırlaşarak artan bir kölelik demektir.
8-
Bu bağımlılık aynı zamanda her iki
cinsin, yozlaşması, aşağılanıp köleleştirilmesinin de nedenidir. Proleter ve yarı-proleter
kitlelerin yaşadığı her türlü yoksulluğun, baskının, köleleşmenin, horlanmanın,
cehaletin, gelecek güvensizliğinin, fiziki ve moral dejenerasyonun asıl
kaynağıdır.
9-
Tekniğin
sürekli bir biçimde gelişmesi, nitelikli emeği sürekli bir biçimde ortalama
emek seviyesine çekerek ücretlerin düşmesini sağlarken diğer yandan üretim
sürecinde kadın ve çocuk emeği kullanımını yaygınlaştırır. Nitelikli emeğin
ortalama emek seviyesine gerilemesi, işgücüne olan talebi işgücü arzına göre
nispi olarak azaltır. Yedek sanayi ordusunun bu büyümesi, işsizliği kapitalist
düzenin yapısal bir özelliği haline getirir. Bu, işçilerin sermayeye
bağımlılığını pekiştirir, gelecek güvensizliğini artırır, sömürüyü
yoğunlaştırmanın dayanağı olur.
Emperyalizm
1- Üretimin
boyutlarının genişleyip yoğunlaşmasındaki artışın doğrudan sonucu tekellerin
oluşmasıdır. Bu serbest rekabetin yok oluşudur. "Kapitalist tekeller,
kapitalist özel mülkiyetin kapitalist temelde yok edilmesidir." Böylece
kapitalizmin özgürlüğün ve gelişmenin temeli olarak ilan ettiği serbest rekabet
ve kutsayıp dokunulmaz ilan ettiği özel mülkiyet bizzat kapitalizmin kendi gelişimi
ile yok edilmiştir.
2-
Tekeller hızla farklı iş kolları ve
ülkelere yaygınlaşırken aralarında da birleşmeler oluşmuştur. Sanayi ve banka
sermayesinin kaynaşması ile mali sermaye tekelleri ortaya çıkmıştır. Böylece
genel olarak sermaye egemenliğinden mali sermaye egemenliğine geçilmiş,
kapitalizm, emperyalizm evresine girmiştir. Kapitalizmin temel eğilimlerinin ve
gelişme yasalarının doğrudan bir ürünü olan emperyalizm, onun bütün çelişme ve
çatışmalarını daha açık hale getirdi, şiddetlendirdi, dünya ölçüsünde
genelleştirdi ve onlara temel önemde yenilerini ekledi.
3-
Emperyalizmle,
dünyanın mali sermaye grupları tarafından paylaşılması tamamlanmış ve rekabet
bu gruplar arasında dünyanın yeniden paylaşılması mücadelesine dönüşmüş ve
şiddetlenmiştir. Emperyalist
tekeller arasında dünya ölçüsünde süren kıyasıya rekabet, büyük emperyalist
devletler arasında pazarlar, hammadde kaynakları, kârlı yatırım alanları ve
genel olarak nüfuz alanları uğruna şiddetli mücadele biçimini aldı. Eşitsiz
gelişmenin şiddetlendirdiği bu mücadele, dünya egemenliği uğruna verilen
emperyalist savaşların kaynağı haline geldi.
4-
Zayıf
ülkelerin ve ulusların bir avuç emperyalist devlet tarafından iktisadi, mali ve
siyasi boyunduruk altına alınarak köleleştirilmesi, ulusal baskıyı ve sömürüyü
evrenselleştirdi. Böylece ezilen ve sömürülen halkların emperyalist sömürüye ve
köleliğe karşı başkaldırılarını ve kurtuluş mücadelelerini hazırladı.
5-
Emperyalizm
bir şiddet ve gericilik eğilimidir; çağdaş dünyadaki her türlü gericiliğin
temel dayanağıdır. Faşizm, burjuva gericiliğinin emperyalist aşamadaki
yoğunlaşmış biçimidir. Devlet yapısında kurumlaşmayı başardığında, faşist
diktatörlük biçimini alır.Emperyalizm çürüyen ve asalak kapitalizmdir.
6-
Emperyalist
tekeller, azami kârın gerektirdiği her durumda teknik gelişmeyi sınırlayarak
üretici güçlerin özgürce gelişmesini
engellerler. Bilim ve teknikteki muazzam gelişmelere rağmen, sermaye tekeli,
bunu insanlığın yararına kullanılmasına engeldir. Açlık, hastalık ve
bakımsızlıktan yüzmilyonlarca insanın perişan olması ve kitlesel ölümler,
sistemdeki aşırı çürümenin trajik yansımalarıdır. Bilim ve tekniğin kapitalist
kâr hırsı çerçevesindeki kullanımı, doğanın da sınırsızca ve acımazsızca
yağmalanmasına yolaçtı.
7- Emperyalizmle
tekelleşme daha da hızlanır, üretimin boyutları tek tek tekellerin kontrol
edemeyeceği kadar genişler, rekabetin şiddeti ve yıkıcılığı artar. Üretimin
sürdürülebilmesi için , kapitalistlerin ortak çıkarlarının koruyucusu olan
devlet üretim araçlarına doğrudan doğruya kapitalistler yararına el koyar.
8- Bu el
koyuş, üretimin, yani insanlığın devamı için üretim araçlarının
ortaklaştırılmasının gerekliliğini bizzat kapitalizmin kendi gelişimiyle
gösterilmesidir.
9- Fakat
ortaklaşma kapitalist bir temelde gerçekleştiği için , kapitalist devletin
despotik özelliği daha da arttırmıştır. Üstelik kapitalist devlet tekeli devlet
dışındaki tekellerle iç içedir. Bu durum kapitalizmin gelişimindeki
eşitsizlikleri daha da arttırır. Tekeller arası rekabet daha da şiddetlenir,
devlet içinde ve devletler arasında yeni bloklaşma ve çatışmalara yol açar.
Böylece kapitalist devletlerin yüzünü örten ulusallık perdesi iyice
yırtılmıştır.
10- Emperyalizm çağındaki kapitalist temeldeki
devletlerin şu ya da bu emperyalist bloğun yerel baskı aracı haline geldiği
açıkça ortaya çıkmıştır. Emperyalist tekeller arasında kurulan birlikler bu
geçeği giderek daha fazla doğrulamaktadır.
11- Aynı
zaman da mali sermaye oluşturduğu yaygın ve sıkı bir ilişki ağıyla mülk sahibi
sınıfların tümünü egemenliği altına alır. Dünyanın yeniden paylaşılması
mücadelesinde onların ulusal maskeli şu ya da bu mali sermaye grubunun yanında
yer alıp emperyalizm safına geçmesine neden olur.
12- Emperyalist kapitalizmin
asalaklığı ve çürümesi işçi sınıfına da yansır. İşçi sınıfının dar bir kesimi
emperyalist aşırı kârlardan verilen kırıntılarla yozlaştırılır. İşçi
aristokrasisi ve sendika bürokrasisinden oluşan bu ayrıcalıklı tabaka, işçi
sınıfının geniş kesimlerini kontrol altında tutmada burjuvazinin en büyük
yardımcısıdır. Bu tabaka oportünizm ya da revizyonizm biçiminde kendini
gösteren sosyal-reformizmin toplumsal dayanağıdır. Bağımlı ülkelerde toplumsal
tabanını daha çok orta sınıflar arasında bulan bu sosyal-reformist akımlara
karşı etkin bir mücadele, işçi sınıfının devrimci iktidar mücadelesinin ayrılmaz
bir parçasıdır.
Kapitalizmin
gelişimi ve emperyalizm karşısında farklı sınıfların tutumu.
1-
Kapitalizmin gelişmesi ile yok olmakta
olan topluma ait sınıflar, kaybettikleri ayrıcalıkları elde etmek için
kapitalizme ve emperyalizme karşı çıkarlar. Ama onlar, kendi temel çıkarları
için mücadele eden işçi sınıfına karşı kapitalistlerin yanında yer alırlar .
Onlar politik olarak gerici bir rol oynarlar.
2-
Kapitalizmin gelişmesi ve tekellerin
baskısı altında ezilen, iktisadi gücünü yitiren orta ve küçük mülk sahipleri,
kapitalizmin kötü sonuçlarından arındırılıp korunmasını, tekelciliğin önlenip
serbest rekabetin geri getirilmesi, devletçiliğin güçlendirilmesi ve devletin
kendilerine destek olması için mücadele eder, emperyalizme bu temelde karşı
çıkarlar. Onlar politik olarak tutucu, hata gericidirler. Ancak kendi yok
oluşlarının kaçınılmazlığını anladıkları oranda işçi sınıfının yanında yer
alırlar, ve devrimci bir rol oynayabilirler.
1- İşçiler
1-
Kapitalizmde işçiler iş buldukları sürece yaşayabilirler. Onların iş bulması
ise üretim araçlarını elinde bulunduran kapitalistler ve büyük toprak sahipleri
hesabına bir süre bedava çalışıp artı-değer üretmeleri koşuluna bağlıdır. Bu
nedenle onlar ücretli köledirler. Üretimin kapitalist biçiminde; işçiler ne
kadar çok çalışır ve emek güçlerinin üretkenliği ne kadar çok artarsa
kendilerinin toplumsal yoksulluğu aşağılanma ve geleceğe olan güvensizlikleri o
kadar artar. Ama üretim araçlarını ellerinde bulunduran ve çalışmayan
sınıfların ise zenginliği ve refahı sürekli artar. Bunun için işçilerin
kapitalizmi yok etmekten başka çareleri yoktur ve emperyalizme karşı bu temelde
mücadele etmek zorundadırlar.
2- Kapitalizmin
gelişmesi aynı zamanda gerek işçilerin kendi sayılarındaki artışla gerekse
yıkılan sınıfların üyelerinin onun safına katılmasıyla, işçi sınıfının gücünü
durmadan artırır ve işçilerin farklı kesimlerini birbirine yaklaştırır. Bütün
kapitalist ülkelerdeki işçilerin çalışma ve yaşam koşullarını daha çok
birbirine benzetir. Onlar aynı sorunlar için mücadele etmeye başlarlar.
3-
Onların mücadelesi karşısında ise
farklı ülkelerdeki kapitalist devletler, açıkça ya da aralarında yaptıkları
gizli anlaşmalarla, bir bütün halinde yer alırlar. Emperyalizm bu gerçeği daha
açık bir hale getirmiştir
1-
İşçi
sınıfı kapitalizmin en ileri ürünüdür. Tüm öteki sınıflar, şu veya bu ölçüde,
özel mülkiyet alanında bulunurlar. Sahip oldukları mülkiyet onları varolan
ekonomik sistemin temellerinin korunmasından yana olmasını sağlar. İşte bu nedenlerle işçi sınıfı : Kapitalizme karşı sonuna kadar
devrimci olan tek sınıftır, Kapitalizmin gelişme süreci, beraberinde,
kendi mezar kazıcısı sınıfı ve kendi yıkılışının iktisadi koşullarını da
yaratır. Kapitalist gelişmenin saflarını sürekli kalabalıklaştırdığı ve
kapitalist üretim sürecinin birleştirip disipline ettiği proleterlerin
dayanışması da güçlenir. Proleterlerin kapitalistlere karşı mücadelesi giderek
burjuva toplumunun iki hasım sınıfı, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki
çatışma biçimini alır. İşçi sınıfının kapitalizmin dayanılmaz köleliğinden
kurtulma mücadelesine doğru büyür. Kapitalist gelişme emeği, üretim araçlarını
ve üretim sürecini toplumsallaştırarak, sosyalist toplumun maddi-iktisadi
önkoşullarını da yaratır.
2-
İşçi sınıfı, sınıf ayrıcalıkları elde
etmek için değil her türlü sınıf ayrıcalığına son vermek için mücadele eder.
-İşçi sınıfı, kurtuluşunu ancak kendisi başarabilir. İşçi sınıfı ancak tüm insanlığın kurtuluşu uğruna
mücadeleyle kendi gerçek kurtuluşuna ulaşabilir.
3- -İşçi
sınıfının kurtuluşu yerel bir sorun değil, uluslar arası bir sorundur ve bütün
ülkelerin işçilerinin ortak mücadelesini gerektirir.
4- -Her
ülkenin işçileri, kendi kapitalistlerinin diğer ülkelerin kapitalistleriyle
yaptıkları işbirliği ve emperyalist savaşlara karşı mücadele ederken, aynı zamanda
bulunduğu her ülkede kendi kurtuluşunun politik ön koşulu olan kendi sınıf
diktatörlüğünü kurmak için mücadele etmelidir.
5- İşçi
sınıfı, dünyanın herhangi bir yerinde kurduğu iktidarı onun yerel ya da bir
kısmının değil, tümünün uluslararası egemenliğinin bir parçasıdır, ve hiçbir
şekilde işçi sınıfının toplumsal köleliğiyle bağdaşmaz.
6- İşçi
sınıfını iktidarını kurduğu her yerde, sınıf egemenliğinin temelini yok etmek,
üretimin toplum adına planlanıp yürütülerek sosyalist dönüşümünü sağlamak için;
üretim araçlarının üreticilere devredilmesini sağlayacak ve çalışmaya yetenekli
herkesi çalışmaya zorlayacaktır. Böylelikle kendisini ve kendisiyle birlikte
tüm insanlığı kurtaracaktır. Onun tarihsel görevi budur.
7-
İşçi
sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının kendi eseri olabilir. Proletaryanın bu nihai hedefe yürüyebilmesinin ilk
koşulu, politik iktidarın ele geçirilmesidir. Burjuvazinin sınıf egemenliği
şiddet yoluyla yıkılır, yerine bir geçiş dönemi devleti olan proletarya
diktatörlüğü kurulur.
Türkiye,
emperyalist-kapitalist dünya sisteminin bağımlı ülkeler kategorisinde yeralan,
emperyalist sermaye ile geliştirdiği
yoğun bağ ile sermaye ihraç edebilen kapitalist bir ülkedir.
Kapitalizmin ülkedeki hakimiyeti, yarı-feodal üretim ilişkilerine rağmen;
Emek-sermaye çelişkisi, tüm toplumsal çelişki ve çatışmaları belirleyen ana
eksendir.
Sermaye
iktidarı; emperyalizme bütünleşmiş işbirlikçi tekelci burjuvazi, burjuvazinin
tüm kesimlerinin ortak sınıf çıkarlarını temsilcisidir. Büyük burjuvaziye
binlerce çıkar bağı ile bağlı kent ve kır orta burjuvazisi, karşı-devrimci bir
tabakadır.
Tekelci
burjuvazinin ve onun sözcülüğüne soyunan orta burjuvazinin işçi sınıfı ve kır
yoksulları üzerindeki ideolojik, politik ve kültürel etkisini kırmak, devrimin
başarısının temel bir koşuludur.
Türkiye’yi
karakterize eden temel iktisadi, toplumsal ve siyasal gerçeklerden hareket eden
TDKP, toplumumuzun öncelikle demokratik devrimi tarihi adımı ile karşı karşıya
bulunduğunu saptar. Proletarya devrimi, sermaye egemenliğine son vererek
sosyalizme geçişi sağlayacaktır. Tarihsel olarak çözümlenmemiş demokratik
sorunları kesin ve kalıcı bir çözüme bağlayacaktır.
Proletarya
devriminin zaferi, yalnızca işçi sınıfı, kent ve kır yoksulları için değil,
sermayenin tahakkümü altında acı çeken kentin ve kırın ezilen köylü ve zanaatçı
küçük-burjuva katmanları ve diğer
ezilenler için de tek kurtuluş yoludur.
Kentin
ve kırın yarı-proleter ve yoksul yığınlarını ve diğer ezilenleri kendi
önderliği altında birleştirecek olan işçi sınıfı, küçük-burjuva katmanları da
mümkün mertebe kendine bağlayarak, üst kesimlerini ise en azından
tarafsızlaştırarak, burjuvazinin sınıf egemenliğini yıkacak, emperyalist
kölelik zincirini kıracak, proletarya devrimini zafere ulaştıracaktır.
Gerçekleştirmek
için Mücadele edilecek Talepler
Genel
İlkeler ve Çerçeve
1.Reşit olan herkesin politik iktidara doğrudan ve
sürekli katılımına dayanan proletarya iktidarının politik yapının kurulması.
2.Herkes için en geniş ölçüde, koşulsuz, eşit ve
güvenceye sahip politik ve sivil hak ve özgürlüklerin kurulması. Cinsiyete,
etnisitiye, ulusallığa, vatandaşlığa, ırka, dine, yaşa vb. göre ayrımcılıkların
yasaklanması.
3.Varolan kapitalist sisteme insanların yüksek yaşam
standartları, refah ve ekonomik güvenliği için, ilerici iş kanunu gibi, genel
ekonomik ve refah normlarının gerçekleştirilmesi
4.Gerici, ayrımcı ve küçültücü inanç ve geleneklerin
kökten ve hızla kenara itilmesi ve özgür
ve açık bir kültürün, değerlerin ve insan ilişkilerinin gelişmesine yardım
edecek yasa ve önlemlerin yürürlüğe sokulması.
5.Türkiye’nin dünyadaki işçi ve sosyalist mücadeleler, ilerici toplumsal
değer ve ilişkiler ve ilerici mücadeleler için dayanışma kaynağına dönüştürecek
yasa ve politikaların sunulması.
