EKİM DEVRİMİ YOLUMUZU AYDINLATMAYA DEVAM DİYOR. BU YOLDA REHBERİMİZ MARKSİZM-LENİNİZM’DİR!

  İşçi sınıfının burjuvaziye karşı kazandığı ilk büyük zafer olan   Sovyet Ekim Devrimi 88. yıldönümünde yolumuzu aydınlatmaya devam ederken...

 


İşçi sınıfının burjuvaziye karşı kazandığı ilk büyük zafer olan  Sovyet Ekim Devrimi 88. yıldönümünde yolumuzu aydınlatmaya devam ederken; Bu zafer sayesinde proleterler  ve ezilenler sömürünün bir kader olmadığını pratikte yaşarak görüp anlamışlardır.

Sovyet Ekim Devrimiyle, onlarca ulus ve etnik grup özgürlüğüne kavuşurken, Uluslarda kendi kaderlerini tayin etme hakkını elde ettiler. Bu sayede  ezilen ulusların gerçek kurtuluşunun ancak emperyalist-kapitalist burjuva sistemden koparak, proletaryanın safında yer almaktan geçtiğini gördüler.  Ve Ekim Devrimi  kadın, sağlık, eğitim, konut, dil, vb  bir çok sorunun tümünü çözerek proletarya ve ezilenler için insanca yaşam koşullarını yarattığı gibi, nasıl yaşanması gerektiğini de gösterdi.

Emperyalist talan ve sömürünün altında inim inim inleyen ülkemizde işçi ve emekçilerin alacağı maaştan tutunda, hangi kamu malının özelleştirilmesi gerektiğinin kararını bile sömürücüler verirken,  işçi ve emekçilerin yasamı giderek çekilmez bir hal alırken, işsizlikte alabildiğine artmakta ve yaşam gün geçtikçe daha da kötüye gitmektedir.

Ama bu bir kader ve alın yazısı değildir. Sovyet ekim devrimiyle bunun böyle olduğu ispatlanmıştır.Ve yeni ekim devrimleriyle bu kaderi  değiştirmek elimizdedir.Onun içinde işçi sınıfının öncüsü olan partimiz  TDKP’nin saflarında birleşerek devrime ve iktidara yürümeliyiz. Kurtuluşun yolu buradan geçmektedir.

Revizyonist Sovyetler Birliğinin çöküşüyle birlikte  emperyalistler  yoğun bir karşı propagandayla anti-komünist rüzgar estirerek o kokulu rüyayı bir daha yaşamamak için hemen  kolları sıvayarak Sosyalizmin yenilgisini kapitalizmin zaferine bağladılar. Hatta hızın da alamayarak kendi içinde ki ekonomik buhranı ve çelişkileri bir yana bırakır gibi görünerek kapitalist sistemin güzelliğini ve dünyayı nasıl kurtaracağından dem vurmaya başladılar.

Bütün bu anti-komünist propagandanın karşısında dünya komünist hareketlerinin de güçsüz olması ve sesini yeterince duyuramaması ve bu anti-propagandayı etkisizleştirmenin araçlarını da yaratıp, geliştirememesi burjuvazinin zaferinin tuzu biberi olmuştur.

Dünyada ki bu esinti, Ülkemizde  eylül sonrası gerçek anlamda bir türlü toparlanamayıp kendine gelemeyen devrimci grup ve komünistleri tasfiyecilikle karşı karşıya bıraktı. Sözde M-L adına oportünist-tasfiyeci düşünceler etkili olurken, kimisi illegaliteden kaçıp legalizm de soluğu aldı, kimisi ulusal hareketin kuyruğuna takılarak politika üretemez oldu, kimisi de sinsice işçi, emekçi ve devrimcileri aldatarak adım adım tasfiyeyi gerçekleştirdi. Sonuçta bugün gerçek anlam da proletarya ve emekçiler öndersiz kaldı. Ama Lenin'in dediği gibi yenilen sosyalizm değildi.

“Muhaliflerimiz sosyalizmin çöküşünü haykırıyor... şu anda ölen genel olarak sosyalizm değil, sosyalizmin bir markasıdır; idealizm ruhu ve ihtirası olmayan, bir hükümet görevlisi tavırlarına ve saygıdeğer bir aile reisinin göbeğine sahip çok şekerli (sakarin) bir sosyalizmdir. Cüreti ve coşkusu olmayan, istatistiklere sadık, boğazına kadar kapitalizmle dostane anlaşmalara sahip bir sosyalizmdir. Sadece reformlarla ilgilenen, kötü bir sebze çorbası için doğuştan sahip olduğu haklarını satan, burjuvaziye yardım etmek için halkın sabırsızlığını denetim altına alan, cüretkar proleter eylem üzerinde bir tür otomatik fren işlevi gören bir sosyalizmdir."[1]

Evet bu anlamda çöken ve yenilgiye düşen gerçek sosyalizm degildi! SSCB revizyonizmdi. Bunun gerçek anlam da Lenin ve Bolşevik komünit partisi önderliğin de işçi ve köylülerin kurdukları ve Stalin yoldaşla büyük bir atılıma gerçerek 2. dünya savaşında Nazi faşizmini yenilgiye ugratan SSCB ile ilgisi yoktu.

Onlar bunu yaparken M-L dünya görüşünün bilimsel gerçekliğini ve bu ideolojini saglamlığını , işçi sınıfı ve ezile halkların kararlılığını, mücadele azmini dahası savaşmaktan başka kaybecekleri bir şeylerinin olmadığını , komünist partilerinin varlıgını unutmuşlardı. Ama biz mücadelemize kaldığımız yerden mücadele atılmak için partimiz TDKP’ye sahip çıkarak onu yeniden sınıf mücedelsinde gerçek yerini almasını sağlarken, bize bu mücadele de Marx, Engels, Lenin ve Stalin yoldaşların öğretileri rehberlik etmektedir..

Bütün bu zorluklara ragmen Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri için tünelin uçunda ki ışık görmeye başlamıştır. Daha işin başındayız ve alaçagımız çok yol var. Ama yavaş yavaş taşlar yerine oturmaya başladı. Partimiz açısından bu olumlu bir gelişme. Artık geleçek daha aydınlık ve güzel olacak….

YAŞASIN EKİM DEVRİMİ

YAŞASIN MARKSİZM-LENİNİZM

YAŞASIN SOSYALİZM

GÜNÜMÜZDE DURUM

Marksizm’i öncellerinden ayıran tarih düşüncesi, sınıf mücadelesinin zorunlu olarak sınıfsız toplumla sonuçlanacağını, “Bireylerin, belirli sınıflara bu bağımlılığı, özel bir sınıf çıkarını artık egemen sınıfa karşı üstün kabul ettirmek zorunda olmayan bir sınıf oluşmadıkça ortadan kaldırılamaz.”[2] diyerek belirlediği ve bireylerin sınıf mücadelesinden bireysel kurtuluşları dışlanmasıdır.

Sınıf analizlerine yönelik ikinci saldırı, sınıfın aslında sadece kültür tarafından belirlenen öznel bir olgu, entelektüel bir yapı olduğu iddiasıdır. Dolayısıyla, toplumu ayrıştıran “nesnel sınıf çıkarları” diye bir şey yoktur; bunlar sadece özneldir ve her kültür kendi önceliklerini savunur.

Üçüncü noktası, ekonomide ve toplumda eski sınıf ayrımlarını ortadan kaldıran kapsamlı dönüşümler olduğu iddiasıdır. Buradan çıkan sonuç: “Sanayi sonrası” toplumda, sanayi işçileri, yüksek teknolojiyle birlikte “yeni orta sınıflar”a dönüşerek ve “alt sınıflar” biçiminde marjinalleşerek ortadan kaybolmakta ve yeni bir topluma doğru gidilmektedir.

Lenin’in “Emperyalizm çürüyen kapitalizmin en yüksek aşaması ve proleter devrimler çağının arifesi” olarak belirlediği bilimsel önermenin gerçekliği yanında ne yazık ki son  yıllarda kapitalizmin kendi içindeki gerçekleştirdiği  ilerleme ve yeniden yapılanma, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin yeniden örgütlenmesi ve gelişmesinden daha hızlı olmuştur. Kapitalizmin gelişimi ve yeniden yapılanması kapitalist üretimin bunalımlarının daha da artmasına neden olurken  burjuvazinin proletaryaya karşı tutumunda büyük bir değişiklik yapmaktadır. Kutsanan özel mülkiyetin ve rekabetin yaşamın her alnında hayata geçirilmesinin mutlak bir özgürlük olduğunu ve bunun dokunulmazlığının savunmaktadır. Burjuvazinin  ideologları ve siyasal önderleri, onlar eliyle, sosyalizmin artık yenildiğinin ve işçi sınıfının bu yenilgiyi kabullenmesini istemektedir.  Saldırılar sosyalizmin temel ilkelerine karşı doğrudan bir savaşımdan çok, toplumsal devrim düşüncesine karşı, toplumsal reformları, giderek artan bir biçimde savunmak ve hayata geçiriyormuş gibi davranmak yoluna gidiyorlar. Sosyalizme karşı reformculuk, sosyalistlere karşı da reformcular, işçi sınıfının karşısına sürülüyor. Kraldan çok kralcı kesilen bu kesimler "en yeni" burjuva sloganları var oluşlarının temeli olarak gördükleri için canı gönülden atmaktan ve propaganda etmekten çekinmiyorlar. Bütün çabalar devrime karşı reform, burjuva düzeninin devrimci yolla alaşağı edilmesine karşı, çalışan sınıfı bölmek ve zayıflatmak ve burjuvazinin egemenliğini sürdürmek amacıyla yıkılması kaçınılmaz olan düzenin kısmen de olsa onarılması.

Sosyalizm bugün herhangi bir ülkede yaşamasa bile 1917 EKİM devrimi,  kapitalizmin karanlık dünyasına bir ışık olarak kendisini dayatırken bir güç olduğunu ve tüm dünya işçi sınıfının umudu  olduğunu dünyaya göstermiştir. Artık bütün dünyada işçi sınıfı için umut olma özelliğini daha da güçlü vurgulamaktadır. Artık bu noktadan geriye düşüş söz konusu olamaz. Proletarya bir çok yerde iktidarını kurulabileceğini somut olarak yaşadı artıp sosyalizmi bir ütopya gibi tartışması gerekmiyor. Şimdi iktidar uğruna savaşıyoruz. Kapitalizm, yaşadığı ekonomik krizlerin yarattığı politik krizlerle bir yandan merkezileşirken bir yandan çözülmektedir. Kaçınılmaz sonunu bilen burjuvazi, kısmi ve yüzeysel ödünler karşılığında bu günü geciktirmek ve bu yeni koşullar altında da iktidarını sürdürmek için her türlü çabayı harcamaktadır.

      İşçi sınıfı içinde sosyalistlere karşı reformcu savaşımın yoğunlaştırılması, dünyanın her yerinde, tüm ekonomik ve siyasal durumdaki değişmelerin kaçınılmaz bir sonucudur. “İşçi sınıfı hareketinin büyümesi, zorunlu olarak, saflarına, belli sayıda küçük-burjuva unsurları, burjuva ideolojisinin büyüsüne kapılmış, bu ideolojiden kendilerini kurtarmayı beceremeyen ve sürekli olarak bu ideolojiye kayan kimseleri çekmektedir. Bu savaşım olmaksızın, oportünist küçük-burjuva unsurlar ile proleter, yeni tarihsel gücün devrimci unsurları arasında bir kopma olmaksızın, proletarya tarafından toplumsal devrimin gerçekleştirilmesini düşünemeyiz.[3]

Sınıf savaşımının iktidar perspektifinden uzaklaştırma çabaları ideolojik sürdürülürken. Burjuva ideologlar tarafından sınıf mücadelesine karşı ezilenler mücadelesi dikilmek istenmektedir. Ezilmişlik kavramının bütünlüğü içinde işçi sınıfının iktidar perspektifi karartılmaktadır. Söz konusu ideologlarca,  komünistlerin kafası emekçi ve ezilenler kavramı ile işçi sınıfına yönelişi arasına perde çekme çabaları oldukça hız kazanmış durumdadır. İşçi sınıfı ve ezilenler veya emekçiler özdeş tutulmaktadır . Bu bakış açısı bile bir komünist oportünist arasındaki farkı belirlemede kıstas oluşturur.  Zira kapitalist toplumda ezilenler de çeşitli sınıflara tekabül eder. “sınıfların karşı karşıya gelmesi ilkesi”;  eğer iktidarı hedefleyen  bir sınıf mücadelesi ise hangi sınıfların karşı karşıya gelmesi olarak sorulmalıdır. Kapitalist üretim ilişkisi altında sınıf mücadelesinin faklı bir çok biçimi vardır. Kapitalistler arası mücadelede bir sınıf mücadelesidir ama iktidarı hedeflemez zira iktidar genel olarak o sınıfa ona aittir ve bu mücadele elindeki sermayeyi arttırmak ve buna bağlı olarak kar elde etmek bu amaç için kendi aralarında rekabeti birisi diğerini yok edinceye kadar sürdürmektedirler. Bu kendi aralarındaki çelişkilerin getirdiği mücadelenin bir biçimidir.  Emekçi kavramında ki genellik de aynı biçimde iktidar perspektifinden yoksundur. Emekçi, işçi sınıf dahil olmak üzere sınıf ve katmaları kapsar. Bu kapsayıcılık proletarya diktatörlüğünü yadsır.

Diğer durumda siyasal mücadelenin sosyalizme taşıyıcısı olan işçi sınıfı ve bunun karşısında duran kapitalistler olacağı gibi ezilen tüm sınıflar ve kapitalistler olarak da adlandırılabilir. Ama bu mücadelenin temelindeki ilişki de antagonist olmaz. Toplumsal üretim ve bu üretimin birey veya bireylerin elinde toplanmasının getirdiği çelişki işçi sınıf ile kapitalizm arasındaki mücadelenin özünü belirler. Bu mücadelede Proletarya diktatörlüğü ve sınıfsız topluma gidişi ifade eder. Kapitalizme karşı mücadeleye ezilenler üzerinden yürütmek  sınıfsız toplum düşüncesini ret ettiği gibi, tamda post-Marksistlerin dediği Kapitalist toplumsal düzenin dayandığı özgül ilişki, sermaye ile emek arasındaki sömürü ilişkisi değildir.” sonucuna varır.

Kapitalizm

Günümüze  kadar  bütün sınıflı toplumların tarihi sınıf  mücadeleleri tarihi olmuştur. Sınıfların ortaya çıkması ile değişik zamanlarda ve toplumlarda sömüren ile sömürülen, ezen ile ezilen sınıflar arasında kimi zaman açıktan açığa kimi zaman alttan alta aralıksız bir mücadele sürmüştür. Bu sınıf mücadelesi toplumsal değişme ve dönüşümün ana  kaynağıdır.

Önceki toplumlar sınıf ve katmanların karmaşık hiyerarşisine dayanmaktaydı. Modern kapitalist toplum sınıfsal bölünmeleri sadeleştirmiştir. Günümüz toplumu mesleklerin çeşitliliğine ve  geniş işbölümüne rağmen çatışan ana sınıflar, proletarya ve bunun karşısında dikilen burjuvazi ve toprak sahipleridir. Sınıflar arası mücadele, işçiler ile kapitalistler çevresinde örgütlenmiştir. Bu iki ana sınıf arasındaki karşıtlık en temel düzeyde var olan toplumdaki bütün ekonomik, politik, entelektüel, kültürel çatışmaların çeşitliliğinin ana kaynağıdır. Bugün sadece toplumun ekonomik ve politik yaşamı değil insanlığın sınıfların üstünde ve sınıflardan bağımsız görünen kültürel, entelektüel ve bilimsel yaşamı da modern kapitalist toplumdaki bu merkezi kamplaşmanın damgasını taşımaktadır. Proletaryanın, işçilerin kampı, içindeki bütün düşünce, ideal, parti çeşitliliğine rağmen sistemi  ezilenlerden ve yoksullardan yana değiştirme isteğini temsil etmektedir. Burjuvazi kampı ise içindeki bütün farklı düşünce, politik parti, düşünür ve önderlere rağmen işçilerin özgürlük ve eşitlik itkilerine karşı burjuvazinin ekonomik, politik iktidarını, ayrıcalıklarını, kapitalist sistemi ve kurulu düzenin korunmasını temsil etmektedir.

  "Makine, ayrıca, daha önce karşılıklı ilişkilerini saptamış olan işçi ile kapitalist arasındaki sözleşmede de baştan sona bir devrim yapar. Meta değişimini temel alan bizim ilk varsayımımız, kapitalist ile işçinin, serbest kişiler ve bağımsız meta sahipleri olarak karşı karşıya geldikleri ve birisinin parayla üretim aracına, diğerini ise emek-gücüne sahip olduğu idi. Ama şimdi kapitalist, çocukları ve reşit olmayan gençleri de satın almaktadır. Daha önce işçi, serbest bir kimse olarak şeklen sahip bulunduğu kendi emek-gücünü satardı, şimdi ise karısını ve çocuğunu satmaktadır. Artık o bir köle tüccarı olmuştur. Çocuk işçi aranırken verilen ilanlar çoğu zaman, eskiden Amerikan dergilerinde çıkan zenci köle aranırken verilen ilanlara biçim olarak pek benzer. Bir İngiliz fabrika denetmeni şöyle yazıyor: "Bölgemdeki en önemli sanayi kentlerinden birinin yerel gazetesinde şu ilân dikkatimi çekmiştir: 12 ile 20 yaşları arasında gençler aranıyor; 13 yaşından küçük görünmemeleri şarttır. Ücret haftada 4 şilindir. Başvurma vs..". '13 yaşından küçük görünmemeleri şarttır' ifadesi, fabrika yasasında yer alan 13 yaşından küçük çocukların günde yalnızca 6 saat çalışabilecekleri hükümle ilgilidir. İşçilerin yaşlarını resmen atanmış bir hekimin saptaması da şarttı. İşte bunun için fabrikatör, 13 yaşındaymış gibi görünen çocuklar aramaktadır ... Londra'nın mahut Bethnal Green semtinde her pazartesi ve salı günü her iki cinsten 9 yaşında ve daha büyük çocukların, ipek fabrikatörlerine kendilerini kiraladıkları açık bir pazar kurulur ... Yasalara karşın, Büyük Britanya’da canlı baca temizleyicisi olarak kullanılmak üzere (bu iş için bir yığın makine olduğu halde) ana-babaları tarafından satılan çocukların sayısı 2.000'i aşar...”[4]

  Hemen her gün, şu ya da bu televizyonda karşınıza çıkan Adidas ya da Reebok gibi spor malzemeleri üretenlerin reklamlarında gösterilen her ürünün üzerinde Pakistanlı bir çocuğun emeği, canı, kanı ve tüm yaşamı bulunmaktadır. Ve sadece bu tekeller televizyon reklamları için milyonlarca dolar harcayabilirken, Pakistanlı çocuklara, sadece birkaç dolar vermektedir. Onların ince parmakları ile tuttukları iğne iplikle dikilen toplar, kimi zaman bir futbol maçında, kimi zaman bir basketbol maçında milyonlarca dolar alan oyuncuların ayaklarında ve ellerinde dolaşmakta ve milyonlarca insan bunları izleyerek kendi heyecanlarını yaşamaktadırlar. İşte kapitalizm böylesine insanı insan olmaktan uzaklaştırmakta ve insanı kendisine yabancılaştırmaktadır.

Kapitalist sömürünün çocuklarla kadınlar üzerinde yol açtığı ahlak yozlaşması, F. Engels'in İngiltere'de İşçi Sınıfının Durumu adlı yapıtıyla ve diğer yazarlarca, o kadar enine boyuna anlatılmıştır ki, ben, burada, yalnızca değinmekle yetiniyorum. Ama, henüz olgunluk çağına erişmemiş insanları, salt bir artı-değer yaratma makinesi haline getirmenin yapay olarak yarattığı entellektuel yozlaşma -bu, aklı, gelişme ve olgunlaşma yeteneklerini bozmadan kısır bir halde tutan bilisizlikten tamamen farklı bir durumdur- en sonu İngiliz Parlamentosunu bile, fabrika yasalarına giren sanayi kollarında 14 yaşından küçük çocukların 'verimli' bir şekilde çalıştırılmaları için ilk öğrenimi zorunlu hale getirmek zorunda bıraktı." [5]

Üretimin rekabete dayanması ve her bir kapitalist işletmenin ayakta kalabilmek için daha çok artı değere el koyma zorunluluğu, bir taraftan emek sömürüsünü derinleştirmeyi, diğer taraftan da yeni teknolojilere ve daha büyük sermayeye sahip olmayı gerektiriyor. Kapitalistler arasındaki toplam artı değerden pay alma yarışı, teknolojinin sürekli yenilenmesini zorluyor. Kapitalizmle birlikte emek üretkenliği, kapitalizm öncesi dönemin insanlarının havsalasının almayacağı boyutlara ulaşmış bulunuyor. Bu da bu günkü teknik seviyenin insan ihtiyaçlarını 'büyük bir rahatlıkla' karşılama potansiyeline sahip olunduğu anlamına gelir. Kapitalist üretim ilişkileri altında teknolojik gelişmenin birincil veya aslî amacı artı-değeri artırmaktır... 

Bu niteliği itibariyle kapitalizm 'müthiş yaratıcı' bir sistemdir. Ama aynı zamanda 'müthiş yıkıcı' bir sistemdir de. Ücretli emek sömürüsü ve her seferinde üretim sürecine sokulan yeni teknolojiler zenginliği artırıyor ama üretilen bu zenginlik giderek dar bir kapitalist sınıfın ve çevresinin (burjuva sınıfının) elinde toplanıyor. Bunun anlamı her ileri aşamada “zengin-yoksul” farkının mutlak olarak büyümesidir. Fakat, sadece dar anlamda kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasındaki yoksullaşma derinleşmekle kalmıyor, buradan bakıldığında dünya ölçeğinde emperyalist merkezlerle 'bağımlı ülkeler’ arasında da daha kapsamlı bir kutuplaşma ortaya çıkıyor. Söz konusu kutuplaşma ancak işçi sınıfı ve 'bağımlı ülkelerdeki' emekçilerin mücadele ve müdahaleleriyle ortadan kaldırılabilir ki, bu da sınıfsal güç dengelerinin kısmen veya tamamen sömürülen sınıflar ve halklar lehine döndüğü durumda mümkündür.

Üretim araçlarının kapitalist sınıfın elinde toplanması, zenginliği üreten işçi sınıfının da hem üretmek hem de yaşamak için gerekli araçlardan yoksun olması, yaşamını sürdürebilmek için, işgücünü kapitaliste satma zorunluluğu, kapitalizme özgü bir yeniliktir.

Kapitalistler arasındaki rekabet üretim tekniklerini yenilemeyi zorluyor ve bu durum gelir bölüşümünün sürekli olarak doğrudan üretici olan işçi sınıfı aleyhine bozulmasıyla ve kapitalist sınıfın işçi sınıfı üzerindeki egemenliğinin artmasıyla sonuçlanıyor. Velhasıl her ileri aşama, sınıflar, bölgeler ve ülkeler arasındaki kutuplaşmanın, zenginlik-yoksulluk farkının derinleşmesi anlamına geliyor. Bu durum kapitalizmin yapısında ve mantığında bulunan eşitsiz gelişmenin bir tezahürüdür. Fakat, sorun sadece eşitsiz ilişkilerin yaygınlaşması değildir. Aynı zamanda melez üretim ilişkileri de ortaya çıkıyor ki, bu sadece ekonomik bir kategori değildir. Sosyal ve kültürel yaşamı da aynı biçimde angaje eden bir şeydir. Marksist literatürde eşitsiz ve bileşik gelişme denilen süreç veya eğilim.

Bir ücretli kölelik rejimi olan kapitalist üretim tarzı varolabilmek için, üretim araçlarını sürekli yenilemek, devrimcileştirmek durumundadır ve yayılma ve genişleme eğilimi onun için yaşamsal önemdedir.

Sosyalizm ve Sınıfsız toplum ideali bu sınıf mücadelesinden doğmaktadır ve proletaryaya aittir. sosyalizm kapitalist sistemi yok etmeyi ve sınıfsız, sömürüsüz yeni bir toplum yaratmayı amaçlayan işçi sınıfının devrimci hareketidir.

İnsanlık tarihinin son 500 yılı kapitalist gelişmenin ve kapitalist egemenliğin de tarihidir.Kapitalizm kendini önceleyen üretim tarzlarından, ya da 'uygarlık modellerinden' önemli farklılıklar içermektedir. Zira, Kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine, rekabete, yüksek teknolojiye, ücretli emek sömürüsüne dayanıyor ve bir artı-değer mekanizması olarak işliyor. Farklı üretim tarzlarını dönüştürüyor, kendine benzemeyen ne varsa kendi ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendiriyor-biçimsizleştiriyor. Bu niteliği itibariyle kapitalist üretim tarzı başka üretim tarzları veya uygarlık modelleriyle 'barış içinde' bir arada yaşayamıyor. Hem yatay hem de dikey olarak gelişiyor. 

Kapitalizm kendisine yabancı ve kendinden önceki üretim biçimlerini ve toplumları, etkisi altına alarak, yatay; diğer yandan kapitalist üretimin etkisi altına girmiş olan alanda da üretim ilişkilerini kendisine uygun hale getirerek ve Pazar savaşını hızlandırarak dikey olarak genişliyor veya yoğunlaşıyor Kapitalist üretimde, kendisinden önceki üretim tarzlarından farklı olarak, üretim pazar içindir, dolayısıyla amaç doğrudan insan ihtiyaçlarını karşılamak değildir. İnsan ihtiyaçlarıyla kapitalistlerin ürettiği mal ve hizmetler arasındaki bağ ancak dolaylı olarak pazarda kuruluyor. Amacın kâr etmek ve kârı büyütmek olduğu ve toplumsal ihtiyaçlarla üretim arasındaki doğrudan bağın koptuğu koşullarda, üretim sistemi toplum karşısında özerkleşiyor. Pazar için, dolayısıyla kâr amacıyla üretim, giderek sermaye üretimi, sermayenin yeniden üretimi biçimini alıyor ki, sonuç pazar için üretimdir...

İnsanlığın bütün sıkıntılarının arkasında kapitalist sistem vardır. Yoksulluk, ayrımcılık, eşitsizlik, politik baskı, cehalet, bağnazlık, kültürel gerilik, işsizlik, evsizlik, ekonomik ve politik güvensizlik, yolsuzluk ve suç bu sistemin kaçınılmaz ürünleridir. Burjuva sözcüleri  sömürünün, baskının, ayrımcılığın, kadınlara baskının, cehaletin ve önyargının, din ve fahişeliğin az ya da çok insan toplumu kadar eski olduklarını ve kapitalizm tarafından icat edilmediklerini söylemektedirler.

Burada gizlenen, birinci olarak, bu sorunların kapitalizmin ihtiyaçlarına bağlı olarak yeni bir anlam kazandığıdır. Bunlar modern kapitalist sistemin bütünleyici parçası olarak yeniden üretilmektedir. 20. yüzyılın sonundaki yoksulluğun, açlığın, işsizliğin, evsizliğin ve ekonomik güvensizliğin kaynağı 20. yüzyılın sonundaki ekonomik sistemdir. Yüz milyonlarca insanın hayatını tanımlayan kanlı diktatörlükler, savaşlar, soykırımlar ve baskılar bu dünyada belli amaçlara hizmet eden ve dünyayı yöneten sistemin ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır. Kadınlara yapılan baskı bugün ortaçağ ekonomisi ve ahlakının sonucu değil, bugünkü sistemin ekonomik, sosyal ve ahlaki değerlerinin ürünüdür.

İkinci olarak, bu sorunların üstesinden gelmek ve bunları yok etmek için çaba harcayan insanlara sürekli ve acımasızca direnen burjuvazi ve kapitalist sistemin kendisidir. Yaşam koşullarını ve sivil hakları ilerletmek için mücadele eden işçilerin önündeki engel burjuvazi, onun hükümetleri, partileri ve özürcülerinden başkası değildir. Ne zaman yoksul bölgelerde insanlar kendi yaşamlarının sorumluluğunu üstlense, karşılaştıkları ilk engel yerel ve uluslararası burjuvazinin silahlı kuvveti olmaktadır.  Kuşakların gerici ve önyargılı zihniyetini şekillendiren  burjuva devleti, dev medya ve propaganda makinesi, din kurumu, gelenekleri, ahlakı ve eğitim sistemidir. Hiç kuşku yok ki, kenara itilmiş milyonların daha insana yakışır bir toplum için sistemi değiştirme çabalarında yollarına çıkan engel  kapitalizm ve burjuvazidir.

 Bugün, 20. yüzyılın sonunda, kapitalizmin globalleşmesinin zirvesinde, büyük teknolojik devrimlerin ortasında insanlık kendisini tarihinin en kritik döneminde bulmaktadır. Fiziksel olarak yaşamda kalma, Afrika ve Asya’nın yoksullaştırılmış ülkelerinden Batı’nın başkentlerine kadar milyonların karşılaştığı en temel meydan okuma olmuştur. Daha geri ülkeler için ekonomik gelişme umudu tamamen sona ermiştir. Ekonomik gelişme rüyası sürekli açlık, kıtlık ve hastalık kabusuna dönüşmüştür.

Kapitalist üretimde genişleme ve yayılma eğilimi, yine kapitalist üretimde bulunan başka bir eğilimin doğrudan sonucudur ki, bu merkezileşme ve yoğunlaşma eğilimidir. Birbirinden bağımsız binlerce, yüzbinlerce kapitalist işletme, keskin bir rekabet ortamında varolmak durumunda ama daha önce de değindiğimiz gibi, rekabete karşı koyabilmek ancak sürekli büyümekle mümkün. Zayıflar güçlüler tarafından yutuluyor. Daha güçlü olmak için firmalar birleşiyor veya anlaşmalar ve uzlaşmalar yoluyla rakipleri karşısında üstünlük sağlama yoluna gidiyorlar. Bu eğilim, giderek sermayenin belirli ellerde toplanmasıyla sonuçlanıyor. Bir taraftan merkezileşme ve yoğunlaşma, diğer taraftan genişleme ve yayılma eğilimi ve dinamiği, kapitalist sistemin daha baştan bir dünya sistemi, küresel bir sistem olarak sahneye çıktığı anlamına gelir. Bu yüzden de ne emperyalizm ne de şimdilerde küreselleşme olarak sunulan yeni ve orijinal değildir.

Dolayısıyla, kapitalist birikimin her ileri aşaması tekelleşmenin yoğunlaşmasıyla ve az sayıda tekelin dünya pazarına hakim olmasıyla sonuçlanıyor. Bu durum, başlangıçta ulusal ölçekte (ulus-devletin sınırları içinde) faaliyet gösteren kapitalist işletmelerin neden uluslararası arenada boy göstermek zorunda olduğunu, giderek bütün dünyada her alanda faaliyet gösterdiklerini de açıklar. Şimdilerde 200 kadar çokuluslu şirketin dünya pazarına yön verecek güce ve etkinliğe ulaşması, sözünü ettiğimiz eğilimin bu gün ulaştığı düzeyden başkası değildir.

Bilim ve teknoloji sayesinde en iyi hayvan ırkları yaratıldı. Sulama, gübreleme ve tohum ıslahı sayesinde toprağın verimliliği onlarca kat arttı. İstenilirse çölün ortasında bile tarım alanları yaratılabiliyor. Cep telefonlarını, yani uzaydaki uyduları kullanmak gündelik yaşamımızın basit bir parçası haline geldi. Aynı uydularla her yıl dünyada yetişmekte olan tarım ürünlerinin miktarları bile saptanabiliyor.

Ancak öte yandan çağımız, insanlık tarihinin en derin çelişkilerinin yaşandığı en akıldışı çağdır. Kapitalizm bir yanda inanılmaz bir zenginlik diğer yanda ise ölümcül bir yoksulluk üretiyor. Dünya Bankası ve Dünya kalkınma raporu verilerine göre;

Dünya nüfusunun yarısı, yani 3 milyardan fazla insan günde 2 dolardan daha az, 1,5 milyar insan da 1 dolardan daha az bir gelirle “yaşıyor”. Buna karşılık dünya nüfusunun yüzde 10’u, dünya toplam gelirinin yüzde 70’ini alıyor.  800 milyon insan aç yaşıyor. Yılda 11 milyon çocuk açlıktan ölüyor.  Afganistan’da günlük ortalama gelir 44 sent, Etiyopya ve Kongo’da ise 27 sent. Doğu Asya ve Pasifik ülkelerinde yaşayan 267,1 milyon kişi, Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkelerinde yaşayan 17,6 milyon kişi, Latin Amerika ve Karayipler’de yaşayan 60,7 milyon kişi, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yaşayan 6 milyon kişi, Güney Asya’da yaşayan 521,8 milyon kişi, Sahra altı Afrika’da yaşayan 301,6 milyon kişi, günde 1 dolardan daha az gelirle yaşamını sürdürüyor.

Dünya Bankası’nın, kardeş kuruluşu IMF ile birlikte faaliyete geçtiği 50 yılı aşan sürede yoksulluk giderek arttı. Raporda, dünyada günlük geliri 1 doların altında kalan insanların sayısının 1987’de 1,2 milyarken bugün 1,5 milyara çıktığı belirtiliyor. Bu sayının 2015 yılında 1,9 milyara ulaşması bekleniyor. Geçen 50 yılda, zenginlerle yoksullar arasındaki gelir uçurumu daha da arttı. Dünyanın en yoksul ülkelerinde kişi başına düşen gelir, 1970-1985 yıllarında zengin ülkelerdeki kişi başına gelirin yüzde 3,1’i düzeyindeyken, bu oran 1990’ların sonunda yüzde 1,9’a dek düştü. Bu oranların ülkeler arası ortalama gelir uçurumunu yansıttığı unutulmamalıdır. Yoksul ülkelerde de zengin-yoksul uçurumunun olduğu hesaba katılırsa durumun çok daha vahim olduğu görülür.

Gelişmiş Avrupa ve ABD’nde durgunluk yıllarını izleyen “istihdamsız büyüme” vaadi on milyonlarca işçi sınıfı ailesi için aynı kabusu yaşatmaktadır. Dünyada savaş ve soykırımlar yıkım ve karışıklıklara sebep olmaktadır. Kitlesel entelektüel ve kültürel  yozlaştırmalar sürmekte: Dinsel fanatizmin yeniden canlanmasından erkek şovenizmi, ırkçılık, kabilecilik ve faşizmden toplumda bireyin hakları ve statüsünün çöküşüne, genç ve yaşlı milyonların yaşamının pazarın kaderine terkedilmesine kadar. Birçok ülkede örgütlü suç toplumun ekonomik ve politik işlerliğinin bütünleyici bir parçası ve yaşamın sürekli  gerçeği haline gelmiştir. Uyuşturucu bağımlılığı ve uyuşturucu üretimi ve trafiğiyle ilgilenen suç ağlarının büyüyen gücü çözülemeyen ana uluslararası sorunlardandır. Kapitalist sistem ve karın önceliği çevreyi ciddi tehlikelere ve onarılmaz zararlara maruz bırakmaktadır. Burjuva düşünürleri ve analistleri dahi bu sorunlara çözüm önerememektedir. Bu insanlığa korkunç bir gelecek vadeden bugünkü kapitalizmin gerçekliğidir.

Kapitalizmin temelleri

Günümüz toplumu kapitalizmin gelişmeleri ve kendini yenilemeleri sonucunda üretimde işbölümünde yaşanan değişiklikler oldukça karmaşık yapılar ortaya çıkmış gibi görünmektedir. İletişimin geçirdiği devasa değişiklikler kafa emeğindeki yoğunluğun artması sonucunda;  Milyarlarca insan ekonomik, sosyal ve politik ilişkiler içinde sürekli etkileşim halindedir. Teknoloji ve üretim dev boyutlara ulaşmıştır. İnsanlığın entelektüel ve kültürel yaşamı, sorunları ve zorluklarıyla, genişlemekte ve farklılaşmaktadır. Ancak bu karmaşıklık kapitalist dünyanın ekonomik ve sosyal yapısını oluşturan basit ve anlaşılabilir gerçekleri gözlerden saklamaktadır.

Diğer sınıf sistemleri gibi, kapitalizm de doğrudan üreticilerin sömürüsüne, emeklerinin ürünlerinin bir kısmına egemen sınıflar tarafından el konmasına dayanır. Farklı tarihsel çağlarda her toplumsal sistemin aldığı özgül karakter, bu sistemde sömürünün  gerçekleştirilme yoluna bağlıdır. Kölelikte yalnız kölenin ürünü değil kölenin kendisi de köle sahibine aittir. Köle, köle sahibi için çalışır ve karşılığında onun tarafından hayatta tutulur. Feodal sistemde köylüler ya üretimlerinin bir bölümünü feodal lorda verir ya da belirli saatler zorunlu ve ücretsiz çalışır. Kapitalizmde sömürü oldukça farklı temellere dayanır. Ana üreteciler, işçiler, özgürdür, kimseye ait değildir, bir feodal lordun kölesi değildir. Kendi bedenlerine ve emek güçlerine sahiptirler. Ancak işçiler başka bir anlamda da özgürdürler: Üretim araçları sahipliğinden de özgürdürler, bu yüzden yaşamak için üretim araçlarına sahip  ve onları kendi tekeline almış küçük bir azınlık  olan kapitalist sınıfa ücret karşılığında belli bir süre için emek güçlerini satmak zorundadırlar. Daha sonra işçiler kendilerinin ürettiği kendi geçim araçlarını pazarda kapitalistlerden satın almak zorundadır. Kapitalizmin özü ve bu sistemde sömürünün temeli emek gücünün meta olması ve üretim araçlarının kapitalist sınıfın özel mülkiyetinde olmasıdır.

Yeni ürünler yaratan ve çalışmak için emek araçları üreten canlı emek olmaksızın insan toplumunun varlığı, insanların yaşaması ve ihtiyaçların tatmini düşünülemez. Bu herhangi bir sistem için doğrudur. Ancak kapitalizmde emek gücü ve üretim araçları birbirinden özel mülkiyet duvarıyla ayrılmıştır; bunlar metadırlar ve sahipleri pazarda karşılaşmak zorundadır. Görünüşte, bu metaların sahipleri özgür ve eşit bir mübadeleye girmektedir: İşçiler belli dönemler için ücret karşılığında üretim araçlarının sahibi olan kapitalist sınıfa emek gücünü satmakta; kapitalist bu emek gücünü çalıştırmakta, kullanıp yeni ürünler üretmektedir. Bu metalar daha sonra pazarda satılmakta ve elde edilen gelir sermaye olarak üretim sürecini tekrar başlatmaktadır.

Bununla birlikte, emek ile sermaye arasındaki  görünürdeki eşit mübadelenin altında temel bir eşitsizlik yatmaktadır; bu, bugün insanlığın alınyazısını belirleyen ve ortadan kaldırılmadan toplumun hiçbir zaman özgür olamayacağı bir eşitsizliktir. İşçiler ücretlerine karşılık ne satmışlarsa -çalışma ve pazarda tekrar bulunma yeteneklerini- onu geri almaktadırlar. Günlük çalışmayla işçi sınıfı varlığını sürdürmeyi ve emek gücünün günlük satıcısı olarak yaşamını güvence altına almaktadır. Ancak bu süreçte sermaye büyür ve birikir. Emek gücü yaratıcıdır; alıcısı için yeni değerler üretir. Herhangi üretim sürecinde işçi tarafından üretilen metaların ve hizmetlerin değeri işçilerin toplam payından ve ürünlerin, tükenen ve aşınan, yıpranan araç  gereçlerin yerine konmasına ve onarılmasına ayrılan kısmından büyüktür. Muazzam bir meta yığını biçimini alan bu artık değer  kapitalist sınıfın üretim araçlarına sahip olmasından dolayı kapitalist sınıfa aittir ve onun sermayesini arttırır. Emek gücü sermaye ile değişiminde sadece kendini yeniden üretirken sermaye emek gücüyle değişiminde büyür. Emek gücünün yaratıcı kapasitesi ve işçi sınıfının üretici etkinliği  kendisini kapitalist sınıf için yeni sermayenin doğuşunda yansıtır. İşçi sınıfı daha çok ve daha iyi çalışırken sermaye daha fazla güç elde eder. Bugün sermayenin dev gücü ve sermayenin dünyada yaşayan milyarların üzerindeki  ekonomik, politik, entelektüel yaşamındaki genişleyen egemenliği emeğin ve çalışan insanlığın yaratıcı gücünün ters çevrilmiş görüntüsünden başka bir şey değildir.

Kapitalist toplumda sömürü üreticilerin boyunduruk altında ve prangalara bağlı olmasıyla gerçekleşmesi yerine pazar aracılığıyla ve metaların özgür ve eşit mübadelesiyle gerçekleşir. Bu kapitalizmi özde önceki sistemlerden ayıran temel özelliktir.

İşçi sınıfının sömürüsünden elde edilen artık değer pazar mekanizması, devlet maliyesi ve para politikaları aracılığıyla kapitalist sınıfın farklı kesimleri arasında bölüşülür. Kar, faiz, rant bu sömürüsünün meyvelerinden farklı biçimleridir. Pazardaki sermayeler arasındaki rekabet, her sermayenin payını belirler.

Bu artık, burjuva devlet makinesinin, ordunun, yönetimin, onun ideolojik ve kültürel kurumlarının ve bu kurumlar aracılığıyla burjuva iktidarını sürdürenlerin bakımını öder. İşçi sınıfı çalışmasıyla burjuvazinin işçi sınıfı ve toplum üzerindeki politik, kültürel ve ekonomik egemenliğini , devamlı artan sermaye birikimini ve egemen sınıfın masraflarını öder.

Sermaye birikimiyle burjuva toplumun zenginliğini oluşturan meta yığını büyür. Birikim sürecinin kaçınılmaz sonucu sürekli ve hızlanan teknolojik ilerleme ve işçi sınıfının her üretim sürecinde harekete geçirdiği üretim araçlarının kitlesinde ve kapasitesinde artıştır. Ancak toplumdaki zenginliğin ve üretici güçlerin büyümesine karşılık işçi sınıfı sürekli göreli olarak yoksullaşmaktadır. Tam olarak işçilerin yaşam standartlarındaki tedrici ve sınırlı ilerlemeye karşın işçi sınıfının toplumsal zenginlikten aldığı pay hızla düşmekte, işçi sınıfının yaşam koşulları ile işçilerin çalışmasıyla mümkün olan yüksek yaşam standartları arasındaki boşluk genişlemektedir. Toplum daha çok zenginleşirken işçiler daha fazla yoksullaşmaktadır.

Teknolojik gelişme ve emek üretkenliğindeki artış canlı emek gücünün makinelerle ve otomatik sistemlerle yer değiştirmesi demektir. Özgür ve insani bir toplumda bu herkes için daha fazla boş zaman demektir. Ancak emek gücünün ve üretim araçlarının meta olduğu kapitalist toplumda insanların makinelerle değiştirilmesi, yaşam olasılığının dahi yadsındığı  işçi sınıfının bir kesimi için, kendini sürekli işsizlik olarak açığa vurmaktadır. Emek güçlerini satma olasılığı dahi olmayan yedek işçi ordusunun varlığı sermaye birikiminin kaçınılmaz sonucu ve  aynı zamanda kapitalist üretimin bir şartıdır. İşçi sınıfının çalışan kesimi tarafından desteklenen bu yedek işsiz ordusunun varlığı işçi sınıfı saflarında rekabeti arttırmakta ve ücretleri toplumsal olarak olası en düşük düzeyde tutmaktadır. Bu yedek ordu aynı zamanda sermayenin pazarın ihtiyaçlarına göre çalışan işgücünün büyüklüğünü kolaylıkla ayarlamasını sağlamaktadır. Kitlesel işsizlik pazarın yan etkisi ya da hükümetlerin yanlış politikalarının sonucu değildir. Sermaye birikim sürecinin ve kapitalizmin asli öğesidir.

Dönemsel ekonomik krizler ve bunların sonucu olan ekonomik ve toplumsal felaketler kapitalist sistemin kaçınılmaz özelliğidir. Bu krizler birikim sürecindeki temel çelişkiden kaynaklanmaktadır. Emek artık değerin ve karın kaynağıyken birikim süreci ve  kaçınılmaz teknolojik ilerleme emek gücünün üretim araçlarına oranını azaltır. Üretilen artık değer, mutlak olarak artmasına rağmen, sermayedeki büyümeyle aynı hızda artmaz. Birikim sürecinin maddi yasaları sonucu, kar oranı kaçınılmaz olarak düşme eğilimindedir. Özellikle sömürüyü yoğunlaştırarak ve işçi sınıfının ücret, kamu hizmeti vb. biçimlerde toplumsal zenginlikten aldığı payı azaltarak bu eğilimi dengede tutmak ve kar oranını korumak   kapitalist sınıfın, onun hükümetlerinin, burjuva ekonomistlerinin, yöneticilerin ve uzmanların günlük işleridir.

Sermayenin iç çelişkileri ve kar oranlarının düşme eğilimi dönemsel olarak ortaya çıkmakta ve bütün ekonomik sistemi derin bir krize sokmaktadır. Durgunluk ve kriz dönemleri sadece sermayenin iç çelişkilerinin yoğunlaşmasının göstergesi ve semptomları değil sermayenin yeniden yapılanması için pratik bir mekanizmadır da. Sermayenin farklı kesimleri arasındaki rekabet büyümekte ve birçokları iflasa sürüklenmekte ve geride kalanlar için karlılık koşullarını  güçlendirmektedir. Diğer bir deyişle, kapitalist sınıf ve devleti işçi sınıfının yaşam standartlarına karşı geniş çapta saldırıya girişmektedir. İşsizlerin safları genişler ve bütün işçi sınıfının sömürüsü yoğunlaşır.

Her krizden sermaye daha merkezileşmiş olarak çıkar. Böylece bir sonraki kriz daha derin ve geniş boyutlarda gerçekleşir ve kapitalist sınıf içinde daha keskin rekabet ve çatışmalara yol açar. Her kriz  sermayenin  daha geniş boyutlarda yeniden yapılanmasını gerekli hale getirir. Aynı derecede, toplumun geleceği daha karanlık ve korkunç hale gelir.

Kapitalist sınıfın iç çelişkileri ve krizlerin sonuçları sadece ekonomik alanla sınırlı değildir. Global ve bölgesel savaşlar, militarizm ve askeri saldırılar, otokratik ve polis devletleri, insanların sivil ve politik haklarının ellerinden alınması, devlet terörizminin yükselişi, aşırı sağ ve dinci, milliyetçi, ırkçı ve kadın karşıtı grup ve eğilimlerin güçlenmesi çağdaş kapitalizmin özellikle kriz dönemlerindeki gerçeklikleridir.

EMPERYALİZM

Emperyalizmin ideologlarınca, 1980 yılında ortaya atılan "neo-liberalizm"in en büyük iddiası, günümüz koşullarında klâsik anlamda bir bağımlılık/bağımsızlık olgusunun söz konusu olmadığı, bunun yerini "karşılıklı bağımlılık" ilişkisinin aldığı olmuştur. "Neo-liberalizm"e göre, "global" olarak ulusal ekonomiler birbirleriyle ayrılmaz bağlar kazanmıştır ve bu bağlar "3. dünya ülkeleri"nin "metropollere" bağımlılığı yanında, "metropoller"in "3. dünya ülkelerine" bağımlılığını da getirmiştir. Bu "karşılıklı bağımlılık", "3. dünya ülkeleri"nin "metropoller"e sanayi malları ihracını artırarak, "metropoller"deki sanayilerle rekabet edebilme koşullarını da yaratmıştır. Üretim için gerekli girdilerin bir kısmının dış ülkelerden gelmesi, bu tür sanayilerin dışa bağımlılığını kaçınılmaz kıldığı gibi (uluslararası işbölümünün bir sonucu olarak), ürünlerin "metropol" ülkelere satılma zorunluluğu, aynı zamanda "metropol" ülkelerinin bu ürünleri satın alma zorunluluğu ile birlikte gelişmiştir. Bu koşullarda, tekil ulusal ekonomilerin kendi başına yeterli olması ve gelişebilmesi olanaksızlaşmıştır.

Bu "neo-liberal" iddialar, 1990 sonrasında “Sovyetler Birliği”nin dağıtılmışlığı koşullarında, daha büyük ölçüde ileri sürülmeye ve propagandası yapılmaya başlanmıştır. Artık bu iddialar yeni bir kavramlar ortaya çıkarmıştır: "Globalizm" ve "yeni dünya düzeni". "Neo-liberalizm", emperyalist hegemonya altındaki ülkelerin içinde bulundukları sömürü ilişkilerini "karşılıklı bağımlılık" söylemiyle meşrulaştırırken, diğer yandan bu yeni kavramları, bu meşruiyetin yeni destekleri olarak kullanmaya başlamıştır.

Tüm bu söylemlerin amacı, emperyalist sömürü altındaki ülkelerin bağımsızlık istemlerinin "günümüz dünyasında" hiç bir değere sahip olmadığını ve "globalleşen dünya"da, bu dünyadan bağımsız olarak yaşamanın ve kalkınmanın olanaksız olduğunu kabul ettirmektir. Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığından Küba'nın emperyalist ambargo koşullarında karşı karşıya kaldığı ekonomik sorunlara, Nikaragua'da Sandinistlerin iktidarı yitirişlerine, Vietnam'ın Amerikan emperyalizmiyle ve IMF ile ilişki kurmasına kadar her somut olgu, bu amaç için kullanılır olmuştur.

Kapitalist sermaye birikiminin bu tarihsel gelişimiyle birlikte ortaya çıkan "ekonomik kaynaklar", günümüzde emperyalist-kapitalist olmayan bir ülkenin sahip olabileceği kaynaklar değildir ve aynı biçimde sağlanabilmesi de olanaksızdır. I. ve II. yeniden paylaşım savaşlarıyla görüldüğü gibi, dünya emperyalist ülkeler tarafından toprak olarak paylaşılmıştır ve yeniden paylaşılması gündeme gelmektedir. Herhangi bir "3. dünya ülkesi"nin bu paylaşım içinde yer alabilmesi ve paylaşımdan "pay" kapabilmesi, bazı istisnalar dışında, olanaksızdır. Çünkü söz konusu olan, bu ülkenin emperyalist ülkeler tarafından paylaşılmasıdır. Bir başka deyişle, günümüz koşullarında, herhangi bir geri-bıraktırılmış ülkenin, kendisi için gerekli sermaye birikimini başka ülkeleri sömürgeleştirerek sağlayabilmesinin koşulları mevcut değildir. (Tarihsel olarak sömürge sahibi olmuş ülkeler için de geçerlidir.)

Lenin, sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların bitmesinin imkansız olduğunu yazar. Bugün emperyalizmin en büyük “barış” savunucusu olduğu söyleniyor. Peki o zaman değişen ne? Emperyalizmin kendisi mi değişti yoksa sömürgecilik siyasetinden mi vazgeçti? Soygun ve sömürü düzeni ortadan kalktı mı? Ya da silah pazarlamaya ve bunun için çıkardığı savaşlara son mu verdi? Artık silah üretmiyor mu? Evet değişen nedir? Emperyalist paylaşım savaşlarının ve bu savaşlarda ölen milyonlarca insanın sorumlusu ve de binlerce bölgesel savaşa neden olan ve hala savaş şakşakçılığı yapan emperyalizm barışçı olabilir mi? Yüzyıllık tarihi boyunca emperyalizm hiç değişmedi.*

Emperyalizmin olabildiğince açık ve tam bir tanımıyla başlamalıyız. Emperyalizm, kapitalizmin özgün bir tarihsel aşamasıdır. Bunun özgün niteliğinin üç yönü vardır: emperyalizm,

(1)  tekelci kapitalizmdir;

(2)  asalak, ya da çürüyen kapitalizmdir;

(3) can çekişen kapitalizmdir. Serbest rekabetin tekel tarafından ayağının kaydırılması, emperyalizmin temel ekonomik özelliği, özüdür. Tekel kendini başlıca beş biçim altında ortaya koyar:

(1) Karteller, sendikalar ve tröstler —üretimin yoğunlaşması, kapitalistlerin bu tekelci birliklerinin doğmasına yol açacak bir düzeye ulaşmıştır;

(2) büyük bankaların tekelci konumu— üç, dört ya da beş dev banka, Amerika, Fransa, Almanya'nın tüm ekonomik yaşamını denetim altına almaktadır;

(3) hammadde kaynaklarının tröstler ve mali oligarşi tarafından ele geçirilmesi (mali sermaye, banka sermayesi ile tekelci sanayi sermayesinin kaynaşmasıdır);

(4) dünyanın uluslararası karteller tarafından (ekonomik) bölüşümü başlamıştır. Daha bugünden, bütün dünya pazarına komuta eden ve bu pazarı kendi aralarında —savaş onu yeniden paylaştırıncaya kadar— "dostça" paylaşan böyle yüzden fazla uluslararası kartel vardır. Tekelci olmayan kapitalizm ortamındaki meta ihracından farklı olarak sermaye ihracı, oldukça ilginç bir olaydır ve dünyanın ekonomik ve toprağa değgin siyasal bölüşümüne yakından bağlıdır;

(5) dünyanın toprak bölüşümü (sömürgeler) tamamlanmıştır. Kapitalizmin Amerika'da ve Avrupa'da, ve daha sonra da  dünyada.”[6]

Kapitalizmin kendi kültürünü yaratmadaki etkinliği Enternasyonalizm sözcüğü yerine ikame etmeye çalıştığı “globalizm” de görülmektedir. “Globalizm”, özü itibarı ile “evrensel bir dünya, gerçekten küresel düzeyde bir düzen kurma anlamına geliyordu. Öteki  kavramlar gibi evrenselleşme fikri de modern güçlerin verimliliği ve modern zekanın tutkularının yükselen dalgası üzerinde ortaya atıldı.”[7] Böylelikle Enternasyonalizm sözcüğünün çağrıştırdığı ideolojik etkiyi kırma ve sınıf mücadelelerinin yok sayılması çabalarının altı “globalizm” ve “küreselleşme” terimleri ile doldurulmaya çalışılmaktadır. Oysa Pekala Marx’ın Komünist Manifesto’da kullandığı “küreselleşme” tanımı kullanılabilinir. “eski yöresel ve ulusal yalıtıklık ve kendi kendine yeterlik yerine her yönde ilişkilerle ulusların birbirlerine evrensel bağımlılığı”[8] “sayısız ulusal ve yöresel edebiyattan bir dünya edebiyatı doğuyor.”, “Çin seddlerini dağıtıp yıkan” “boyun eğmeye zorlayan”, tek bir sözcükle burjuvazi kendisine tıpatıp benzeyen bir dünya kurmaktadır.”[9] Marksizm belirlediği kapitalizmin yasaları geçerliliğini koruyor. Bu anlamda güneşin altında kapitalizmin yasalarının işleyişinde “yeni bir şey” yok

Dünyayı bir ahtapot gibi saran bu dev tekellere Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ) adının verilmesi de yanıltıcı aslında. Çeşitli ülkelerin tekellerinin ya da sermaye birikimlerinin birleşmesinden oluşuyorlar belki ama, bu ülkeler de dünyanın efendisi rolündeki G-7’lerden ibaret. Örneğin bugün dünyanın en büyük 200 ÇUŞ’nin sermaye merkezine baktığımızda; 62’sinin Japon, 53’ünün ABD, 23’ünün Alman, 19’unun Fransız, 11’inin İngiliz kökenli olduğunu görürüz. En büyük 500 şirket ele alındığında ise 222’sinin ABD, 145’inin ise Avrupa kökenli olduğu görülmektedir. “1800’lü yılların sonu ve 1900’lü yılların başında kendi devletlerini arkalarına alarak dünyayı yeniden paylaşma yarışına giren büyük firmaların yerini 1990’larda devletleri önüne katıp kovalayacak güce ulaşmış çok uluslu dev firmalar almış bulunuyor.”[10]

Devletler üzerinde tam bir hakimiyet kurmaya başlayan bu ÇUŞ’lar hükümetlerin ekonomik, sosyal, siyasal kararlarında da belirleyici durumdalar. Bununla da yetinmiyorlar. Siyasi partiler, medya, sendikalar, sivil toplum örgütleri vb. kurumları da etkisi altına alarak sosyal yapıda da rol oynuyorlar. Ellerinde tuttukları bu güçle tüm dünya halklarının geleceği hakkında kararlar alıyorlar. Aralarında oluşturdukları konsey vb. birliklerle Dünya Ticaret Örgütü (WTO), Dünya Ekonomik Forumu (WEF-Davos Zirvesi) gibi dünya ekonomisini belirleyen entegrasyon örgütlerinin kararlarını şekillendirebiliyorlar. NAFTA, ASEAN, APEC benzeri bölgesel ticari bloklar üzerindeki belirleyicilikleri ise tartışmasız. İşte küreselleşme bu çokuluslu şirketlerin egemenlik alanlarının tüm dünyayı içine alacak şekilde genişlemesi, sömürü ağının sarmadığı hiçbir bölgenin kalmamasıdır.