Yukarıdaki genel ilkeler
aşağıdaki önlemlerle derhal
yerine getirilecektir:
Yönetime doğrudan kitlesel
katılım
1-
Bütün
politik ve yönetsel organlar ve görevler seçilmeli ve seçmenlerin çoğunluğunun
kararıyla geri alınabilir olmalıdır. Bu görevlere seçilenler ortalama işçi
ücretinden yüksek maaş almamalıdır. Bütün yönetim organları konseyler
aracılığıyla halkın doğrudan gözetiminde olmalıdır. Devlet dairelerinin, halkın
bunlara müdahalelerini ve kontrollerini basit bir göreve dönüştürmek için,
hiyerarşi, dil ve çalışma prosedürlerinin basitleştirilmelidir.
2-
Kamu
hizmetlerinde vatandaşlar ve müşteriler için iş ahlakı ve saygının
yükseltilmesi. Görevlilerce otoritenin kötüye kullanılması, rüşvet, kayırma,
ayrımcılık, yasal olarak tanımlanmış kural ve prosedürlerden sapma vb. gibi,
temel suçlar olarak umumi mahkemelerde kovuşturmalarla sonuçlanmalıdır. Kamu
kaynaklarının özel amaçlar için kullanımının yasaklanmalıdır.
3-
Bireylerin
herhangi devlet memurunu genel mahkemelerde koşulsuz dava etme hakkı vardır.
4-
Yerel
düzeyden ulusal düzeye iktidarın uygulanması halkın yasama ve yürütmeyi
birleştiren kendi konseylerince yürütülmesi gerekir. Ana yönetim organı
konseylerin temsilcilerinin ulusal kongresi olacaktır. 18 yaşından büyük herkes
yerel konseylerde oy kullanma ve bütün konumlarda çalışma ve üst konseylerde
temsilci olma hakkına sahip olacaktır.
Ordunun dağıtılması
1-
Egemen
sınıfın ücretli silahlı çeteleri olan ordu ve profesyonel silahlı kuvvetler,
bir ülkenin burjuvazisinin ekonomik çıkarlarını ve pazarını diğerine karşı
korumak ve çalışanlara boyun eğdirmek için örgütlenmiştir. Egemen sınıfların
orduyu toplumun bütününe hizmet eden bir halk organı olarak sunarak ordunun
gerçek fonksiyonunu ve sınıfsal doğasını gözlerden gizlemeye çalışmasına rağmen
ordunun egemen sınıflarla yakın ilişkisi ve toplumun efendilerinin çıkarlarını
korumadaki rolleri insanların çoğunluğu için açıktır.
2-
Komünist
Partisi ordu ve profesyonel silahlı
kuvvetlerin dağıtılmasını savunmaktadır. Ordu,
ve diğer profesyonel kuvvetler, bütün gizli askeri ve istihbarat
örgütleri dağıtılmalıdır.
3-
İnsanlardan
ayrı ve üstlerinde duran profesyonel ordunun yerini genel askeri eğitime ve
güvenlik ve savunmaya genel katılıma dayanan halk konseylerinin milis gücü
alacaktır.
4-
Ek
olarak parti silahlı kuvvetler olduğu sürece aşağıdaki ilkelerin her durumda ve
koşulda uygulanması gerektiğine inanmaktadır:
5-
Silahlı
kuvvetlere sorgusuz itaatin kaldırılması. Bütün askeri personel ülkenin
yasaları ve kendi vicdanları ve ilkeleriyle çatışma içinde olduklarını
düşündükleri emirleri uygulamayı reddetme hakkına sahiptir.
6-
Görevliler
her zaman üniformalarını giymek ve silahlarını açıkta taşımak zorundadırlar.
Üniformasız silahlı kuvvetler ve sivil polis oluşturmak yasaktır. Her
vatandaşın çevresinde ve topluluğunda silahlı görevlilerin olduğunu bilme
hakkına sahiptir.
7-
Askeri
kuvvetlerin üyeleri politik etkinliklerde yer alma ve politik partilere üye
olma hakkına sahiptir. Politik partiler, sendikalar ve diğer örgütlenmeler
askeri kuvvetler içinde etkinlik yapma hakkına sahiptir.
Herkes için adalet
Her
toplumda yargı sistemi ve yasal adalet o toplumun toplumsal ilişkilerinin ve
ekonomik ve politik temellerinin yansımasıdır. Yargı alanı –kanunlardan ve
baskın adalet, doğruluk, hak kavramlarının yorumundan yargı gücünün prosedür ve
yönetimine kadar– varolan toplumun ekonomik ve sınıfsal temellerini koruyan
politik üstyapının parçasıdır. Bu yüzden herkes için gerçek yasal adalet ve
eşit uygulaması ve tam bağımsız ve adil bir yargı yönetimi varolan sınıflı
toplumun köklü yeniden biçimlendirilmesini gerektirmektedir.
Bu amaca bir adım olarak ve varolan toplumda daha
adaletli yargılanmanın oluşturulması için Komünist-işçi partisi aşağıdaki temel
ilkelerin derhal uygulanması için çağrıda bulunur:
1-
Hakimlerin,
mahkemelerin ve yargı sisteminin yürütmeden tam yasal bağımsızlığı
2-
Hakimler
ve diğer yargı görevlileri seçimle işbaşına gelmeli, çoğunluğun kararıyla geri
çağırabilir olmalıdır.
3-
Özel
mahkemelerin yasaklanması ve bütün davaların halka açık mahkemelerde yapılması.
4-
Bütün
davalar kamuya açık olmalıdır. Bütün temel suçlarda jürili duruşmalar
yapılmalı. Sanıkların ve avukatların hakimleri ve jüri üyelerini kabul ya da
reddetme hakkı.
5-
Bütün
duruşmalarda sanık suçluluğu kanıtlanana kadar masumdur ve kanıtlama zorunluluğu davacınındır.
6-
Ülkenin
yargı ilkeleri ve yargı sisteminden önce birey hakları detaylı olarak Programın
diğer kesimlerinde anlatılmıştır.
Bireysel
Haklar ve Özgürlükler
Burjuva ideologları bireye saygı ve sivil hakların bu
sistemin ayırdedici özelliği olduğunu iddia ederler. Gerçek ise sermayenin
iktidarı altında yaşayan beş milyardan fazla insanın dışında sadece küçük bir
kesimin bir avuç ülkede az çok kararlı bireysel ve sivil haklarını
kullanabildiğidir. Kapitalist dünya da ezici çoğunluğun yazgısı daha çok ya da
daha az politik haklardan tam yoksunluğu, despotik rejimler ve devlet terörizmi
ve şiddetidir.
Sermaye tarafından çalışanların ekonomik köleleştirilmesi
ve sivil haklar ve mülkiyet arasındaki doğrudan ilişki bu hakları herhangi
ciddi ve gerçek anlamdan yoksun bırakmaktadır. Ekonomik kriz zamanlarında bu
ülkelerin deneyimleri bu sözde hakların yaşamasının dahi kapitalist sınıfın
ekonomik koşullarına bağlı olduğunu göstermekte ve sermayenin karlılığı ve
birikimine engel olduğu sürece bu haklar saldırıya uğramaktadır.
Gerçek bireysel ve sivil özgürlükler sadece özgür bir
toplumda gerçekleşebilir. Ekonomik ve sınıfsal kölelikleri yok ederek işçilerin
komünist devrimi yaşamın farklı alanlarında bireyin kendini ifade edebilmesi
için en geniş özgürlüklere ve fırsatlara yol açacaktır.
Aynı zamanda
komünist partisi günümüz toplumunda en geniş bireysel ve sivil hakların
gerçekleştirilmesi ve korunması için mücadele eder.
1-
Yaşama
hakkı. Beden ve zihnin saldırılara karşı dokunulmazlığı.
2-
Günümüz
toplumunda normal bir yaşamın gerekliliklerini sağlayan bir gelire sahip olma
hakkı.
3-
Boş
zaman, dinlenme, eğlenme hakkı.
4-
Eğitim
hakkı. Bütün eğitim kaynaklarına ulaşma hakkı.
5-
Sağlık
hakkı. Hastalık ve rahatsızlıklardan korunma için varolan bütün imkanlardan
yararlanma hakkı. Bütün sağlık bakımı ve tıbbi imkanlardan yararlanma hakkı.
6-
Bireysel
bağımsızlık hakkı. Herhangi bir maske ya da mazeret altında kölelik ve zorla
çalıştırmanın yasaklanması.
7-
Sosyalleşme
ve sosyal bir yaşama sahip olma hakkı. Diğer insanlarla ilişki kurmanın
engellenmesinin ve insanların toplumsal çevreden yalıtılmasının yasaklanması.
8-
Toplumsal
bütün alanları hakkındaki gerçekleri araştırma ve bilme hakkı. Sansürün ve
kamuya açık bilgi üzerinde medya yöneticilerinin ve devletin kontrolünün
yasaklanması.
9-
Sağlıklı
ve güvenli bir ortamda yaşama hakkı. İnsanların ve onların temsilcilerinin
devletin ve özel girişimlerin etkinliklerinin çevreye etkilerini kontrol etme
hakkı.
10-
Koşulsuz
inanç, ifade, toplanma, basın, gösteri, grev, örgütlenme ve politik parti kurma
özgürlüğü.
11-
Tam
ve koşulsuz eleştiri özgürlüğü. Toplumdaki bütün politik, kültürel, etik ve
ideolojik görüşleri eleştirme hakkı. Eleştiri ve ifade özgürlüğünün
kısıtlanması için çağrıda bulunan ulusal, dinsel, yurtsever ve diğer
kutsallıkların yasaklanması ve illegal ilan edilmesi.
12-
Din
ve ateizm özgürlüğü.
13-
Cinsiyet,
din, etnisite, ulus, meslek, vatandaşlık, inanç ya da politik inançlardan
bağımsız olarak 18 yaşın üzerindeki herkes için eşit ve genel oy hakkı. 18
yaşın üzerindeki herkesin temsili organlarda ve seçilmiş görevlerde çalışma
hakkı.
14-
Sorgulamanın
yasaklanması. Kendilerinin suçlanmasından sakınmak için ifade vermeyi reddetme
hakkı. Kişisel görüşleri ve inançları hakkında sessiz kalma hakkı.
15-
Koşulsuz
yaşayacağı yeri seçme hakkı. Erkek ve kadın 18 yaş üzerindeki herkes için
seyahat özgürlüğü. Ülke içindeki hareketlerin devlet tarafından sürekli
kontrolünün (sürgünlerin) yasaklanması. Ülkeden çıkışlardaki herhangi bir
sınırlamanın kaldırılması. İstek üzerine derhal ve koşulsuz pasaport hakkı.
16-
Vatandaşlığa
giriş ve çıkışlarda herhangi bir sınırlamanın yasaklanması. Vatandaşlığın yasal
zorunluluklarını kabul eden herkesin vatandaşlığa kabulü. Türkiye’ye yerleşmek
için başvuranlara koşulsuz yer ve iş sağlanması .
17-
Özel
hayatın dokunulmazlığı. Kişinin ev, ilişki ve konuşmalarının dokunulmazlığı ve
herhangi bir otoritenin saldırısına karşı korunması. Takip, izleme ve
dinlemenin yasaklanması.
18-
Özel
izinleri alınmadan kişiler hakkında bilgi toplanmasının yasaklanması. Herkesin
devletin kendileri hakkında sahip olduğu bilgileri elde etme hakkı.
19-
İş
seçme özgürlüğü.
20-
Koşulsuz
giyinme özgürlüğü. Kamuda erkek ya da kadının kıyafeti üzerinde resmi ya da
zımni isteklerin yasaklanması. Kişilerin kıyafet ya da dış görünüşüne göre
ayrımcılık ya da sınırlamalara uğramasının yasaklanması.
21-
Halkın
seçilmiş temsilcilerinin devlet kurumlarını, etkinliklerini ve dökümanlarını
kontrol etme hakkı. Gizli diplomasinin yasaklanması.
Ayrımcılığın
Kaldırılması ve Eşitlik
İnsan eşitliği, işçi sınıfı iktidarı için yaşamsal önemde
olan, sınıfların, sömürücü ve ayrımcı kapitalist sistemin kaldırılmasıyla kurulacak
özgür sosyalist toplumun temel ilkesidir. Komünist eşitlik bütün insanların
ekonomik, politik, toplumsal alanlardaki gerçek eşitliğidir bu nedenden dolayı
yasa önünde eşitlikten daha geniştir. Komünist eşitlik Sadece politik haklarda
eşitlik değil insanlığın kollektif çabasının ürünleri ve maddi kaynaklarına
ulaşmada, toplumsal konum ve ekonomik ilişkilerde insanların birbirleriyle
ilişkilerinde eşitliktir. İnsanların farklı yeteneklerini geliştirebilmeleri ve
toplumun maddi ve entelektüel canlılığı için gerekli koşul olan komünist
eşitlik sadece insanların sınıflara bölünmesine son verilerek
gerçekleştirilebilir. Sınıflı toplum özgür ve eşit bir toplum olamaz.
Kapitalist toplumda eşitlik ve ayrımcılığı kaldırmak için
verdiğimiz mücadele toplumsal devrimi ilerletmek ve özgür ve eşit bir komünist
toplum kurmak için verdiğimiz temel mücadelenin bütünleyici parçasıdır.
Partimiz eşitsizlik ve ayrımcılığa karşı verilen her toplumsal mücadelenin en
ön cephesinde yer alır ve cinsiyet, ulus, din, ırk, inanç, meslek, statü,
vatandaşlıktan bağımsız olarak herkes için eşit haklar ve kanunların eşit
uygulanmasının bütün kanunların arkasındaki dokunulamaz temel ilkesi olması
gerektiğine inanır.
Bu ilkeye uymayan her kanun ve düzenleme geçersiz
kılınmalı ve bireyler, kurumlar, devlet ya da özel girişimler tarafından
uygulanan herhangi bir ayrımcılık ceza
soruşturmasına uğramalıdır.
Cinsiyet
ayrımcılığının yasaklanması.
Kadınlara uygulanan ayrımcılık bugünkü dünyanın
özelliğidir. Dünyanın büyük bölümünde kadınlar erkekler için tanınmış en
önemsiz haklardan bile resmi ve yasal olarak yaralanmaları engellenmiştir.
Ekonomik olarak geri ülkelerde din ve eski geleneklerin toplumun politik,
yönetsel ve kültürel yapısında güçlü yer tuttuğu yerlerde kadınlara yapılan
baskı en şiddetli ve rezil biçimler almaktadır. İleri ülkelerde, hatta kadın
hakları hareketleri ve sosyalist-işçi mücadelesinin sonucu olarak cinsel
ayrımcılığın yasa metinlerinden silindiği toplumlarda dahi, kadın kapitalist
ekonominin mekanizmaları ve varolan erkek şovenist gelenek ve inançlar
aracılığıyla pratikte birçok alanda ayrımcılığa uğramaktadır.
Kadınlara yapılan baskı kapitalizmin icadı değildir.
Bununla birlikte, kapitalizm tarihin bu iğrenç mirasını çağdaş ekonomik ve
toplumsal ilişkilerin köşe taşına dönüştürmüştür. Kadın eşitsizliğinin biçimi
bu gün üretim sürecindeki cinsel bölünmeyi sermayenin karlılığını sağlamada
önemli bir ekonomik ve politik faktör olarak gören bugünün modern ve
sanayileşmiş kapitalist toplumunda görülmelidir.
İşe almada ve işten atmada emek esnekliği yaratmak,
işçiler arasına bölünme, rekabet ve sürtüşme sokmak, bütün olarak işçi
sınıfının yaşam standartlarını düşürmenin yolu olarak işçi sınıfı içindeki en
avantajsız kesimini kadın ve çocuklar oluşturmaktadır. Bütün bunlar bugün
kapitalist birikimin sütunları ve modern çağdaş kapitalizm için kadınlara
yapılan baskının nimetleridir. Kapitalizm bu eşitsizliğe dayanmaktadır,
şiddetli ve sert direniş göstermeden bundan vazgeçmeyecektir.
Kadın
ve erkek eşitliği
1-
Kadın
erkek eşitliğine aykırı yasa ve düzenlemelerin yürürlükten kaldırılması için
tam ve koşulsuz kadın ve erkek haklarının eşitliğinin ilanı.
2-
Politik
yaşama katılımda tam olarak kadın erkek eşitliğinin sağlanması için acil
önlemlerin sağlanması. Kadınların her düzeyde koşulsuz olarak seçimlerde yer
alabilme ve politik, yönetsel, yargı konumlarında çalışabilme hakkı. Kadınların
yönetim ve politikaya katılımını sınırlayan yasa ve düzenlemelerin
kaldırılması.
3-
Ailede
kadın ve erkek için tam eşit hak ve statünün sağlanması. Sözde evin reisi
olarak erkeğe tanınan imtiyazların kaldırılması ve çocukların bakımı ve
büyütülmesinde, aile harcamalarının, mirasın kontrolünde, ikametgah seçiminde,
ev işinde, profesyonel iş vermede, boşanmada, ayrılma durumunda çocukların
gözetimi ve aile mülkiyetinin bölünmesinde kadın ve erkek için eşit hak ve
zorunlulukların koyulması.