Küreselleşme, Tek Kutuplu Dünya, Yeni Dünya Düzeni Emperyalizmin Yalanları

“Küreselleşme”, “Globalizm”, “Tek Kutuplu Dünya”, “Yeni Dünya Düzeni”... Bu kavramlar 1990’dan günümüze, dünya genelinde en sık kullanılan kavramların başında geliyor ve her biri sınırları çizilmeyen, neyi ifade ettiği belli olmayan aynı ya da benzer şeyleri anlatmak için kullanılıyor. Bu yanıyla da, kavramları ortaya süren ve kabul edilmesini isteyen emperyalistlerin amacına uygun düşüyor.

“Globalizm” ve “küreselleşme” kavramlarının kullanımının bir amacı da kavram kargaşası yaratarak, kavramların içini boşaltarak, ve somut tarihsel gelişmeler, yaşanmış olaylar da dahil, gerçekleri ters-yüz ederek halkları aldatmaktır. İşte, son yılların bu en popüler kavramları da aynı amaca hizmet etmektedir. Ve bugüne kadar yaşanan onca şeye rağmen, hala bu kavramların içeriği tüm gerçekliğiyle anlaşılamamışsa, üzerinde çok çeşitli şekillerde yorumlar yapılıyorsa, burjuva ideologların ve izleyicilerinin başarılı olduklarını söyleyebiliriz. Kuşkusuz bu kavramlar durup dururken gündeme sokulmadı. En başta bir ihtiyacın ürünüydü ve demagojiyle de olsa, arkasına gizlenilebilecek gerekçeler vardı. İhtiyaç sahipleri emperyalistlerdi. İhtiyaç duymalarının nedeni ise, dünya halkları nezdinde açığa çıkan emperyalizm gerçeğini “yeni” tezlerle ambalajlayarak krizlerini atlatabilmekti...

Emperyalistler piyasaya sürdükleri bu kavramlarla halkları “çağ değişti” ve “biz de değiştik” yalanına inandırmak, krizlerini atlatabilmek için uygulamaya koydukları sömürüyü arttırıcı “tedbir”lerini meşrulaştırmak istiyorlardı. Oysa Devletlerarası çatışmaların ve şirketler arası rekabetin anlaşılmasında anahtar kavram küreselleşme değil, emperyalizmdir.

“Sosyalizm öldü”, “ideolojiler bitti”, “tarih bitti”, “kapitalizm sonsuzluğunu kanıtladı”... Emperyalistler artık istedikleri düzeni kurabilirlerdi. Bu düzen, emperyalizmin dünyaya hakim olmasını sağlayacak, en ücra köşelere bile bu hakimiyeti taşıyacak, sömürüyü alabildiğine arttıracaktı. Adı da konulmuştu: “Yeni Dünya Düzeni”... YDD için çağrılar birbirini izledi: “Herkes bu düzene uymalı, üzerine düşen görevleri yerine getirmeliydi”. Uymayanlar ise bir şekilde uydurulacaktı.

Çağrıların sadece emperyalist kapitalist ülkelerden yapılmasının yeterli inandırıcılığa sahip olmayacağını düşündüklerinden olsa gerek, ilk çağrıyı yeni-sömürge ülkelerin “hükümet dışı” güçlerinden oluşan ve emperyalizmin işbirlikçi örgütlerinden biri olan, Güney Komisyonu’na[11] yaptırdılar. Emperyalizmden yakınan ve “Güneyin ikinci sınıf statüsü”nü daha da kurumsallaştırdığını, “yeni tip bir yeni-sömürgecilik biçimi”ne geçildiğini vurgulayan komisyon; “Dünya toplumu içinde Güneyin adalet, eşitlik ve demokrasi isteğine cevap verilmelidir” diyerek “Yeni Dünya Düzeni” çağrısı yapıyordu.[12] Adalet, eşitlik ve demokrasi istenilen ve “Yeni Dünya Düzeni”ni kurması için çağrı yapılan güç, emperyalizmdi. Emperyalistler elbette böyle bir “çağrı”ya kulak verecek ve hakimiyetlerini ezilen halklara kabul ettirmek için YDD’nin kurulacağını ilan edeceklerdi.

“Dünyanın efendileri”, yeni dünya düzenini Churchill’in ağzından şöyle ifade ediyorlardı: “Dünyanın yönetilmesi, sahip oldukları dışında kendileri için hiçbir şey beklemeyen tok uluslara bırakılmalı. Dünyanın yönetimi aç insanların eline geçerse tehlike her zaman kapımızda olur. Oysa hiç birimizin daha fazlasının peşinden koşmak için bir nedeni yok... Gücümüz bizi ötekilerin üstüne yerleştirdi. Kendi malikanesinde huzur içinde yaşayan zengine benziyoruz.”[13] 

Küreselleşme ve YDD’ yi birkaç emperyalist ülkenin dünyayı denetime alma isteği olarak ifade edersek, emperyalizmin bu isteğinin yeni olmadığını da söylemeliyiz. 1. ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşları’nın çıkış nedenleri de farklı değildir. 2 Paylaşım Savaşı’nın baş aktörlerinden olan ve emperyalist tekeller tarafından desteklenen faşist Hitler de dünyaya hakim olmak istiyor ve kuracağı düzeni “Yeni Düzen” olarak ilan ediyordu. “Dünya kapitalist sisteminde  1990’lı yıllarda emperyalizm kavramını işlevsiz kılacak boyutta gelişmeler gerçekleşmiş midir? Ticaretin, sermaye hareketlerinin ve finans sistemlerinin artan boyutlarda liberalleşmesinin gerçekten yeni dönüşümler olduğunu söylemek güçtür.”[14] Emperyalistler arası çelişki ve çatışmalar da, emperyalistlerin dünyaya istedikleri gibi hükmedebilmelerinin önünde hala bir “engel” oluşturmaktadır.

Dünya ekonomisinin içine girdiği kriz; aşırı üretim, daralan pazarlar ve kâr oranlarının düşmesiyle karakterize oluyor. Sermaye aşırı kar hırsının beraberinde getirdiği aşırı üretimle ortaya çıkan krizler kriz sermayenin sınırsızca gelişimine ağır darbeler indirmektedir. Sermayenin durmaksızın genişleme ihtiyacıyla bu söz konusu krizler arasındaki çelişki, üretimin yüksek düzeylerde toplumsallaşması ile mülkiyetin özel mülkiyet olarak tekellerde yoğunlaşmasının oluşturduğu çelişki, emperyalist-kapitalist sistemin giderek büyüyen krizlerini yaratmaya devam ediyor. Bugün de derinleşen  kriz, emperyalistler arası çatışmalar ve hegemonya mücadelesi keskinleşmektedir.  19 Eylül 1992 tarihli World Economy (Dünya Ekonomisi) dergisi şu değerlendirmeyi yapıyordu: “1980’lerde dünya ekonomisinde çok önemli bir değişiklik yaşandı. Bu dönemde ulusal mali piyasaların aralarındaki sınırların çoğu ortadan kalktı ve gerçekten global bir sermaye piyasası oluşmaya başladı.”[15] Derginin bahsettiği “global sermaye”, emperyalizmin “küreselleşme” demagojisinin ekonomik temelidir. Emperyalizm “küreselleşme” demagojisi yaparken iki temel üzerinde hareket etmektedir: 1- Sermayenin kendi arasında birleşmesi ve tüm dünyayı bir ağ gibi sarması.2- Bilim ve teknolojideki gelişmelere paralel olarak, iletişim alanında katedilen mesafe... Bu iki gelişme elbette, birçok başka gelişmeyi ve sonucu da yaratmaktadır. Burada önemle vurgulanması gereken yan şudur; emperyalist sermayenin birleşmesi ve dünya üzerinde hakimiyetini arttırmaya yönelik girişimleri, 2. Paylaşım Savaşı sonrası gerçekleştirilen emperyalistler arası entegrasyonun yeni bir biçim almasından başka bir şey değildir.

Dünyayı belirleyen temel ekonomik ilişkilerin bütünü emperyalizm ile ilgilidir. Ne var ki bunlar günümüzde “küreselleşme”  terimi ile açıklanmaktadır. “Küreselleşme”, kavram olarak emperyalizmin yerine geçmiştir, ve bu terminolojik değişim, aynı olgulara iki farklı biçimde bakmak anlamına gelmektedir. “Küreselleşme” terminolojisini kullanan çözümlemeler emperyalizmi stratejik bir kavram olarak kullananlardan ayrılır.”[16]  Leninist emperyalizm çözümlemeleri Marksistler için geçerliliğini halen korumaktadır; ancak bu analizler süregelen Marksizmcin krizine bağlı olarak, post-Marksist ve post-modernistlerin dünyalarında “küreselleşmeyi” terminolojik olarak kullanmaları bunun önüne geçilmez bir süreç olduğu bunda “iyi yönler aramak” gerekliliği üzerinde dururken ideolojik teslimiyetlerini pekiştirmektedir. Düzenin devamından yana olan güçlerin elinde ise kapitalizmin yenilmeyecek tek güç olduğu ve alternatifinin ise yalnızca yine kendisi olduğu üzerinedir. Birincilerin düştüğü durum ikincilerin savunusunu güçlendirirken  bu tür teslimiyetleri ve kavramları emperyalist ideologların gözlükleri ile algıladıklarındandır. Bu algılama Marksizm adına reddedilmelidir. 

Pazarlar üzerinde yürütülen  hegemonya mücadelesi kendini istikrarsızlık olarak açığa vuruyor. Emperyalistlerin istikrarsızlaştırma ve nüfuz alanlarını kendi çıkarları doğrultusunda yeniden düzenleme politikası, çeşitli yerel çatışmalarda ifadesini buluyor. İşte bazı örnekler: Ortadoğu’da İsrail-Filistin, Irak; Kafkasya’da Rusya-Çeçenistan, Gürcistan-Abhazya, Azerbaycan-Ermenistan; Uzak Doğuda Çin-Uygur; Asya’da Afganistan, Keşmir, Pakistan-Hindistan; Latin Amerika’da Kolombiya, Peru; Afrika’da Ruanda-Kongo, Eritre; Balkanlarda Sırbistan-Bosna-Hersek, Hırvatistan-Sırbistan, Sırbistan-Kosova, Makedonya-Kosova vb.

ABD’nin yüksek askeri gücünün yanında, dünya pazarındaki üstünlüğünün sarsılması bir çelişki oluşturuyor. ABD, bu makasın daha da açılmasını durdurmak, ekonomik düzlemde gerileyen konumunu dünya jandarmalığı altındaki askeri politikasıyla ortadan kaldırmaya çalışıyor. Tek başına kaldığı halde, rakip emperyalistlere meydan okuma cesaretini de silahlı süper güç oluşundan alıyor. Bu gün için askeri hegemonya alanlarının başlıca stratejik noktasını Irak ve Ortadoğu oluşturuyor. Ortadoğu ve Irak’ta eski hegemonik dengenin değişmesi, dünya genelinde emperyalist hiyerarşik dizilimi etkileyecektir. Dünya ekonomisinin durağanlığı, Amerikan ekonomisinin krizi, bölge üzerindeki hakimiyetinin sarsılması, 1990’dan günümüze kadar ki değişikler ve daha bir çok etmen ABD’yi savaş alanına çekiyor.

Bugün dünyada sürdürülen emperyalist it dalaşının temelinde petrol olduğu söyleniyor. Oysa emperyalistlerin amacı sadece petrol rezervlerini kontrol altına almak değil, içinde bulundukları ekonomiyi kriz kurtarmak ve yeni pazarlar açmaktır. Dünya ekonomisinin krizi, pazarların emperyalist tekellerin ihtiyaçlarına göre yeniden paylaşımını zorunlu kılıyor. Pazarların kontrolünde siyasi yapılanmanın önemi son derece artmaktadır. ABD ve onun karşısında konumlanmaya çalışan AB’nin sürece müdahalesi farklı düzeylerde gerçekleşiyor. ABD emperyalist sistemin ekonomik efendisi konumunu yitirmenin baskısıyla sürece savaşla müdahale etmeye çalışıyor. AB ise pazarlara derinlemesine nüfuz ederek siyasi üst yapıyı da belirleyecek olan ekonomik hegemonyasını örgütlemeye çalışıyor.

ABD ve hala hem ekonomik hem askeri güç olarak emperyalist piramidin tepesindeki yerini korurken, diğer emperyalist güçler bu durumu bozmaya çalışmaktadırlar. ABD, Irak’ı önceleyen ve bölgeyi istikrarsızlaştırıp yeniden kendi egemenliği altına almayı amaçlayan bir plan çerçevesinde, İsrail’in Filistin’i işgal etmesini onamış ve desteklemiştir. Ancak bu süreç asıl olarak Irak'ın işgali ile devam etmektedir. Irak'ın işgali, veya genel anlamda savaş, siyasetin başka araçlarla yani silahlar aracılığıyla sürdürülmesidir. Ya da politikanın yoğunlaşmış halidir. Sınıflı toplumlar tarihinin her döneminde, egemen sınıflar, kendi çıkarlarını korumak ve geliştirmek üzere sayısız savaşların başlatıcısı oldular.

Dünyada şuan 60.000 çok uluslu şirket bulunmaktadır. Bu şirketlerin dünya bağlamında, çevre-merkez ülke ayrımı olmaksızın 500.000’ e yakın ulusal şirketlerle ortaklıkları söz konusudur. Bu şirketler BM 98 raporlarına göre, dünya ticaretinin çok büyük bir dilimine (9,5 trilyon dolar) sahip olup ve dünya çapında toplam istihdamın 2/5 ni sağlamaktadır. Yine aynı rapora göre dünyada gerçekleşen doğrudan yatırımların %60’ na sahiptir. Bu oran giderek azalan şirket sayısı ama artan yatırım oranı yönünde bir seyre sahiptir.

Sınır ötesi şirket birleşmeleri ve şirket yutmaları, rakamlarla somutlanan bu merkezileşmenin mekanizmasıdır. BM’ in raporunda; 1997 yılında 342 milyar dolar olan sınır ötesi birleşmelerin 1991 yılına göre yaklaşık 4 kat arttığı belirtiliyor. En son veriler ışığında, 32 trilyon dolara ulaşan dünya gayri safi gelirinin %25’i 200 büyük şirket tarafından üretildiği belirtilmektedir.

Yine aşağıda aktaracağımız veriler sürecin karakterini belirleyen uluslar arası sermayeyi anlamada katkı sağlayacaktır.

*Dünyadaki en büyük 100 ekonomik birimin 50’ si yaklaşık 200 şirketin elindedir.

*En büyük 200 şirketin satışları toplamı, en büyük 10 ülke dışında kalan tüm dünya ülkelerinin satışlarının toplamından daha fazla.

*Bu 200 şirket içindeki 4 büyük uluslar arası şirket, tüm Afrika kıtasının ürettiği gayri safi gelirden daha fazlasını gerçekleştirmektedir.

*1983-99 yılları arasında söz konusu şirketlerin karlarındaki artış %362 olurken, istihdam ettikleri işgücündeki artış sadece %14

*Uluslararası mali piyasaların %80’ den fazlası 20 bankanın elindedir.

*Sayıları 10’u geçmeyen medya şirketi, uluslararası kamuoyu oluşturmada belirleyicidir.

*Sayıları 10’ u geçmeyen bilgisayar ve yazılım şirketi, ilgili piyasanın tümüne egemendir.

* En önemli veri ise; 1983-1999 yılları arasında 200 şirketten hizmet ticareti alanında faaliyet gösterenlerin toplam satışlar içindeki payı %34 den %47 yükselmiş

Rakamlarla daha net tanımlayabildiğimiz uluslar arası sermayenin tüm merkez ve çevre ülkelerde, 90’lı yıllarla birlikte hizmet sektörleri üzerinde etkinliğini yoğunlaştırdığını da görüyoruz. Öyle ki 1997 verilerine göre hizmet sektörü, uluslar arası yatırım-ticaret hacmi içinde %59’luk bir oranla başı çeker duruma gelmiştir. Sermaye, hizmet sektörü içinde önceliklerini, su, elektrik dağıtımı, posta ve haberleşme, bankacılık, sigortacılık ve yatırım danışmanlığı, sağlık, eğitim, mühendislik ve tarım alanlarında yoğunlaştırmıştır. Bu alanlarda ülkemizde ve tüm dünyada özelleştirme programlarının eş zamanlı olarak uygulanması bu yoğunlaşmanın somut sonuçlarıdır.

Uruguay Raundu kararlarından biri olan GATS(Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) hızla ve genişletilerek hayata geçirilmektedir. Uluslar arası sermayenin egemenliğinde yaşanacak uluslararası hizmet ticareti, finansal liberalizasyonla birlikte, uluslar arası emperyalist sermaye egemenliğinin ve buna uygun yapılanmanın en önemli zeminlerinden biri olmaktadır. İkili, bölgesel anlaşmalar (AB, NAFTA, APEC. vb)ve örgütlenmelerle(IMF, DB, DTÖ,OECD vb) sağlanan egemenlik, hizmet sektörlerinin GATS ile sömürü alanları haline getirilmesiyle, genişleyerek ve derinleşerek güçlenecektir.

Emperyalist ülkeler arasındaki bloklaşma, emperyalistler arası uzlaşmaz çelişkilerin yaşanmadığı anlamına gelmiyordu. Savaş sonrası temel egemen gücü olan Amerikan emperyalizminin belirlediği emperyalist politikalar çerçevesi içinde, diğer kapitalist ülkelerdeki egemenler de emperyalist egemenlikte geri düşmelerine rağmen, dünya pazarlarından kısmen de olsa paylanabiliyor, rekabet koşullarına direnebiliyorlardı. Aynı dönemde, “bağımsızlık” zemininde ortaya çıkan ulus devletler, işbirlikçi egemenleri ile emperyalist sömürü ilişkilerinin önemli unsurları olmuşlardır.

Eski düzenin çatışmalarını ise yine kabaca ifade edersek: ABD hegemonyasında belirlenen ulus-devlet emperyalist hiyerarşi, bu hiyerarşinin güç dengeleri içinde şekillenen yeni sömürge, (“bağımsız”) ulus devletler, eski dünya düzeninin zorunluluğunu belirleyen Sovyet Bloğu gerçeği. Bu saflaşmalar ve çatışmalar, eski dünya düzeninin ulus devletler üzerinden gerçekleşmesinin ve daha dolayımlı ilişkilerle yürütülmesinin nesnel zorunlulukları idi.

İkinci Dünya Savaşı öncesi, özellikle Avrupa’da 17 Ekim Devrimi sonrası kapitalizmi ciddi anlamda tehdit eden Devrim Deneyimlerinin yenilgisiyle, daha da yoğunlaşan emperyalistler arası çatışmalar dizginlerinden boşaldı ve milyonlarca insanın ölümüne yol açan bir dünya savaşına vardırıldı. Bu kanlı hesaplaşma içinde henüz bir devlet olan SSCB’nin de imhası planlanmıştı. Savaş devam ederken, 1941 yılında uluslar arası emperyalist sermayenin en etkin gizli örgütlerinden olan Dış İlişkiler Komisyonu(The Council of Foreing Relations), savaş sonrasının rotasını belirlemek için çalışmalarını başlatmıştı. Rota, SSCB nin imhasına göre belirlenmişti. Nitekim 1944 yılında Bretton Woods Konferansına getirilen White Ekonomik Planı bu rotanın programı olarak kabul edildi. Plan gereği üç önemli sermaye örgütünün; Uluslar arası Para Fonu IMF(1947), Dünya Bankası(1948) ve Dünya Ticaret Örgütü oluşturulması karar altına alındı. Bu örgütlerden Dünya Ticaret örgütü konjonktür gereği kurulamamış fakat işlevlerini yerine getirecek Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması(GATT) imzalanmıştır. Bu anlaşma 1995 yılında kendini Dünya Ticaret Örgütü ne taşımıştır.

1950lerin ikinci yarısından itibaren SSCB’ nin sosyalist bir devlet olmaktan çok özellikle Doğu Avrupa üzerinde etkinliğe sahip bir blok olarak (Doğu Bloku) varlığı, Sosyalizmden geri dönüşün somutlanmış hali idi. Bu gerçeklik karşısında sistem kendinde dönüşümü zorunlu hale getirdi. Koşullar, yeni ekonomik yapının öncelikle nufuz alanındaki devletler üzerinden yürüyecek bir emperyalist sermaye birikim ilişkisini zorunlu kılmaktaydı. Ayrıca dünya, kapitalizmin dışında hala çok geniş coğrafyaya sahipti ve mevcut koşullar bu coğrafyaların fethine elverişli idi.  Yeni gelişmeler sovyetlere emperyalist sermayeye olarak zorunlu bir genişlemeyi dayatmaktaydı. Emperyalist sermayeler içinde dünya pazarlarının yeniden paylaşımının sonunda varılan yer pazarın tekrar daralması ve yeniden Pazar kavgasının kızışmasıydı. Sovyetlerin kendi pazarı içindeki sıkışıklığın atlatılması ve genişlemeye dönük ortaya konulan White Planı katlanılmak zorunda olan bu maliyetin aşılmasının, yeni yoğunlaşmanın ve merkezileşmenin de programı olarak uygulandı. Bu süreçte, devlet kapitalizmi yapılarının güçlendirilerek kapitalist pazarların yaratılması, geliştirilmesinin en önemli parçasıdır.

1945 sonrasının bu statükosu, 1970lerin ikinci yarısından sonra ve özellikle Sovyet Blok’u diye tanımlanan devlet kapitalizmine dayanan burjuva diktatörlüklerinin çözülmesinin de etkisi ile ekonomik, politik ve sosyal gelişmelerle çözülmeye başlamış, mevcut düzeni işlevsizleştirmiştir.

Emperyalist sermayenin en son projesi olan GATS’ a varan süreci tersinden geriye doğru takip ettiğimizde; Millenium Round, MAI, WTO, NAFTA, Uruguay Raundu, Tokyo Raundu, AB, GATT, IMF, DB, Bretton Woods, ICC (Uluslar arası Ticaret Örgütü), gibi kurum ve anlaşmalara ve sermayenin stratejileri ve planlarının yapıldığı gayri resmi sermaye örgütleri olan; Dış İlişkiler Komisyonu(1941), Bilderberg Komisyonu (1954), Üçlü Komisyon(1973), Davos Dünya Ekonomik Formu(1972 ) tanık olmaktayız.

 Lenin’in de dediği gibi, “ne tür biçimler altında sağlanırsa sağlansın, ister biri diğerine karşı bir emperyalist koalisyon oluştursun veya bütün emperyalist güçleri bünyesinde toplayan genel bir ittifak olsun, bunlar, savaşlar arasındaki bir «ateşkes»ten başka bir şey değildir kesinlikle. Barışçıl ittifaklar savaşların zeminini hazırlar ve zamanı geldiğinde de savaşlar çıkar.” Emperyalizmin karakteri Lenin’i doğrulamaya devam ediyor. Emperyalistler arası iktisadi güç dengeleri bakımından bakıldığında Dünya ekonomisi kapitalizmin yasası gereği bir bütün olarak büyük bir gelişme hızı sergilemektedir. Bu gelişmenin doğası kendi içinde, eşitsiz gelişme yasasıdır.

 ABD’nin desteğiyle ayağa kalkan Almanya ve Japonya bu süreç içinde ABD’den çok daha hızlı ve dinamik bir biçimde gelişti. ABD’nin dünya üretimindeki payı sürekli olarak azaldı. %57 olan 1945’teki pay, daha 1950’de %40’a, bundan 30 yıl sonra Reagan yönetiminin başlarında ise %20’ye geriledi. Bunun anlamı ABD’nin payının nispeten kısa bir süre içinde neredeyse üç kat daralmasıydı. Aynı olgu ithalat ve ihracat dengesi açısından da görülmektedir. 1950’lerin başında ABD, ithalatının %34,2’si kadar dış ticaret fazlası verirken, ilk kez 1974/76’da bu oran eksi %6,3’e dönüştü ve her yıl artarak 1985/87 döneminde eksi %40,1 gibi muazzam bir rakama ulaştı; bu açık 1988/89’da ancak %28 düzeyine gerileyebildi. Buna mukabil aynı dönemde özellikle Almanya ve Japonya’nın üretim ve ticaretteki payları sürekli olarak arttı. Dolayısıyla, ABD’nin hegemonyasını sürdüğü dönem aynı zamanda bu hegemonyanın aşınma sürecidir.

Kapitalizmin içine düştüğü krizlerin büyümesi, çeşitli burjuva kesimleri ve grupları arasında rekabetin, çatışmaların, yani pazarların yeniden emperyalist paylaşım savaşlarıyla sonuçlanması kaçınılmazdır. Ekonomik krizler nasıl kapitalizmin içsel işleyişinden kaynaklanıyorsa, kapitalizmi bu krizlerden kurtarmak mümkün değilse, emperyalist savaşlar da doğrudan kapitalizmin ekonomik krizlerinden ve yeniden-paylaşım kavgasından türerler. Savaşsız bir kapitalizm düşünülemez.   Lenin, Marx’ın Kapital’de dile getirdiği temel tezlere dayanarak ve kapitalist ülkelerdeki ekonominin yeni olgularını genelleştirerek, emperyalizmi, kapitalizmin son aşaması ve proletaryanın sosyal devriminin arifesi olarak tahlil eder. Kapitalizmin bu evresini, önceki rekabetçi kapitalizmden ayıran şeyin tekelleşme olduğunu gösterir. Emperyalizmin temel özelliklerini ve tekellerin egemenliğinin somut biçimlerini ayrıntılı olarak ele alan Lenin, emperyalizmi, aynı zamanda “asalak ve çürümüş kapitalizm”[17] olarak da tanımlar.

Emperyalizm Teorisi’nde Lenin, kapitalizmin tekelci gelişme aşamasındaki çelişkilerini, dünyanın yeniden paylaşılması için savaşların kaçınılmazlığını, halkların baskıya ve köleliğe karşı kurtuluş mücadelelerinin haklılığını, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasını, emperyalist zincirin en zayıf halkasından koparılacağını ve sosyalizm bir ya da birkaç ülkede mümkün olduğunu, proletaryanın müttefiki olarak köylülüğün önemini, Ulusal Kurtuluş Savaşları ile proletarya hareketinin birleşik mücadelesinin zorunluluğunu, sosyalizmin zaferi için proletarya diktatörlüğünün kaçınılmazlığını vb. ortaya koyar. “Marksizm “çağdaş kapitalizme bilimsel açıdan yaklaşabilme konusunda esas unsur olarak kalmaya devam etmektedir.”[18]

Lenin’in bu bütünlüklü teorisi, aradan geçen bunca yıla ve emperyalist-kapitalist sistemde yaşanan onca gelişmelere rağmen temel özünü korumuş, geçerliliğini sürdürmektedir. Ancak, o günden bugüne, Lenin’in emperyalizm analizine dönük eleştiriler, hatta karşıt teoriler de ileri sürülmektedir. Pek çok kişi, kurumlar tarafından bazen açık, bazen sahtekarca dile getirilen bu eleştirilerin, teorilerin maddi kimi olaylarla da ilişkisi vardır. Özellikle; I. Paylaşım Savaşı, SBKP’nin 20. Kongre Kararları ve yakın dönemde yaşanan sosyalist ülkelerdeki karşı-devrimlerin, yüzyıllık emperyalizm tarihindeki bu teorilerin pek çoğuna kaynaklık ettiği aşikardır.

Bugün için, emperyalizme karşı mücadelede olumsuz etkiler yaratmış bu teorilerin belli başlılarına eğilmek gerektiğinde, Lenin’in yürüttüğü polemikleri öncelikle hatırlatmak gerekir.

Bugün için  reel  sosyalizmin  çöküşü ile (tam olarak nedeni olmazsa bile) “yeni bir çığır açıldığını, yeni bir çığırın doğduğunu, kapitalist gelişme sürecindeki basit değişimlerden farklı büyük bir niteliksel sıçrayış yaşadığını söyleyen “sol entellektüellerin” çoğunluğu şaşırtıcıdır. Bu “sol entellektueller”, Marksist iktisatçılar veya post-modernist kültür teorisyenleri olabilirler; ve yeni çağa değişik isimler takabilirler en yaygın olarak küreselleşme” çağı ya da “post-modernite” süreci bazen de her ikisi”[19]

Buna göre, dünya kocaman bir köydü ve herkes bu köyün içinde serbestçe dolaşabilecekti. “Soğuk Savaş” döneminde dünya ticaretinin önüne koyulmuş olan gümrük duvarları kalkacak, tek bir dünya pazarına geçilecekti. Sermaye ve mal akımlarının, teknoloji ve kültür aktarımlarının serbestleşmesiyle de, geri kalmışlık, baskı rejimleri ortadan kalkacaktı. Bu durumda sınırların, ulusal bağımsızlığın, bağımsızlık savaşlarının, artık bir önemi kalmamıştı. Emperyalizm aşılmıştı ve bağımlılık yerine “karşılıklı bağımlılık” dönemi başlamıştı.

Ekonomik yönden emperyalizm tekelci kapitalizmdir. Tam tekele ulaşmak için, tüm dünyada her türlü rekabet saf dışı edilmiş olmalıdır. "Mali-sermaye çağında" yabancı bir ülkede rekabetin saf dışı edilmesi rakibin ekonomik bakımdan mali bakımdan bağımlı hale getirilmesiyle, hammadde kaynaklarının ve sonunda bütün işletmelerinin ele geçirilmesiyle yapılır. “Burada söz konusu olan kapitalizmin şu ya da bu evresi değil kapitalizmin hareket yasaları, onun değişim sürecine başlangıçtan itibaren sürekli hükmeden kuralların mantığıdır. Durum kapitalizmin 21. Yüzyıl eşiğinde, 19. Yüzyıl ortalarındakinin aynı olup olmaması değildir. Tam tersine durum kapitalizmin değişmesi, ama bu değişimin baştan beri anlaşılır bir “süreç mantığı” ile yönlendirilmesidir hem küresel genişlemesinde hem de toplumsal koşulları alt-üst etmesinde kendisini gösteren süreç mantığı.”[20]

Bir ülkenin büyük mali-sermayesi, bir başka ülkedeki, siyasal bakımdan bağımsız olan bir ülkedeki rakiplerini her zaman kapatabilir ve sürekli olarak böyle yapmaktadır. Ekonomik bakımdan bu tam olarak gerçekleştirilebilir. Siyasal ilhaka başvurmaksızın ekonomik "ilhak" tam olarak "gerçekleştirilebilir" ve bu yola geniş ölçüde başvurulmaktadır. Bunu devlet ve devlet görevlileri aracılığı ile de gerçekleştirmektedir. Çok uluslu şirketlerin denetimine giren devletler “Küreselleşme sahneye çıktığında, devlet striptiz yapmaya başlar, gösterinin sonunda üzerinde yalnız çıplak zorunluluklar, yani baskı güçleri kalır.Maddi temeli tahrip olduğundan, egemenliği ve bağımsızlığı iptal edilmiş, politik sıfatı silinip kaybolmuş ulus devlet mega şirketlerin basit bir güvenlik birimleri haline gelir. Dünyanın yeni efendilerinin doğrudan yönetmeye ihtiyaçları yoktur. Ulusal hükümetler onlar adına işleri yoluna koyma görevini üstlenmiştir.”[21]

Burjuva ideologların aksine emperyalizm, Lenin’in formüle ettiği tezlerdeki özünü, aradan geçen 85 yıla rağmen korumaktadır. Siyasi gericilik demek olan emperyalizm, bugün dünyaya demokrasi değil; tersine şiddet, zorbalık, halkların hegemonya altına alınması, sömürün yoğunlaşması siyasetini dayatmaktadır. Yeni Dünya Düzeni ile birlikte yeni sömürgelere ekonomik, politik ve askeri bakımdan doğrudan müdahale edişinin en bilinen örneklerini Bosna’da, Somali’de, Irak’ta ve Kosova’da dünyanın birçok bölgesinde vermektedir. Onun bunun bölgelere “barış”ı taşıdığı propagandası, tam anlamıyla bir sahtekarlıktır. Çünkü O, askerileştirmiş olduğu ekonomisinin krizini hafifletmek, büyük silah tekellerinin çıkarlarını gözetmektedir.

Emperyalizm, dün olduğu gibi bugün de üretici güçlerin gelişiminde en büyük engeldir. Çünkü, sömürü, baskı ve insanın köleleştirilmesine dayalı niteliğiyle önce üretici güçlerin başında gelen insanın gelişmesini engellemektedir.

Daha çok kar, daha çok sömürü hırsı, emperyalist ülkelerdeki toplumların bütün değer yargılarını alt-üst etmektedir. Yolsuzluk, rüşvet, ahlaksızlık hırsızlık vb. sorunlar toplumları kökünden sarsmış; insanların devlete, düzene ve geleceğine olan güvenleri alt-üst olmuştur. Metropollerin insanı, fiziksel yönden olduğu kadar moral yönden de çöküntü içine girmiş, bireyci ve yalnızlığın karanlık çukuruna itilmiştir. Ruh ve sinir hastalıklarının, tecavüzün, uyuşturucu maddelerin kullanımının, orta ve dengi okullara kadar inmesi, akıl almaz cinayetlerin emperyalist ülkeleri, önü alınmaz bir afet gibi saran somut bir gerçekliktir.

Lenin’in asalak ve can çekişen kapitalizm olarak tanımladığı emperyalizmin kendini yıkıma götüren zaafları, yalnızca bunlar değildir. Teknolojiyi halklar aleyhine kullanması, doğal kaynakları yok etmesi, çevreyi yaşanmaz hale getirecek düzeyde tahrip etmesi ile o, insanlığın yalnızca bugününü değil, geleceğini de tehdit etmektedir. Bunalımlar içinde kıvranan sistemin ürettiği enflasyon, işsizlik, hayat pahalılığı, ağır vergiler, tüm kesimleri etkilemektedir. Kısacası emperyalizm, içte ve dışta vaat ettiği “barış”ı sağlayamadığı için, geleceğe güvenle bakamamakta, devrim ve sosyalizm korkusu içinde yaşamaktadır.

Kapitalizmin, yani  hareketlenişine karşı, bir örgütleniş gerekiyor. Emperyalizme karşı mücadele, kapitalizme karşı mücadeleden başka bir anlam taşımaz; sermaye kendi açısından ulus/devleti “yıkarak” yoluna devam etmektedir. Marksistlere düşen görev ise “Sosyalist ulus devlet” şiarını güçlendirmektir. Kapitalizmin elindeki “globalizm” (enternasyonalizm) kasabın elindeki bıçaktır; Bu bıçak hem kasaba hem de koyuna hizmet etmez. Emperyalizm ideolojisi ile tüm sınıfları etkilemekte ve onları kendi safına geçmeye zorlamaktadır. Ezilen sınıflarla, ezen sınıflar arasında aşılamaz “Çin seddi” yoktur. Emperyalizme karşı mücadelede, yerel ve ulusaldan başlayan, ama onların darlığı içine hapis olmayan enternasyonalist bir örgütleniş ''daha insanca bir dünya''nın kuruluşuna götürecek olan yolun taşlarını döşeyecektir. Çünkü, kapitalizmin her yeni gelişimi, yeni krizlerinin de nededir. Krizden kurtulmanın eski yöntemleri Kapitalizmin “global” döneminde giderek geçersizleştiği için, kapitalizmin bu kadar “evrenselleşmesi” nedeni ile yeni ve şiddetli şekilde yeniden ortaya çıkacaktır. Bütün Ulus ve halklar için şiar yine aynıdır “Bütün Ülkelerin işçileri ve ezilen halkları birleşiniz.”

ULUSAL DEVLETİN DURUMU  VE MÜCADELE

Dünyada emperyalizmin ekonomik hakimiyeti emperyalizme bağımlı ulus devletlerin ekonomik olarak da emperyalist sermayenin gereklerini yerine getirme amacına uygun olarak yeniden şekillenmesine yol açtı. Kapitalizmin kendini yenileme çabası sonucu olarak “küreselleşme”kavramını ortaya sürdü. Küreselleşme kavramı ile birlikte artık kapitalizmin eski kapitalizm olmadığı ve bunun sonucu olarak ulus devletlere gerek kalmadığı “küreselci teorisyenlerce” savunulmaya başlandı. ulus devletlerin artık işlevini tamamladığı savı emperyalist devletleri gizleme için ideal bir ortam sergilemektedir. Böylelikle  bu gelişme tartışmalarında ortaya çıkan sonuç, tek taraflı olarak sadece bağımlı ulusların devletlerindeki bir değişim olarak kendini ortaya koyuyor. Ulus-devlet kavramından sadece bağımlı ulusların devletlerini anlayan post yapılanmalar her nedense emperyalist ülkelerin ulus devletlerini görmezlikten gelirler. Bu devletleri ulus kavramına sığdıramamaktadırlar. Bir yandan dünyada hakimiyetini pekiştiren emperyalist devletler diğer yandan emperyalist sermayenin tahakkümündeki bağımlı ulus devletler.

 Emperyalizmin yeni yapılanmalar doğrultusunda oluşturmaya çalıştığı “küreselciliğe” kendini ideolojik olarak kaptıranlar iki ulus devlet arasında hangisinin yok olduğunu söylemeye dilleri varmıyor. Zira emperyalist devletlerin güçlenmesi ve faaliyet alanlarını genişletmelerini izah edememektedirler. Ulus-devletlerin ortadan kalkması bağımlı ulusların devletlerin ekonomideki yaptırımlarının ortadan kalktığı anlamına mı geliyor? yoksa bu ulus-devletlerinin yapılanmalarının uluslar arası sermayenin gerekliliklerine uyumumu  sağlanıyor.

''ulus-devletsiz dünya'' tezi; post yapılanmaların (Post yapılanmalar kavramından kastedilen post-modern ve post Marksist vb. gibi post kavramını kullanan yapılardır.) dünyalarından çok Marksistlerin düşüncelerini süsleyen temel tezlerden biridir. Uzunca bir dönem Marksizm’in bu düşüncesine saldıran her türlü kapitalist teoriysen “küreselleşme” düşüncesine bağlı olarak bu teze sıkı sıkıya sarılamaya başladılar.

Tekelci rekabetin kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan tekelci birleşmeler, yalnızca ulusal sınırlar içinde gerçekleşmez. Sermayenin uluslararası yapılanması, çeşitli krizlere gebe olan çok çelişkili bir süreçtir. Bir yandan sermaye, gerek yapılanmasının tarihsel kökleri ve gerekse, sırtını bir ulus-devlete yaslama güdüsünden kendisini büsbütün kurtaramaz. Ama öte yandan, devasa yatırımlara ortaklaşa giren farklı ülke sermaye gruplarının varlığı da çok somut bir gerçekliktir. Ayrıca, büyük kriz dönemlerinde zor duruma düşen sermaye gruplarının, “sermayenin vatanı yoktur”u kendilerine daha güçlü “yabancı” ortaklar aramaları kapitalist işleyişin dayattığı bir zorunluluktur.

Mali sermaye birleşmelerinde de hiçbir zaman tekeller ortak paylarla bir araya gelip ortaklıklar kuramazlar bu sermayenin iç işleyiş yasasıdır. Her işleyişte sermayeler payları oranında birliklerde söz sahibidirler ve sömürüden de bu oranda pay alırlar. Kökenleri bir ulusa dayanan her bir sermaye veya sermaye grubu, Pazar savaşı içerisinde diğer ulus devletlere kafa tutan  tekeller, içine girdikleri her çıkmazda kendilerine destek olarak ve diğer uluslar üzerinde aracı olarak ilk anda ait oldukları ulusun devletini imdada çağırırlar. Bu anlamda da  Hem birleşme, hem rekabet emperyalizm aşamasına yükselmiş kapitalizmin kendi içindeki çelişik karakteri devam eder.

Sermaye karakteri gereği sınır tanımazlığını her yerde ortaya koyarak bunu hem ulus-devletin dar sınırlarını aşma hem de milliyetine bakmaksızın gerçekleştirilen uluslar arası çapta birleşmelerle gösterir. Yani, sermayenin bütünleşme eğilimine rağmen, ulusal kimliğini kullanır. Burjuvazinin halkları, işçi sınıfını milliyet ve ulus temelinde bölerek hakimiyetini kolaylaştırır. Kapitalistlere göre ulusal kimliğinden tamamen kopmuş, kendine ait ulus olmayan sermaye yoktur. Bu işleyiş içinde ve çok yönlü ekonomik ilişkilerin sonucunda, büyük mali sermaye grupları yine de ayaklarını askeri ve ekonomik olarak güçlendirdikleri bir “ulusal devlet” zeminine basarak hareket ederler. Ulusal devlet (ler) burada onların dünyadaki baskı aracıdır.

Bu konuda verilecek uluslar arası bazı sermaye gruplarını incelediğimizde, hemen her sektörde birkaç dev şirket üretimin tamamına yakın kısmını kontrol ediyor ve yönetiyor. Uluslar arası otomobil üreticilerinden dünya üretiminin  % 76’sını en büyük 10 şirket gerçekleştiriyor. General Motors ve Ford’un toplam gelirleri Afrika’nın güneyindeki bütün ülkelerin ulusal gelirleri toplamından daha fazla. Dünya kahve üretiminin  % 80’ini iki şirket gerçekleştiriyor. Dünya tütün sektörünün % 87’ sini dört şirket kontrol ediyor. Sivil uçak üretiminin % 95’ini iki şirket  (Boeing ve Airbus) gerçekleştiriyor. General Motors, Danimarka’dan; Ford, Güney Afrika’dan daha büyük. Japon devi Mitsubishi’ nin toplam ekonomik faaliyeti dünyanın en büyük nüfusa sahip dördüncü ülkesi Endonezya’ nın ekonomik faaliyetinden daha büyük.[22]

Dünya ölçeğinde tüm teknoloji ve üretim patentlerinin % 90’ nı onlara ait. ABD, çelik sanayiini korumak için çelik ithalatında vergiler yüzde 30 arttırdı. ABD Boeing; Avrupa Airbus’ ı koruyor. Emperyalistler kendi aralarında bile  kendilerini korumak için önlemler alıyorlar. İtalya’da bir bankayı Fransızlar almak isteyince kıyametler kopuyor. Bir Çin Firması ABD’ de petrol firması almak isteyince sorunlar ve tartışmalar başladı. Uluslar arası firmalar bir yerlerde uluslar sınırları korumada nedense oldukça titiz ve dikkatli davranırken  bağımlı ülkelerde ise ulus devletler öldü çığlıkları atılıyor.

Uluslararası sermaye nitelik olarak belli bir ulusa tam anlamıyla bağları olan yapılanmalar değil bir çok ulusu ve bu ulusların sermaye gruplarının oluşturdukları dev kartellerdir. Bu dev kartellerin yönetimlerinin ve merkezlerinin en güçlü emperyalist ülkelerde olması sermaye sahiplerinin kendilerini güvende hissedecekleri merkez seçmelerinden kaynaklanmaktadır. Diğer yandan üs devletlerin siyasal ve askeri koşullarının yapılanmaları sermayenin güven ve yayılma gerekliliklerine göre düzenlenmektedir. Çokuluslu şirketlerin merkezleri  ile emperyalist devletlerin temsilcileri arasındaki bağlar incelendiğinde, bunların sermaye grupları olarak çok ulusludurlar. ama içerikte her bir grubun bir biçimde ulusal bir tabana kendilerini oturtmaya çalışırlar. Emperyalist ülkelerdeki devletleri kendi egemenlikleri için kullanırlar. Küreselci teorisyenler, uluslararası sermaye gruplarının gücünü ifadelendirirken emperyalist devletleri özellikle gizlemeye çalışırlar. Devletlerarası çatışmaların altında yatan gerçeklik sermaye gruplarının çatışmasıdır ve tekeller arası rekabetin anlaşılmasında anahtar kavram küreselleşme değil, emperyalizmdir.

 Emperyalist devlet ve bağımlı devlet ilişkileri birbirine sıkı sıkıya bağlı geniş bir ekonomik ve politik ilişkileri ağının parçasıdır. Sermayenin karakteri gereği her sermaye artı değerden sermayesinin toplam sermaye içerisindeki payı kadar pay alır daha fazlası diğer sermaye grubu için zarar demektir. Emperyalist Pazar kavgası da bu orandaki değişimlerin bir ifadesi olarak ortaya çıkar. Belirleyici olan uluslar arası planda bağımlılık ilişkisinin temelindeki ekonomik zordur.

Emperyalizm döneminde büyük kapitalist güçlerin daha güçsüz ulusları dize getirebilmesi için, onları sömürgeleştirmeleri, siyasal bağımsızlıklarından, kendi ulus-devletlerinden yoksun bırakmaları gerekmiyor. Emperyalist sömürü ve hegemonya mekanizması, siyasal bağımsızlığını kazanmış, kendi devletini kurmuş ulusların varoluşuyla çok da güzel uyuşuyor. Bu gerçekliğin kavranması için, 20. yüzyılın ikinci yarısında ve son dönemlerinde cereyan eden olaylara kısaca göz atmak yeterlidir. Örneğin, eski sömürge ülkelerde ulusal bağımsızlığın kazanılması, emperyalist sömürü mekanizmasını hiç de sekteye uğratmamıştır. Keza emperyalist çıkarlar uğruna çıkartılan bölgesel savaşlarda ulusal ayrılıklar körüklenmiş, daha önce tek bir ulus-devlet çatısı altında yaşayan uluslar birbirlerine düşürülmüş, fakat sonuçta yeni sömürgeler değil, çeşitli emperyalist devletlerin nüfuz alanına giren yeni ulus-devletler biçimlendirilmiştir.

Dünyada ki ulus devlet bağımlılıklarının sadece ekonomik zorla açıklanamayacağını iddia edenlerin varsayımlarının ortaya attığı “imparatorluk” tam da buna denk gelmektedir. “Tüm uluslardan azade bir yapılanma ve güç ortaya çıkmıştır. Bu yapılanma hem ekonomik hem de insanın insan olmaktan kaynaklanan ihtiyaçlarının çözümü için (ekonomik özgürlük, sosyal özgürlük,) bio-politik  yapılanmaya doğru gitmektedir.” Biz bunu şöyle okuyabiliriz. uluslararası sermaye, emperyalist devletlerin iktidarını büyütüp, genişletmektedirler. Böylelikle ulus devletlerin anlamı kalmamış dünya global bir kapitalist çerçeveye büründüğünden kapitalistler arası rekabet ve devrim olanakları ortadan kalkmıştır.

Post Marksistler bu konuda haklıdırlar. Ulusal devletler kapitalizm eliyle kapitalist bir biçimde ortadan kaldırılmaktadırlar. Tarih ne gariptir ki bir dönem burjuvazi eliyle tarihe sokulan uluslar yine burjuvazi tarafından tarihe gömülmektedir. Burada Emperyalizmin dayanakları olan ulusal devletler burjuva anlamda ulus devletlere tekabül etmemektedir. Zira her şeyi ile emperyalizme bağımlılık onlarda bağımsızlığın kırıntısını dahi bırakmamıştır. Her ne kadar politik olarak bir bayrağa veya toprağa sahip olmak bağımsızlık anlamına gelmemektedir. Emperyalizm her ulus devleti her yönü ile bağlayarak onları kendisinin yerel ajanları haline getirmektedir. Buradan bakıldığında ulusal devletler yoktur ve onları savunmak anlamsızdır. Diğer yandan politik olarak,  bağımlı ulus-devletler emperyalizmin yerel ajanları olarak, işçi sınıf ve ezilen halklar karşısında konumları güçlenmiş, daha da  güçlendirilmektedir. Zira uluslar arsı sermayenin ulusal görünüm altında kapitalist devletlerin gücüne hala ihtiyaçları vardır.

Ulus devletlerin yok olduğu savı devletin niteliğini gözlerden saklamaya çalışmaktır. Bu tartışmalarda asıl hedef politik mücadelede savaşın merkezinde yer alan burjuva devleti gizlemek ve iktidar perspektifini yok etmektir. “Yalnızca burjuvaziye doğrudan bağımlı olan insanlar değil, yalnızca sermayenin boyunduruğu altında yaşayan, ya da sermayenin hizmetinde pek çok, her türden bilim adamı, sanatçı, din adamları insanlar yanında, sadece burjuva önyargısının etkisi altında bulunan insanlar bile, sosyalizme karşı savaşmaktadırlar. Özgür devlet, özel mülkiyet var olduğu sürece, devlet, demokratik bir cumhuriyet bile olsa, ezilenleri “baskı altında tutmak için kapitalistlerin kullandığı bir makineden başka bir şey değildir ve devlet ne denli özgür ise, bu, açık-seçik bir biçimde ifade edilmektedir.”[23]

Teknolojik gelişmelere , dünyadaki iletişimin artmasına bağlı olarak ulus devletleri ortadan kaldıran mantık. Teknolojinin, kapitalizmi de dönüştürdüğünü ; ezen ezilen (sömüren sömürülen ) ilişkisinin ortadan kalktığını; her bireyin bu ilişki içerisinde aynı yerde durduğunu ifade etmektedirler. Üretim araçlarının gelişimindeki her aşama mutlak olarak üretim ilişkilerinde de bir takım değişikliklere yol açar.

Ortaya çıkan değişikliklerde bakılması gereken nokta temelde sömüren ve sömürülen ilişkisinde sınıfların üretim araçları karşısındaki konumları temel alınır. Kapitalizmin değişip değişmediği ve değişim varsa nasıl olduğu daha rahat tanımlanabilir.

Ulus devletlerde emperyalizmin hakimiyeti altında yok olup olmadıkları ve bun şekillenmede nasıl bir yerde durdukları da buradan bakılarak tanımlanabilir. Her teknolojik gelişme sömürüyü daha da artırırken sermayenin niteliği gereği egemenlik aracını daha da güçlendirmesine neden olmaktadır.

Bağımlı devletlerin konumu uluslar arası sermaye karşısında “ulusal sermayeyi” koruma kapasitesi olmayan devletler olarak betimlenir. Aslında bağımlı uluslardaki devlet, halkçı devlet ya da refah devleti kadar aktif bir şekilde düzenlemeci ve müdahalecidir, ancak onun aktifliği, kuralları ve müdahalesi yabancı sermaye ve uluslararası sermayeye hizmet etmeye yöneliktir.

Bağımlı ulus-devlet, uluslararası sermaye  kuruluşlarının talepleri karşısında zayıf görünmesine karşın, onun gerekliliklerini ulusal politikalarla yerine getirmekte oldukça güçlüdür. Bağımlı devletin, emperyalist devletin politikalarını paylaşması ve kendi ülkesindeki çokuluslu şirketlerin de bu sermayenin ortaklarından oluşmasından onların politikalarını uygulamada, zayıf devlet gülünç bir değerlendirme olarak kalmaya mahkum olacaktır.

Bağımlı devletin, özelleştirme, sendikalara baskı yapılması işçilerin işten atılması, işletmelerin borçlarının toplumun sırtına yıkılması, uluslar arası sermaye kuruluşlarının “tavsiyesinin” alınması ve buna uygun düzenlemelerin yapılması  gibi ekonomik ve politik tutumlar  devlet müdahalesini gerektirir. Krizlerin sıklığı ve artan yoğunluğu, devleti polislikten finans yangınlarını söndüren itfaiyeciye çevirmiştir. Sömürge devletin izlediği politikalar incelendiğinde, devlet müdahalesinin çapı ve derinliğinin eskisinden daha da güçlü olduğu açıkça görülür. Bütün bu politikaları dayatan ve uygulayan güçlü bir devletten söz etmek gerekir. Uluslar arası sermayenin talepleri için ekonomi ve toplumun inşasında ulusal devlet faal ve müdahaleci temel bir rol oynar.

ULUSAL SORUN

Ulus sorunu, kapitalist gelişme ve burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasıyla bağlantılı bir sorun olarak, proleter hareketin gelişimini doğrudan etkileyen bir rol oynamıştır. Proletaryanın devrimci bir ideolojsi olarak komünizm açısından, ulus sorunu her zaman ikincil önemde bir sorun olmakla birlikte, burjuva bilincin proleter hareket üzerinde etkili olan en önemli yansımalarından biridir. Proletaryanın kendisi için bir sınıf olmasında, en belirleyici faktörlerden biri, kendisini bir ulusal kimlikten soyutlayarak, bağımsız bir sınıf olduğunun bilincine varmasıdır. Burjuvazinin politik örgütlenmesinin en gelişkin hali bir devlet olarak örgütlenmesiyse ve bu da ulusal bir devlet olarak tarih sahnesinde yerini aldığına göre, proletarya en başta ulusallık bilinciyle zehirlenmekte ve bu sayede burjuvazinin ideolojik hegemonyasının etkisi altına girmesine neden olmaktadır. Proletaryanın, kendi tarihsel amaçlarına varmak için, öncelikle ulusal planda, kendi burjuvazisiyle hesaplaşmak durumunda olması, kendisi dışındaki tüm ezilen ve sömürülen yığınları, egemen ulusun temsilcisi burjuvazinin bayrağı altından kendi bayrağı altına almak zorunda kalması da, ulusal soruna özel bir ilgi gösterilmesini gerektirir. Ulusların kendi kaderini tayin hakkından, bağımsız bir ulusal devletin kurulması hakkı anlaşılıyorsa, doğaldır ki, bu durum mevcut devlet sınırlarının da parçalanmasını kabul etmek anlamına gelir.

Lenin’in ulusal harekete karşı tutum söz konusu olduğunda, gerek Marks’a atfen, gerekse de Bolşeviklerin tutumu konusunda somut bir ulusal harekete atıfta bulunarak tutum alması, burada yapılan saptamaların doğruluğunu göstermektedir. “Marx’ın bütün eleştirel notlarından çıkan sonuç açıktır: işçi sınıfı ulusal sorunu asla bir fetiş haline getirmemelidir, çünkü kapitalizmin gelişimi mutlaka tüm ulusları bağımsız yaşama uyandırmaz. Fakat ulusal kitle hareketleri bir kez ortaya çıktıktan sonra , onlara sırt çevirmek, onların içindeki ilerici yanı desteklemeyi reddetmek, gerçekte milliyetçi önyargılar önünde teslimiyettir; her şeyden önce ‘kendi’ ulusunun bir ‘örnek ulus’ (ya da ekliyorum, devlet kurmak için mutlak imtiyaza sahip bir ulus) olduğu önyargısının kabulüdür.”[24]

Ulusal sorunlar karşısında, sol örgütlerin tutumu ve çözüm yolları açısından bakıldığında, çıkış noktalarının sınıfsal ve proletarya devriminin gerçekleştirilmesi amacıyla enternasyonalist olduklarını görürüz. Ülkemizde herhangi bir “sol” örgütün, dünyanın herhangi bir yerindeki, bölgesindeki ya da ülkesindeki sorunlarla ilgilenmesi ve bunlar hakkında doğru yanlış bir şeyler ortaya koyması sık sık görülen bir durumdur. ulusal sorununu oldukça yüzeysel ve çoklukla “Orta-Doğu devrimci mücadelesi” çerçevesinde somut bir sorun olarak ele alan sol örgütlenmeler için, sorunu Türkiye’deki ulusal sorunla sınırlamak ve bunu yalın bir Kürt sorunu haline dönüştürmek kolay bir yol haline gelmiştir. “Şovenizm”, “pasifizm”, “Kemalizm” vb. suçlamalara muhatap olmamak gibi kimi endişelerle, ya da 12 Eylül sonrasında örgütsel yapılarını yitirmelerinin getirdiği zayıflıkları gizlemek amacıyla “Kürt örgütleri”ni kendi başlarına bırakmak ve bol keseden “destek mesajları” yayınlamak bir moda haline gelmiştir. Ulusal sorun, yaşadığımız bölge ve topraklarda başarılı bir proleter devrimin temel sorunlarından biridir. Bunun iki nedeni var: Birincisi, ulusal devlet örgütlenme hakkı gasp edilen, dört ülkeyi içine alan Kürtler ve onların ortaya çıkan politik iradesi, yaşadığımız bölge ve topraklarda ulusal sorun konusunda enternasyonalist-devrimci politikayı acil bir gereklilik olarak dayatmaktadır.

Bugün Stalin’in en bilinen değerlendirmelerini bile söylemek sol hareket için başlı başına bir sorun durumundadır. ·

Stalin’in 1905 Devrimi’nin yenilgisinden sonra söylediği:

“Rusya’da karşı-devrim dönemi yalnızca ‘yıldırım ve gökgürültüsü’nü değil, ama hareket karşısında düş kırıklığını, ortak güçlere inançsızlığı da getirdi. Önceleri ‘parlak bir geleceğe’ inanılmıştı, ve insanlar, milliyetlerinden bağımsız olarak, birlikte savaşıyorlardı: Her şeyden önce ortak sorunlar ! Daha sonra içe bir kuşku girdi ve insanlar, herkes kendi ulusal yuvasına dönmek üzere, birbirlerinden ayrılmaya başladılar: Kimse kendinden başka kimseye güvenmesin ! Her şeyden önce ‘ulusal sorun’...