4-
Eski
geleneklerin erkeğin yararına buyurduğu bütün köleci zorunlulukların
yasaklanması. Şiddet kullanmasa dahi kocanın eşiyle rızası olmadan cinsel
ilişki kurmasının yasaklanması. Kadın üzerindeki baskıcı zorlamalar tecavüz
olarak kovuşturmaya uğramalıdır. Ailede kadına ev işi empoze edilmesinin
yasaklanması. Ailede kadına ve kız çocuklarına küçültücü, özgürlüğü
kısıtlayıcı, tehditkar ve şiddet içeren davranışların ağır biçimde
cezalandırılması.
5-
Ekonomik
yaşam ve istihdamda tam kadın ve erkek eşitliği. Kadın ve erkeğe eşit iş ve
sosyal güvenlik uygulanması. Benzer işler için kadın ve erkeğe eşit ücret. İşe
almada kadınlara yönelik herhangi bir kısıtlamanın kaldırılması. Kadın ve
erkeğin ücretlerde, sigortada, tatillerde,
çalışma saatlerinde, iş vardiyalarında, terfilerde, işçi temsilciliğinde
tam eşitliği.
6-
Hamile
kadının işten çıkarılmasının yasaklanması, hamile kadına ağır iş verilmesinin
yasaklanması ve işyerinde kadınların özel ihtiyaç duyduğu önlemlerin alınması
gibi kadınların güvenli iş ve profesyonel kariyer yapmalarını sağlayacak özel
kural ve standartların yürürlüğe sokulması. 16 haftalık hamilelik izni ve 1
yıllık çocuk bakım izni. Kendi kararlarına göre 1 yıllık çocuk bakım izni kadın
ve erkek tarafından birlikte kullanılabilir. Girişimlerin bu düzenlemelere
uygunluğunu kontrol etmek için denetleme konseylerinin oluşturulması.
7-
Ticari
ya da ticari olmayan, devlet ya da özel işyerlerinde ve çalışma yaşamında kadın
eşitliğini sağlamak için yetkileri olan fırsat eşitliği mahkemelerinin
oluşturulması. İstihdamda kadın ve erkeğin tam eşitliği ilkesini çiğneyen
kurumların ağır cezalandırılması ve kovuşturulması.
8-
Kadınların
üzerine gereğinden fazla yük getiren ev işi ve çocuk bakımı gibi şeylerden
kurtulması ve kadınlara ev dışında farklı etkinliklere girme imkanını
sağlayacak günlük bakım merkezleri, kreşler, çocuk klüpleri gibi parasız
merkezlerin oluşturulması.
9-
Kadınların
özel yaşamlarına ve kişisel, duygusal ve
cinsel ilişkilerine herhangi bir otoritenin, aile üyeleri veya akrabaların ya
da resmi otoritelerin karışmasının yasaklanması. Kamu kurumlarında kadınlara
küçültücü, erkek şovenist, ataerkil ve eşitsiz davranışların yasaklanması. İş
ilanlarında cinsiyete referansın yasaklanması.
10-
Eğitim
materyallerinden kadınlara önyargılı ve küçültücü referansların kaldırılması ve
yerine kadın eşitliği ile ilgili özel derslerin ve eğitim materyallerinin dahil
edilmesi. Kadınlara karşı ayrımcılık ve taciz durumlarıyla ilgilenecek özel,
yasal bölümlerin ve denetleyici kurulların oluşturulması.
11-
Toplumdaki
erkek şovenist ve kadın düşmanı kültüre karşı savaşmak için ilgili devlet
otoriteleri tarafından doğrudan eylem, Hükümet dışı kadın hakları gruplarını
destekleme ve teşvik etme.
Yabancı hakları
1-
Vatandaş
olup olmamasından bağımsız olarak bütün bireysel, sivil, politik, toplumsal ve
refah haklarında Türkiye’ye yerleşmiş
herkes için tam koşulsuz eşitlik.
2-
Vatandaş
olup olmamasında bağımsız olarak bütün işçiler için iş ve toplumsal refah kanunlarının
eşit uygulanması.
3-
Türkiye’ye
yerleşme başvurusu yapan herkese giriş, ikamet ve iş izini ve sigorta kartları
vb. sağlanması.
4-
Irkçılık
ve herhangi ırkçı önyargıya karşı kararlılıkla mücadele edilmelidir. Ülke
kanunlarının ırk ayrımcılığını yasaklaması yanında dünyadaki ırk ayrımcılığına
karşı etkili muhalefet dış politikanın sürekli bir parçası olmalıdır.
Ulusal baskının yok edilmesi
Genel ilke olarak komünist partisi farklı ulusal
kökenlerden insanların eşit haklara sahip özgür vatandaşlar olarak büyük
ülkelerde yaşamasını savunur. Bu sınıf mücadelesinde işçilerin saflarını
güçlendirir. Varolan devletlerde ulusal baskı ve çekişmelerin tarihi birlikte
yaşamayı zorlaştırdığı durumlarda parti ezilen ulusallıkların, eğer doğrudan ve
özgür referandumla seçerlerse, ayrılma ve bağımsız devlet kurma haklarını
tanır.
Kürt sorunu
Bölgedeki bütün ülkelerde Kürtlere karşı uygulanan ulusal
baskının uzun tarihi, faşist diktatörlük altında Türkiye Kürdistan’ındaki
özerklik için yapılan protesto hareketleri ve mücadelelerinin kanla
bastırılması yüzünden komünist partisi ilke olarak Kürtlerin özgür referandumla
Türkiye’den ayrılma ve bağımsız devlet kurma haklarını tanır. Parti bu özgür
seçimi önleyecek herhangi bir askeri ve şiddet eylemlerini kesinkes mahkum eder.
Komünist partisi uluslararası organların denetimi altında Kürt yerleşim
bölgelerinde özgür bir referandum ile Kürt sorununun acil çözümü için çağrıda
bulunur. Böyle bir referandum merkezi hükümetin askeri kuvvetlerinin geri
çekilmesinden ve Kürdistan’daki bütün politik partilerin insanları kendi programları doğrultusunda
bilgilendirecekleri özgür etkinlik döneminden sonra gerçekleştirilmelidir. İlke
olarak komünist partisi herhangi bir zamanda Kürdistan’ın ayrılmasını sadece bu
durum Kürdistan’daki işçiler için daha ilerici sivil haklar ve daha adil ve
güvenli ekonomik ve toplumsal çevre sağlayacaksa savunur. Partinin resmi konumu
bütün olarak işçi sınıfının çıkarları ve özel olarak Kürdistan’daki işçilerin
çıkarları doğrultusunda durumun somut değerlendirilmesiyle belirlenecektir.
Komünist partisi Kürdistan’daki ulusal güçler tarafından sunulan Kürt özerkliği
fikrini Kürt ve Kürt olmayan ulusal kimliklerin tek bir ulusal çerçeve içinde
varlıklarının sürdürülmesini amaçlayan bir reçete olarak görür. Ulusal özerklik
ulusal bölünmeleri ölümsüzleştirmekle ve resmi olarak meşrulaştırmakla
sınırlıdır ve sahneyi gelecek yıllardaki ulusal çatışmalara hazırlar.
Komünist parti Kürdistan’ın politik geleceğinin açık ve
özgür bir referandumla Kürdistan halkının açık rızası olmadan merkezi hükümet
ve yerel partiler arasındaki görüşmelerin sonucu ya da hükümetin tek taraflı
kararı ile belirlenmesini geçersiz tümden reddeder.
Toplumsal ve
Kültürel Normlar
Komünist parti aşağıdakilerin derhal yürürlüğe konması
için çağrıda bulunur.
Din
, ulusallık ve etnisite
1-
Din
ve ateizm özgürlüğü. Dinin devletten tamamen ayrılması. Bütün dinsel ya da
dinden etkilenmiş kavram ve referansların bütün yasalardan atılması. Din
bireyin özel meselesi olarak ilan edilecektir. Yasalardan, kimlik kartlarından
ve resmi evraklardan kişinin dinine ait referansların çıkartılması. İnsanları
bireysel ya da toplu olarak resmi dokümanlarda, medyada vb. herhangi bir etnik
gruba ya da dine ait göstermenin yasaklanması.
2-
Dinin
eğitimden tamamen ayrılması. Dinsel konuların ve dogmaların ya da konuların
dinsel yorumunu okul ve eğitim kurumlarında öğretiminin yasaklanması. Dinsel
olmayan laik eğitim ilkesini ihlal eden herhangi yasa ve düzenleme derhal
kaldırılmalıdır.
3-
Din
ve dinsel etkinliklere, kurumlara ve mezheplere devlet ya da devlet kurumları
tarafından mali, maddi ya da ahlaki desteğin yasaklanması. Resmi takvimde
dinsel olay ya da günlere referansın iptali.
4-
İnsanların
sivil hakları ve özgürlükleriyle ve herkes için eşitlik ilkesiyle bağdaşmayan
dinsel etkinlik, seremoni ya da törenlerin yasaklanması. İnsanların barış ve
güvenliğini bozan dinsel gösterilerin yasaklanması.
5-
Çocukların
ve 18 yaşın altındaki bütün kişilerin din ve dinsel kurumlar tarafından maddi
ve manevi manipülasyonundan korunması. 18 yaşın altındaki kişilerin dinsel
mezheplere ya da dinsel seremoni ve kurumlara çekiminin yasaklanması.
6-
Din özgürlüğüne bağlı olarak; Bütün dinsel
tarikatlar resmi düzeyde özel girişim olarak kaydedilecektir. Dinsel
kuruluşların ticari firma olarak ticaret kanunları ve düzenlemelerine
bağlanması. Dinsel toplulukların
hesaplarının ve ticari işlemlerinin yasal otoriteler tarafından
denetlenmesi. Bu kurumların diğer girişimlere uygulanan vergi kanunlarına
bağlanması .
7-
Dinin
kabul edilmesi için herhangi bir fiziksel ya da psikolojik zorlamanın
yasaklanması. Kişilerin hak, eşitlik ve özgürlüğünü, yasa tarafından tanınmış
sivil, kültürel, politik ve ekonomik haklarını kullanmalarını ve toplumsal
yaşama özgür katılımlarını çiğneyen dinsel, etnik, geleneksel, yerel geleneklerin
yasaklanması.
8-
Birey
ya da grupları açık izinleri olmadan kamuda, medya da, devlet kuruluşlarında
özel bir ulusa ait olarak göstermenin yasaklanması.
9-
Kimlik
kartlarında , resmi dokümanlarda ve resmi işlerde kişilerin ulusuna referansın
iptali.
10-
Dinsel,
ulusal, etnik, ırkçı ve cinsel nefretin kışkırtılmasının yasaklanması. Açıkça
ve resmen bir grup insanın diğerlerinden ulus, etnisite, ırk, din ve cinsiyet
temellerinde üstünlüğünü iddia eden politik örgütlenmelerin kurulmasının
yasaklanması.
aile, evlilik ve boşanma
1-
18
yaşın üzerindeki her çift kendi seçimleriyle birlikte yaşama hakkına sahiptir.
Bireylerin herhangi bir kişi ya da otorite tarafından partner seçimine ya da
ayrılmaya zorlaması yasaktır.
2-
Eğer
taraflar isterse, resmen tanınmak ve aile kanunları tarafından korunmak için
birlikte yaşayanların basit bir kaydı yeterlidir. Evlilik için dinsel ya da
laik özel seremonilerin yapılmasının kanun önünde geçerliliği yoktur.
3-
Evliliğin
ön şartları olarak başlık parası, iki taraf arasındaki çeşitli ödeme şekilleri,
çeyiz gibi mali işlemlerin yasaklanması .
4-
Yasalarla
yasaklanmış gibi görünen ama yaşamda yoğun uygulamaları olan erkeklerin İslami
hakkı olarak gördükleri çok evlilik yapmanın yasaklanması.
5-
Ailede
kadın ve erkek için ikamet seçiminde, çocukların eğitim ve bakımında, aile
mülkleri ve maliyesini ilgilendiren kararlarda ve birlikte yaşamayı
ilgilendiren bütün durumlarda eşit haklar. Bütün kanun ve düzenlemelerde evin
reisi olarak erkeğe verilen özel statünün kaldırılması ve aile meselelerinde
kadın ve erkek için eşit haklar.
6-
Kadın
ve erkek için koşulsuz ayrılma (boşanma) hakkı. Ayrıldıktan sonra çocukların
bakımında kadın ve erkek için eşit haklar ve zorunluluklar.
7-
Birlikte
yaşama süresince aile tarafından kullanılmış ya da elde edilmiş mülk ve kaynaklar
ile ilgili olarak ayrılmada çiftler için eşit haklar.
8-
Babanın
aile isminin çocuklara otomatik transferinin kaldırılması. Çocuğun soyadı
ebeveynlerin ortak kararına bırakılacaktır. Eğer bir karara varılamazsa çocuk
annenin soyadını alacaktır. Kimlik kartlarında ve pasaport, ehliyet gibi diğer
resmi kimlik dokümanlarında ebeveynlerin isimlerine referansların iptali.
9-
Tek
ebeveynlere maddi ve manevi devlet yardımı. Gerici kültürel ve ahlaki baskılar
ya da ekonomik zorluklar durumunda ayrılmış ya da evlilik dışı çocuk doğurmuş
annelere özel destek.
10-
Kadın
ve erkeğin eşleri dışındaki kişilerle cinsel ilişkilerini suç olarak gören bütün tarihe aykırı ve
gerici kanun ve düzenlemelerin kaldırılması.
Çocuk hakları
1-
Her
çocuğun mutlu, güvenli ve yaratıcı bir yaşam hakkıdır.
2-
Toplum
ailesinin imkanları ve koşullarından bağımsız olarak her çocuğun mutluluğunu
sağlamakla sorumludur. Devlet çocuklar için en olası refah ve gelişme
standartlarını sağlamak zorundadır.
3-
Aile
koşulları ne olursa olsun çocuklar ve gençler için yüksek yaşam standardı
sağlayacak parasız sağlık, eğitim ve kültür hizmetleri ve harçlıkların
sağlanması.
4-
Aile
bakımı altında olmayan bütün çocukların devletin vasiliği altına
yerleştirilmesi ve yaşamlarını ve eğitimlerini modern, ileri ve iyi donanımlı
merkezlerde sürdürmeleri.
5-
Aile
koşulları ne olursa olsun bütün çocuklara yaratıcı eğitim ve toplumsal çevre
sağlayacak iyi donanımlı modern kreşlerin yaratılması.
6-
Evlilik
içi ya da dışı doğmuş bütün çocuklar için eşit haklar
7-
18
yaşın altındaki gençler ve çocuklar için profesyonel işlerin yasaklanması.
8-
Çocukların
evde, okulda ve toplumda hor kullanılmalarının yasaklanması. Bedensel
cezalandırmanın yasaklanması. Çocukları psikolojik baskı ve tehditlere maruz
bırakmanın yasaklanması.
9-
Çocukların
cinsel tacizine karşı kararlı yasal eylem. Çocukların cinsel tacizi ağır ceza
olarak yargılanacaktır.
10-
Çocukların,
kız ya da erkek, eğitim, eğlenme ve çocukların sosyal etkinliklerine katılım
gibi sivil ve toplumsal haklarını kullanmalarını herhangi bir bahaneyle
engelleyen kimse dava edilecek ve cezalandırılacaktır.
Cinsel ilişkiler
1-
Özgür
ve rızaya bağlı cinsel ilişki reşit olma yaşına ulaşmış herkesin inkar edilemez
hakkıdır. Kadın ve erkek için yasal reşit olma yaşı 18’dir. Yetişkinlerin
(reşit olma yaşının üstündekilerin) bu yasal reşit olma yaşından küçük
olanlarla, rızaları olsa dahi, cinsel ilişkileri yasal değildir ve yetişkin
taraf yasal kovuşturmaya uğrayacaktır.
2-
Bütün
yetişkinler, kadın ya da erkek, diğer yetişkinlerle olan cinsel ilişkilerinde
tamamen özgürdürler. Yetişkinlerin birbirleriyle gönüllü ilişkileri onların
özel konularıdır, hiçbir kimse ya da otoritenin buna karışmaya veya da bunu
kamuya açmaya hakkı yoktur.
3-
Herkes,
özellikle gençler, cinsel eğitim ve doğum kontrol yöntemleri ve güvenli seksle
ilgili eğitim alacaklardır. Cinsel eğitim okul müfredatının zorunlu
kısımlarından biri olacaktır. Devlet, klinikler ve ilgili herkesin
ulaşabileceği danışma hizmetleri oluşturarak, özel radyo ve televizyonları ve
diğer bütün etkili yöntemleri kullanarak bireylerin cinsel ilişkideki hakları
ve cinsel konulardaki bilimsel bilinçliliğini hızla yükseltmekle sorumludur.
4-
Doğum
kontrol araçları ve zührevi hastalıklardan korunma araçları bütün yetişkinlere
ulaşılabilir ve parasız olmalıdır.
5-
Kültürel
ve ekonomik baskılar sonucu insan embriyosunun kasten yok edilmesi olan kürtaj
gibi çok az olay insan yaşamının hor
görülmesinin günümüz toplumunun asli öğesi olduğunu ve varolan sınıflı toplumun
ve sömürücü ilişkilerin insan yaşamı ve mutluluğuyla bağdaşmazlığını gösterir.