Bu güç zamanda, sosyal-demokrasiye büyük bir görev düşüyordu: milliyetçiliğe saldırmak, yığınları genel ‘salgından korumak... Bu durumda, milliyetçi hareketle doğrudan doğruya çatışan çevre-bölge sosyal-demokratları, özel bir sarsılmazlık örneği göstermeliydiler.”[25]

Proletaryanın, kendi tarihsel amaçlarına varmak için, öncelikle ulusal planda, kendi burjuvazisiyle hesaplaşmak durumundadır. Bu hesaplaşmada kendisi dışındaki tüm ezilen ve sömürülen yığınları, ulusal burjuvazinin bayrağının altından kendi bayrağı altına almak zorundadır. Burjuvazinin politik örgütlenmesinin en gelişkin hali bir devlet olarak örgütlenmesiyse ve bu da ulusal bir devlet olarak tarih sahnesinde yerini aldığına göre, proletarya en başta ulusallık bilinciyle zehirlenmekte ve bu sayede burjuvazinin ideolojik hegomanyasının etkisi altına girmesine neden olmaktadır.

Bu nedenledir ki, proletarya bağımsız bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte, en başta kendi sınıf çıkarını ulusun çıkarıyla, aynı anlama gelmek üzere burjuvazinin çıkarlarıyla kendi sınıfsal çıkarları arasında uçurumu görmek ve bununla hesaplaşarak tarihsel misyonunu oynamak zorunda kalır.

Devrimci saflarda sosyal-şoven etkinin yaygınlığı, özellikle Türkiye metropollerinde çalışmalarda ortaya çıkan geri bilincin devrimciler üzerinde gösterdiği etkiler dikkate alındığında bu durum daha önemli hale getirmektedir. İkincisi ise, yaşadığımız bölge, emperyalistlerin ve bölgedeki Pazar kavgaları nedeniyle cirit attıkları ve böl-yönet politikaları nedeniyle, ulusal düşmanlıkların, had safhaya ulaştığı bir bölge durumundadır "Türk solu" daha dün ve hatta bugün Afganistan sorunu karşısında, eğer kendileri olsaydı Afganistan’da neler yapacaklarını sıralayan “sol” örgütlerin, Kürdistan sorunu karşısında somut bir-şeyler söylemek yerine daha çok sessiz kalmayı tercih etmiştir. Bir Kamboçya sorunu ortaya çıktığında Pol Pot yönetiminin “devrimci” tutumunu ya da “karşı-devrimci” uygulamalarını tek tek ele alan, eleştiren ya da Vietnam’ın desteğiyle Pol Pot yönetiminin devrilmesini “emperyalist bir tutum” olduğundan tutun da, “enternasyonalist bir görev”in yerine getirildiğine kadar her düzeyde fikirler ileri süren bir “sol”un, Kürdistan devrimi sorunu karşısında sözlü destek ve kuyruğunda sürüklemek dışında “her ulusun proletaryası ve örgütleri kendi devrim yollarını belirlemekte özgürdür” demeleri ne kadar anlaşılır bir tutumdur?

Proletaryanın tarihsel misyonunun savunucusu ve öncüsü olan komünistlerin, doğası gereği ne bir ulusal hareket geliştirme, ne de kendi başına bir ulusun sözcüsü olmak gibi bir misyonu yoktur. Ama ulusal sorunun tarihsel ve politik önemi, sınıf mücadelesi içerisinde, komünist hareketin doğrudan ilgi alanında olmuştur. Hele bu ulusal devlet, başka ulusları ezen bir egemen sınıf ve ulus örgütlenmesi olarak şekillenmişse, ulusal sorun, daha karmaşık bir hal alır ve ulusal sorun karşısında tutum daha önem kazanır.Bu ilgi kendi başına bir ulusal soruna ilgi değil, kapitalist gelişmenin uyardığı, uluslaşma olgusunun, ulusal devlet hedefinin güncel politik bir sorun haline gelmesi durumunda gösterilen bir ilgidir.  Ama, bir kez ulusal hareket kendini ortaya koyunca, kendi tarihsel bilincine varmadığı sürece ulusal bir sınıf olan proletaryayı da etkilediği oranda, komünistlerin soruna ilgisiz kalması düşünülemez.

Lenin ulusal soruna ilgisinin, II. Enternasyonal’in çöküşünden ve I. Emperyalist savaştan sonra giderek arttığı ve yaşamının son günlerine kadar da konuya son derece yakın bir ilgi gösterdiğini söylemek gerekir. Lenin için temel sorun, ezen-ezilen ulus gerçekliğinin proletaryanın saflarında yarattığı etki ve bu etkinin proletaryanın uluslararası eyleminde bir barikat olmaktan çıkartılmasıdır.  Lenin, ulusal sorunla teorik bir sorun olarak ilgilenmekten ziyade, onun politik boyutuyla ilgilenmiş, ulusal sorunu iktidar perspektifinin önemli bir ayağı yapmıştır.Lenin’in soruna ilişkin tutumunu en açık ortaya koyan Polonya’lı Marksistlerin soruna dönük yaklaşımlarına getirdiği eleştiride görüyoruz.

Polonya, Çarlık Rusya’sı tarafından baskı altında tutulan bir ulus olmasına rağmen, Polonyalı Marksistler dar sınıf bakışından hareketle, Polonya’nın Rusya’dan ayrılmasına karşı çıkıyorlardı. Polonyalı Marksistlere göre, Marksizm, tüm sınırların ortadan kalktığı bir komünizmi hedeflediği ve federalizm yerine merkezi büyük devletlerden yana olduğu için, Polonya’ Rusya’dan ayrılmamalıdır. Proletarya hareketinin gücünü böler; dolayısıyla da, ulusların kendi kaderini bağımsızlıktan yana kullanması, “pratik değil”dir ve bunun savunulması da Marksistlerin işi değildir. Ama Lenin’e göre, Çarlık Rusya’sı, tam da ezilen uluslar üzerindeki hakimiyetinin de sonucu olarak ayakta kalmaktadır ve ezilen ulusların bu hakimiyetten kurtulması, en başta Çarlığın yıkılmasını kolaylaştıran nesnel bir devrimci etken olacaktır.

Ulusal devletlerin kurulması, komünistlerin hiçbir şekilde amaçlarının bir parçasını oluşturmaz, dolayısıyla mutlaklaştırılamaz. Hele de günümüzde, ulusal devletleşmeyi başaramamış sınırlı sayıda ezilen ulusun varlığı koşullarında, ulusların kendi kaderini tayin hakkının komünistler için fazla bir önem taşımadığı düşünülebilir. Ancak, somut olarak bir ulusal hareketin varlığı ile yüz yüze bulunduğunda, bu genellemelerin hiçbir değeri yoktur. Ezilen bir ulusal hareket varsa, bunun başarısı son derece özel koşulların ürünü olsa da, proletarya hareketinin başarısını asli amaç olarak benimseyen komünistler için, bu hakkın savunulması olmazsa olmaz koşuldur. Ulusal devletlerin son derece sınırlı olduğu koşullarda, Lenin bu sorunu incelerken şunu vurgulamıştı:

“Emperyalist güçlere karşı ulusal savaşlar sadece mümkün ve olası değil, kaçınılmazdır, bunlar ilerici ve devrimcidir.  Her ne kadar başarılı olmaları için ya ezilen ülkelerin nüfusunun çok büyük bir bölümünün (verdiğimiz Hindistan ve Çin örneklerinde yüzlerce milyon) ortak çabaları, ya uluslararası durumun özellikle elverişli bir şekillenmesi (emperyalist devletlerin müdahalesinin, güçten düşme, savaş, uzlaşmaz karşıtlıklar v.s. nedeniyle felce uğraması), ya da büyük güçlerden birinin proletaryasının burjuvaziye karşı eşzamanlı ayaklanması gerekli olsa da, (son saydığımız durum, en istenen ve proletaryanın zaferi için en yararlı olma açısından ilk sıradadır.)” [26]

Genellikle ulusların kendi kaderini tayin hakkının savunulmasının, işçi sınıfı açısından, “sosyal-şoven bir tarzda değerlendiren Rosa Lüksemburg gibi devrimci Marksistler de olmuştur. R. Luksemburg, ulusalcılığı bir burjuva akım olarak görüyor ve ulusların kendi kaderini tayin hakkını ise, proletaryanın amaçlarına yabancı, dışsal bir olgu olarak değerlendiriyordu. “Öfkeden çılgına dönmüş emperyalizm çağında artık ulusal savaş olamaz. Ulusal çıkar (iddia edilmesi) yalnızca halkın kandırılmasının, ölümcül düşmanları emperyalizm karşısında çalışan kitlelere ihanet edilmesinin bir yolu işlevini görebilir.”[27]

Ulus, birbiriyle karşıt çıkarlara sahip sınıfları içine alan bir kategori olarak, Marksistler tarafından ilerici bir şey olarak savunulamazdı. Kaldı ki, emperyalizmle birlikte, ulusal devletler kaçınılmaz olarak, burjuvazinin denetimine girdiğine göre, gerçekte, bir ulusun kendi kaderini tayin etmesi de olanaklı değildi. Sosyalizm ise, ulusları birbirinden ayıran ekonomik koşulları ortadan kaldıracağından, ulusal sorun ancak kültürel bir sorun olarak Marksistlerin gündemine girebilirdi.

Bu tarz sosyal-şoven yaklaşımlarla uzlaşmaya yanaşmayan Lenin, “Ulusların kendi kaderini tayin hakkından vazgeçmek ve bunun yerine emekçilerin kendi kaderini tayin hakkını koymak tamamen yanlıştır, çünkü bu değerlendirme tek tek uluslar içinde ayrışmanın dolambaçlı yollarını dikkate almaz... “...Ülkemizde bu yolda çok fazla zikzaklar yaşandı. Bütün uluslar, kendi kaderini tayin hakkına sahip olmalıdır. Bu, emekçilerin kendi kaderini tayin hakkına katkıda bulunur...”[28]

Ancak ulusal sorunla yakından ilgilenmediği, genel olarak ulusların kendi kaderini tayin hakkından söz edildiği, ama bunun somut yaşamda ne anlama geldiği konusunda bir pratik deneyimin olmadığı koşullarda, Lenin bile, “proletaryanın kaderini tayin hakkı”ndan bahsedebiliyordu: “Proletaryanın partisi olarak sosyal-demokrat parti, halkların ya da ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı yerine, her ulus içindeki proletaryanın kendi kaderini tayin hakkına geçerlik kazandırmayı kesin temelli ödevi sayar.”[29]

Proletaryanın sınıf temelli birlikteliğinden vazgeçilmeksizin vurgulanmasının önemini bir an elden bırakmamıştır. Fakat Polonya meselesinde olduğu gibi  Lenin, “Polonyalıların gelecekteki gelişmelerinin koşullarını yaratma çabalarını önlemek ya da onlara enternasyonal bakış açısından ulusal bağımsızlıklarının tamamen ikincil bir mesele olduğunu, tam aksine bu mesele bütün uluslararası işbirliğinin koşulu iken, söylemek bizim işimiz değildir.”[30] Derken; sol bir zaafla ulusal meseleyi yok sayan işçi sınıfı mücadelesi bu anlamada ön plana çıkarmaya çalışan anlayışlara karşıda durduğunu belirtir.

R. Luksemburg, Polonya’nın kendi kaderini tayin etme hakkı adına, Rusya’dan ayrılmasına karşı çıkıyor ve böyle bir durumun, Polonya burjuvazisi ve toprak sahiplerinin çıkarına hizmet edeceğini, ama Rusya’da sosyalizm savaşımını zayıflatacağını iddia ediyordu.

Lenin’in Rosa somutunda eleştirdiği iki temel nokta vardı. Bunlardan birincisi, emperyalizm ve ezilen uluslar ilişkisini yanlış kavradığı, ekonomik bağımsızlıkla politik bağımsızlığı birbirine karıştırdığıdır. Lenin, “...Ulusal adaletsizlik kadar başka hiç bir şey proleter sınıf dayanışmasının gelişmesini ve güçlenmesini engelleyemez..”[31] ifadesinde Lüksemburg’un sosyalizm hedefi ile demokrasi ilişkisinde yanlış bir konumda bulunduğudur. Burjuvazinin ve II. Enternasyonal önderlerinin vatan savunması adına kendi burjuvazilerini savunmalarına tepki duyarak, tümüyle ulusal savaşlara, bu anlamda ezilen ulusların “kendi vatanını savunması”na, kendi kaderini tayin etme hakkına karşı çıkmanın yanlışlığını ısrarla vurgular.

 

“Bize deniyor ki: ayrılma hakkını destekleyerek, ezilen ulusların burjuva milliyetçiliğini destekliyorsunuz. Rosa Luxemburg böyle konuşuyor.

“Şöyle yanıt veriyoruz: Hayır. Burada tam da burjuvazi için ‘pratik’ çözüm önemlidir, oysa işçiler iki eğilimin ilkesel olarak birbirinden ayrı tutulmasına önem verir. Ezilen ulusun burjuvazisi ezenlere karşı mücadele ettiği ölçüde, biz her zaman ve her durumda herkesten daha kesin bundan yana olacağız, çünkü biz baskının en güçlü ve en tutarlı düşmanlarıyız. Ezilen ulusun burjuvazisi kendi burjuva milliyetçiliğini temsil ettiği sürece, biz ona karşı dururuz. Ezen ulusun ayrıcalıklarına ve diktatörlüğüne karşı mücadele ederiz ve ezilen ulusun ayrıcalıklar elde etmeye yönelik herhangi bir çabasına hoşgörü göstermeyiz.
“Eğer kendi kaderini tayin hakkı sloganını ileri sürmez ve ajitasyonda propaganda etmezsek, o zaman ezen ulusun yalnızca burjuvazisine değil, feodallerine ve otokrasisine de yardım etmiş oluruz.” [32]

Her demokratik ilkenin her koşulda savunulması, mutlaklaştırılması gibi bir tutumu, komünistlerin benimsemesi gerekmez. Demokratik ilkeler, proleter devrimine hizmet ettiği ölçüde, komünistler onu savunur, onunla çeliştiği durumda, ona karşı tutum almaktan çekinmez.

Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, doğrudan değilse de, dolaylı olarak, proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımını kolaylaştıran, genel olarak ona hizmet eden bir demokratik ilkedir. Bu nedenle de, komünistler, ezen ve ezilen ulus gerçeği olduğu sürece (ki emperyalizm bunun üzerine kuruludur ve onu her fırsatta şiddetlendirir), kayıtsız koşulsuz bağımsız bir devlet kurma hakkı olan ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunur, ulusal güvensizliği beraberinde getirecek davranışlardan kaçınır. Çünkü, ezen ve ezilen ulus gerçeği, ezen ulusun işçi sınıfıyla ezilen ulusun proletaryası arasında, kaçınılmaz olarak bir güvensizlik duvarı örer ve ulusal sorunun varlığı, ezilen ulusun proletaryasının kendi bağımsız çıkarları temelinde örgütlenmesi ve savaşım sürdürmesinin önünde bir gölge, bu anlamda bir engel görevini görür

 

“Bu durumda ortaya tek sav kalıyor: Sosyalist devrim her şeyi çözecektir! Ya da bazen, onun görüşlerini paylaşan kişilerin ortaya attığı sav kalıyor: Kendi kaderini tayin hakkı kapitalizmde olanaksız, sosyalizmde gereksizdir! “Bu görüş teorik bakımdan saçma, pratik bakımdan şovenisttir.”[33]

1.       Ulusal sorun, Türkiye ve Ortadoğu coğrafyasında demokratik sorunların başında gelmektedir ve her ulus burjuva-demokratik devrimi (eşit koşullarda ulusların özgür birliği ya da ulusun bağımsızlığını kazanması) yaşamadan, proletaryanın sosyalizm savaşımında başarıya ulaşması olanaklı değildir. Bu nedenledir ki, komünistler ayrı devlet kurma=mevcut sınırların parçalanması anlamına gelen ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmalıdır.

Ezen ulusun komünist hareketinin ulusal sorunla ilgili  belirleyici politik görevi, ulusların özgürlüğü için propaganda etmek, ezilen ulusun milliyetçiliğine karşı mücadele ederek ve ulus sorununu basit milliyetçi bir kalıba sokulmasına dayatılmasına karşı doğru yaklaşmaktır. Ulusallık ve sosyalizm düşüncesinin bir arada olabileceğine ilişkin düşüncelerini ifade ederken asıl olarak ulu­sallığı ve ulusal sorunu, "ulusun ne önemi var? Fransız cumhuriyetinin ne önemi var?" diyerek karşı çıkmaya çalışanlara karşı  Engels şu karşılığın veriyordu:

“Sakin ol, sevgili Alman! Ulus ve Fransız cumhuriyeti bizim için büyük önem taşır. Şimdi her yerde, eski ulusal bencilliğin ve serbest ticaretin ikiyüzlü özel-bencil kozmopolitizminin tam tersine, en ra­dikal siyasal parti tarafından uygulanan biçimiyle ulusların kardeşliği, "gerçek sosyalizm" üzerine (geliştirilen) bütün Alman teorilerinden daha değerlidir. Fransız devriminden çıkıp gelen ve Fransız komünizmi ile İngiliz Çartizm'i içinde gelişen modern demokrasi'nin bay­rağı altında ulusların kardeşliği, kitlelerin ve onları sa­vunanların sonucun ne olduğunu Alman teorisinden daha iyi bildiklerini gösteriyor....”[34]

2.       Aslında demokrasi ve ulusların kardeşliği gibi sözler şimdiki durumda toplumsal bir fikir taşır ve politik bir anlam içerir. Demokrasi bugün sosyalizm anlamına gelir. Demokrasi, ezilen kitlelerin bir ilkesi olarak bir proletarya ilkesi haline gelmiştir.... Nihayet bugün ulusların kardeşliği her zamankinden daha fazla toplumsal bir anlam taşıyor. Siyasal bir örgütlenme yo­luyla bir Avrupa cumhuriyetinin ve evrensel barışın (ku­rulacağı) hayalleri, evrensel serbest ticaretin kalkanı altında ulusların kardeşliği hakkında söylenen sözler kadar gülünç olmaktadır; ve bu türden bütün hayali duygusallıklar geçersiz kalırken, bütün ülkelerin proleterleri fazla itiraz olmadan ko­münist demokrasinin bayrağı altında gerçek kardeşliği uy­gulamaya geçmek durumundadırlar. Bunu gerçekten yapabilecek kişiler yalnızca proleterlerdir; burjuvazinin her ülkede özel çıkarları olduğu için ve bu çıkarlar onlar için en önemli şey olduğu için, onlar ulusçuluğun ötesine asla geçemezler.

3.        Proleter hareketin her durumda ve her düzeyde enternasyonalist birliği ve savaşımı, komünistlerin vazgeçilmez görevidir. Bu birliğin biçimi ise, bir devlet içinde tüm uluslardan proletaryanın öncüsünün tek bir komünist partide örgütlenmesidir. “Ulusal sorunda bizim tavrımızla burjuva-demokrat tavrın farkı tam da bu koşulda yatmaktadır. Burjuva demokratı (ve onun izinden yürüyen modern sosyalist oportünist), demokrasinin sınıf mücadelesini ortadan kaldırdığını zanneder ve o nedenle de bütün politik taleplerini soyut, genel, ‘kayıtsız şartsız’, ‘tüm halkın’ gereksinimleri bakış açısından ya hatta ebedi, mutlak ahlaki ilke bakış açısından koyar. Sosyal-demokrat ise bu burjuva hayalini, ister soyut idealist felsefede, ister kayıtsız şartsız ulusal bağımsızlık talebinde ifade edilsin, her zaman ve her yerde acımasızca teşhir eder. “Bir Marksistin ulusal bağımsızlık talebini ancak koşullu olarak, hem de yukarıda açıklanan koşullar altında tanıyabileceğini kanıtlamak gerekli olursa....”[35]

“Bu durum Rusya proletaryasının önüne ikili, ya da daha doğrusu iki yönlü bir görev koyuyor: Her türlü milliyetçiliğe karşı ve ilk planda da Büyük-Rus milliyetçiliğine karşı mücadele; sadece genelde bütün ulusların tam hak eşitliğinin değil, aynı zamanda devletin inşasında da hak eşitliğinin, yani ulusların kendi kaderin tayin, ayrılma hakkının da tanınması; ve bununla eş zamanlı olarak, tüm ulusların her türlü milliyetçiliğine karşı başarılı mücadelenin çıkarları doğrultusunda, proleter mücadelenin ve proleter örgütlerin birliğini, burjuvazinin ulusal tecrit çabalarına inat, uluslararası bir topluluk halinde en yakın kaynaşmasını savunmak.

“Ulusların tam hak eşitliği; ulusların kendi kaderini tayin hakkı; tüm ulusların işçilerinin birliği- Marksizm’in, tüm dünyanın deneyiminin ve Rusya’nın deneyiminin işçilere öğrettiği ulusal program budur.”[36]

Türkiye devrimci hareketinde ise, bugün değilse de, geçmişte “ulus” tanımı ve hangi toplulukların bir ulus oluşturup oluşturmadığı ciddi tartışma konularından biridir.  Tartışmaların, hangi topluluğun ulus olup olmadığı, Kürtlerin bir ulus oluşturup oluşturmadığı, Kürdistan’ın sömürge olup olmadığı, ayrı örgütlenmenin doğru olup olmadığı gibi konular tartışmaların özünü oluşturuyordu.  Oysa, ne Marks ve Engels, ne de Lenin, ulus ve ulusal hareket konusuna akademik bir sorun olarak değil, politik bir sorun olarak yaklaşmış, tutumlarını da bu temelde ortaya koymuşlardır. Bu nedenledir ki ulus sorunu, komünistler için akademik bir tartışma sorunu değil, politik bir sorun, olarak, mevcut iktidarı hedefleyen bir sorundur.

Kürt hareketi PKK ile başlayan ayaklanma sürecinde bugun “yenilmiştir”. “Yenilginin”, getirdiği sonuç: Kürt sermaye ve milliyetçi çevrelerini en geri pozisyona sürüklemiştir. Yakıcı bir biçimde süren Kürt sorunu­nu “demokratik cumhuriyet” söylemiyle PKK ve Kürt milliyetçi çevrelerine egemen sermaye ve büyük ülkelerin tekeline bırakma  yolunda ilerlemektedir.

Yenilginin, sistem partilerinden ve onların dışında güç olarak generaller ve bunlardan sistemin dayanakçılarından her türlü reformist ve gericiden, sermaye basınına varan birçok çevrenin Kürt sorununun devam etmekle birlikte salt ekonomik bir sorun olduğu ve “terörle" bağının olmadığı vb. Görüşlerle hareket etmektedirler. Ayrıca, sorunu kültürel, bireysel haklara indirgeyen tüm çevreler de, öz olarak aynı noktada buluşmaktadırlar.

Ulusal mücadelede ortaya çıkan sapmalardan birisi harekete önderlik eden burjuvazinin teslim olmasındaki ilk evreyi oluşturan kültürel özerklik talebi ile ulusal mücadeleyi darlaştırma çabalarıdır. “ ‘Ulusal kültürel özerklik’ (…) en tehlikeli milliyetçiliği temsil eder; bu, ulusal kültür sloganlarıyla ve son derece zararlı, giderek anti-demokratik bir şey olan eğitimin milliyetlere göre bölünmesi yolunda propaganda ile işçilerin yozlaştırılmasıdır. Kısaca, bu program, proleter enternasyonalizmiyle mutlak olarak çelişir; ve ancak küçük-burjuva milliyetçilerin ülkülerine yanıt verir.”[37]

Lenin bu teoriyi, hem ulusların kendi kaderini tayin hakkını yadsıması, burjuvazinin belirlediği sınırların dokunulmazlığını savunması nedeniyle, hem de proletaryayı ulusal kültür temelinde bölmesi nedeniyle “küçük-burjuva milliyetçiliği olarak mahkum etti

“Her ulusal kültür, gelişmiş olmasa bile, demokratik ve sosyalist bir kültürün öğelerini içerir, çünkü her ulusta, yaşam koşulları zorunlu olarak demokratik ve sosyalist bir ideolojiyi doğuran, sömürülen bir emekçi yığını vardır. Ama her ulusta, aynı zamanda (çoğunlukla aşırı gerici ve yobaz nitelikte olan) bir burjuva kültür de vardır ve bu, ulusal kültürün ‘bir öğesi’ olarak kalmaz, egemen kültür biçimine bürünür. Böylelikle, ‘ulusal kültür’, genel olarak büyük toprak sahiplerinin, papazların ve burjuvazinin kültürüdür.  “Ulusal kültür sloganı (...) bir burjuva aldatmacısıdır. Bizim sloganımız, demokratizmin ve dünya işçi hareketinin enternasyonal kültürü sloganıdır.” [38]

Uluslar ezen ve ezilenler olarak bölündüğü sürece, ulusal sorun emperyalizmden kurtuluş ve demokrasi mücadelesinin bileşenlerinden biridir. Yıllardır sürdürdüğü mücadele ile deneyim kazanmış Kürt halkının geçmişin sinikliği bir yana özgür bir ulus olmayı bugün, her zamankinden daha fazla istemektedir. Kürt halkı adına konuşan Kürt sermaye çevrelerinin, ulusal özgürlüğü temsil etmekteki yeteneksizliği bir kez daha burjuvazinin devrimci barutunu tükettiğinin bir göstergesi olmaktadır. Bu durum aynı zamanda, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesinde Kürt sorununun sermaye güçlerinin elinden çıkması, onu emperyalizme, sermaye ve gericiliğe karşı mücadele içinde çözecek olan işçi ve emekçilerin eline geçmesinin olanaklarını yaratmaktadır.

Son yıllarda Kürt ulusal hareketinin baskısıyla, Türkiye devrimci hareketin de Kürt hareketine karşı bir hoşgörü, hatta ilkesiz bir kuyrukçuluk düzeyine varan yaklaşımlar söz konusudur. Sınıf mücadelesi bir proletarya devrimi olarak gelişmediği oranda, her ulusal hareketin son tahlilde büyük açmazlarla, başarısızlıklarla yüz yüze gelmesi kaçınılmazdır. PKK hareketinin reformist ve uzlaşmacı hattının tamamen açığa çıkmasıyla bu yaklaşım, daha bir pervasız hal almaktadır.

Ulusal mücadelede kuyrukçuluğunun davranışlarına tipik örnek: "Kürt ulusal hareketinin toplumsal karakteri Marksist-Leninist teorinin çağımızda ulusal sorunun  özünde bir köylü sorunu olduğuna  onun taşıdığı devrimci dinamizmin  bu toplumsal karakterinden kaynaklandığına ilişkin temel tezinin doğrulanmasıdır. Hareketi kendisini M-L olarak tanımlayan  bir partinin sürüklemesi de bu gerçeği kanıtlamaktadır."[39] TKİP’ bir yandan ulusal hareketi kendi peşinden gelmemekle eleştirirken diğer yandan M-L hareketin sürüklediğini ifade ediyor. M-L olan ulusal hareket mi TKİP’mi belli değil. Hareketi sürükleyen hareket fiilen PKK olduğuna göre  M-L olarak ifade edilen PKK’ midir? Ya da ulusal mücadeleyi sürükleyen PKK M-L olduğunu iddia ettiği için mi sürüklemektedir? Yoksa M-L olduğu için mi ulusal hareketi peşine takmıştır. Sonuçta PKK değerlendirmesi bulanmaktadır.

Bunun politikadaki tutarsızlığı, bir yandan ulusal sorunun da bağrında taşıdığı demokrasi mücadelesi devam ederken TKİP,  sosyalist devrim inancıyla demokratik devrim programı savunurken; demokrasi mücadelesini sosyalizmin peşinde sürüklemeye devam etmektedir. Bir yandan sosyalist devrim savunusu, diğer yandan demokratik devrim süreci tanımlaması “Kürt ulusal özgürlüğünün proletarya önderliğinde bir devrim hareketinin patlak vermesi halinde ulusal mücadelenin sosyal devrime bağlanması sorunun tam hak eşitliğine dayalı bir işçi-emekçi Sovyet cumhuriyetler birliği yoluyla çözülmesi tümüyle olanaklıdır.”[40] Buyurun size oportünizmin bir yansıması.

Kürt ulusal mücadelesinin geldiği noktada gerek ulusal harekete önderlik eden yapılanma gerek onun kuyruğunda sürüklenip politikalar üretmeye çalışan yapılar açısından bakıldığında burjuva anlamda da olsa “Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını kazanmasının olanaklı olmadığı ortaya çıkmıştır. Ancak bu böyledir diye, ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını eline alması, gerektiğinde bağımsız bir devlet olarak örgütlenmesi olanağını yok saymak, komünist hareketin işi değildir. Zira Marksistlere göre ulusal baskıdan kurtulmak sağlıklı ve özgür gelişmenin koşuludur. Ama ulusal baskıdan kurtulmak tek başına kapitalizmin çemberinden kurtulmak anlamını taşımaz. Bir ulusal kurtuluşun, sosyalizm mücadelesi ile birleştirilmediği sürece emperyalizmin boyunduruğundan kurtulan bağımsız gerçek bir kurtuluş olması mümkün görünmemektedir. Ama buna rağmen UKKTH komünistler tarafından savunulmalıdır.  Ulusal kurtuluş hareketlerinin sosyalizm mücadelesi  ile birleştirilmesi zorunluluğunu ortaya koymak başka şeydir, bir ulusal hareketin asgari talebi olan bağımsız bir devlet kurma hakkını kazanmasını reddetmek bir başka şeydir.

UKKTH NEDİR, BU HAKKI NEDEN VE NASIL SAVUNURUZ?

Günümüzde, emperyalist rekabet ve emperyalist Pazar paylaşım nedeniyle kışkırtılan milliyetçi ulusal-etnik çatışmalar bir yana bırakacak olursak, siyasal bağımsızlığını kazanmak için mücadele yürüten ulusların sayısının oldukça azdır. Buna rağmen ulusal sorun, bugün de önemini koruyan ve doğru bir siyasal yaklaşımı gerektiren bir sorundur.

Emperyalizmle birlikte çözümlenemeyen ulusal sorunların girdiği mecra kapitalizmin feodalizme karşı mücadelesinden çok daha farklıdır. Artık yük burjuvazinin sırtından; ona yönelen toplumsal devrimlerin, sırtına yüklenmiştir. Ulusal mücadeleler başarıya ulaşabilmek için burjuvaziye karşı olmakla yüzyüze gelmiş ve burjuvazi kendi yarattığı yükün altında kalmıştır. 

Ulus-devlet, kapitalizm döneminin bir ürünü olduğundan, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tarihsel açıdan burjuva demokratik bir siyasal haktır. Bu hak burjuva karakter içermesi sorunun onun tarafından çözüleceği anlamını taşımaz. Burjuvazi de, siyasal içeriğinin boşaltılması koşuluyla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasından söz edebilir.

Proletarya sınıf mücadelesi içinde program olarak da olsa, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanındığını söylemekle yetinmez. Toplumsal devrimle arasında bağ kurmalıdır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkeleştirilmeden; Toplumsal devrim mücadelesi merkezde olmak kaydıyla komünistler için Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, bir ulusun kendi siyasal kaderini kendi iradesiyle belirleyebilmesidir. Bu hakkın tanınması, farklı ulusların zorla içinde tutuldukları bir siyasal bütünden ayrılmasının ve kendi bağımsız ulus-devletini kurmasının kabulünü içerir.

İşçi sınıfı ve onun öncüleri toplumsal mücadelenin yanında ezilen ulusun ulusal mücadelesinde ezen ulusun kuvvet kullanmasına karşı durmak ve ayrılma hakkını savunmak durumundadırlar. Ayrılma hakkında karar vermek ezilen ulusun sorunudur. Bu konuda komünistler birleşik güçlü uluslar taraftarıdır; zira bu tutum özgür ulusların özgür birlikteliğinin savunusudur. Ezilen ulus ve azınlıkların ulusal haklarının korunması ve kültürel olarak gelişimlerinin önündeki her engele karşı kararlılıkla mücadele etmek zorundadırlar.

Ezen ve Ezilen Ulus Ayrımı

Ulusal sorunda takınılacak doğru bir politik tutum Ezen ve ezilen uluslar ayrımı yapmakla belirginleşir. Başka ulusları ezen bir ulusun burjuva ve küçük-burjuva ulusçuluğuna komünistlerin verebileceği en ufak bir destek bile yoktur komünistler için ulusal sorun, baskı altında tutulan bir ulusun siyasal bağımsızlık sorunudur. Bu siyasal bağımsızlığın istikrarlı savunusu içte ister istemez iç gericiliğe ve dolayısıyla emperyalizme yönelmek durumundadır. Bunun için komünistler bütün mücadelelerin merkezine sınıf mücadelesini yerleştirir ve bu konuda tutarlı davranırlar.

Emperyalist sistem içinde ulusların karşılıklı bağımlılıkları Pazar ve üretim ilişkilerinden kaynaklanır. Ekonomik bağımlık, ülkelerde siyasal ve askeri alanlarda emperyalist müdahaleler üretmesi, dünya kapitalist sisteminin bir işleyiş özelliğidir. Dolayısıyla, bu türden bir “siyasal bağımlılık” ilişkisi, bunun temelinde yer alan ekonomik bağımlılığa son verilmedikçe, yani mücadele doğrudan emperyalist-kapitalist sisteme yönelmedikçe ve sistem dışına çıkmayı başarmadıkça yeniden ve yeniden üretilir. Emperyalist bağımlılıktan kurtulmak da bir yanıyla “ulusal” bağımsızlık içerir. Ulusal mücadele işçi sınıfı “ezilen halkların” mücadelesi olarak da Emperyalist-kapitalist sisteme karşı yönelen toplumsal mücadele karakteri taşır.

Bu nedenle, kendi ulus-devletine sahip kapitalist dünya sisteminin genel işleyişi dışında durmanın tek koşulu toplumsal devrimle ondan kopmak ve sosyalist “ulusal” bağımsızlığı gerçekleştirmektir. Emperyalist hegemonya altında ulus devletler, ancak emperyalizmin yerli ajanları olmak durumundadırlar. Ülkelerde, bir ulusun emperyalist-kapitalist sistemin dışına kendi “bağımsız ve egemen” ulus-devletine sahip olmasının ve çıkılmasını engelleyen egemen devlet ve uluslar arası sermayenin direk müdahaleleridir.

Emperyalist sistemin işleyişi, ulusal devletlerin her türden eşitsizlik ve bağımlılık ilişkilerini yeniden üretmektedir. Emperyalistler için ulus-devlet, uluslar arası sermayenin gereklerine göre davranan, kapitalist ülkelerde, burjuvazi iktidarlarda olduğu sürece, gerçekte siyasal “bağımsızlığı kazanmak” gibi bir sorun yoktur. Bu “bağımsızlık”, emperyalist sistem çerçevesinde zaten vardır. İşçi sınıfı için ulusal bağımsızlık hem emperyalist kapitalist sistemden kopmak aynı zamanda kendi coğrafyasında var olan ezilen ulus ve azınlıkların demokratik haklarının tutarlı savunusunu gerçekleştirmektir. “Tutarlı bir demokrasiye ilişkin sloganlar, bütün ulusal-toplulukların gericileriyle karşı-devrimci burjuvazisine amansızca düşmandır.”[41] “Ulusal bağımsızlık” sorunu ve demokrasi proletaryanın öncülüğünde yürütülen ve sözcüğe de gerçek anlamını kazandıran bir anti-emperyalist kurtuluş mücadelesi kapsamında ele alınmalıdır.

Bu nedenle, dünya kapitalist sistemini yıkmayı amaçlayan devrimler dışındaki bir “anti-emperyalist mücadele” anlayışı söz konusu olamaz. Kendi başına sözde “ulusal bağımsızlık” özünde ulusal kalkınmacı burjuva ya da küçük-burjuva siyasal açılımın ifadesidir; ve eninde sonunda kapitalist sistemin içinde kalmaya mahkûmdur. Salt siyasal bağımsızlığın kazanılması ile sınırlı olan ulusal kurtuluş mücadelesi anti-emperyalist devrim kapsamında değildir. “Bundan başka, emperyalizm demek, sermayenin, ulusal devletlerin genel çerçevesini aşması demektir; ulusal baskının yeni bir tarihsel temelde yükseltilip genişletilmesi demektir. Böylece bundan çıkacak sonuç, Parabellum'a karşın, sosyalizm için devrimci savaşımı, ulusal sorunda devrimci bir programla birleştirip ilişkilendirmemiz gerektiğidir.”[42]

İşçi sınıfına düşen görev ulusal sorunu kendi devrimci programıyla bütünleştirmesidir. Zira bütün mücadelelerde olduğu gibi ulusal mücadelelerin yönelimini öncülük eden sınıfların toplumsal alt üst oluşta aldığı roller belirler. Tarihsel olarak küçük burjuvazi veya ulusal burjuvazi(lerin)nin önderlik ettiği ulusal kurtuluş mücadeleleri, proletaryanın çıkarınadır. Birincisi, bugünkü kapitalist sistem içinde süren mücadelelerin savaşarak başarıya ulaşabilirliğinin göstergesi olarak sınıf mücadelesinin önünü açar. İkincisi, ulusal bağımsızlık istemiyle ayaklanan yığınların, savaş deneyimlerin artmasına olanak sağlar. Bu olanaklar, işçi sınıfı partisi için ulusal kurtuluşun yetersizliğinin propagandasının güçlendirilmesi ve sınıfın toplumsal devrime yöneltebilme olanağını güçlendirir. Tarihsel olarak ulusal mücadelelerin burjuvazinin feodaliteye karşı siyasal mücadelesi ile geniş köylü kitlelerinin toprak talebi temelindeki başkaldırıları iç içedir.

Proletarya partisinin, için demokrasi mücadelesi (ulusal sorun gibi, toprak devrimi gibi), geniş köylü kitlelerini ilgilendiren talepleri programına dâhil etmesi ulaşmak istediği hedef gereğidir. Bu istemlerin yaşama geçirilip geçirilemeyeceği bugün için proletaryanın devrimde hegemonyasının kurulmasına bağlıdır. Bu nedenledir ki Ulusal kurtuluş mücadelesi ile proleter devrim iki ayrı olguyu ifade eder. Proletarya önderliğindeki toplumsal devrim ve proletarya iktidarı ulusal sorunu diğer sorunları çözer.

Emperyalizmde siyasal kutuplaşma ve mücadele

Emperyalistler dünyayı ekonomik ve toprak olarak paylaşmışlardır. Emperyalistlerin bu ekonomik ve siyasi hegemonyalarına karşı mücadele; üç değişik alanda sürüyor.

1-       İşçi sınıfı ve kapitalizm (uluslararası sermaye ve onun yerel temsilcileri) arasında

2-       Emperyalizm ve ezilen uluslar arasında,

3-       Emperyalist sermayelerin kendi aralarında

Emek sermaye çelişkisi olarak süren işçi sınıf ve kapitalizm arasındaki mücadele hem işçi sınıfı hem de emperyalistler için uluslar arası bir önem taşımaktadır. Herhangi bir ülkede kırılan emperyalist zincire tüm dünya proletaryası için umut olması kapitalizme indirilecek en güçlü darbelerden biri olacaktır. Emperyalist halkanın korunması içim emperyalistlerin karşı saldırısı da bu mücadelenin uluslar arası bir boyutta olduğunu göstermektedir. Dünya işçi sınıfı ulus milliyet ve her türden ayırımı ret ederek enternasyonalist bir birlik gerçekleştirmek zorundadır. 

Bu nedenledir ki ezilen ulusların mücadelesi şu ya da bu biçimde emperyalist halkanın kırılmasına yönelmelidir. Ezen uluslarla ezilen uluslar arasındaki çatışmalarda bile, son tahlilde asıl belirleyici olan sınıfsal kutuplaşmadır. Ezilen ulus burjuvazisinin, ezen ulus burjuvazisi ile ortak davranmasının temel nedeni: Ulusal bir burjuva olarak bütün iktidar hırsına rağmen emperyalizmle kurduğu iç bağları nedeniyle henüz ezilen ulus proletaryasının, ezen ulus proletaryasıyla bir güç birliği oluşturması mümkün değilken bile, kendi proletaryasının ve yoksul köylülüğünün başkaldırısından korkusudur. Emperyalist bir devlete ya da ezen ulusa (ezen ulus, emperyalist bir devlet olabileceği gibi emperyalizme bağımlı bir ülke de olabilir) karşı yürütülen ulusal kurtuluş mücadelesi, proletarya hegemonyası altında proleter devrim kapsamına yükseltilmedikçe, sadece bir ulusal kurtuluş mücadelesidir ve ayrı bir ulus-devlet kurma hedefiyle sınırlı burjuva demokratik kapsama sahiptir.

Dünya sınıf mücadeleler tarihinde, mücadeleler dönem dönem farklı biçimlere bürünerek ön plana çıkabilirler. Ulusal mücadelelerde bunlardan birisidir… Ulusal mücadelelerin hızının arttığı dönemlerde, kendi bağımsızlığını koruyamayan veya güçsüzlüğünden dolayı gerileyen proletarya hareketinin kendisini yeniden toparlama veya güçlenme adına Proletarya temsilcileri tarafından ulusal mücadelenin sınıf mücadelesinin önüne geçirildiği veya onun peşinden sürüklendikleri ve gelişiminden medet umdukları dönemler olmuştur.  Bu dönemlerin siyasal sonucu, küçük-burjuva ulusal devrimciliğin kutsanması ve onların önderliğinde yürüyen mücadelelerden büyük sonuçlar çıkmasının beklentisidir. Bu tavır oportünizme bulaşmış küçük burjuva sosyalizm beklentisine saplanmış idealizmdir.  Sınıf mücadeleleri deneyimi bu dönemler de bağımsızlığını koruyamayan işçi sınıfı hareketleri, proletaryanın sınıfsal mücadelesine büyük zarar vermektedir. Sınıf örgütlerini tasfiye ile karşı karşıya getirir.

Proletaryanın, küçük-burjuva devrimciliğinin kuyruğuna takıldığı,  böyle bir durumda da proletaryanın bağımsız siyasal hattından söz edilemez. Proletarya bu durumda öncülüğünü koruyamadığı gibi küçük burjuvazi ile kendi arasına bir sınır çekemez. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı özünde burjuva demokratik bir hak olduğu için, bu konuda devrimci proletarya kendisi ve burjuvazinin siyasal tutumu arasına sosyalizm adına net bir çizgi çekmesi zorunludur. “Bizim üstümüze düşen görev, tam demokrasi için, tüm ulusal ayrıcalıkların ortadan kaldırılması için savaşmak ve (…) öteki ulusların işçileriyle, sosyalizmin enternasyonal kültürünü geliştirip yüce tutmada birleşmektir.”[43]

Ezilen ulusun burjuvazisi açısından kendi kaderlerini tayin hakkının anlamı, mücadeleyi kendi iktidarı ile sonuçlandırmaktır. Toplumsal kurtuluş hedefinden yoksun ulusal mücadelelerde, ezilen ulus burjuvazisinin, başarıya ulaşır ulaşmaz, başka ulusları ezmeye, farklı ulusal toplulukların haklarını gasp etmeye yönelmesi bilinen sonuçlardır. Ezilen ulusların burjuvazisi, işçileri aldatmak için ısrarla ulusal kurtuluş sloganlarına başvurur, iç politikalarında bu sloganları, egemen ulusun burjuvazisi ile gerici anlaşmalar yapmak için kullanırlar dış politikalarında halk düşmanı planlarını uygulayabilmek için rakip emperyalist devletlerle uzlaşırlar.

Proletarya partisi için alınacak doğru tutum, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, ezilen ulus burjuvazisinin şovenizmiyle araya kesin bir sınır çizgisi çekerek işçi sınıfının birliğini savunmaktır.

Ulusal kurtuluş mücadelelerinin, kapitalizmi yıkmayı hedefleyen gerçek bir proleter devrimlere dönüşmesi mümkün müdür? Bu olasılığın gerçekleşmesinin temel koşulu proletarya partisinin bağımsızlığını koruması ve ulusal kurtuluş istemiyle ayaklanan yığınların içinde kendi program hedefleri ve savaş yöntemleriyle mücadeleye atılıp öncülüğü ele geçirmesi zorunludur.  Bunun aksi durumda Küçük-burjuva devrimci önderliklerin varabileceği en iyi sonuç “demokratik cumhuriyet”  vb. sözlerle tanımlanan kapitalizmi aklayıp onunla uzlaşan, ulus-devletlerin kurulmasından veya “kültürel özerklik” “ana dil kullanımı” gibi öz olarak eskiyi koruyan bir yapılanmadan başka bir şey olmayacaktır. Türkiye’de proletarya adına mücadele edenlerin, proletaryanın devrimci siyasal çizgisinden saptığı,  küçük-burjuva ulusal devrimciliği lehine ödünlerin verildiği ve onların peşinden sürüklendikleri dönemlerde sağa savrulmanın etkisiyle proletaryanın mücadelesini zayıflattıkları ve zarar verdikleri dönemler akıllardadır.

 Ulusal mücadelenin işçi sınıfı devrimci programıyla birleştirilemediği ve burjuvaziye terk edildiğinde gideceği noktalardan birisi olan “kültürel özerklikle” yetinmenin tehlikelerine  karşı Lenin dikkat çeker; “Sosyal-demokratların, "kültürde ulusal (ya da basitçe "ulusal") özerklik" sloganı veya böyle bir sloganın gerçekleştirilmesi tasarımları karşısındaki tutumları olumsuzdur. Çünkü bu slogan, (1) hiç kuşku yok ki, proletaryanın sınıf savaşımının enternasyonalizmiyle çatışır, (2) proletaryanın ve emekçi halk yığınlarının, burjuva milliyetçiliğinin etkisi altına girmesini kolaylaştırır ve (3) bir bütün olarak devletin, A'sından Z'sine demokratik bir dönüşümden geçirilmesi amacından dikkatleri kaydırma gücündedir. Oysa ulusal-topluluklar arasında (kapitalizm altında olabildiği ölçüde) barışı yalnızca bu dönüşüm güvence altına alabilir.”[44]

Sınıf mücadelesinin gerilediği dönemlerde, emperyalist burjuvazi, ulusallığı, milliyetçiliği ve etnik çatışmaları öne çıkarmaktadır. Burjuva ideologları Emperyalizme ağımlı ülkelerde, ileri kapitalist ülkeler proletaryasının devrimci niteliğini yitirdiği ve Üçüncü Dünya ülkelerinin devriminin söz konusu vb. gibi söylemleri güçlendirirler.  Bununla birlikte ulusal çelişkinin sınıfsal çelişkinin önünde geldiği; sorunun sınıflar arası çelişkiden daha çok yoksullar ve zenginlerle ve genel soyut bir ezilenler kavramıyla sınırlı olduğu yolundaki tezlerle, proleter devrimlerin tarihsel rolünü karartmaya çabalarlar.

Proletarya Partisinin Ulusal Hareketler karşısındaki Tutumu

Devrimci proletarya partisi ulusallığı destekler mi? Veya her türlü ulusal mücadeleye destek verir mi?

Devrimci proletarya her ulusal hareketi desteklemekle yükümlü değildir. Tarihsel olarak ileri taleplerle hareket etmeyen, gerici, şoven hatta emperyalist güç odaklarıyla işbirliği içinde olan ulusal hareketlere destek vermek proletaryanın görevi değildir, bu onun tarihsel görevi ile bağdaşmaz.  Sosyalist devrim tek bir hareket, bir cephede tek bir savaşım değildir. Bu savaş, uzun ve zorlu sınıf çatışmaların olduğu, tüm cephelerde, yani ekonomi ve siyasetin tüm sorunları üzerinden süren uzun bir çatışmalar dizisidir. Bu çatışmalar, ancak sınıfsız toplumun gerçekleşmesiyle sonuçlanabilir. Sınıfsız toplumdan önce çatışmaların sürdürülmesinde mücadelenin uğraklarından birisi olan demokrasi uğruna savaşımın, (buna ulusal mücadelede dahil) proletaryanın dikkatini, sosyalist devrimden başka yöne çekeceğini, ya da bu devrimi gözden gizleyeceğini, ikinci plana iteceğini vb. sanmak büyük yanılgı olur. Tam tersine, nasıl ki tam demokrasiyi uygulamayan başarılı sosyalizm olmazsa, aynı şekilde, proletarya, demokrasi uğruna, bütün alanlarda tutarlı bir devrimci savaşım yürütmeden burjuvaziyi yenilgiye uğratamaz ve diğer ezilenleri yanına alamaz.

Ulusal mücadelelerin desteklenme koşulları işçi sınıfı partisi açısından öncelikle sınıf mücadelesinin önünde engel olup olunmadığına bağlıdır. Sınıf partisinin destek verdiği ulusal mücadele içindeki bağımsız tutumuna müdahalenin olmaması özel bir önem içermektedir.

Proletarya, ezilen ulusların belli bir devletin sınırları içinde zorla tutulmalarına karşı mücadele etmelidir. Proletarya, proletarya enternasyonalizmin boş bir söz olmadığı bilinciyle "kendi" ulusu tarafından ezilen uluslar için siyasal ayrılma özgürlüğü istemelidir. Zira enternasyonal birlik özgür ulusların proletaryasının birliğinden geçer. Bu da ulusların kaderlerini tayin edebilmeleri uğruna savaştır. Yoksa ezen uluslarla ezilen ulusların işçileri arasında ne güven, ne de sınıf dayanışması mümkün olur.

Bütün bunları göz önüne alan Komünistler bir tarihsel dönemde desteklenmeyen bir ulusal hareketin, farklı koşullarda, proletaryanın destekleyeceği bir ulusal hareket kimliğiyle sahnesine çıkması (ya da tersi) mümkündür. Bu temelde, değişen koşullar karşısında komünistlerin siyasal tutumunun bu alanda ortaya koyacakları yaklaşımların ulusal önyargılardan, ezen ulus şovenizminden, dar grup çıkarcılığından uzak olmasına bağlıdır. Ulusal hareketler, komünistler için her daim ısrarla sınıf mücadelesine tabi kılınması için mücadele edilen bir alan olarak değerlendirilmesi gerekir. Ezilen ulusların sosyalistleri, ezilen ulusun işçileriyle ezen ulusun işçilerinin tam ve kayıtsız şartsız birliğini, örgütsel birlik dâhil olmak üzere, savunmalı ve uygulamalıdırlar. Bu olmadan, burjuvazinin her türden entrikaları, kalleşlikleri ve hileleri karşısında proletaryanın bağımsız siyaseti savunulamaz ve işçi sınıfı, öteki ülkelerin işçileriyle sınıf dayanışmasını gerçekleştiremez.

Devrimci proletarya ulusal sorunda vereceği destek, ezen veya ezilen ulus açısından onların milliyetçiliğini güçlendirmeye çalışmaz. Oysa ulusal burjuvazinin görevlerini üstlenmiş küçük-burjuva milliyetçi önderlikler kendilerini sosyalist olarak adlandırsalar da bu tutumun tam tersini sergilemekle yükümlüdürler. Komünistlere, ezilen bütün uluslar için “tam ve ayrılma özgürlüğünü derhal ileri sürmeksizin halkın önünde utkun bir demokratik devrime (ki bu onun ilk ağızdaki görevidir) doğru yürüyemez, ya da sosyalist bir devrim için kardeşlerinin, Avrupa proleterlerinin yanında çarpışamaz. Bunu, sosyalizm için devrimci savaşımımızdan ayrı bir şey olarak istiyor değiliz; eğer bu savaşım, ulusal sorun dahil, demokrasinin bütün sorunlarına devrimci bir yaklaşımla ilişkilendirilmezse boş bir sözden öteye gitmeyeceği için istiyoruz. Kendi kaderini tayin etme özgürlüğü, yani bağımsızlık, yani ezen uluslardan ayrılma özgürlüğü istiyoruz. Bunu, ülkeyi ekonomik bakımdan bölmeyi, ya da küçük devletler idealini düşlediğimiz için değil, tam tersine, yalnızca gerçekten demokratik, gerçekten enternasyonalist bir temel üzerinde, geniş büyük devletten ve ulusların yakın birliği, hatta kaynaşmasından yana olduğumuz için istiyoruz. Ancak ayrılma özgürlüğü olmaksızın böyle bir temel düşünülemez.”[45]

İşçi sınıfının tarihsel görevi ve sınıfsal çıkarları gereği, bütün ulusların işçilerinin birliğini gerektiren ve ulusların gönüllü birliğini ve kaynaşmasını sağlayarak ulusal ayrılıklara son vermektir. Ulusal mücadelelere destek vermemeyi işçi sınıfının enternasyonalist birliği adına bir meziyet gören sol yaklaşımlar sosyal-şoven bir tutum almaktadırlar. Onlara göre ‘Proletarya için ulusal ayrılıkların derinleşmesi ve yaygınlaşması değil, olabildiğince büyük, ulusları kucaklayarak ilerleyen bir dünya devrimiyle ulus-devletlerin yıkılması ve ulusların gönüllü birliğine giden yolu önemlidir.’ Sınıfsallık adına ve “önemli olan proletaryanın kendi kaderini tayin hakkıdır” gerekçesiyle bile olsa ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının reddi, ezen ulusun ayrıcalıklarının sürüp gitmesine göz yummak sonucunu doğurur.  Dünya sahnesinde ulusal mesenlin çözümünde halklar hapishanesi çarlığa karşı mücadelede Lenin’in bu söylemleri savunan Rus küçük burjuvazisinin temsilcilerine karşı takındığı tutuma bakalım

“Ulusların kaderlerini tayini hakkının tanınması en gerçek burjuva milliyetçiliğinin "oyununa gelinmesini" sağlar, diyor Bay Semkovski. Bu çocukça bir saçmadır, çünkü bu hakkın tanınması, hiç bir şekilde, ne ayrılmaya karşı propaganda ve ajitasyona, ne burjuva milliyetçiliğinin suçlanmasına engel değildir. Tam tersine, ayrılma hakkının reddi, tartışma götürmez biçimde en kesin gerici Büyük-Rus milliyetçiliğinin "oyununa gelinmesini" sağlar.
      Rosa Luxemburg'un, (…) (Ağustos 1903) gülünç yanılgısının düğüm noktası şöyledir: Ezilen ulusların burjuva milliyetçiliğinin oyununu oynamaktan korkulduğu için, ezen ulusun, yalnızca burjuva milliyetçiliğinin değil, Kara-Yüzler milliyetçiliğinin oyunu oynanıyor.

Eğer Bay Semkovski, parti tarihi ve programının bu kadar cahili olmasaydı, bundan onbir yıl önce, Zarya'da, RSDİP program taslağını savunurken (ki bu program, 1903'te onun kendi programı da olmuştur, s. 38) ulusların kaderlerini tayin hakkının tanınmasına özel olarak değinen Plehanov'u çürütmenin ona düştüğünü anlardı. Plehanov bu konuda şöyle yazıyordu:
      ‘Burjuva demokratlar için, teoride bile, zorunlu olmayan bu istem, sosyal-demokratlar olarak bizim için zorunludur. Eğer biz bunu unutursak, ya da Rus yurttaşlarımızın ulusal önyargılarını yaralamak korkusuyla, bunu söylemeye cesaret edemezsek, uluslararası sosyal-demokrasinin birlik çığlığı olan 'bütün ülkelerin proleterleri birleşiniz!' sloganı, bizim ağzımızda utanmazca bir yalan haline getirdi.’ “[46] Proletarya partisi ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanırken, asıl olarak emekçi kitlelerin çıkarına olan tüm devrimci dönüşümleri yaşama geçirecek genişlikte bir mücadelenin önderliğini fiilen üstlendiğinde, burjuva ulusçuluğunun sınırlılığını sergileyebilir. Böylece farklı ulusların emekçi kitlelerinin gönüllü birliğine giden yolu döşemiş olabilir. Burjuva milliyetçiliği ancak böylece etkisiz kılınabilir. Çünkü devrimci proletaryanın programı, ulusların kaynaşmasına giden yolun gönüllü birlikten geçtiğini öngörür. Ve gönüllü birlik de ancak ayrılık hakkının savunulması temelinde yaratılabilir.

Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını ayrılma hakkını da içeren bir biçimde tanımak, komünistlerin ulusal sorundaki temel ilkesidir. Bu nedenle, ayrılma hakkının genelde tanınması, her somut durumda ayrılmanın öğütleneceği ve propaganda edileceği anlamına gelemez. “Sosyal-demokrat partinin, tüm ulusal toplulukların kendi kaderlerini tayin hakkını tanıması, kuşkusuz, sosyal-demokratların, her olayda, devletten ayrılmanın öğütlenir olup olmadığını, kendi çerçevesi içinde, değerlendirmeyi reddettikleri anlamına gelmez. Tam tersine, sosyal-demokrasi, kapitalist gelişmenin koşullarını ve çeşitli uluslar proletaryasının tüm ulusal-toplulukların birleşik burjuvazisi tarafından ezilmesini olduğu kadar, demokrasinin genel amaçlarını ve her şeyin üstünde ve ötesinde, proletaryanın sosyalizm için verdiği sınıf savaşımının isteklerini dikkate alarak kendi bağımsız değerlendirmesini ortaya koymalıdır.”[47] Komünistler, her bir sorunu ayrı ayrı ele alıp, proletaryanın çıkarları açısından kendi bağımsız tutumlarını ortaya koyacaklardır. Fakat belirli bir ulusal sorun temelinde ayrılmanın öğütlenemez oluşu, ezilen ulusun ayrılma hakkının reddedilmesi noktasına kadar götürülemez.