Kürtaj, insanların kendine yabancılaşmasına ve varolan sınıflı toplumun onlara
dayattığı yoksunluk ve zorluklara karşı savunmasız olduklarına bir kanıttır.
6-
Kürtaj olup olmama kararı yalnız kadına
aittir. Bununla birlikte devlet sosyal danışmanlar ve bilimsel yetkililerin
caydırıcı tavsiye ve kanıtlarıyla olduğu kadar devletin kendisine ve çocuğuna
mali, maddi ve moral taahhütleriyle kadını son kararından önce bilgilendirmekle
yükümlüdür.
7-
Kadını
kürtaja sürükleyen ön yargı ve ahlaki baskılara karşı kararlı kampanyaların
örgütlenmesi. Bu gibi baskılara, önyargılara ve tehditlere karşı kadınlara
etkin devlet desteği.
8-
Hamileliğin
12. haftasına kadar kürtajın yasallaştırılması. 12. Haftadan sonra kürtaja eğer
annenin sağlığı tehlikedeyse yasal izin verilecektir (sezaryen ve son tıbbi
rapor tarafından belirtilen fetüsü korumanın olası zamanına kadar). Bu gibi
durumlar yetenekli tıp otoriteleri tarafından tahkik edilecektir.
9-
Hamilelik
testleri için geniş ve parasız imkanların sağlanması. Kişilere istenmeyen
hamileliklerin çabuk keşfinin sağlanması için bu testleri kullanmanın
öğretilmesi.
10-
Jinekologlar
tarafından ruhsatlı kliniklerde parasız kürtaj ve kürtaj sonrası bakım.
11-
Doğum
kontrol yöntemleri ve konunun önemiyle ilgili insanların geniş çapta cinsel
eğitimi. Yaygın biçimde ulaşılabilir danışma hizmetleri.
12-
Doğum
kontrol yöntemlerine yaygın ve parasız ulaşım.
13-
Ekonomik
baskı yüzünden kürtaja karar vermiş kadınlara yardım için yeterli fon ve
kaynakların ayrılması. Eğer anne çocuğu doğurmaya karar verirse çocuğun
bakımına hazır olduğunu bildirmek devletin görevidir.
14-
İnsanların
cinsel bilinçliliğinin gelişimini ve özellikle kadınların ve gençlerin doğum
kontrol yöntemleri ve güvenli seks araçlarını kullanmalarını engelleyen dinsel,
erkek şovenist ve gerici davranışlara karşı kampanya.
1-
Uyuşturucuların
alış ve satışının yasaklanması ve uyuşturucuların kanun dışı üretimi ve
ticaretinden sorumlu olanların kovuşturulması ve ağır cezalandırılması.
2-
İnsanları
uyuşturucuya iten sosyal ve ekonomik koşulları ortadan kaldırarak ve uyuşturucu
bağımlılarını uyuşturucu satıcılarından koruyarak uyuşturucu bağımlılığına
karşı mücadeleye yardım.
3-
Uyuşturucu
bağımlılarının yaşamlarının suç olmaktan çıkarılması. Uyuşturucu
kullanıcılarının uyuşturucuyu bırakmalarına: Rehabilitasyon programlarında yer
almayı kabul etmeleri şartıyla uyuşturucu kullanıcılarının ihtiyaçlarını
karşılayacak devlet kliniklerinin kurulması.
4-
Kişisel
kullanım için gereken belli miktarlarda bazı uyuşturucuların kullanımının
yasallaştırılması. Uyuşturucu kullanıcılarına, onları AIDS ve Hepatit gibi hastalıklardan korumak ve bu
hastalıkların yayılmasını engellemek için, eczaneler ve klinikler yoluyla
parasız hipodermik iğne ve şırıngaların sağlanması.
5-
Bağımlılıkları
yüzünden uyuşturucu kullanıcılarının izolasyonunun, hapsedilmesinin,
dışlanmasının yasaklanması. Uyuşturucu bağımlılığı kendi başına bir suç
değildir.
Fuhşa karşı mücadele
Ekonomik, sosyal ve kültürel nedenlerini ortadan
kaldırarak fahişeliğe karşı aktif mücadele ve fahişeliği örgütleyen şebekelere,
komisyonculara ve şantajcılara karşı kararlı hareket. Fahişeliğin örgütlenmesi
ve fahişeleri çalıştırarak kar elde
etmenin yasaklanması.
1-
Fahişelerinin
çalışmalarının ve yaşamlarının suç olmaktan çıkarılması. Fahişelere tekrar
sosyal saygınlıklarını ve kendilerine güvenlerini kazanmalarını ve suç
şebekelerinden kurtulmalarını sağlamak amacıyla yardım:
2-
Fahişelere fahişelikten vazgeçmeleri ve diğer
alanlarda çalışmak için mesleki eğitim almalarını sağlamaya yardım etmek için
sorumlu devlet organları tarafından devamlı eğitici iş teşviki ve pratik
yardımı.
3-
Kendi
işi olarak kişinin cinselliğini satışının yasallaşması. Yasaların fahişeleri
şantajcılara, çetelere, haraççılara karşı koruyacak şekilde genişletilmesi.
4-
Fahişe
olarak çalışanlara iş izninin verilmesi. Toplumun üyeleri olarak
aşağılanmalarına ve horlanmalarına karşı önlem almak şeref ve prestijlerinin
yükseltilmesi ve kendi sendikalarında örgütlenmeleri için yardım.
5-
Bu
meslekte çalışmalarından dolayı olabilecek hastalık ve rahatsızlıklardan
korunmaları için fahişelere parasız özel koruyucu ve tıbbi tedavi hizmetlerinin
sunulması.
Yargılanma
prensipleri
1-
Sanık
suçluluğu kanıtlanana kadar suçsuzdur.
2-
Yargılanmalar
önceden hükümler ve provokasyonlardan arı ve adil koşullarda gerçekleşmelidir.
Dava yeri, hakim ve jürinin bileşimi bu koşulları sağlayacak şekilde
belirlenmelidir.
3-
Sanık
ve avukatları davadan önce davacının bütün
tanıkları ve kanıtlarını bilme ve inceleme hakkına sahiptir.
4-
Mahkemenin
kararı en az bir kez sanık, davacı ya da her iki grup tarafından temiz
edilebilir.
5-
Dava
süresince kişi hakkında ve dava hakkında halkın önyargılarının tahrikinin
yasaklanması.
6-
Kamu
oyunun baskısının tarafsız bir dava
görülmesini engellediği durumlardaki davanın yasaklanması.
7-
Polisin
tanıklığı diğer tanıklarla aynı ağırlığa sahiptir.
8-
Hakimler
ve mahkemeler soruşturma sürecinden tamamen bağımsız olmalıdır. Soruşturma
sürecinin yasal doğruluğu özel hakimler tarafından denetlenmeli ve
kanıtlanmalıdır.
9-
Ceza
kanunlarında kişinin beden ve zihninin zarar görmesi, çocuklara karşı şiddet,
kadınlara karşı işlenen sözde aşk suçları, ev içi şiddet, belli gruplara karşı
nefret suçları ve genel olarak şiddet ve tehdit içeren suçlar mülkiyet
haklarının zarar görmesinden daha ciddi suçlar olarak muamele edilecektir.
İntikam güden ve sözde ibret verici cezaların yerini toplumun bu suçların
tekrarından koruyucu ve ıslah edici cezalar alacaktır.
Sanık ve suçluların
hakları
1-
Bir
kişi suçlanmadan en fazla 24 saat tutulabilir. Gözaltı yeri hapishane yerine yasaları
uygulamakla görevli olanların genel makamlarının bir bölümü olmalıdır.
2-
Gözaltına
alınanlar tutuklanmadan önce hakları hakkında bilgilendirilmelidir.
3-
Herkes
tutuklanmaları ve sorgulanmalarında avukat ya da tanık çağırma hakkına
sahiptir. Herkes gözaltının ilk saati içerisinde avukatlarına, akrabalarına ya
da istedikleri kimseye iki telefon konuşması yapma hakkına sahiptir.
4-
Görevlilerin
bir kimse suçlanmadan parmak izlerini almaya ya da fotoğraflarını çekmeye ya da
izinleri olmadan tıbbi kontrol ya da DNA testi yaptırma hakları yoktur.
5- Tutuklanana kadar gözaltına
alınanın en yakın akrabası ya da herhangi bir kimse derhal gözaltından haberdar
edilmelidir.
6- Gözaltındakilere, sanıklara ya
da mahkumlara tehdit, işkence, küçük düşürme ya da psikolojik baskı uygulanması
yasaktır ve ağır bir suç olarak kabul edilecektir.
7- Tehdit ya da ikna yoluyla
itiraf almak yasaklanmıştır.
8- Tutuklanmaya barışçıl direniş, hapisten kaçmaya barışçıl
kalkışma ya da tutuklamadan kaçmak kendi başlarına suç değildir.
9- Görevlilerin kişilerin
kendilerinin veya yetkili yargı otoritelerinin izinleri olmadan özel mekanlarına girme hakları yoktur.
10-
Sorgu
yargıcı ve adli tıp kurumları yasaları uygulamakla görevli organlardan bağımsız
olmalıdır. Bu kurumlar doğrudan yargının denetimi altında çalışacaktır.
11-
Polisi
şikayet mahkemeleri polis ve yasaları uygulamakla görevli olanlardan bağımsız
olmalıdır. Mahkemenin kararı kamuya bildirilmelidir.
12-
Herhangi
bir bireyle ilgili yasaları uygulamakla görevli olanlar tarafından saklanan
dosya ve bilgilerin kişinin incelemesine her an açık olmalıdır.
13-
Mahkumlar
iş kanunu ve genel toplumsal refah ve sağlık bakımı hakları tarafından korunur.
14-
Hapishaneler
polis ve yasa uygulayıcı otoritelerden bağımsız kurumlar ile yönetilmeli ve
yargının doğrudan denetiminde olmalıdır.
15-
Seçilmiş
müfettişlerin haber vermeden hapishaneleri teftiş hakkı.
16-
Ölüm
cezası derhal kaldırılmalıdır. İdam ve bedensel zarara yol açan her çeşit ceza
her koşulda yasaktır. Ömür boyu hapis de kaldırılmalıdır.
İnsanlara
saygı
1-
Açık
ya da dolaylı olarak rütbe, konum, din, ulus, vatandaşlık, cinsiyet, gelir
düzeyi, görünüş, fiziksel özellikler, eğitim vb. temellerde insanların
toplumsal değerini ve saygınlığının sınıflandırılmasının yasaklanması.
2- Toplumda kişileri küçük
düşüren ve insanları toplumdan soyutlayan her türlü İftiranın yasaklanması.
3- Bireylerin bilgileri ve açık
rızaları olmadan üzerlerinde tıbbi, kimyasal veya çevresel deneylerin ve testlerin yapılmasının
yasaklanması. Bireyin bilgisi ve rızası dışında kişinin fiziksel bütünlüğüne
herhangi bir zararın (sterilizasyon, organ nakli ya da alınması, genetik
manipülasyon, kürtaj,sünnet vb.) yasaklanması.
4- Mesleki çevre dışında
akademik, dinsel, devlet ya da askeri unvanların kullanılmasının yasaklanması.
Resmi ve devlet haberleşmelerinde her kişinin sadece ad ve soyadlarına
göndermede bulunulmalı. Çeşitli toplumsal grupları tanımlamada herhangi bir
otoritenin küçük düşürücü unvanları kullanmasının yasaklanması.
5- Kamu taşımacılığında,
demiryolları, havayolları, devlet otelleri, eğlence merkezleri, tatil yerleri
vb. yerlerde birinci ve ikinci sınıf, lüks ve standart gibi bölümlerin
oluşturulmasının yasaklanması.
İş ve Toplumsal
Refah Kanunları
Sermaye insan toplumuna hükmettikçe, insanlar emek
güçlerini üretim araçlarının sahiplerine satmak zorunda ve yaşamak için sermaye
için çalışmak zorunda oldukça ve ücretli emek sistemi ve insan emek gücünün
alım satımı sürdükçe hiçbir iş kanunu işçiler yararına ne kadar cümle içerirse
içersin gerçek bir özgür iş kanunu, işçilerin iş kanunu olamaz. İşçilerin
gerçek iş kanunun ücretli emek sisteminin kaldırılması ve herkesin
yeteneklerine göre ve gönüllü olarak yaşamın gereklerinin üretimine katkıda
bulunacağı ve ihtiyaçlarına göre bu kollektif çalışmanın ürünlerinden pay
alacağı bir toplumu yaratmaktır.
Bununla birlikte ücretli emek sistemi sürdüğü sürece
Komünist-işçi partisi, insanları ücretli emek sisteminin yıkıcı etkilerinden
korumak, işçiler için en iyi çalışma koşullarını ve olanaklı en yüksek refah
seviyesini sağlamak için bu sistemdeki iş ilişkileri ve iş kanunlarına belli
şartları yerleştirmeyi amaçlamaktadır. Bu mücadelede işçi komünizmi ayrıca
işçilerin sınıf olarak bilinçliliğini, örgütlerini ve mücadelelerini
geliştirecek iş standartlarının uygulanmasını amaçlar.
İş ve toplumsal refah kanunları vatandaşların bütün
hakları ve zorunluluklarında olduğu gibi yabancı işçiler ve ülkede ikamet eden
diğer yabancılar için de uygulanmalıdır. Komünist-işçi partisi vatandaşlık,
ulus, din, cinsiyet ayrımı yapmadan bütün işçiler için eşit hakları savunur.
Partinin iş ve toplumsal refah kanunlarıyla ilgili temel talepleri aşağıdadır:
İşçi sınıfının fiziki ve zihinsel yozlaşmasını
önlemek ve sınıf çıkarı için mücadele yeteneğini geliştirmek için
1- Ücretlerin aylık ve peşin ödenmesi
2-
Özelliği
nedeniyle daha az çalışması gereken işler dışında, normal çalışma süresinin
haftada 5 gün, günlük iş süresinin yolda geçen süreler ve çalışma esnasında
verilen molalar dahil olmak üzere 7 saate indirilmesi.
3-
Niteliği
gereği sürekli olması gereken işler dışında gece vardiyalarının yasaklanıp,
gece çalışmasının 6 saate indirilmesi.
4-
Fazla mesailerin yasaklanması
5-
Yıllık
izinlerin bir aydan başlaması her çalışılan yıl için 1 gün eklenmesi ve izin
sürelerinin en az bir parçasının 1 aydan az kullanımının önlenmesi.
6-
Ana ve
Babaya doğum öncesi 3 ay, doğum sonrası 6 ay ücretli izin verilmesi ve bunun
doktor raporuyla uzatılabilmesi.
7-
Ücretli
çalışanların tümü için sendika kurma, toplu sözleşme ve her tür grev yapma
hakkı
8-
Yetkili
sendikaların işyerlerinde referandumla belirlenmesi
9-
Her işyerinin ayrı veya birleşerek yeterli
işyeri hekimi bulundurulması, ayrıca her işyerinin işçi sağlığı ve güvenliğinin
işçilerin seçtiği ve görevden alabildikleri doktor ve müfettişler tarafından
denetlenmesi.
10- İşyeri
disiplin kurullarının kaldırılıp her türlü iş uyuşmazlıklarının iş
mahkemelerinde görüşülmesi.
11- Her türlü iş
kazasından doğrudan kapitalistin sorumlu olması. Bu konudaki tazminatların
sigorta tarafından belirlenmesi.
12- İş
görmezliğin bütün biçimlerinin ve süresini kapsayan primleri kapitalistlerce
ödenen işçiler tarafından yönetilen genel bir sigortanın kurulması ve bu
sigortanın kişisel bir hak olması.
13- Sigorta alacaklarının birinci dereceden alacak
olması, ödemeyenlere karşı işçilerin grev ve dayanışma grevi hakkı
14- İş ve işçi bulma kurumunun sigortaya bağlanması her
kişi ya da kuruluşun bu kurum aracılığıyla işçi alması
15- Herhangi bir nedenle göz altına alınan ve ya
tutuklanan işçinin bu süre içinde işyerinden ücretli izinli sayılması
16- Tam ve koşulsuz işçilerin
örgütlenme özgürlüğü.
17- Tam ve koşulsuz grev özgürlüğü.
Grevlerden önce herhangi bir devlet otoritesinden izin alma zorunluluğu yoktur.
Grev süresince tam ücret ödenmesi. Grevcilerin devlet ve işverenlerin
iddialarını yanıtlayabilmeleri için medyaya eşit ulaşım hakkı. Grevlerin
“ulusun ve vatanın çıkarları”, “olağanüstü hal”, “savaş” vb. bahanelerle
yasaklanması ret edilecektir.
18- Devlet ya da özel bütün
girişimlerde grevcilerin yerine grev kırıcılarının, polisin ya da ordu
personelinin çalıştırılmasının yasaklanması.
19- İş yerindeki beklenmedik
sorunlar, güvenlik konuları, işveren ve yetkililerinin eylemleriyle ilgili
şikayetleri ile ilgilenilirken işçilerin iş bırakma hakkı.
20- Grev gözcülüğü özgürlüğü.
Girişimin çalışanı olsun olmasın herkesin gözcü olma hakkı.