Ezilen ulus komünisti açısından temel görev, mücadele bayraklarının (proletaryanın devrimci bayrağıyla, burjuva ve küçük-burjuva ulusalcı bayrakların) birbirine karışmasına fırsat vermemektir. “1905 devrim deneyimi göstermiştir ki, bu iki ulus içinde bile, egemen sınıflar, toprak sahipleri ve burjuvazi, özgürlük için devrimci savaşımı reddetmekte, Finlandiya ve Polonya'nın devrimci proletaryasından korktukları için, Rusya'nın egemen sınıflarıyla ve çarlık monarşisiyle uzlaşma (rapprochement) yollarını aramaktadırlar.
      Bu nedenle sosyal-demokrasi, tüm ulusal-toplulukların proletaryası ile öteki emekçi halkına, "kendi" burjuvazisinin ulusalcı sloganlarıyla aldatılmasına karşı en güçlü uyarıda bulunmalıdır; o burjuvazinin, bir yandan öteki ulusların burjuvazisiyle ve çarlık monarşisiyle iktisadi ve siyasal ittifaka girerken, bir yandan da "doğup büyüdüğümüz topraklar" hakkındaki tatlı ya da ateşli konuşmalarıyla proletaryayı bölmeye ve onun dikkatini burjuva entrikalarından saptırmaya çalıştığını kuvvetle ortaya koymalıdır.”[48]  Bu nedenle, ezilen ulus komünisti, siyasal bağımsızlık istemini, kurulacak olan yeni bir ulus-devletin çıkarları için değil, proleter devrimin önünü açacak ileri bir adım oluşturduğu için destekler. Öte yandan da, küçük ulus dar kafalılığına, kendi içine kapanma eğilimine karşı mücadele yürütür ve proletaryanın birliğinin sağlanması mücadelesini başa alır.

Devrimci proletaryanın politikasının ulusal sorundaki diğer bir ilkesi, ezen ulus proletaryasının, ezilen ulusun karar vereceği “ayrılık ya da yeni bir birlik” istemi karşısında tarafsız kalabilmesini sağlamaktır. Ezen ve ezilen ulus komünistleri açısından asıl olan, tüm kararların proleter mücadelenin ilerletilmesi amacına bağlı olarak üretilebilmesidir. Bu nedenle de ezen ve ezilen ulus proleterlerini kucaklayan bir devrimin gelişmesi durumunda, ezilen ulus komünistine düşen görev, birlikte ortak bir işçi iktidarının kurulmasının yoksul kitlelerin çıkarına olduğu propagandasını yürütmesi, bu uğurda mücadele etmesidir.

Ulusal mücadelelerin, ulusal devlet burjuvaları sayesinde toplumsal devrimden saptırmak ve onları demokratik özerklik, kültürel özerklik veya benzeri reformlarla uzak tutma propagandası gün be gün artan bir oranda hızlanıyor. Proletaryanın tarihsel çıkarları açısından asıl olan, ezen ve ezilen ulus proleterlerinin ortak devrimci iktidarının kurulabilmesi ve bu nedenle ayrılma hakkının tanınması temelinde, ezilen ulusun emekçi kitlesinin birlik yönündeki gönüllü iradesinin sağlanmasıdır.

Ulusal soruna yaklaşımındaki en önemli ayırt edici kriter, örgütsel alana ilişkindir. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasını, proletaryanın ulusal ayrılıklar temelinde örgütlenmesi noktasına kadar genişletmek dar kafalı milliyetçilikten başka bir şey değildir. Ezen ve ezilen ulus işçi sınıfının devrimci örgütlenmesi, birbirinden ayrı duran ulusal partiler değil, tek bir devrimci işçi sınıfı partisi olmalıdır. Ulusal sorunda işçi sınıfının enternasyonalist eğitiminin özünü, ulusal farklılıkların ve eşitsizliklerin (ezen-ezilen ulus ayrımı) işçi sınıfının birliğini baltalamasının önüne geçmek oluşturur. Devrimci proletaryanın amacı, burjuva ulusalcılığının aşılması ve her ulustan proleterler arasında gerçek bir savaş birliğinin, kardeşliğin yaratılmasıdır.

Ulusal Kültürel özerklik

Kapitalizm altında ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı isteminin gerçekleşmesi, ancak ezilen ulusun örgütlenmesi ve siyasal mücadeleye girmesi ile gerçekleşir. Bu durum salt ezilen ulus içinde değil, ezen ulus içinde de verili siyasal dengelerin değişmesine, devrimci altüstlüklere yol açar.

Bu nedenle genelde ezen ulusun burjuva liberalleri, reformist ve şovenist sosyalistleri, ulusal sorunun artık göz ardı edilemeyeceği bir noktada, ezilen ulusun ayrılma hakkının tanınması yerine “ulusal kültürel özerklik” istemini ileri sürerek, ulusal kurtuluş mücadelesinin içini boşaltmaya (ayrı devlet kurma hakkını yadsımaya) çalışırlar. Böylece proletaryanın da ulusal sorun karşısındaki devrimci yaklaşımını baltalamak, onun bakış açısını bulandırmak isterler. Her türden liberal, küçük burjuva milliyetçiliğinin öncelikle sınıf mücadelesinin ve işçi çevrelerine fesat sokması ve özgürlük davasıyla proletaryanın sınıf savaşımı davasına pek büyük zararlar getirecektir. Burjuva ve feodal burjuva eğilim, "ulusal kültür" ya da “kültürel özerklik” sloganı ardında gizlendiği için durum daha da tehlikeli olmaktadır.”Buna karşılık kültürde ulusal özerklik sloganı, bazı ulusların gericileri ve karşı-devrimci burjuvazisi tarafından oldukça kabul edilebilir bir slogandır”.[49]

 İşçi sınıfının Partisinin, ulusal sorundaki yaklaşımı, ezilen ulusun kendi dilinde eğitim, kültürel olanakların geliştirilmesi, ana dilin özgürce kullanımı vb gibi haklı taleplerini zaten içermektedir. O nedenle devrimci proletarya, bu haklı taleplerin ardına sığınıp ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesinin yerine “ulusal kültürel özerklik” isteminin geçirilmesi eğilimine karşı çıkar. Çünkü ulusal sorunda siyasal çözüm bütün kapsamıyla savunulmadıkça, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı yaşama geçirilmedikçe, ulusal sorun varlığını sürdürecek, ezen ve ezilen ulus işçi sınıfının birliğinin önünde engel oluşturmaya devam edecektir. “Kim proletaryaya hizmet etmek istiyorsa, bütün ulusların işçilerini birleştirmeli ve "kendisinin" olsun, başkalarının olsun, milliyetçiliğe karşı kesin savaşıma girişmelidir. Kim ulusal kültür sloganını savunuyorsa, onun yeri küçük-burjuva milliyetçilerinin arasındadır, marksistlerin arasında değil.”[50]  İşte bu nedenle devrimci proletaryanın programı, gerçek bir siyasal çözümün, “ulusal kültürel özerklik” türünden liberal gevezeliklerle gündemden uzaklaştırılmasına karşıdır. Bir toplumda egemen kültür egemen sınıfın kültürüdür. Bu nedenle de “ulusal kültür” genelde büyük toprak sahiplerinin, burjuvazinin, din adamları kastının yerleştirdiği kültürdür. O halde tek başına sınıf mücadelesinden ve kendi kaderini tayin hakkından bağımsız ulusal kültürü savunmak işçi sınıfının ve onun partisinin sorunu olamaz. Bu burjuva taleplerle uzlaşmak anlamına gelir.

Ulusal bağımsızlık ve demokrasi

Emperyalizm dönemini, Lenin toplumsal devrimler arifesi ve emperyalizmin siyasal açıdan bir gericilik dönemi olarak değerlendirirken, buradan kalkarak ve emek sermaye çelişmesinin merkezde olmasından dolayı demokratik istemlerin öneminin azaldığı tarzında bir sonuç çıkartmadı. Tam tersine, emperyalizm döneminde demokrasinin, emekçi kitleler açısından demokratik istemlerin önemini arttırıyordu. Lenin bu gerçeklikten hareket etti ve geniş kitlelerin demokratik istemler uğruna mücadeleleriyle, proletaryanın sosyalizm hedefinin, proletaryanın iktidar mücadelesinde nasıl birleştirileceği sorunu temelinde devrimci siyaset ve program geliştirme çabasına ağırlık verilmesini istedi. Geniş emekçi kitleleri ilgilendiren genel demokratik istemlerle, proletaryanın sosyalizm hedefinin nasıl ilişkilendirilmesi gerektiği sorunu can yakıcı bir önem taşımaktadır.

Komünistler için devrim sorununun çözümlenebilmesi, proletaryanın, diğer emekçi kesimleri proletarya hegemonyası altında devrimci mücadeleye çekecek yolların, yöntemlerin, programatik açılımların, istemlerin bulunması gereğine işaret ediyordu. Ulusal meselenin de bu mücadeleye tabi bir mücadele olması ezilen ulusun demokrasi talebinde de kendisini göstermesidir. Lenin, emperyalizm döneminde demokrasi mücadelesinin küçümsenmesi eğilimini eleştirirken, bugün de geçerli olduğunu düşündüğümüz bir genel yaklaşımı ortaya koymaktaydı:

“Kapitalizm ve emperyalizm ancak iktisadi devrimle devrilebilir; demokratik dönüşümlerle, en «ideal» demokratik dönüşümlerle bile devrilemez. Ne var ki, demokrasi savaşımı okulunda okumamış bir proletarya, iktisadi bir devrim yapma yetisine sahip de değildir.”[51]

“Demokrasi sorununun Marksist çözümü, proletaryanın, burjuvazinin devrilmesini ve kendi zaferini hazırlamak üzere, bütün demokratik kurumları ve bütün özlemleri, kendi sınıf savaşımında seferber etmesidir.”[52]

“Kapitalizme karşı devrimci savaşımı, bütün demokratik isteklerle, yani cumhuriyet, halk ordusu, resmi görevlilerin halk tarafından seçilmesi, kadınlara eşit hak verilmesi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, vb. gibi isteklerle ilgili devrimci bir program ve taktiklerle birleştirmeliyiz. Kapitalizm var oldukça bu istekler, yalnızca bir istisna olarak elde edilebilir. Üstelik tam olarak değil, çarpıtılmış olarak.”[53]

Demokrasi mücadelesini sadece burjuva hukuk açısından değerlendiren ve her an sınıfın elinden alınabilecek haklar gibi algılanmakta ve eleştirilmektedir. Kapitalizmin varlığı altında demokratik talepler burjuva sınırlar içerisinde ve burjuva iktidarını koruyan çerçevede verilebilirdir. Burjuva hegemonyasına yönelen hiçbir demokratik hak ve talep kabul görülmez. Burjuvazi bir yandan Komünist Partileri serbest kılıyor diğer yandan onlarca komünisti sadece komünizmi savundukları ve örgütlendikleri için cezaevlerine dolduruyor ve bunu savunuyu engellemek için tüm dünyada yeni yasal düzenlemelere gidiyor. Zira burjuva demokrasisinin sınırı buraya kadardır. Oysa işçi sınıfı önderliğinde gerçekleştirilen mücadelelerde savunulan, demokrasi mücadelesi, proleter devrime geçiş için bir kaldıraç görevi görecektir. Demokratik istemlerin küçümsenmesi ve bu konuda mücadele küçümsenmekte ve sosyalizm için mücadele gereğinden sapmak olarak eleştirilmektedir. Lenin bu siyasal eğilimi “emperyalist ekonomizm” olarak nitelendirdi ve bu yanlış görüşlere karşı günümüz açısından da önemini koruyan eleştiriler bıraktı.

Lenin’in değerlendirmesine göre, “rahmetli” yani 1900’lerin başındaki ekonomizm, kapitalizmin doğuşuyla demokrasi savaşımını nasıl birbirine bağlayamamışsa, emperyalist ekonomizm de, emperyalizmin doğuşuyla, reformlar ve demokrasi için verilecek savaşımı birbirine bağlayamamıştı.

Emperyalizm, sermayenin ulusal devletlerin sınırlarını aştığı bir dönemdir. Bu ekonomik gelişmenin doğurabileceği sonuçları, Rosa Luxemburg vb. mekanik bir tarzda yorumlamıştır. O’na göre, gelişme eğilimi ulusların kaynaşması doğrultusunda olduğuna göre, ulusların ayrılma özgürlüğünü savunmak ve iktidara gelince bu hakkı tanımak gereksizdi. Oysa Lenin’e göre, sosyalizm için devrimci savaşım, diğer tüm demokratik görevler için olduğu gibi ulusal sorunda da devrimci bir programla birleştirilmeliydi.

Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı kapitalizm altında olanaksız, sosyalizmde ise gereksizdir… tezini savunan Marksistlere karşı Lenin’in yönelttiği eleştiriler iki farklı açıdan önem taşımaktadır. Bunlardan birincisi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının siyasal bir hak olduğunun vurgulanmasıdır. 

“İşte bu nedenle ezenler ya da (ancak şiddetlerinde büyük, zorbalıklarında büyük oldukları halde) «büyük» ulus diye tanımlanan uluslar açısından enternasyonalizm, sadece uluslar arasında biçimsel eşitliğin sağlanması değil, uygulamada nasılsa ortaya çıkacak eşitsizliği dengeleyecek ölçüde büyük ulus aleyhine eşitsizliğin sağlanması demek olmalıdır. Bunu anlamayanlar, ulusal sorun konusunda gerçek proleter tutumu kavramamışlardır. Bunlar bakış açılarında henüz küçük-burjuvadırlar ve bu nedenle de burjuva görüş açısına düşmeleri kaçınılmazdır.”[54]

Kapitalizm altında demokratik siyasal haklar kuşkusuz kendiliğinden bahşedilmemişlerdir, bahşedilmezler de. Kapsamlı reformlar bile, esas olarak kitlelerin burjuvaziye karşı devrimci mücadelesinin birer yan ürünü olarak gerçekleşmiştir. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına (yani siyasal bağımsızlık, ayrı bir devlet kurma hakkına) “kapitalizm altında nasıl olsa gerçekleşmez” mantığıyla yaklaşılması kesinlikle yanlıştır. İkinci olarak ise, devrimci proletarya, geniş yığınları harekete geçirmede önemli bir kaldıraç noktası olacak bu tür istemlere programında yer vererek, bunları kendi mücadele hedefleri arasına katarak, siyasal savaşımın içinde hegemonyayı ele geçirmeye çalışır.

Lenin’in emperyalist ekonomizm eğilimine bu bağlamda yönelttiği eleştirilerin diğer bir önemli yönü de şudur: “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sosyalizmde gereksizdir” demek (proletarya diktatörlüğü dönemi kastedilmektedir), ezen ve ezilen uluslar arasında uzun yıllar boyunca yaratılmış olan ayrımcılığın ve bunun bıraktığı derin izlerin, proleter devrimle, birdenbire, kendiliğinden ve zahmetsizce aşılacağını düşünmek gibi bir hafifliğe kapılmak olur. Bu soruna gereken özenin gösterilmemesi, pratikte ezen ulus şovenizminin olumsuz izlerinin varlığını korumasına hatta derinleşmesine katkıda bulunmaktan başka bir sonuç doğurmaz.

O nedenle Lenin, iktidara gelen proletaryanın, ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımasını kesinlikle gerekli görmüştür. Lenin’in önderliğindeki Bolşevik Partisi Ekim devriminin hemen ardından bu hakkın yaşama geçirilmesini savunmuş ve Sovyetler II. Kongresinin ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınması için aldığı karar, Halk Komiserleri Kurulunun belirlediği ilkelerle (15 Kasım 1917 tarihli “Rusya’daki Ulusal-Toplulukların Haklar Bildirisi”) [55]  daha da netleştirilmiştir:

Lenin, “ulusların kaynaşması gönüllü birlikten geçer” ilkesini, proletarya iktidarının, ezilen ulus lehine olacak önlemleri geliştirerek yaşama geçirebileceğini, gerçek eşitliğin ancak bu yolla sağlanabileceğini savundu. O, bu doğrultudaki görüşünü, Bolşevikler arasında beliren “Büyük-Rus şovenizmi” tehlikesine karşı keskin bir uyarı kapsamında ifade ediyordu:

“Ulusal sorun konusundaki yazılarımda, milliyetçilik sorununun genel bir soyutlama içinde sunulmasının hiç yararı olmayacağını belirtmiştim. Ezen ulusla ezilen ulusun milliyetçiliği, büyük ulusla küçük ulusun milliyetçiliği arasında kesin ayrım yapılması gereklidir.” [56]

“İkinci tür milliyetçilik açısından, büyük bir ulusun vatandaşları olan bizler, tarihsel oluşum içinde sayısız şiddet olayları nedeniyle hemen her zaman suçlu olmuşuzdur...” [57]

Lenin’in emperyalist ekonomizm eğilimine sapmakla suçladığı kimi Marksistlerin yanılgılarının temelinde yatan sorun, siyasal sorunları doğrudan ekonomiye indirgemek ve kapitalist ekonomik temelin tasfiyesiyle birlikte, onun doğurduğu sorunların da otomatikman ortadan kalkacağını düşünmek olmuştur. Doğrudan ekonomik sonuçlardan hareketle, siyasal sorunların çözülebileceğini savunmak ekonomik temel ile siyasal sonuçlar arasındaki diyalektik ilişkinin mekanik bir tarzda yorumlanması “Marksizmin karikatürize” edilmesidir.

Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını ele alırlarken, ulus-devletlerin siyasal açıdan bağımsız olmaları sorununun yerine, iktisadi bağımlılık sorununu öne geçirmek ezilen ulus mücadelesini göz ardı etmeye götürmektedir. Kuşkusuz, ulusal baskının tam olarak ortadan kaldırılması da ancak proletarya iktidarıyla mümkündür. Fakat ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı kapsamında yürüyen tartışmalar, ezilen bir ulusun kendisini ezen ulustan ayrılma hakkını elde etmesini, bu anlamda siyasal bağımsızlığını kazanıp kendi ulus-devletini kurmasını ifade etmektedir. Bu ifadeye Marksistler ezilen ulusun ekonomik eşitsizliğini bahane ederek karşı duramazlar. Emperyalist ülkelerin, kendi ulus devletlerini kurmuş, ekonomik açıdan güçsüz ulusları ekonomik mekanizmalarla baskı altında tutmayı sürdürmeleri bir gerçekliktir. Fakat ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı bu temelde ele alınmamalıdır. Emperyalizmin açık bir ilhakı olmadıkça, bu tür ülkelerdeki mücadele hiçbir zaman ulusal sorun kapsamında tanımlanamaz.

Emperyalizm büyük küçük tüm ulus-devletleri çeşitli ekonomik ilişkilerle birbirine bağlayan bir dünya sistemidir. Fakat bu nedenle de emperyalist sistemin bağlarının kırılamayacağı anlamına gelmez. Dünyadaki ekonomik bağımlılık ilişkilerinin dünya ulus devletleri dünya ölçeğinde devrimlerle zorlamak Marksizmim başka bir çarpıtılmasından başka bir şey değildir. Ulus-devletlerin politik olarak bağımsızlıkları ve yaratabilecekleri olanaklar ekonomik açıdan da tam bağımsız olabileceğini beraberinde getirecektir. Ulusal kurtuluştan anlaşılması gereken siyasal ve ekonomik bağımsızlığın bir arada olmasıdır.

Kürt sorununa ilişkin partinin yeniden inşası

Uluslar ezen ve ezilenler olarak bölünmesi, emperyalizmden kurtuluş ve demokrasi mücadelesinin sürmesi ve bu esaretin kırılması mücadelesinin devam etmesi demektir. Kürdistan'daki gelişmelerin gösterdiği şeylerden biri, ulusal sorunun gerçek ve tek çözümünün ancak, işçi sınıfı önderliği altında çözülebileceğinin ispatıdır. Ulusal mücadelenin Kürt burjuvazisi ve yandaşlarının elinde geçmesinin temel nedeni, öncelikle Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin ve dünyada sınıf hareketinin zayıf olmasından kaynaklanmaktadır. Kürt burjuvazisinin ve feodallerinin ulusal harekete dayattığı çözümler göz önüne alındığında ortaya çıkan geri durum, gelişmenin ulusal sorunun çözümü ancak, işçi sınıfının ezilenlerle birlikte gericiliğe karşı sınıf mücadelesi ile gerçekleşebileceğini ortaya koyar.

Kürdistan’da köy boşaltmalarla başlatılan göç, gerek Kürdistan’da gerek batıda kentlerde ortaya çıkan sorunlarından başlıcalarıdır. Geri dönüşlerin özellikle batı kentlerinde yaşanmaması ve toprak sorununun hala devam etmesi, kentlerde yüzü ulusal mücadeleye dönük yaşayan fakat bir bütün olarak onunla direk temastan kaçınan bir Kürt kitlesi oluşturdu. Bir yandan işsiz olarak işçi sınıfı içine katılan bu güç, demokrasiye de, ulusal soruna da farklı bakmakta, daha farklı çözüm yolları ve ittifaklar aramaktadır. Bu gelişme geniş bir Kürt kitlesinin işçi sınıfının bir parçası haline getirmiş bulunmaktadır.

Burjuvazinin devrimci barutunun tükendiği bu tarih sahnesinde, Kürt burjuvazisinin ulusal "temsiliyette" devrimci anlamdaki “yeteneksizliği”; Kürt ulusunu, mücadele içindeki Kürt işçi sınıfı tarafından temsil etmesinin koşullarını hazırlamaktadır. Burjuvazinin ulusal mücadeleyi Kürt halkı adına taşıdığı noktada izlediği uzlaşma ve teslimiyet Kürt sorununun, başta Türk işçi sınıfı ile birlikte, iki ulustan ve azınlıkların işçi sınıfının emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadelesinin ortak sürdürülmesinin gerekliliğini ortaya koymuştur.

 Türkiye’deki ekonomik ve sosyal gelişme, gelinen noktada; Kürt ve Türk burjuvalarının ayrı gibi görünen ama aynı yerde durduklarının gösteren milliyetçi şoven söylemlere rağmen, Türkiye her iki ulus ve azınlıklar açısından bir bütünleşme yaratmıştır. 85 yıllık ekonomik, sosyal, kültürel gelişmeler iki toplumu ve azınlıkları birbirine bağlamış, birleşik bir toplum ve işçi sınıfı yaratmıştır. Komünistler bu birlikteliği savunmakla ulusal burjuvazi tarafından sosyal-şoven, “misak-ı milli”ci olmakla eleştirirken; Türk burjuvazisi ve onun her türden yardakçısı da ulusal bütünlüğü bozmak ülkeyi bölmekle eleştiriyorlar.

Türkiye coğrafyasında devrimcilere ve komünistlere “Türk solu” yakıştırması ile  “sosyal şoven”, “Kemalist” vb. deme alışkanlığını Kürt burjuvazisi ve onun kuyruğundaki küçük burjuva ideologlarca sürdürüyorlar. Savunulan düşüncelerde Kürt ulusu adına savunulan düşüncelere bakıldığında “kim Kemalist” diye sormak gerekmektedir. Öcalan’ın “21.yüzyıl manifestosu”nu göklere çıkaranlar bu manifestonun bir Kemalizm savunusu olduğunu bilmektedirler.

 Komünistler, burjuvazinin sol görünüm altındaki her türden oportünist eleştirisine rağmen, sınıfın tarihsel görevini başarması için, tüm ulusal dinsel öğelerden sıyrılarak kapitalizme yönelmek ve yok etmek zorundadır. Sınıf mücadelesi açısından bakıldığında, kapitalizme ve her türden gericiliğe karşı mücadeleyi toplam güçler üzerinden sürdürmek zorunludur

Kapitalizm gelişmesinde ulusalar üzerinde ikili etki gösterir. Öncelikle ulusları milliyetler temelinde bölmek, diğer yandan ekonomik gelişmeler ve bu gelişmelerin yarattığı, işbölümü ve üretim ilişkileri sayesinde ulusallık sınırlarını aşarak hakları üretim alanında sınıfsal temelde birleştirmek. Kapitalizmin gelişim yasalarının dayattığı, ulusal sınırlılıkları aşma, halkları birleştirme yönünde doğurduğu bir diğer eğilim ister istemez; her iki ulustan işçilerin, bu mücadele içinde ulusal sınırlılık ve darlıkları aşmalarının önünü açarken; Türk ve Kürt işçilerinin demokrasi ve bağımsızlık mücadelesinde birleşmelerine olanak sağlar. Zira Marx işçi sınıf için şöyle der.”Proleterler ise, daha önceki kendi mülk edinme biçimlerini ve böylelikle, daha önceki bütün öteki mülk edinme biçimlerini de ortadan kaldırmadıkça, toplumsal üretici güçleri ele geçiremezler. Kendilerine ait korunacak ya da pekiştirilecek hiç bir şeyleri yoktur; görevleri, özel mülkiyetin o güne kadarki bütün güvencelerini ve korunaklarını yok etmektir.”[58]

Ulusal devletlerin ilk ortaya çıkışında proletarya Marx’ın dediği gibi “proleterler kendi düşmanları ile değil, düşmanlarının düşmanları ile, mutlak monarşi kalıntıları, toprak sahipleri, sanayici olmayan burjuvazi, küçük-burjuvazi ile savaşırlar. Böylece, tüm tarihsel hareket burjuvazinin ellerinde yoğunlaşır; bu biçimde elde edilen her zafer, burjuvazinin zaferidir.”[59] Proletarya’nın ulusallık adına bir dönem yanında savaştığı burjuvaziye artık ulusallık adına tavır almak zorunda kalmıştır. Burjuvazi artık karşısında duran işçi sınıfını yalıtmak işin her türlü önlemi almakta ve her türlü yönteme başvurmaktan çekinmemektedir. Sınıfın ulusalar temelinde bölünmesinin altında da bu yatar.

Ulusal mücadele içinde Kürt burjuvazisinin, Türk burjuvazisinden örnek alarak "sınıfsız, zümresiz kaynaşmış bir kitle" anlayışıyla Kürdistan işçi sınıfı içinde ulusallığı özellikle öne çıkarmış ve bu eksende hareket ettirilmeye çalışılmış ve başarılı da olunmuştur. Milliyetçiliğin güçlenmesi karşısında Buna karşılık Türk ve diğer azınlık işçileri ise, cılız milliyetçi çıkışlar yanında Kürt sorunu karşısında önce "ilgisizlik" içine itil­miş, giderek "terör" bahaneleri ile daha geri bir mevziiye doğru sürüklenmişlerdir.

Türkiye Burjuvazisinin ulusal meselede takındıkları tutuma destek olan Kürt küçük burjuvazisi, komünistlere “Kemalist ve misak-ı milli’ci” olarak saldırırken, diğer tarafta Mustafa Kemal’e “biat etmek”, “büyüklüğü önünde eğilmek”, Öcalan için sadakatin göstergesi olmaktadır. Zira Cumhuriyeti kuranlara, bayrağa, devlete, kurulu düzene ve statükoya sadakat, “21. yüzyıl manifestosu”nun içeriğini oluşturmaktadır. Peki, şimdi kim “Kemalist” kim “sosyal şoven” olmaktadır. Komünistleri “şoven” olmakla, “Kemalist” olmakla suçlayanlar ancak Kürt sorunun çözümünden kaçanlar ve sosyal devrime tavır alan sınıflar ve onların temsilcileridir.

Kürdistan'da gelinen noktanın gösterdiği şeylerden biri, ulusal sorunun gerçek çözümünün ancak, işçi sınıfı önderliği altında olanaklı olduğu gerçeğidir. Kürt burjuvazisi, işçi sınıfı hareketi ve sosyalizmin uluslararası planda gerilemesinden ve Kürdistan’da işçi sınıfının zayıflığından önemli oranda yararlanmıştır. Ulusal hareketin geldiği nokta, ulusal hareketi temsil eden Kürt burjuvazisinin öncelikle, bölgede toprak ağaları ve doğrudan emperyalizmle uzlaşması; Kürt ulusal sorununun burjuva anlamda çözülmesinin ve Kürt ulusal özlemlerinin gerçekleşme olanağının yolunu tıkamıştır. Türkiye işçi sınıfının mücadelesi Kürt sorununun (demokratik) olanakların yenilemesi ve çözümüne yeni bir yön vermesi kaçınılamazdır. Günümüzde Kürt köylülerinin toprak talebiyle başkentte hükümet ve ağalık aleyhinde gösteri yaparak toprak taleplerini dile getirmeleri ulusal hareketin genel olarak yöneliminin ve kendi içindeki ittifaklarında açığa çıkması açısından oldukça önemlidir. Devrimci Komünist partinin Kürdistan’da örgütlemesini geliştirerek, ulusal mücadeleyi, gelişecek sınıf mücadelesinin, yedeğine alabilecektir. Kürdistan’da süreç tüm Kürt küçük burjuvazisi ve feodallerin milliyetçi karşı koymalara rağmen, işçi sınıfı hareketinden yana gelişmektedir.