21- Derhal en fazla 30 saatlik
çalışma haftası (6 saatlik 5 çalışma günü), ağır işlerde 25 saatlik iş haftası
ve her beş yılda iş saatlerinde düzenli indirim. Öğle aralarının, işten sonra
duş almanın, okuma yazma derslerinin, teknik eğitimin ve genel toplantı
mitinglerinin iş saatlerine dahi edilmesi.
22- Haftada art arda iki gün tatil
.Özellikle endüstride ileri ülkelerdeki standartlara uygun hale getirmek için
hafta sonları Cumartesi ve Pazar (bugünkü cumadan) olarak değiştirilecektir. En
az 30 günlük yıllık izin.Yıllık tatile ek olarak ve ücretlerde indirime ek
olarak beklenmedik kişisel sorunlarını çözebilmeleri için acil durumlarda kısa
izinler. Kadın işçiler için menstruasyon dönemlerinde 2 gün izin alma fırsatı.
23- Fazla mesainin yasaklanması.
Normal işçi ücretleri hiçbir işçiyi fazla mesai yapmaya zorlamayacak düzeyde
olmalıdır.
24- Uluslararası İşçi Günü olarak
1 Mayıs resmi tatil olmalıdır.
25- Uluslararası Kadınlar Günü
olarak 8 Mart resmi tatil olmalıdır.
26- Parça başı işin ve sözleşmeli
işin yasaklanması.
27- Asgari ücretin işçi
temsilcileri tarafından belirlenmesi.
28- Enflasyon oranına göre asgari
ücrette artış.
29- Ücretlerdeki asgari yıllık
artışın ulusal düzeyde işçi temsilcileri, devlet ve işveren temsilcileri
arsında toplu pazarlıkla belirlenmesi.
30- Kadın ve erkek için eşit işe
eşit ücret.
31- Ücretlerin para yerine mal
olarak ödenmesinin yasaklanması. Ücretlerde gecikmenin yasaklanması. Çeşitli
bahanelerle ücretlerde indirimin ya da para cezalarının yasaklanması. Hastalık
ve tedavi dönemlerinde, grev veya çeşitli nedenlerle ya da işverenden dolayı
üretimin durması durumlarında ücretlerin ödenmesi.
32- İşçi ücretlerinin üretimde,
üretkenlikteki, verimdeki, üretim hedeflerindeki vb. artışlar dışında başka
koşullara ve faktörlere bağlanmasının yasaklanması. İşçi ödemeleri tek
parça ve ücret olarak yapılmalıdır.
33- Çocuk işçiliğinin yasaklanması.
16 yaşın altındaki gençlerin ve çocukların çalıştırılmasının yasaklanması.
34- Hamile işçilere ve özel
fiziksel durumlarından dolayı sağlıkları risk altında olan işçilerin ağır
işlerde çalıştırılmasının yasaklanması. Her işçinin fiziksel ve ruhsal kendilerine
zarar vereceğini düşündükleri işleri yapmayı reddetmeye hakkı vardır.
35- İşten çıkarmaların
yasaklanması. İşyerleri kapanan işçilere yeni iş bulunana kadar son aldıkları
ücret düzeyinde tam ücret ödenmesi. Devlet işyerlerinin kapanmasından dolayı işlerini
kaybeden işçilere uygun bir iş bulmakla sorumludur. Teknolojideki gelişmelere
bağlı olarak mesleklerinin modası geçen işçilerin devletin finansmanıyla
yeniden mesleki eğitimleri.
36- 16 yaşın üzerindeki çalışmaya
hazır her işsiz için alınan son ücrete göre yeterli işsizlik yardımı. Fiziksel
ve psikolojik nedenlerle çalışamayacak durumda olanlara yeterli işsizlik ve
diğer gerekli harçlıkların sağlanması.
37- Emekli yaşının kadın ve erkek
için 55 yaşına indirilmesi ve 25 yıllık çalışmadan (ağır işler için 18 yıl)
sonra emeklilik. Çalışırken alınmış en yüksek ücrete eşit emekli maaşının
ödenmesi. Ücretlerdeki genel artışa bağlı olarak emekli maaşlarında artış.
38- Dünyada kullanılan en ileri
araçların kullanılmasıyla iş tehlikelerinin en aza indirilmesi ve güvenli ve
sağlıklı bir işyerinin sağlanması. İşverenlerden bağımsız ve işverenlerin ve
devletin finanse ettiği tıbbi kuruluşlar tarafından mesleki tehlikelere karşı
düzenli sağlık kontrolleri ve check-upların yapılması.
39- İşyerinde olsun olmasın,
işçinin işveren ve yönetimin ihmali olduğunu kanıtlama zorunluluğu olmaksızın
işe bağlı zararlara karşı işçilerin tam sigortası. İşten kaynaklanan zararlar
sonucu iş yapamaz hale gelen işçilere tam emekli maaşı ödenmesi.
40- İşçiler tarafından seçilmiş
hakem konseylerinin oluşturulması.
41- İşçi temsilcileri tarafından
iş yerleri, ekonomi ve üretim birimlerinin iç düzenlemelerinin yapılması.
42- Ülkedeki bütün işyerleri ve
kuruluşlarda iş kanunun doğru uygulanıp uygulanmadığını denetleyecek işçi
denetleme komisyonlarının oluşturulması.
43- İşverenin çalışma
yöntemlerini, iş saatlerini, işyerini ve çalışan sayısını değiştirmeyle ilgili
kararlarda işçi temsilcilerine danışma zorunluluğu.
44- İşçi temsilcilerinin
çalıştıkları girişimin kayıtlarını denetleme hakkı. İşveren gözetim sırasında
işçilerin ihtiyaç duyduğu bütün bilgileri sağlamak zorundadır.
Toplumsal refah ve
sigorta
1-
16
yaşın üzerindeki bütün işsizler için resmi, asgari ücrete eşit işsizlik
yardımı.
2-
Emekli
maaşı olmayan 55 yaşın üzerindeki bütün herkese resmi asgari ücrete eşit devlet
tarafından emekli maaşının ödenmesi.
3-
İhtiyaçları
ailesi tarafından sağlanamayan 16 yaşın altındaki bütün genç ve çocukların
devlet gözetimine yerleştirilmesi.
4-
Parasız
ve genel sağlık bakımı. Çocukların düzenli olarak check-up yapılmaları ve
aşılanmaları. Aile geliri, bölgesi ve yaşam yerinden bağımsız olarak bütün
çocuklar için yeterli ve uygun diyetin garanti edilmesi. Temiz olmayan çevre
koşullarından doğan salgın ve bulaşıcı hastalıkların kökünün kurutulması.
5-
Herkesin kalp hastalıklarına, kanserlere ve zamanında
teşhisi etkili tedaviler için zorunlu olan hastalıklara karşı düzenli
muayenesi. Halkın sağlık standartlarının ve halkın sağlık bilincinin
ilerletilmesi. Herkesin doktor, ilaç ve tedaviye acil ulaşımını sağlayacak
tıbbi imkanların örgütlenmesi ve genişletilmesi.
6-
16
yaşına kadar zorunlu ve genel parasız eğitim. Parasız ve genel yüksek eğitim
(üniversite ve uzmanlaşma).Öğrencilere yeterli burs. Okuma yazma bilmemenin
kökünün kurutulması ve halkın eğitim ve bilimsel teknik bilinçlilik seviyesinin
sürekli yükseltilmesi. Eğitim herkesin hakkıdır ve eğitime ulaşma aile
gelirinden tamamen bağımsız olmalıdır.
7-
Herkese
genişlik, hijyen, güvenlik, hizmet (elektrik, sıcak soğuk su, banyo,
havalandırma, ısıtma, telefon ve TV şebekelerine bağlanma ve yerel kamu hizmetlerine
ulaşma) konularında uygun koşullara sahip konut hakkı. Ev masrafları bireyin ya
da ailenin gelirinin % 10’unu aşmamalıdır ve ek harcamalar devlet tarafından
karşılanmalıdır. Evsizlik veya standartların altında bir konutta yaşamak kanun
dışıdır ve devlet otoriteleri yasalara göre derhal bütün vatandaşlara uygun
konut sağlamak zorundadır.
8-
Bütün
insanların sosyal etkinliklerine katılımını kolaylaştırmak ve ev işi
yüklerinden kurtarmak için kreş, kantin, self servis restoranları, modern
çamaşırhaneler vb. özel hizmet merkezlerinin oluşturulması.
9-
Yerel
düzeyde eğitmenleri de olan parasız spor, sanat
ve kültürel kuruluşlarının (spor salonlar , tiyatrolar, kütüphaneler
vb.) kurulması.
10- Engellilerin toplumsal yaşamın
bütün alanlarına etkin katılımını sağlayacak olanakların oluşturulması. Halka
açık yerlerde, caddelerde, evlerde fiziksel engelliler için özel donanımların
sağlanması. Engellilerin günlük yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli
teknik araçların parasız sağlanması.
11- Yaşlıların ihtiyaçlarını karşılayacak
ve yaşam standartlarını ilerletecek hizmet kuruluşlarının oluşturulması.
Yaşlıların toplumsal yaşama yaratıcı ve etkin katılımlarının sürdürülmesine
yardım için gerekli olanakların sağlanması.
12- Parasız şehir otobüsü ve metro
ağlarının oluşturulması.
13- Şehir hizmetlerinin (elektrik,
su, telefon, eğitim, tıbbi ve kültürel ) bütün kırsal alanlara yayılması ve kır
ile şehir arasındaki refah eşitsizliğinin ortadan kaldırılması.
14- Kent merkezlerindeki arazilere ve kişisel kullanım
fazlası binalara el konulması ve belediyelere devredilmesi. Konut kiralarının
belediyelerde halk temsilcilerinden oluşacak, kira tespit komisyonlarınca
belirlenmesi, herkese sağlıklı konut temin edilmesi.
15- Dolaylı vergilerin kaldırılıp artan oranlı gelir
vergisinin uygulanması
16- Zorunlu temel eğitimin 12 yıla çıkarılması, çok
yönlü teknik, kültürel ve spor eğitiminin yaptırılması, öğretim giderlerinin
genel bütçeden karşılanması, Eğitimin niteliği, dalları ve kadrosunun yasa ile
düzenlenip müfettişlerce denetlenmesi
17- Okullarda din eğitiminin yasaklanması din eğitimi
veren her düzeyde devlet okulun kapatılması.
Tarım ve köylü sorunu
1-
Türkiye’de
kapitalist ilişkilerin egemenliği kırsal alanı da kapsamaktadır. Yarı-feodal
kalıntılar, özellikle Kürdistan’da, kapitalist ilişkilere bağlanmış biçimde
varlığını sürdürmektedir. Kapitalist sömürü ve soygun mekanizmalarının kıskacı
içinde yaşam mücadelesi veren küçük ölçekli tarımsal işletmenin nispi
yaygınlığı, Türkiye tarımının belirgin özelliklerinden biridir.
2-
Küçük
üretici köylülük, yerli ve yabancı tekeller, büyük toprak sahipleri, bankalar,
tüccar ve tefeciler, ve nihayet kapitalist sınıfın tümü adına devlet
tarafından, sistematik biçimde sömürülmektedir. Küçük toprak parçası, yetersiz
ve ilkel üretim araçları, kıt ve elverişsiz para ve kredi kaynakları ile
birleşen bu ağır ve çok yönlü sömürü, bu emekçi köylü katmanını günden güne
yoksullaştırmakta ve yıkıma sürüklemektedir. Kırların emekçi yığınlarını
sermayenin sömürü ve köleliğinden, ancak proletarya devrimi kurtarabilir.
3-
Tarım
proletaryası, yarı-proleter köylüler ve küçük köylülerden oluşan geniş kırsal
emekçiler kitlesinin desteği alınmaksızın proleter devrimin zaferinin
düşünülemeyeceğinin bilincinde olan KP, bu katmanlar içinde sistematik bir
faaliyet yürütür. Sermayenin baskı ve sömürüsüne karşı mücadelelerine önderlik
eder.
4-
KP
kırsal alanda örgütlenme ve mücadelesinde tarım proletaryasına dayanır. Onu
öteki kırsal emekçi katmanlardan bağımsız olarak örgütler. Başta tarım
proletaryası ve yarı-proleterler olmak üzere kır emekçilerinin desteğini almaya
ve orta köylülüğün üst tabakalarını tarafsızlaştırmaya çalışan KP, devrimin
zaferiyle birlikte tarım alanında aşağıdaki istemleri ve önlemleri
gerçekleştirir:
1- Bölgeler esas alınarak
kapitalist işletme niteliğindeki tüm toprakların merkezi iktidar tarafından
kamulaştırılması.
2- Toprak sahibi olmak isteyen
köylünün toprak talebinin karşılanması yanında miras hakkının korunması ve
gelir vergisinin burada da geçerli olması; toprağın satılması durumunda tek
alıcının devlet olması.
3- Kırsal alanda ortaçağ artığı
her türlü feodal kalıntının ve tefeciliğin tasfiyesi. Yarı-feodal sömürü
ilişkilerine konu olan ağalara ait
toprakların, bizzat merkezi
iktidar tarafından örgütlenen organ ve yerel devrimci köylü komiteleri
aracılığıyla bunları işleyen köylülere dağıtılması.
4- Köylülüğün devlete, bankalara, tekellere,
toprak sahiplerine, tefeci ve tüccarlara olan her türlü borç yükünün geçersiz
sayılması. Tüm ipoteklerin kaldırılması.
5- Tüm büyük kapitalist tarım
işletmelerinin her türlü canlı ve cansız demirbaşlarıyla birlikte
kamulaştırılması. Bunların tarımda sosyalist ekonominin ilk dayanakları olarak
proletarya iktidarı organlarının ve işletmelerdeki işçi meclislerinin
yönetimine devredilmesi.
6- Tarımın ve hayvancılığın
geliştirilmesi ve modernleştirilmesi için sistematik çaba. İşlenmeyen
toprakların tarıma açılması, toprağın ıslahı için sistematik önlemler.
7- Tarımsal komünlerin teşviki.
Köylülüğün kooperatifleşmesi için eğitim, ikna, teşvik, kredi, tarımsal
araç-gereç ve girdi yardımı.
8- Kapitalizmin birbirinden
ayırdığı ve karşıtlık içine soktuğu tarım ile sanayinin ileri bir düzeyde
yeniden birliğini kurmayı hedefleyen bir tarım politikası.
Ulusal sorun
Bugünkü düzen
altında Kürt ulusunun temel ulusal hakları inkar edilmekte, Kürtler ve tüm
azınlık milliyetler (Araplar, Ermeniler, Rumlar, Lazlar, Çerkezler, Gürcüler
vb.) sistematik olarak ulusal baskı altında tutulmaktadır. Türk burjuvazisinin
Kürdistan üzerindeki köleci egemenliği içte Kürt burjuva-feodal sınıflara,
dışta emperyalizme dayanmaktadır. Bu, ulusal özgürlük sorununu Kürt
köylülüğünün özgürleşmesi sorununa bağlamakta ve ona anti-emperyalist bir
karakter kazandırmaktadır.
1- Ulusal baskı ve eşitsizliğin
sınıfsal baskı ve eşitsizliğin bir yansıması olduğunu göz önünde bulunduran KP,
ulusal sorunun köklü ve kalıcı çözümünün ancak proletarya devrimi tabanında
olanaklı olduğu gerçeğine dayanır. Proletarya devrimi programının bir parçası
olarak, aşağıdaki istemler uğruna bugünden kararlılıkla mücadele eder ve
iktidara gelir gelmez bunları derhal gerçekleştirir:
2- Her türlü ulusal baskı,
eşitsizlik ve ayrıcalığın ortadan kaldırılması.
3- Kürt ulusuna kendi kaderini
tayin hakkı.
4- Zorunlu resmi dilin
yasaklanması. Devlet, diğer dilleri konuşanların politik, toplumsal ve eğitim
yaşamlarında gerekli araçları kullanabilmelerini sağlamaları ve bütün sosyal
etkinliklerde kendi anadillerini kullanabilmeleri ve bütün kamu imkanlarından
yararlanabilme imkanlarının korunması koşuluyla geçerli dillerden birini
yönetim ve eğitim işlerinde ana dil olarak seçebilir.
5- Tüm dillerin tam hak eşitliği.
Zorunlu devlet dilinin kaldırılması. Herkese kendi anadilinde eğitim hakkı.
6- Tüm azınlık milliyetlere kendi
dillerini ve kültürlerini kullanma, koruma ve geliştirme olanağı.
7-
TDKP,
mevcut devletin sınırları içindeki tüm uluslardan işçilerin her alanda ve
düzeyde devrimci sınıfsal birliği ve örgütlenmesi için çalışır. Türk, Kürt ve
tüm azınlık milliyetlerden emekçilerin birleşik devrimci mücadelesini savunur,
örgütler ve yönetir.
8-
Ezen ulus şovenizmine olduğu kadar ezilen ulus
dar görüşlülüğüne ve milliyetçiliğine karşı da sistematik bir mücadele yürütür.
Tüm öteki koşullar eşit olmak kaydıyla, ulusların özgür ve gönüllü birliğini
savunur.Proletarya iktidarı, ulusların özgürlüğünü ve tam hak eşitliğini
tanımak ve gerçekleştirmekle yetinmez; kapitalizmden miras çok yönlü fiili
eşitsizliklerin giderilmesi için sistematik bir çaba harcar.
Uluslararası
İlişkiler
Türkiye Devrimci
Komünist Partisi uluslararası ilişkilerde aşağıdaki ilkeleri hükümet
politikasının temelleri olarak kabul eder:
1-
Gizli
diplomasinin kaldırılması. Dış politika ve diplomatik konuların seçilmiş yasama
organlarının kararlarına ve kanunlarına bağlanması.
2-
Bu
programda belirtilen benzer hak ve özgürlükler için mücadele eden farklı
ülkelerdeki bütün toplumsal hareketler, işçi sınıfı ve sosyalist hareketler ile
maddi ve manevi dayanışma. Vatandaşlarının temel, bireysel ve sivil haklarını
reddeden bütün rejimlere politik ve diplomatik baskı uygulama.
3-
Dünya
çapında insanların haklarını ve refahını ilerletmeyi amaçlayan ve insanların
özgür iradelerini temsil eden uluslararası organların kurulmasına ve
güçlendirilmesine yardım. Farklı ülkelerdeki insanların özgür iradesine ve
eşitliğine zarar veren bütün uluslararası emperyalist ve militarist organların,
paktların ve kurumların kaldırılması için mücadele.
4-
Dünyanın
yoksul bölgelerindeki insanların ekonomik ve kültürel yaşamlarının
ilerletilmesi amacına yönelik olarak ülkenin insan, teknik ve uzman
olanaklarının bir kısmının sürekli tahsisi.
5-
Ülkenin
insan düşmanı, baskıcı paktlara girmesinin yasaklanması.
Türkiye
Devrimci Komünist Partisi; bu talepleri gerçekleştirmek için mevcut toplumsal
ve siyasal düzene muhalif ve devrimci tüm hareketleri destekler. İşçi sınıfını bu talepler için en önde
mücadele etmeye çağırır. Ama işçi sınıfına kendi kurtuluşu için bu talepleri
gerçekleşmesinin yeterli olmayacağını, kurtuluşunun sosyalizmle olacağını ve
bunu da yalnız kendisinin başarabileceğini sürekli anlatır.
[1]
Dürüst Bir Fransız
Sosyalistinin Sesi'nde Paul Golay'dan alıntı, Lenin, Tüm Eserler, c.21,
sf.350-351
[2] K. Marx, F. Engels, Alman
ideolojisi, çev..Sevim Belli, Sol yay s.92
[3] Lenin, Marx-Engels-Marksizm, Sol Yayınları, s. 222-235
[4]
F. Engels'in İngiltere'de İşçi Sınıfının Durumu
[5]
Karl
Marx, Kapital, C, I, s. 412-413
* Sınıflı toplumlarda egemenler ile ezilenler
arasındaki mücadele hiçbir zaman sona ermez. Bugünün dünyasında emperyalist
tekeller elde ettikleri muazzam karlarından ve mevcut sömürü ve soygun
düzeninden vazgeçmeyecekleri için bu mücadele de devam edecektir. Bu
mücadelenin savaşa dönüşmesi ise zorunludur. Savaş politikanın başka araçlarla
devamından başka bir şey değildir. Öyleyse ezilen sınıflar için bu politika
gelip egemen sınıfların baskı ve katliamlarıyla karşı karşıya kalacak ve bir
çatışmayı zorunlu kılacaktır.
[6] Bkz. Lenin, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek
Aşaması çev.,Cemal Süreyya, Sol Yayınları, Ankara 1989, s. 108
[7] Zygumunt Bauman, Küreselleşme, çev.,Abdullah
Yılmaz, Ayrntı Yay., İst. 1999, s.70
[8] K. Marx, F. Engels, Komünist Manifesto,
Çev.,Süleyman Arslan, Bilim ve ssoyalizm Yay., Ankara-1976, s. 32
[9] K. Marx, F. Engels, a.g.e., s. 33
[10] Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Forumu, 5.1
[11] Üçüncü dünyanın önde gelen iktisatçıları, devlet
planlama uzmanları, dini liderler ve diğer bazı kişilerden oluşan hükümet-dışı
Güney Komisyonu. Noam Chomsky, Dünya Düzeni, Eskisi Yenisi, Çev., A. Çakıroğlu,
T. Birkan, Metis Yayınları, İst. 2000, s.13
[12] Noam Chomsky, Dünya Düzeni, Eskisi Yenisi, Çev.,
A. Çakıroğlu, T. Birkan, Metis Yayınları, İst. 2000, s.14
[13] W. Churchill, İkinci Dünya Savaşı, Aktaran, Noam
Chomsky, a.g.e., s.14
[14] Korkut Boratav, Emperyalizmin Küreselleşmesi,
Derleyen Ahmet Tonak, Küreselleşme, İmge Yay., Ankara-2000, s. 28
[15] World Economy, Aktaran, Dünya gazetesi 22 şubat
1999
[16] Korkut Boratav, a.g.e., s. 22
[17] Lenin, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması
çev.,Cemal Süreyya, Sol Yayınları, Ankara 1989, s. 150
[18] Michel Vakaloulis, Bugün Marx-Toplumsal Eleştiri
ve Kapitalist Düzen, Aktaran, F. Başkaya Küreselleşme mi? Emperyaliz mi? Ütopya
Yay. Ankara 1999, s. 196
[19] Elen Meiksins Wood, Küreselleşme Post-modernite,
Derleyen F. Başkaya Küreselleşme mi? Emperyaliz mi? Ütopya Yay., s. 74
[20] Elen Meiksins Wood, a.g.e., s. 71
[21] Komutan Marcos. Aktaran, Zygumunt Bauman,
Küreselleşme, çev.,Abdullah Yılmaz, Ayrntı Yay., s.77
[22]
Tempo dergisi, sayı:42, 2005
[23] Lenin,
Marx-Engels-Marksizm, Sol Yayınları, s. 293
[24] Lenin, SE, C. 4, s.285
· Zira tüm politikalarını ulusal harekete ve onun kuyruğuna bağlayan “Sol”
kendi içinde Türk ve Kürt solu kavramları üreterek sol anlayışı milliyet meselesine
de bağlamış oldular. Devrimciliği Marksizmin önüne çıkarmak ancak, bu yöntemle
gerçekleşebilirdi ve sol da bunu başardı. Kürt ulusal hareketin dayattığı Kürt
solu ve Türk solu gibi bir ayrım Türkiye’de kendisine Marksist diyenlerce de
peşinen kabul edildi. Marksist olduğunu olduğunu söyleyenler ulusal hareketin
kuyruğunda salınmaya başladılar. Bu aynı zamanda Ulusal soruna yaklaşımdaki ilk
oportünist görüntüdür .
[25] Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge
Sorunu, s. 7-10
[26]
Lenin, Junius Broşürü Üzerine, SE, C. 5, s.292
[27]
Sosyal-demokrasinin krizi, Akt, P. Nettl,
Rosa Luxemburg-2, Ataol yay., s. 302.
[28]
RKP/ B VIII. Parti Kongresinde Parti Programı
Üzerine Rapor-1919, SE, c.8, s. 358-5
[29]
Lenin, Programımızda Ulusal Sorun, Ulusal Sorun ve
Ulusal Kurtuluş Hareketleri, s. 12, 19
[30]
Engels, 7 Şubat 1882 tarihli Kautsky’e
mektup, aktaran B. Davis, İşçi Hareketi Marksizm ve ulusal sorun Belge yay., s.
27 (sol yayınlarının Marx-Engel’in seçme yazışmalarında bu belge yoktur.)
[31]
Lenin, Ulusal Topluluklar ya da “Özerkleştirme”
Sorunu. 31 Aralık 1922. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, s.243-244
[32]
Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı Üzerine,
Ulusal Sorunda “Pratiklik” SE, C. 4, s. 275
[33]Lenin,
Emperyalist Ekonomizm-Marksizmin Bir
Karikütürü, Sol yay., s. 73
[34]
Marx, Engels, Seçme eserler, C.II., s.611-614
[35] Lenin, Programımızda Ulusal Sorun, SE, C.2, s. 322
[36] Lenin, Ulusların kendi Kaderini Tayin Hakkı Üzerine, Şubat-1914. SE, c.
4, s. 302-303
[37]
Lenin, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, s. 10
[38]
Lenin, Ulusal Sorun Üzerine Eleştirici
Notlar, Ekim-Aralık 1914. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, Sol yay., s.
21.23
[39] Ekim
[40] Ekim
[41] Lenin, Ulusal sorun üzerine tezler (Ulusal Sorun ve
Ulusal Kurtuluş Savaşları ), Çev.: Yurdakul Fincancı , Sol Yay., s: 85
[42] Lenin, Ulusal Sorun
ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yayınları,
s. 198
[43] Lenin, Ulusal sorun üzerine tezler (Ulusal Sorun ve
Ulusal Kurtuluş Savaşları , Çev.: Yurdakul Fincancı , Sol Yay., s.84
[44] Lenin, Ulusal sorun üzerine tezler (Ulusal Sorun ve
Ulusal Kurtuluş Savaşları , Çev.: Yurdakul Fincancı , Sol Yay., s. 83-84
[45] Lenin, Ulusal Sorun
ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yayınları, Ekim 1993, İkinci Baskı, s.
199-200
[46] Lenin, Ulusların
Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., s.49
[47] Lenin, Ulusal sorun üzerine tezler (Ulusal Sorun ve
Ulusal Kurtuluş Savaşları) , Çev.: Yurdakul Fincancı , Sol Yay., s: 81-82
[48] Lenin, Ulusal sorun üzerine tezler (Ulusal Sorun ve
Ulusal Kurtuluş Savaşları) , Çev.: Yurdakul Fincancı , Sol Yay., s: 82
[49] Lenin, Ulusal sorun üzerine tezler (Ulusal Sorun ve
Ulusal Kurtuluş Savaşları ), Çev.: Yurdakul Fincancı , Sol Yay., s.86
[50] Lenin, Ulusların
Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., s.20
[51] Lenin, Marksizmin Bir
Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Sol Yay., s.23
[52] Lenin, Ulusların
Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., s.24
[53] Lenin, Ulusal Sorun
ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yay., s.198
[54] Lenin, Son Yazılar
Son Mektuplar, Ekim Yay., s.27
[55] Lenin, Ulusal Sorun
ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yay., s.343
[56] Lenin, Son Yazılar
Son Mektuplar, Ekim Yay., s.27
[57] Lenin, Son Yazılar
Son Mektuplar, Ekim Yay., s.27
[58] K. Marx, Komünist
Manifesto, s. 33
[59] K. Marx, Komünist
Manifesto, s. 27
[60] Lenin, Ulusların
Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., s.49
[61] Lenin, Ulusların
Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., s.49
[62] H. B. Davis,
sosyalizm ve ulusallık, çev, Kudret Emiroğlu, belge yayınları, ist 1991, S. 34
[63] Lenin, Seçme Eserler,
İnter yayınları, C. 4, s.285
[64] Marx-Engels, Alman ideolojisi,
s.45
[65] Marx-Engels, K.
Manifesto, s. 11-26
[66] H. Fırat, Devrimci
Harekette Reformist Eğilim, 1. Baskı, Eksen Yay., s. 54
* Türkiye'de
sol hareketin 1960 sonrası yeniden oluşumunda, uluslararası durum ve
gelişmelerin, özellikle SSCB’nin politik etkileri yanında, 27 Mayıs darbesinin
geliştirdiği ordu ve TKP'nin geliştirdiği “kapitalist olmayan yol”
yanılsamalarını da dikkate almak gerekir.
[67] R. N. İleri, TKP
Gerçeği ve Bilimsellik, Anadolu Yay., s. 123
[68] Türkiye Devriminin
Yolu ve Görevleri, Der.. Selahattin Erdem, , Zagros Yay., s. 163
[69] TİP Programı, s. 14
[70] S. Yerasimos, Türkiye
Tarihi Üzerine, C. III, Gözlem Yay., 3. Basım, s. 905
[71] Aktaran. Abdurrahman
Atalay, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, No. 63, s. 2143
[72] TİP Program ve Tüzüğü, s. 73
[73] Merdan Yanardağ, a.g.e., s. 16
[74] İ. Akdere , Z. Karadeniz, Türkiye Solunun
Eleştirel Tarihi-1, Evrensel Yay., s. 221
[75] İ. Akdere , Z.
Karadeniz, a.g.e., s. 242
[76] Aydınlık’tan (Aralık
1968, Sayı. 2, s.10) aktaran Erkin Eralp, "Türkiye Sol Hareketi",
Ekimler, S. 1, s. 124
[77] E. Tüfekçi (M.
Belli)’den, (Yön, 5 Ağustos 1966) aktaran. S. Yerasimos, a.g.e., s. 907
[78] M. Belli’den (Türk
Solu, 15 Aralık 1967) aktaran. S. Yerasimos, a.g.e., s. 908
[79] M. Belli’den (Türk
Solu, 14 Mayıs 1968) aktaran. A.g.e., s. 908
[80] A.g.e., s. 910
[81] Behice Boran,
Sosyalizm ve Türkiye Sosyalizmi, s. 71
[82] M. Ali Aybar'dan
aktaran. S. Yerasimos, a.g.e., s. 914
[83] Yön'den (7 Mayıs
1965, Sayı 10) aktaran. Erkin Eralp, a.g.e., s. 130
[84] M. Belli'den
("Her Devrim Milli Bir Yol İzler", Türk Solu, 27 Şubat 1968) aktaran.
E. Eralp, a.g.e., s. 130
[85] İ. Akdere, Z.
Karadeniz, a.g.e., s.162
[86] Dr. Hikmet
Kıvılcımlı, Yol 1, 1. Basım, Biblotek Yay., s. 5
* Hikmet
Kıvılcımlı’nın Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi adlı eserinde bellirttiği temel
tezler, radikal solun Türkiye tahlillerine ve bunun üzerinde yükselen
programlarına esas oluşturmuştur. 1980 sonrası döneme kadar Kıvılcımlı dışında,
“ülkeyi ekonomik yönden araştıran" bir yazar çıkmamıştır.
[87] İ. Akdere, Z.
Karadeniz, a.g.e., s. 162
[88] TİF (TKP)
Programı’ndan. Bkz TKP Programları ve Mustafa Suphi Tezleri, Ürün Yayınları, s. 147-149
[89] N. Menekşe, “Türkiye’de Komünizm”den aktaran Mete Tunçay, Türkiye’de
Sol Akımlar -TSA-, s. 176
[90] Orak Çekiç, akt, TSET, s.159
[91] Komünist
Enternasyonal Belgeleri’nde Türkiye Dizisi, 2. kitap, Aydınlık Yay.
[92] Komünist Enternasyonal
Belgeleri’nde Türkiye Dizisi, 2. kitap, Aydınlık Yay.
[93] Komüntern Organlarında Konuşmalar, s. 50
[94] Aynı yer, s. 218
[95] TKP Programları ve
Mustafa Suphi Tezleri, Ürün Yayınları, 1997, s. 58
[96] TKP Programları ve
Mustafa Suphi Tezleri, Ürün Yayınları, 1997, s. 53
[97] TKP Programları ve
Mustafa Suphi Tezleri, Ürün Yayınları, 1997, s. 73-74
[98] TİP Programından aktaran
Sosyalizm Ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, cilt 7, s. 522- 523
[99]
Ş. Hüsnü, Türkiye'de Sınıflar, Ülke Yayınlan, 2. Baskı. 1975 s:63
[100]
Ş. Hüsnü, Türkiye'de Sınıflar, Ülke Yayınlan, 2. Baskı. 1975 s:94-95
[101]
Ş. Hüsnü, Türkiye'de Sınıflar, Ülke Yayınlan, 2. Baskı. 1975 s:201
[102]
Ş. Hüsnü, Türkiye'de Sınıflar, Ülke Yayınlan, 2. Baskı. 1975 s:201
[103]
Ş. Hüsnü, Türkiye'de Sınıflar, Ülke Yayınlan, 2. Baskı. 1975 s:231
[104]
Ş. Hüsnü, Türkiye'de Sınıflar, Ülke Yayınlan, 2. Baskı. 1975 s:236-237
[105]
Ş. Hüsnü, Türkiye'de Sınıflar, Ülke Yayınlan, 2. Baskı. 1975 s:237
[106]
Ş. Hüsnü, Türkiye'de Sınıflar, Ülke Yayınlan, 2. Baskı. 1975 s:241
[107]
Ş. Hüsnü, Türkiye'de Sınıflar, Ülke Yayınlan, 2. Baskı. 1975 s:300-301
[108] İşçi Sınıfı Cumhuriyet Hakkında Ne Düşünüyor, Aydınlık, 21 Mayıs 1924.
Ş. Hüsnü, Yaşamı, Yazıları, Sosyalist Yay. s. 150
[109] Ş. Hüsnü, Seçim ve Yoksul ve Orta Halli Sınıflar, Yaşamı, Yazıları,
Sosyalist Yay. , s.139
[110] Ş. Hüsnü, Türk Burjuvazisinin Aile Kavgaları, Yaşamı, Yazıları,
Sosyalist Yay., s.156
[111] TKP 1926 Programı. Ş. Hüsnü, Yaşamı ve Yazıları, Sosyalist yayınları,
s. 255,
[112] 3. Enternasyonal’de Devrim Aşamaları, Dönüşüm Yay., s.127.
[113] 3. Enternasyonal’de Devrim Aşamaları, Dönüşüm Yay., s.130-131
[114] H. Kıvılcımlı,
Türkiyede Kapitalizmin gelişimi, Tarih ve Devrim yayınevi, s.30
[115] H. Kıvılcımlı,
Türkiyede Kapitalizmin gelişimi, Tarih ve Devrim yayınevi, s.12
[116] İşçi katılımı denilen
şeyin kesinlikle proletarya diktatörlüğü olmadığı burada bir kez daha açığa
çıkıyor
[117] TİP Programı
[118] TİP Programı
[119] TİP Programı
[120] TİP Programı
[121] TİP Programı
[122] TİP Programı
[123] İ.Akdere, Z.
Karadeniz Türkiye olu’nun Eleştirel Tarihi_1, Evrensel Basım Yayın , s.258
[124] TİP Programı’ndan
aktaran Behice Boran, Savunma, Sosyalist Yayınlar 1992, s24
[125] İ.Akdere, Z.
Karadeniz Türkiye olu’nun Eleştirel Tarihi_1, Evrensel Basım Yayın , s. 130
[126] Behice Boran,
Savunma, Sosyalist Yayınlar 1992, s. 28
[127] TİP Programı ,1964,
s. 20
[128] TİP Programı ,1964,
s. 14
* YÖN dergisi
ve DEVRİM gazetesi D. Avıoğlu ve onun içinde bulunan Kemalist grubun
çıkardıkları yayınlardır. Grup genelde YÖN’cüler olarak adlandırılmışlardır.
[129] İ.Akdere, Z.
Karadeniz Türkiye olu’nun Eleştirel Tarihi_1, Evrensel Basım Yayın , s.242
[130] D. Avcıoğlu, Yön,
Sayı.39, s. 20
[131] D. Avcıoğlu, Yön,
Sayı.39, s. 32
[132] D. Avcıoğlu, Yön,
Sayı.39, s. 32
[133] D. Avcıoğlu,
Türkiye’nin Düzeni, Tekin Yayınevi, , s. 1224
[134] Mihri Belli, Yazılar
1965-1970, Sol Yayınları 1970, s. 31
[135] Mihri Belli, Yazılar
1965-1970, Sol Yayınları 1970, s.30
[136] Lenin, İki Taktik, s.
21 Aktaran, Mihri Belli, Yazılar 1965-1970, Sol Yayınları 1970, s. 58
[137] İ.Akdere, Z.
Karadeniz Türkiye Sol’unun Eleştirel Tarihi 1. Evrensel yayınları, s.245
[138] İ.Akdere, Z.
Karadeniz Türkiye Sol’unun Eleştirel Tarihi 1. Evrensel yayınları, s.246
[139] Mihri Belli, Yazılar
1965-1970, Sol Yayınları 1970, s. 15
[140] Mihri Belli, Yazılar
1965-1970, Sol Yayınları 1970, s. 14
[141] Mihri Belli, Yazılar
1965-1970, Sol Yayınları 1970, s. 18
[142] Mihri Belli, Yazılar
1965-1970, Sol Yayınları 1970, s. 19
[143] Mihri Belli, Yazılar
1965-1970, Sol Yayınları 1970, s. 20
[144] Mihri Belli, Yazılar
1965-1970, Sol Yayınları 1970, s.263
* Bu yazının
amacı “Mao-Zedung düşüncesini” eleştirmek kaygısını taşımamaktadır. Sadece
Türkiye devrimci hareketinin çıkışında güçlü etkileri belirtmek için vurgu yapılmaktadır. Bir
devrimci olarak Mao-Zedung tarihte en tutarlı en kapsamlı demokratik
devrimlerden birinin yaratıcı beyni olmuştur. Mao-Zedung, feodal, yarı-feodal
bir ülkede demokratik devrim gerçekleştirmekle kalmamış sosyalizan önlemler de
almıştı. Türkiye solunda ve Arnavutluk Emek Partisinin etkisi ile bir çırpıda
Devrim mücadelesi saflarının dışına atılan maoculuk; 75 yılları itibarı ile
gelişen sol hareket içindeki Maocu etki ve yönelim herzaman devrimci bir duruşu
sergilemiştir. Diğer yandan dünya genelinde Mao’nun, SSCB revizyonizmine karşı
duruşu Marksizmin genel ilkelerini ve devrimi savunması dünyada önemli bir ayrım
noktasının altını çizmiştir. Bu gelişme ve duruş teorik yanlışlamaların
ötesinde Devrimci marksistler için özel bir öneme sahip olmak durumundadır.
[145] Doğu Perincek,
aktaran, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, s. 2145
[146] M. Çayan, Bütün Yazılar,
Atılım Yay., s. 99
[147] İ. Akdere, Z.
Karadeniz, a.g.e., s. 291
[148] İ. Akdere, Z.
Karadeniz, a.g.e., s. 292
[149] İ. Akdere, Z.
Karadeniz, a.g.e., s. 293
[150] İ. Akdere, Z.
Karadeniz, a.g.e., s. 289
[151] İ. Akdere, Z.
Karadeniz, a.g.e., s. 294
[152] M. Çayan, a.g.e., s.
264
[153] Erkin Eralp, a.g.e.,
s. 137
[154] M. Çayan, a.g.e., s.
271-72
[155] İ. Kaypakkaya, Seçme
Yazılar, Ocak Yay., s.
* Görece de olsa gelişen işçi hareketlerinin
bu hareketlerdeki bir yansıması gelişme olarak kendisini gösterdi.
[156] M.Kara, İ.Mert,
S.Sahra, Bir girişim için Genel Çerçeve Taslağı, s. 37
[157]
Lenin, "Sol" Komünizm,Komünizmin Çocukluk
Hastalığı, , Sol Yayınları, s. 51-52
[158]
M.Memduh, Özel Savunmadan Türkiye
sorunları dizisi sayı:1989-2 s.31
[159] Sosyalist Devrim
Yazıları, Gelenek Seçkisi, arka kapaktaki tanıtım yazısından
[160] Sonradan TKİH’e
dönüştü TKP/ML-Hareketi ile birleşip MLKP’ olarak partileşti.
[161] Yaşar Ayaşlı, Küçük
Ama Bolşevik Bir Müfreze. TİKB, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler
Ansiklopedisi, cilt 7 s2274
[162]
M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s: 163
[163]
M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978,s. 243
[164]
M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978,s:165)
[165]
M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s:189
[166]
M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s: 164)
[167]
M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978,s.280
[168]
M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s.230
[169]
M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978,s: 281-82)
[170]
M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s.282
[171]
M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s.283
[172]
M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s.283
[173]
M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s. 161
[174]
M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s. 86
[175]
M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s. 169
[176]
M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s. 170-171
[177]
M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s. 187
[178]
M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s. 300
[179]
M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s. 311-312
[180]
M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s. 311-312
[181] "Örgüt
Platformu", Halkın Yolu, Sayı.1, Mart 1976
* Bu ifadeler,
diğer örgütlerin programlarında aynı tarzda ve ilginçtir, bazen aynı
sözcüklerle yer almaktadır.
[182] Devrimci Teori, S. 2,
s. 98
[183] Devrimci Teori, S. 3,
s. 22
[184] Devrimci Teori, S. 3,
s. 21
[185] Devrimci Teori, S. 2,
s. 105
[186] Devrimci Teori, S. 5,
s. 80
[187] Devrimci Teori, S. 5,
s. 83
[188] Proleter Devrimci
Halkın Yolu, S. 94
[189] İşçinin Yolu, S. 5,
[190] MLKP-K Programı,
Derleyen. G. Altınoğlu, Varyos Yay., İstanbul 1994, s. 1
* MLKP-K
Programında “Türkiye’nin Sosyo Ekonomik Tahlili ve Stratejik Planımızın Ana
Özellikleri” başlığıyla yer alan bölüm (s. 69) ile Hikmet Kıvılcımlı’nın Yol -
2 , Bibliotek Yay., adlı çalışmasında yer alan “Devrim Kuvvetleri” başlıklı
yazısının (s. 13) karşılaştırılması ilgi çekecektir.
[191] MLKP-K Programı,
a.g.y., s. 45
[192] A. Can, Türkiye'nin
Maddi Toplumsal Gerçeği ve Devrimci Strateji, Varyos Yay., 1. Basım, İstanbul
1991, s. 14
[193]
İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 329
[194]
İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 333
[195]
İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 333
[196]
İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 362
[197]
İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s.129
[198]
İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 135
[199]
İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 134
[200]
İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 141
[201]
İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 425-426
[202]
İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 147
[203]
İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 148- 149
[204]
İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 215
[205]
İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 215
[206]
İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 216 -217
[207]
İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s.219-221
[208]
İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 298-299
[209]
İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 367
[210] Seksenlerin ortasında
bu ikinci gerekçe de terk edilecek komprador-milli burjuvazi ayrımı
kaldırılacak yerine siyasal örgütlenme özgürlüğü için demokratik devrim tezi
kabul edilecekti.
[211] İ. Kaypakkaya,
a.g.e., s. 90
[212] Aktaran H.Fırat,
Devrimci Demokrasi ve Sosyalizm, Eksen Yayıncılık, s.127
* O dönemde var
olan TDKP-İÖ, THKP-C/ML, TİKB, Kawa gibi. örgütleri küçük burjuva hareketler
olarak adlandırıyordu. Bu sadece TKP/ML Hareketi’ne özgü değildi, dönemin diğer
hareketleri de kendi dışındakilere aynı şekilde bakıyordu.
[213] TKP-ML Hareketi II.
Konferans Belgeleri, s. 63 ve Partinin Yolu, S. 9, 1986, s. 24-26
[214] Doğru Seçenek, S. 1,
sunuş yazısı
[215] Bu dönemde MahirÇayanın Kesintisiz çalışmaları ve İbrahim
Kaypakkaya’nın çalışmaları göz önüne alındığında THKO liderlerinin tüm gelişmiş
entelektüel yanlarına rağmen bu tarz çalışma ortaya koy(a)mamaları üzerinden
tartışma sürdürülmelidir. Zira günümüzde THKO kurucularının entelektüel
birikimleri ve haklılıkları yeni hatırlanmaktadır.
[216] TDKP 1 Kongre
Belgeleri, s. 9- 60 , 58 Yıllık sol hareketin değerlendirmesi, Parti Bayrağı, s. 1-2-3,
[217] TDKP 1. Kongre
Belgeleri, s. 9- 60 , Parti Bayrağı, s. 1-2-3, 58 Yıllık sol hareketin
değerlendirmesi
[218] TDKP 1. Kongre
Belgeleri, s. 9- 60 , Parti Bayrağı, s. 1-2-3, 58 Yıllık sol hareketin
değerlendirmesi
[219]
Parti bayrağı sayı 8 s. 5
[220]
A.g.y.s 5
[221]
A.g.e., s.5
[222] TDKP 1. Kongre
Belgeleri, s.9- 60 , Parti Bayrağı, s. 1-2-3, 58 Yıllık sol hareketin
değerlendirmesi
[223] TDKP 1. Kongre
Belgeleri, s.9- 60 , Parti Bayrağı, s. 1-2-3, 58 Yıllık sol hareketin
değerlendirmesi
[224] TDKP 1. Kongre
Belgeleri, s.9- 60 , Parti Bayrağı, s. 1-2-3, 58 Yıllık sol hareketin
değerlendirmesi
[225] TDKP 1. Kongre
Belgeleri, s.9- 60 , Parti Bayrağı, s. 1-2-3, 58 Yıllık sol hareketin
değerlendirmesi
[226] TDKP 1. Kongre
Belgeleri, 1980, s.5
[227] Ulusal Demokratik
Halk Devrimi, Halkın Kurtuluşu Yay., 1978, s. 38-41
[228] TDKP 1. Kongre
Belgeleri, 1980, s.9-60
[229] TDKP 1. Kongre
Belgeleri, 1980, s.9-60
[230] TDKP 1. Kongre
Belgeleri, 1980, s.9-60
[231] TDKP 1. Kongre
Belgeleri, 1980, s.9-60
[232] TDKP 1. Kongre
Belgeleri, 1980, s. 48-49
[233] TDKP 1. Kongre
Belgeleri, 1980, s.9-60
[234] TDKP 1. Kongre
Belgeleri, 1980, s.9-60
[235] Parti Bayrağı, Sayı
15, s. 6
[236] Parti Bayrağı, S. 15,
s. 6
[237] Parti Bayrağı, S. 15,
s. 6
[238] M.Kara, İ.Mert,
S.Sahra, Bir girişim için Genel Çerçeve Taslağı, s. 51
[239] Lenin,
"Sol" Komünizm..., s.58
[240] TDKP 1. Kongre
Belgeleri, s.9- 60
[241] TDKP 1. Kongre
Belgeleri, s.9- 60
[242] TDKP 1. Kongre
Belgeleri, s.9- 60
[243] Komintern’in Üçüncü
Dünya kongresi’ndeki Taktik Üzerine Tezler
[244]
Naciye Babalık, Türkiye Komünist Partisinin Sönümlenmesi, imge yay., s. 170
[245]
Naciye Babalık, Türkiye Komünist Partisinin Sönümlenmesi, imge yay., s. 170
[246]
Naciye Babalık, Türkiye Komünist Partisinin Sönümlenmesi, imge yay., s. 228
[247]
Naciye Babalık, Türkiye Komünist Partisinin Sönümlenmesi, imge yay., s. 228-229
[248]
Naciye Babalık, Türkiye Komünist Partisinin Sönümlenmesi, imge yay., s. 228
[249]
Naciye Babalık, Türkiye Komünist Partisinin Sönümlenmesi, imge yay., s. 372
[250]
Mehmet Karaca yeni açılım dergisi sayı:7, s.78
[251]
Mehmet Karaca yeni açılım dergisi sayı:7, s.79
[252]
B.Boran, H. Kutlu,N. Sargın, Niye Dönüyoruz, Yeni Açılım Yay., s. 15
[253]
B.Boran, H. Kutlu,N. Sargın, Niye Dönüyoruz, Yeni Açılım Yay., s. 15
[254]
B.Boran, H. Kutlu,N. Sargın, Niye Dönüyoruz, Yeni Açılım Yay., s. 25
[255]
B.Boran, H. Kutlu,N. Sargın, Niye Dönüyoruz, Yeni Açılım Yay., s. 12
[256]
Lenin, Devlet ve Devrim, s. 47
[257]
B.Boran, H. Kutlu,N. Sargın, Niye Dönüyoruz, Yeni Açılım Yay., s. 11
[258]
Lenin, Devlet ve Devrim s.114
[259]
B.Boran, H. Kutlu,N. Sargın, Niye Dönüyoruz, Yeni Açılım Yay., s. 12
[260]
Lenin, Devlet ve Devrim s.112
[261]
Mahir Çayan, Toplu yazılar, Devrimci yol yay., s.366
[262]
Mahir Çayan, Toplu yazılar, Devrimci yol yay., s.361
[263]
Devrimci yol toplu savunması s. 448
[264]
Devrimci yol Ana savunması s. 448
[265] Devrici Yol dergisi sayı 29
[266] Erdal Utku, 12
Eylül iki Türkiye, Türkiye sorunları dizisi,sayı 1989-2, s. 13
[267] Erdal Utku, 12 Eylül iki Türkiye, Türkiye sorunları
dizisi,sayı 1989-2, s. 13
[268] Lenin,
Tasfiyecilik Üzerine, s. 250
[269] Lenin, Tasfiyecilik Üzerine, s. 255,
[270] Özgürlük Dünyası,
sayı: 64
[271] Özgürlük Dünyası, sayı: 85, s.29
[272] Lenin, 'Sol'
Komünizm, s. 127
[273] Özgürlük Dünyası,
sayı: 78, s.20
[274] Lenin, Ne Yapmalı,
Sol Yayınları, s.151-152
[275] Lenin, Ne Yapmalı,
Sol Yayınları, s.151-152
[276] Lenin, Ne Yapmalı,
Sol Yayınları, s. 132–133
[277] Lenin, Tasfiyecilik
Üzerine. s.297
[278] Lenin, Ne Yapmalı, s. 145–146
[279] Lenin. Ne Yapmalı, s.
89
[280] Lenin, Ne Yapmalı , s. 89
[281] Lenin, Ne Yapmalı,
s. 90
[282] TDKP 1. Kongre
Belgeleri, 1980,
[283] TDKP 1. Kongre
Belgeleri, 1980,
[284] Özgürlük Dünyası,
sayı:86, s.29
[285] Evrensel Gazetesi 22
Nisan, 2004
[286] Evrensel Gazetesi 22
Nisan, 2004
[287] Lenin, İki taktik,
Sol yay., s. 56
[288] Özgürlük Dünyası,
sayı: 86, s.29
[289] TDKP 1. Kongre
Belgeleri s. 229
[290] Özgürlük Dünyası,
sayı: 76. ve 77
[291] Özgürlük Dünyası,
sayı: 77, s.28
[292] Özgürlük Dünyası,
sayı: 77, s.8 - 30
[293] Ulusal Demokratik
Halk Devrimi, Halkın Kurtuluşu Yay., 1978, s. 38-41
[294] Özgürlük Dünyası,
sayı: 77, s.27
[295] Özgürlük Dünyası,
sayı: 78, s.3
[296] Özgürlük Dünyası,
sayı: 77, s.8 - 30
[297] Stalin, Leninizm’in İlkeleri, ,s.15
[298] Özgürlük Dünyası,
sayı: 77, s.35
[299] Marks-Engels-Lenin,
İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, s.74
[300] Marks-Engels-Lenin, İşçi Sınıfı Partisi
Üzerine, s.303
[301] Emek gazetesi, 31
Mart '97
[302]
TDKP, 1. Kongre Belgeleri, s.277
[303]
TDKP, 1. Kongre Belgeleri, s.298
[304]
TDKP, 1. Kongre Belgeleri, s.283
[305]
TDKP, 1. Kongre Belgeleri, s.299
[306] Halkın Birliği'nin Yarı-Feodalizm Anlayışının
Eleştirisi, s. 47-48
[307] Partinin Yolu, sayı: 3, s. 16-17
[308] Partinin Yolu, sayı: 3, s.. 46
[309] Halkın Birliği, sayı:
1
[310] Partinin Yolu, sayı:
3, s. 19
[311] Ulusal Demokratik
Halk Devrimi, s. 94-95.
[312] İşçi Kitle Partisi
Özerine, s.65-68
[313] TDKP 1. Kongre
Belgeleri, s. 279
[314] TDKP 1. Kongre
Belgeleri, s.171
[315] Devrimin Sesi,
sayı:12, Mart '81
[316] Özgürlük Dünyası,
sayı: 77, s.28
[317] Özgürlük Dünyası,
sayı: 77, s.29
[318] Özgürlük Dünyası,
sayı: 77, s.28
[319] İşçi Kitle Partisi
üzerine , s.28
[320] İşçi Kitle Partisi
üzerine , s. 13
[321] İşçi Kitle Partisi
üzerine, s.29
[322] J. Stalin, SBKP XVII. Kongresine Sunulan Merkez Komite
Çalışma Raporu 26 Ocak 1934
* Buradaki konjonktür sözü sadece belli bir
anın içindeki bir anı değil bir geniş zamanı da kapsayacağı iddia edilebilinir.
Ama politika anda yapılır ve konjonktüreldir denildiğinde an içinde özel
durumlardan söz edildiği açıktır. Diğer durumda ikisinin farklı ve ayrı kullanılmasını gerektirir. Diğer bir yan ise
politikayı ana indirgemek sınıf partisinin sürekli burjuvazinin kuyruğunda ve
onun belirlediği politikalarla uğraşmasının önünü açmaktadır.Politika andadır
ve güçle yapılır. Güçlü değilseniz politika yapamazsınız ve anı yakalamanız da
mümkün değildir, zira kafanız o kadar
çalışmaz demenin başka bir şeklidir.
[323] J.
Stalin, SSCB Komünist (Bolşevik) Partisi XVII. Kongresine Sunulan Merkez Komite
Çalışma Raporu 26 Ocak 1934
* Kemalist
hareketten umulan destekle başlayan “icazetçi” yaklaşım; TKP lideri Ş.
Hüsnü’nün Kemalistlerden icazet alarak Karadeniz bölgesinde devlet adına resmi
doktorluk yapmasına, yıllarca hapishanelerde kalmasına rağmen orducu darbelere
güven duyan H. Kıvılcımlı’ya kadar uzanır.
* Bütün sol
hareketin programlarında yazılan “iktidara gelince yapacaklarımız” bölümüne
sayılan işler (sol hareketin hiçbir zaman yönetmek üzere örgütlenme anlayışının
bulunmamasına rağmen) kendini muhalif olarak ispatlamaya çalışmanın bir
ürünüdür. Çünkü bu ifade, “Yapılacakları devrimle (ancak) biz başarabiliriz, bu
koşullarda başka türlü olamaz"ın
anlatımıdır. Bu, Leninist anlamda “talepler için mücadele etmek” değil, savunulan
düşüncelerin düzen içinde çözülemeyecek sorunlar olarak gösterilmesidir. Oysa
savunulan devrim anlayışının “burjuva demokratik devrim” olması onların
elindeki (teorik gibi görünen) silahları da almaktadır. Her özeleştiri dönemi
sol hareketler içinde yeni yapıların çıkmasının nedenlerinden birisi budur.
Hizip olarak adlandırılan yeni grupların ifadeleri genel olarak “ben daha iyi
yaparım" olmaktadır. Bir dönem büyüyen ve gelişen yapılar zaman içinde
katılaşmakta ve örgütsel bütünlüğü koruma çabasına girmektedirler.
[324] A. Can, a.g.e., s. 14
[325] K. Marx, Kapital,
C.1, Çev.. Alaattin Bilgi, Sol Yay., 3. Baskı, İstanbul 1986, s. 22
[326] M.Kara, İ.Mert,
S.Sahra, Bir girişim için Genel Çerçeve Taslağı, s. 48
[327] M. Çulhaoğlu,
"Solda İdeolojik Silkiniş İçin Düşünceler", Gelenek , S. 35, s.15
* Türkiye’nin
sosyo-ekonomik anlamda ilk incelenmesini H. Kıvılcımlı gerçekleştirmiştir. Sol
hareketin tüm araştırmalarda vardığı sonuç, kapitalizmin Türkiye’de tekelci
olarak başladığı yönündeki ortak ifadedir. Bu ifade H. Kıvılcımlı’da da olduğu
gibi vardır. Birçok farklı araştırmadan sonra aynı sonuca varması devletçi,
küçük burjuva sınıfsal bakış açısından kopamamanın sonucudur.
[328] M.Kara, İ.Mert,
S.Sahra, Bir girişim için Genel Çerçeve Taslağı, s. 46
* Sol
hareketlerin programlarında yan yana kullandıkları “işçi sınıfı ve emekçi halk”
kavramları (sol hareketlerin halk kavramlarına bağlı olarak) küçük burjuvazi ve
işçi sınıfı arasında yaşanan çelişmelerin uzlaşır çelişmeler olduğunun
ideolojik kabulüdür. Bu küçük burjuvaziden sosyalizm kurmak talebinde bulunmak;
sol politik örgütlerin sınıfsal durumlarının işçi sınıfı karşısındaki
anlatımıdır.
[329] G. Lukacs, Tarih ve
Sınıf Bilinci, Çev.. Yılmaz Öner, 1. Baskı, Belge Yay., İstanbul 1998, s. 55
[330] Ö. Bedri Canatan,
"Muhafazakar Marksistler ve Marksist Muhafazakarlık", Görüş, S.
11,1991, s. 18-19
[331] Lenin, RSDİP’in Ulusal Programı-1913, Ulusların
Kendi Kaderini Tayin Hakkı, s.11-12
[332] Lenin,
Ulusların kendi Kaderini Tayin Hakkı Üzerine, Şubat-1914. , s.261
[333] H. B.
Davis, a.g.e., s. 67
[334] Lenin, RSDİP Nisan Konferansı Ulusal Sorun Üzerine Konuşma. SE, C. 5, s.
348
[335] Marx’ın Meyer ve Vogt’a 9 Nisan 1870 tarihli mektubu. Marks-Engels Seçme
Yazışmalar-2, s. 15. Sol yay.
[336] Programımızda Ulusal Sorun, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Hareketleri,
s. 12, 1903
(*) Burada Stalin’in “emperyalist baskı koşullarında
ulusal hareketlerin devrimci niteliği, harekette kesinkes proleter unsurların
varlığını, hareketin demokratik bir temelinin varlığını gerektirmez”
saptamasının emperyalizmin açık işgal koşullarına ilişkin olduğu
unutulmamalıdır.
[337] RKP/ B VIII. Parti Kongresinde Parti Programı Üzerine Rapor-1919, SE,
c.8, s. 358-59
[338] K. Marx, "Önsöz", Ekonomi Politiğin
Eleştirisine Katkı, Çev., Sevim Belli, , Sol Yay., s. 25.
* Marx-Engels'de “sivil toplum”, Hegelcilikten tam bir kopuşla birlikte “toplumsal
yapı” (dar ve geniş anlamıyla) ya da “toplumsal oluşum” kavramları haline
gelerek, literatürden çıkmıştır. Ama yine de Marx-Engels, kullandıkları sürece,
“sivil toplum” kavramını Hegelci anlamda ele almamışlardır.
[339] E. Balibar , "Dünyayı Değiştirmek, Praksisten
Üretime", Çev., Boran Çiçekli, Teori ve Politika, S. 3, Yaz 96, s.123.
[340] K. Marx, Kapital, C. III, Çev., Alaattin
Bilgi, Sol Yay., s. 829-30.
[341] Henri Denis, Ekonomik Doktrinler Tarihi- C.2 ,
Çev., Attila Tokatlı, Sosyal Yay., s. 486.
[342] K. Marx, F.
Engels, Alman ideolojisi, Çev., Sevim Belli, , Sol Yay. s.59.
[343] K. Marx, F. Engels, Alman ideolojisi, s. 91-92.
[344] F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman
Felsefesinin Sonu, Çev., Sevim Belli, , Sol Yay., s. 49.
[345] Henri Lefebvre, Marx’ın Sosyolojisi, Çev.,
Selahattin Hilav, Gökkuşağı Yay., s. 77.
[346] K. Marx, 1844 Elyazmaları, Ekonomi Politik ve
Felsefe, Çev., Kenan Somer, , Sol Yayınları, s. 154.
[347] Karl Löwith, a.g.e., s. 82.
[348] K. Marx, a.g.e., s. 154.
[349] M.Hardt, A. Negri, İmparatorluk, Çev.. Abdullah
Yılmaz, Ayrıntı Yay. s s.370
[350] M.Hardt, A. Negri,
İmparatorluk, Çev.. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay. s. 19
[351] André Gorz, Elveda
Proletarya, Afa Yay., Mart 1986, s.45-47
[352] Marx-Engels. Alman
İdeolojisi, çev..Sevim Belli, Sol yay., s. 63
[353] M.Hardt, A. Negri,
İmparatorluk, Çev.. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay. s. 48
[354] Post-Marksizmin
Eleştirisi, James Petras, Çev., H. Kumru Barikat dergisi
[355] Lenin, Bir Adım İleri İki Adım Geri, s. 53
[356]
Lenin, "Sol" Komünizm: Bir Çocukluk
Hastalığı, s: 114
[357] Stalin, Leninizmin İlkeleri, s. 30
[358] Stalin, Leninizmin İlkeleri, s. 31
[359]
Lenin:
Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, , Bilim ve Sosyalizm Yay., Beşinci Baskı, s.
136-137
[360] Lenin: Ne Yapmalı?, s: 90
[361] Lenin: Ne Yapmalı?, s: 89
[362] Stalin, Leninizmin İlkeleri, s. 19
[363] Stalin, Leninizmin İlkeleri, s. 31
[364] Lenin: Ne Yapmalı?, s: 90
[365] Stalin, Leninizmin İlkeleri, s. 33
[366] Lenin, Rusya'da Kapitalizmin Gelişmesi,
İkinci Baskıya Önsöz
[367] Lenin, Bir Adım İleri İki Adım Geri, s. 224
[368] Lenin, Komünist Enternasyonalin 2.
Kongresinde Komünist Partinin Rolü Üzerine Konuşma, Kitle İçinde Parti
Çalışması, s. 134-35
[369] Lenin, Kitle İçinde Parti Çalışması, s. 7
[370] Lenin, Kitle İçinde Parti Çaloşması, s. 163
[371] Lenin, Yeni Görevler Yeni Güçler, Kitle
İçinde Parti Çalışması, s. 21
[372] Lenin, Yeni Görevler Yeni Güçler, Kitle
İçinde Parti Çalışması, s. 22
[373] Lenin, Bir Adım İleri İki Adım Geri, s. 233
[374] Lenin,
Bir Adım İleri İki Adım Geri, s. 88
[375] Lenin, Ne Yapmalı, s. 101
[376] Lenin, Ne Yapmalı, s. 89
[377] Lenin, Ne Yapmalı, s. 88
[378] Lenin, Proletarya ve Köylüler, İşçi ve Köylü
İttifakı, s. 10, Birinci Baskı
[379] Lenin, Yeni Görevler Yeni Güçler, Kitle
İçinde Parti Çalışması, s. 23
[380] Lenin, Yeni Görevler Yeni Güçler, Kitle
İçinde Parti Çalışması, s. 24
[381] Altuhsser, A.g.e., s. 25
[382] Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri, Sosyal
Yay., çev.,?, 1.Bası. İst. 1991, s.199
[383] Osman Albayrak, Özgürlük, Terör ve Devlet, Teori
ve Politika, Güz 96, sayı 4, s.26
[384] H. Lefebvre, Marx’ın Sosyolojisi, Çev.,S.
Hilav, Sorun Yay., 3. Bası, İst. 1996,
s. 111
[385] Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin
Kökeni, Çev., Kenan Somer, Sol Yay., 10. Bası, Ankara, 1992, s.175
[386]Bu bakış tarafsız devletin sağladığı bireyin
özgürlüğünü anlatır.Özgürlük eylem dışında kendisini felsefede insan topluluğu
içerisinde, tek tek bireylerde somutlar. Tarih içerisinde ise sınıflar arası
ilişkilerde belirlenir. Burjuvazi özgürlük düşüncesini tarih felsefesinden
ödünç alıp kullanırken Marksizm
özgürlüğü tarih bilminden alarak gerçek anlamda sınıf mücadelesinin
yasalara bağlı gelişen bir sonucu olarak
ortaya koyar. Bu yaklaşımlardır ki Marksizmde ütopyacılığı görememekteyiz.
Marksizm tarihin somut gelişimi ile toplumu tasarlamıştır. Eski toplumun
bağrından çıkan yeni topluma geçişin doğal bir tarihi süreç olarak
incelenmesi ve sonuçlarını ortaya
koyması ile tarih felsefesinden ayrılmıştır.
[387] N. Poulantsaz, A.g.e.,s.40
[388] Engels. A.g.e. s. 175
[389] Stanley W. Moore, Marx, Engels, Lenin’de Devlet
Kuramı , Çev., A. C. Aytulun, Simge Yay., s.21
[390] Marx, Engels, Seçme Yazışmalar, Çev.,Yurakul
Fidancı, Sol Yay. C.2, s. 235-236
[391] Althusser, A.g.e., s. 34
[392] J.P. Sartre, Denemeler, Çev., S. Eyuboğlu, V.
Günyol, Say Kit. Pazarlama, İst., s. 65
[393] Althusser, A.g.e., s. 29
[394] K. Popper, Açık Toplum ve Düşmanları, Çev., Harun
Rızatepe, Remzi Kitapevi, c.2,s.115
[395] K. Marx, F. Engels, A.g.e., s. 75
[396] K. Marx, F. Engels, A.g.e., C. 2, S. 84
[397]
Clara Zetkin,
Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar
[398]
Clara Zetkin,
Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar
[399]
Clara Zetkin,
Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar
[400]
Clara Zetkin,
Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar
* Türkiye soluna ilişkin dşüncelerimiz aynı zamanda ulusal mücadele
içinde olan ve bunu sürdüren örgütlerr içinde geçerlilidir. Bu hareketler
içinde PKK’yi ayrıksı tutmakta fayda vardır. Zira çıkışı itibarı ile
devrimcilere yönelik güttüğü şiddet politikası onu kürdistanda büyümesini
sağlarken diğer yandan TC devletine de devrimci ve Marksist örgütleri ezmesinde
yardımcı olarak iki yönlü düzene hizmet etmiştir. PKK çıkışı itibarı ile
sosyalist söylemleri kullanarak hareket etmesi onun sosyalist olmasına asla
yetmemiş ve düzen içi kalmasına da engel olmamıştır. PKK’nin devrimciler olan
şiddeti sadece yerellikler düzeyinde değil aynı zamnada da örgüt içinde de
Marksist ve sosyalist söylemlere sahip devrimcileri katletmeye kadar varan bir
sistematikle tasfiye ederek TC’ye karşı TC ile birlikte davranmış
sosyalistlerin gelişiminin önünü keserek sosyalist decvrrim düşüncesine
düşmanlığını her zaman korumuştur. PKK’nin bu gelişim başka bir yazı konusu
olduğu için bunu ilerde tartışacağız.
[401] 3. Komünist Enternasyonal, Komintern’in İkinci Kongresince Kabul Edilen
Proleter Devrimde Komünist Partinin Rolü Üzerine Tezler 24 Temmuz 1920
[402] a.g.y
[403] a.g.y
[404] Lenin Devrimci Maceracılık Bütün Eserler, Cilt, 6
[405] Lenin Devrimci Maceracılık Bütün Eserler, Cilt, 6
*
Bu
yazı TDKP 1. kongre Belgelerinden alınmıştır.
[406] 3. Komünist Enternasyonal,
Komintern’in İkinci Kongresince Kabul Edilen Proleter Devrimde Komünist
Partinin Rolü Üzerine Tezler 24 Temmuz 1920
[407] Marks-Engels, Komünist Parti
Manifestosu, s.4-5
[408]
K. Marx Ekonomi
Politiğin Eleştirisine Katkı, s: 24
[409]
K. Marx, Kapital, c. 1, s. 175
[410]
Engels,
Marks-Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt: III, Sol Yayınları, s. 70-79
[411]
Lenin, Sol Komünizm
Bir Çocukluk Hastalığı, Sol Yay., s.106
YORUMLAR