Kürt Ulusal mücadele tarihinde önderlik halen Kürt küçük-burjuvazisi elindedir. Kürt küçük-burjuvaları, bağımsız bir Kürdistan’ı idealize ederek, milliyetçiliği esas alan bir devlet talebinden hareket etmektedirler. Buna karşı olan her tutumu “Kemalizm” ve “sosyal şovenizm”le suçladı. Gelinen yerde vardıkları nokta “Türkiyeli” olmaya dayanan, Türk kimliğinin kabulüne dayalı bir devlet… Bağımsız devlet, federasyon, otonomi, söylemleri Kürt küçük-burjuvazisinin özlemleri olarak kaldı.

Kürt burjuvazisinin ortaya koyduğu teslimiyet ve uzlaşma sonucunda şu anda örgütlülük anlamında çok zayıf da olsa politik olarak, Kürt ulusunu, mücadele içindeki Kürt işçi sınıfının fiilen temsil eder hale gelmesinin önünü açmaktadır. Güçlü bir sınıf örgütlenmesi, Kürt sorununun, Kürt burjuvazisinin elinden çıkarak, her iki ulustan ve azınlıklardan oluşan işçi sınıfı ve halkın emperyalizme ve gericiliğe karşı bağımsızlık ve demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin dinamiklerinden biri olma yoluna fiilen girmesi anlamına gelir.

Ezilen bir ulus, yapısı gereği ulus, tarihsel ve siyasal bir kategoridir. Kürt sorununu, burjuvazinin geliştirdiği milliyetçi tutumuna karşı durmak adına ulusallaşma taleplerini yok sayarak bir azınlıklar sorunu olarak değerlendirmek mümkün değildir. Azınlık milliyetler sorunu daha çok dil ve kültürel hakları kapsar. Azınlıklar, değişik bir etnik kökenlere sahip, kendine özgü kültürleri, geleneksel yaşam biçimleri olan, bulundukları ülke toplamına serpilmiş bir azınlık nüfus ya da nüfuslardır. Ulusal sorun, temelde bir siyasal sorundur. Ulusların ezen ve ezilen konumda oldukları her yerde, eşitsiz konumda tutulan ulusun özgürlük ve eşitlik istemi nesnel bir durumdur ve tümüyle meşru bir siyasal istemdir. Ezilen ulusların, eşit, özgür bir biçimde kendi kaderini tayin etme hakları vardır. İstediklerinde bulundukları coğrafyada ayrı bir bağımsız devlet olarak var olma haklarını kullanarak ayrılma hakları vardır. Ezilen bir ulusun özgür koşullar altında ayrılma hakkının kullanıp kullanmaması ya da bunun ezen ve ezilen ulusların emekçilerinin çıkarına olup olmadığı, tümüyle ayrı bir sorundur.

Ortadoğu’da ki gelişmeler ve Kürt ulusal sorununun, başta sermaye ve gericilik, uzlaşmacı Kürt burjuvazisi ve emperyalizm tarafından istismarı ile şekillenen politik süreç kendi içinde işçi sınıfı lehine gelişmelere işaret etmektedir. İfade ettiğimiz gelişme sürecinin, Kürdistan'da düz bir çizgi izlemesi veya bir çırpıda, topluca ortaya çıkması söz konusu edilmemelidir. Kürt ulusal mücadelesi gibi Türkiye’de sınıf mücadelesinin, başta ülkede yaşanan kriz olmak üzere ulusal ve uluslararası pek çok gelişmeden çok yönlü bir şekilde etkilenmesi; bunun, oradaki ekonomik, toplumsal ve politik gelişme ve değişimi pek çok yönden koşullandırması; her bir olgunun, bir önceki döneminin baskısı altında biçimlenmesi ve bir yığın sorun ve olanak yumağı olarak belirginleşmesi olarak algılanmalıdır.

Kürt küçük burjuvazisinin teslimiyeti, emperyalizme yamanma tarzında sürdürülen politikalar yanında, genel olarak İşçi ve emekçiler arasında sendikal örgütlenme ve ekonomik mücadeledeki canlanma sınıfın en azından kendi talepleri etrafında bir araya gelmesinin koşullarını yaratarak her iki ulusun işçilerinin ortak bilinçle hareket edebileceğine işaret etmektedir. Kürt ulusal hareketinin, ilk başlarda sendika vb. yapılarda “biz burada ekonomik veya sendikal mücadele için değil kendimizi ifade etmek ve Kürt sorununu ortaya koymak için bulunuyoruz” söylemleri her türlü mücadeleyi ulusal mücadele potası içinde eritmek ve onun peşine takma amacını güdüyordu. Oysa emperyalizmin Ortadoğu’da takındığı tavır ve Irak’ın fiili işgali sonucu ortaya çıkan politik durum, Türkiye tekelci burjuvazisinin sınıfa karşı saldırıların ortaya çıkardığı ekonomik durum bir araya getirilip değerlendirildiğinde; sınıfın kendi politik ve ekonomik talepleri uğruna mücadelesinin gelişmesi ve ulusal sorununda bunun içinde yeni bir yön bulması önemli adım oluşturacaktır.

 İşçi sınıfının kader ortaklığı bütün dünyada ve uluslar düzeyinde de biçim olarak aynıdır. Bunun için işçi sınıfının enternasyonalizmi ve sınıf dayanışması soyut değil, işçi sınıfı mücadelesinin, sermayenin her alanda ki saldırılarına karşı birleşmeyi hedefleyen zorunlu bir pratiktir. Türk işçileri için,  Kürt işçileri ve azınlıklar ile ortak hareket etme ve Kürt sorununu kendi sorunları haline getirme bu anlamda oldukça önem kazanmaktadır.

Burada söz edilen olası gelişmeler ve yönelimler, ulusal hareketin pratik olarak geldiği noktanın açıklanması değildir. Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyada içinde bulunduğumuz konjonktürün ortaya koyduğu ekonomik-politik gelişmelerin yarattığı ortamda gelişmelerin olası sonuçlarına işaret etmek çabasındayız. Amaç burada ekonomizmin peşine takılarak “Bakın Kürt işçisi durmadan gelişiyor, hele bir gelişimini tamamlasın ve ipleri eline alsın gelişmeye göre bakarız” demenin ötesine geçmektir. Komünistler açısından, ekonomik-politik gelişmelerin yaratacağı somut durumlar karşısında uyanık olmak ve önceden bunun olma olasılıklarını bilerek hareket etmek gereklidir. Somut durum, ampirik olarak değerlendirildiğinde şu anda Kürt ve Türk işçilerinin ortaklaştıkları ekonomik mücadeleler hala ortak siyasi bir mücadele rayına oturmuş değildir. Bugünün böyle olmaması gelecekte de bunun böyle olacağı anlamına da gelmez. Ekonomik-politik mücadelenin gereği olarak çeşitli ulusalar ve azınlıklardan oluşan Türkiye işçi sınıfının kendi coğrafyasında ortaklaşa mücadelesinin önünün açık olduğuna dair güçlü belirtiler vardır.

Emperyalizm bir dünya sistemidir bu sisteme yönelen her mücadele  ulus ve ülkelerin sınırları içine kalmaz. Böyle bir mücadele, ister istemez uluslararası  planda önlemler almaya çalışan emperyalistlerle karşılaşacağından en azından işçi sınıfına yönelik tavır gösteren emperyalist devletlerin müdahaleleri ile uluslar arası bir nitelik taşıyacaktır.  Emperyalizmin bu tutumu dünya işçi sınıfı için birlikte davranmanın yolunu açmakta ve onu eğitmektedir. Kürt ulusal mücadelesinin de emperyalist zincir dışına taşınması riskine karşı emperyalistler öncelikle harekete önderlik eden  Kürt küçük burjuvazisinin dayanakları olan feodal gericilik ve Kürt kapitalistlerini yedeklemişler ardından küçük burjuvaziyi de yanlarına alarak tehlikeyi şimdilik bertaraf etmiş görünmektedirler.  Ara sınıfların özellikle küçük burjuvazinin emperyalizme karşı üreteceği politikalar ve yürüteceği politik mücadelenin sınırlarını, bu sınıfların mücadele içindeki konumlarını belirlemektedir. Emperyalizmle sahip oldukları bağlar onları emperyalizmle uzlaşmaya iter. Ama üzerlerine yöneltilmiş emperyalist baskı, buna karşı çıkışlarını da koşullandırır. Sonuçta, tutarsızlık ve kararsızlıklarıyla yalpalamaktan kaçınamazlar.

Demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak Kürt sorunu

 Ülkemizde ulusal sorun: Kürt sorunudur. Komünist partisinin sınıfa sunduğu demokrasi programının bir maddesi olarak çok önemlidir. Ancak bu sorun, işçi sınıf için salt bir demokrasi programı sorunu olmakla kalmaz; sınıf mücadelesinin gelişmesi, her iki ulustan işçilerin sınıf bilincinin, sınıf ve parti birliğinin gelişmesi vb. gibi sınıfsal ve örgütsel alanları da kucaklar. Yani, ulusal sorunda yaşanan "basit" bir zaaf, hayatın ve çalışmanın bütün alanlarını kucaklayarak katlanır ve büyük bir sorunlar yumağı halinde geri dönebilir. Bu demektir ki, ulusal sorunla ilgili görevler, salt siyasal değil, aynı zamanda partinin organik-yapısal şekillenişinin ve "yeniden inşa" sürecinin görevlerinden de biridir. Komünist partisi, sınıf mücadelesi içindeki görevi, mücadele içindeki işçilerin uyanış, mücadele ve örgütlenmesine yardım etmek; öne çıkan ileri işçiler kitlesinin, sınıfı temsil eden ana kitleyi kucaklayıp harekete geçirecek derecede kitlesel, bağımsız ve devrimci bir parti olarak örgütlenmesini başarmaktır.

Devrimciler, Ulusal sorunu siyasal sorun olarak görürler. Ulusal sorunun bir alt parçası kültürel kimlik vb. talepler, siyasal sorunun bir parçasıdır. Ulusal kimlikler ve kültürler siyasal mücadelenin bir parçası olarak ele alınırlarsa toplumsal kurtuluş mücadelesinde bir anlama bürünür. Komünistler bunu kendi tarihlerinde yaşadılar ve olanaklılığına şahit oldular. Tarihte Ekim Devrimi, “halklar hapishanesi” olan Rusya’dan, ulusların özgürlüğüne ve eşitliğine dayalı bir birleşmenin nasıl gerçekleştirileceğini gösterdi. Özgürlük ve eşitlik temeline dayalı bir Sovyet cumhuriyetleri birliği, Sovyet halkı diye bir kimlik yarattı. Bu ulusların ve azınlıkların kendi milli özelliklerini ve zenginliklerini özgürce yaşayabilmelerinin ürünü bir üst kimlikti. 2. dünya savaşında Hitler faşizmine karşı “anavatanı savunma” şiarıyla bu kimliğin altında savaştı. Sosyalist anavatanı savunan “Sovyet” kimliği içinde toplanan, “Sovyetler halkı”ydı. Rusya Halkları “Sovyet” birleştirici kimliği altında ulusalar kimliklerinin özgürce ortaya konulup yaşatılmasını, tüm ulusların eşitliğine, tüm azınlık milliyetlerin meşru haklarının tanınmasına borçluydular.

Ne zaman ki, sosyalizmin zaafa uğraması ve burjuvazinin iktidarını yeniden kurmasıyla birlikte, her türlü sorun, kapitalist yozlaşma ile beraber bugünkü dinsel ve etnik boğazlaşmalar ortaya çıktı. Burjuvazinin körüklediği din ve milliyetçi önyargılar yeniden güç kazandı. Önce halklar arasındaki güven ve kardeşlik zedelenmeye, zayıflamaya başladı. Ulusların milliyetler temelinde ayrışmasının burjuva anlamı ulusların karşılıklı savaş ve boğazlaşmasıdır.

Sosyalizmin birleştiriciliği hedefine koyan Komünist partisi, Kürt ve Türk ve çeşitli azınlıklardan oluşan işçi sınıfının öncülerinin partisidir. Dolayısıyla o, Türk ve Kürt komünist hareketleri ve Türk ve Kürt işçi çeşitli azınlıkların komünistlerinin organik toplamından oluşur. Bu durum, partinin ve profesyonel çekirdeklerinin merkezileşmesinde olduğu gibi; işçilerin eğitimi ve komünistler olarak yetiştirilmelerinde de rol oynar. İşçi sınıfı ve öteki emekçi kitlelerin ha­reketinin gelişmesi ve çeşitli milliyetlerden işçi ve emekçilerin eyleminin birleşmesi için uygun koşulların oluşması; işçi partileri ve örgütlerinin çalışması ve partinin "yeniden inşa" süreçleri bakımından son derece önemli bir fırsattır. Sermayenin saldırılarının püskürtülmesi için olduğu gibi; işçilerin aydınlanması, sınıf birliği ve bilincini geliştirmesi ve parti olarak geniş ölçekli örgütlenmesi de ancak, böylesi dönemlerde olanak bulabilir.

Kürt sorunu kuşkusuz, her iki ulustan işçi sınıfı ve halkın sermaye ve emperyalizme karşı mücadelesi ile çözülecektir. Kürt sorununun esasta Türkiye işçilerinin sorunudur. Zira Türkiye işçi sınıfı, Kürt ,Türk ve azınlıklardan oluşan işçilerinin organik toplamıdır ve ulusların karşılıklı durumları; yani uluslardan birinin ezen, diğerinin ezilen konumda bulunması; ülkedeki işçilerin bir bölümünün ezen, diğer bölümünün ezilen ulusa mensup olması, buna ister istemez yol açar, koşullandırır. Bu durumun, bugü­nün Türkiye'sindeki bir partinin Türk ve Kürt işçilerin ortak partisi olmasının görevlerini bilinçle üstlenmeyi bir zorunluluk haline getirmesi kaçınılmazdır.

Kısaca belirtmek gerekirse; Kürdistan'da yaşanan olaylar, bir yandan küçük burjuva ulusal çıkışlarla milliyetçiliği körüklerken, diğer yandan ulusların karşılıklı birbirlerine dikkatini yöneltmektedir. Ulusal mücadelenin yarattığı karşılıklı gerginlik her iki ulusun ve azınlıkların örgütlenmesi ile devlete ve kapitalizme yöneltilebilecek silahı da bağrında taşımaktadır. Bu nedenle ulusal mücadele, azınlık hakları ve demokrasi talepleri doğru bir temelde birleştirildiğinde komünist partisinin güçlenmesinin olanaklarını da yaratmaktadır. Ulusal sorun konusunda Marksist bir politik tavır alış ve teorik mücadelenin önemi, asıl olarak ezilen ulusların kurtuluş mücadelesi ihtiyacından kaynaklanır. Zira sınıfların iktidar mücadelesi içindeki konumlanışlarını değerlendirmek ve sınıfı bu konuda eğitmek ulusal mücadelenin hangi koşularda başarıya ulaşacağının tespitidir. Marksizm-Leninizm, dünyayı değiştirmeye çalışan ve devrimci pratikle kopmaz bir diyalektik ilişki içinde olan bütünsel bir dünya görüşüdür.

Marksizm açısında  değerlendirildiğinde günümüzde bakıldığında Marksizm’in ulusal mesele diye bir bakışı olmadığı sonucuna varılır. Marx ve Engels döneminde, ulusal sorunun tarihsel çerçevesi burjuva demokratik devrimler ve ulus-devletlerin oluşumu açısından ele alındı. Eski feodal siyasal yapıların yıkılması ve modern kapitalist toplumun önünü açan ulus-devletlerin oluşumu onların ilgi alanı içindeydi. Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde, burjuva demokratik dönüşüm “ulusal cumhuriyet” ve onun şekillendirdiği “yurttaşlık hakları feodaliteye oranla ilerici bir içerik taşımaktaydı. Marksizmin kurucularının burjuva demokratik mücadelelere ve ulus-devletlerin oluşumuna, verdikleri değer, onların gösterdikleri devrimci tutumdur.

Onların döneminde Çarlık Rusya’sına karşı mücadele eden Polonya ulusçuluğu Marx ve Engels’ten ulusların kurtuluşu adına selamlanırken, Güney Slavlarınınki gibi feodallerin denetimindeki hareketler, onların eleştirilerine hedef oldu. sahne olduğu bir tarih kesitinde, bu Marx ve Engels, Batı Avrupa’daki burjuva demokratik mücadelelere ve bu merkezde ortaya çıkan ulusal sorun konusuna mücadeleyi sıranın proletaryaya gelebilmesi açısından değerlendiren temelde yaklaştılar. Hindistan ve İrlanda yaklaşımları da bu temelde değerlendirilir.

Ulus devlet kavramı tarihsel olarak burjuvaziye aittir. Onun gelinen noktada olmazsa olmaz koşulunu oluşturmuştur. Burjuvazinin kendi siyasal iktidarı altında modern bir merkezi birlik oluşturmak amacıyla feodaliteye karşı giriştiği mücadelede, ulus-devlet ve ulus olgusunun temelleri de atılmış oldu. Bu nedenle burjuva demokratik devrimlerin ana temaları, somut bir pazar birliği temelinde yeni bir topluluğun oluşumu şeklinde biçimlendi ve siyasal hedef olarak belirginleşti.

Marx ve Engels, burjuva demokratik mücadelelerin, burjuvazinin feodaliteye karşı taşıdığı ilerici yön ile proletaryaya karşı taşıdığı gerici yön arasındaki çelişkiyi ortaya koyuyorlardı. 19. yüzyılda yaşanan burjuva demokratik mücadelelere bu çelişki damgasını basacaktı. Ulusal mücadeleler içinde aynı düşünceyi merkeze koyarak bunu tartışıyorlardı. Burjuva ulusçuluğunu feodal topluma oranla tarihsel açıdan ileri bir adım olarak değerlendirirken, kapitalist dünya sistemi bir kez oluştuğunda onun nasıl gerici bir içeriğe bürünebileceğini de gözler önüne serdiler.

Burjuva anlamda ulusal mücadelelerin hedefi ulus-devletini kurmaktır. Ulusal kurtuluş mücadelesi ile sınıf mücadelesi arasında bu anlamda direk ilişki kurmak pek olası görünmemektedir. İşçi sınıfının ulusal mücadelelere destek vermesi burjuva anlamda ulusal devlet olgusunu onayladığı anlamına gelmez. Bir ulusal kurtuluş mücadelesi sınırlı anlamda devrimci bir nitelik taşısa da, proletaryanın devrimci siyasetini ulusal kurtuluş mücadelesi temelinde biçimlendiremeyeceği ve kendisini bununla sınırlandırmaz. Ama komünistler bu bağı sınıf mücadelesi içinde kurmakla karşı karşıyadırlar.

Avrupa’da gericiliğin kaynağı olan Kutsal İttifaka (Prusya, Avusturya ve Çarlık Rusya’sı) karşı Polonya’nın ulusal bağımsızlıkçı hareketinin desteklenmesi, kendi gelişiminin önündeki engellerin kaldırılması proletaryanın sınıf çıkarlarına denk düşüyordu. Bu nedenle Marx-Engels, Polonya ulusal bağımsızlık hareketini, desteklenmesi gereken bir ulusal hareket olarak değerlendirdiler.

İrlanda sorununu konusunda yaklaşımları ilk elden, İngiltere’deki toplumsal devrimin ilerleyişi içinde çözümlenebileceğidir. İngiliz proletaryasının devrimle çözeceği bir ulusal sorun olarak ortaya konuldu. Marksizmin kurucuları burjuva ulusal sorun ile proletaryanın sınıf mücadelesi arasındaki bağı kurdukları nokta şurasıdır: İrlanda’nın desteklenmesi, İngiltere’de toplumsal devrimin gerilediği ve İngiliz emperyalizminin, şovenizmi işçi sınıfına da bulaştırmayı başarması ile İrlanda’da gelişen ulusal bağımsızlık mücadelesi önem kazandı. Marx ve Engels bu somut koşullarda, İrlanda’daki ulusal kurtuluş mücadelesinin başarıya ulaşmasının, İngiliz emperyalizmine vurulmuş önemli bir siyasal darbe olacağını ve bu durumun İngiltere’de proletaryayı uykusundan uyandırarak, toplumsal devrimin fitilini ateşleyebileceğini düşündüler. Marksizmin kurucularının, ulusal sorun konusunda İrlanda deneyiminden çıkardıkları sonuç; “başka ulusları ezen ulusların özgür olamayacakları” oldu.

Lenin Marksizmin kurucularının yaklaşımını temel alarak proletarya adına ulusal mücadelelere karşı çıkanları sosyal şoven olarak eleştirerek sınıf mücadelesi ve ulusl mücadeleler arasındaki bağı geliştirmiştir.

“Bütün dünyada kapitalizmin feodalizme karşı nihai zaferleri dönemi, ulusal hareketlerle ilgili olmuştur. Bu hareketlerin iktisadi temeli, meta üretiminin tam zaferini sağlamak için yurt-içi pazarı ele geçirmek zorunda olması, aynı dili konuşan bir halkın yaşadığı bölgeleri siyasal bakımdan birleştirme zorunda olması gerçeğinde yatar ve bu dilin gelişmesini ve yazınsal alanda kök salmasını önleyen bütün engeller ortadan kaldırılmalıdır. Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan en önemli araçtır. Modern kapitalizme uygun ölçüde, gerçekten özgür ve geniş ticari alışveriş için ayrı ayrı sınıflar halinde özgürce ve geniş ölçüde gruplandırılabilmesi ve en sonu, pazarda, büyük ya da küçük, satıcı ya da alıcı durumda her meta sahibiyle ayrı ayrı sıkı bağlar kurabilmek için en önemli koşullar, dil birliği ve dilin engelsiz gelişmesidir.”[60]

“Onun için, her ulusal hareketin eğilimi, modern kapitalizmin gereksinmelerinin en iyi karşılanabileceği ulusal devletlerin oluşumuna doğru bir eğilimdir. En derin iktisadi etkenler bizi bu amaca doğru sürükler ve bundan ötürü, bütün Batı Avrupa için, hayır bütün uygar dünya için kapitalist dönemin tipik, normal devleti, ulusal devlettir.” [61]

Kapitalist gelişme ve sermayenin dünya ölçüsünde yayılması, ulus ve devletin kapitalist tarzda aşılması doğrultusunda bir tarihsel eğilim yaratır. Fakat bu tarihsel eğilimin gerçekliğe dönüşmesi önündeki temel engel, emperyalist sermayenin kendi içindeki rekabet temelinde farklı ulus-devletlere bölünmüş kapitalist ulus-devlet bir gerçekliğidir. Burjuvazinin elinde ulus devlet sermayeler arası rekabet ve proletarya üzerindeki hegemonyasının aracıdır.   “ulusal birlik” ideolojisi, ulusalcı özünü koruyarak, sınıf mücadelesinin üstünü örtmek ve burjuva egemenliğini ayakta tutmanın başka bir aracı olmaktadır.

Ulusal Sorunda Komünist partisine düşen görevler.

Ulusal sorun, ezen ulus işçilerine özel görevler yükler; Ezen ulusa mensup işçiler, kendi burjuvasının ezdiği ulusa ve ezilen ulustan işçi ve emekçilere karşı görevlerini yerine getiremedikleri takdirde, o partinin ezilen ulusun güvenini kazanması ve Türk ulusundan olduğu kadar Kürt ulusundan işçilerin de partisi olması ve gerçek tek bir sınıf partisi haline gelmesi olanaksızdır. Zira ezilen ulus içinde gelişen harekete karşılık ezen ulusta şovenizmin gelişmesi de o kadar güçlü olur. Her iki tavra karşı işçi sınıfının ortak mücadele alanının yaratılması gerekmektedir. Bu da gerek ezilen ulus burjuvazisinin geliştirmeye çalıştığı milliyetçi ulusal anlayışa gerek ezen ulusun geliştirdiği şovenizme karşı oluşturulacak temel mücadelenin kapitalizme ve emperyalizme yöneltilmesidir.

Değişik derecelerde de olsa sınıfsal, ulusal ve demokratik istekler üzerinden ülkenin bu iki bölgesinde de gelişen mücadele gerçekte, bu iki halk ve bu iki halka mensup işçi ve emekçiler arasındaki ortak paydanın güçlenmesi anlamına da gelir. Komünist partinin bu olanaklardan yararlanması; Türk ve Kürt uluslarından işçilerin partisi olarak, iki halk arasındaki ilişkileri ortak mücadele temelinde yeniden inşa etme görevini üstlenmesinden başka bir şey değildir. Görevlerin bir ucu buraya da­yanmadığında; Kürt ve Türk işçilerin tek bir bağımsız partide ve günlük çalışma yeteneği olan tek bir devrimci örgütte birleşmesi asla düşünülemez.

Devrimin gelişmesinin içinde bulunduğumuz bu ilk aşamasının görevlerinin yerine getirilebilmesi için; Kürt ve Türk ve azınlık milliyetinden işçilerin birleştirilip örgütlenebilmesi ve mücadeleye kazanılması önem taşımaktadır: Bu noktadan bakıldığında ulusal sorunun özünde, ezen ulus işçilerinin sorunu olduğunun bilinci ile istikrarlı, içtenlikli ve girişken tutum ve politikalar, tayin edici etkenlerdir.

 Kürt sorunu söz  konusu olduğunda da; dikkatlerin çevrileceği alanın, ne yazık ki bugün için Kürdistan’da süren devletin baskı ve zulmüdür. Sorunun bu biçimiyle konulması; belirtilen özellikte bir çizgi ve tutumun varlığı ile yetinmek yanlış ve yetersiz olmaktadır. İşçi ve emekçilerin Kürdistan'da ve batıda sürmekte ve gelişmekte olan gündelik mücadelesi alanının genişletilip ilerletilmesi zorunludur. Sınıf mücadelesi alanı, sadece saldırıların püskürtülmesi açısından değil; partimiz ve örgütünün Türkiye'de ve Kürdistan'da, Türk, Kürt ve ulusal azınlık­lardan işçilerin partisi ve birleşik devrimci örgütü olarak "yeniden kuruluşu" açısından da temel bir alan ve temel bir koşuldur. Şu açık: partimizin çizgi ve tutumunun, asla dar gündelikçiliğe düşmeyen; buna karşılık, işçilerin gündelik taleplerini göz ardı etmeyen ve bunları sınıf mücadelesine tabi kılarak mücadelenin ileri götürülmesi hedefine bağlanan bir çizgi ve tutum olarak şekillenmesi zorunludur. Aksi durumda sadece günlük mücadeleleri mücadelenin merkezine koymak  her durumda işçilerin gündelik sınıf mücadelesine dayanan ve bu mücadelenin ileri götürülmesi hedefine bağlanan bir çizgi ve tutum olarak mücadeleyi şekillendirmek için takınılan bir tutum ve çizgi katıksız oportünizm olarak adlandırılmayı hak eder.

Partimizin Türk ve Kürt ve azınlıklardan oluşan işçi sınıfının ortak örgütü ve partisi olarak yeniden şekillenmesi zorunludur. Türkiye coğrafyasında bulunan ulus ve azınlıklardan oluşan işçi sınıfının partisi olacak, onları örgütleme ve yönetme yeteneği kazanacaksa, partinin "yeniden inşası"nın, bu planın anlayış ve hedefleri­ne uygun düşmesi zorunludur. Partimizin ülkede ezen ve ezilen ulus ilişkisi içinde yaşayan iki ulustan ve azınlıkların işçi sınıfının partisi olarak örgütlenmesi ile ilgili özgünlüğü ve görevleri anlama ve gereklerini yerine getirme görevi ile karşı karşıyayız.

Kürdistan'la ilgili çizginin yenilenmesi ihtiyacı

Kapitalizmin kendi içinde gerçekleştirdiği dönüşümler ve sınıf mücadelesine karşı saldırıları, gelinen yerde sınıfsal, kültürel, de­mokratik mücadeleler tarihi açısından pek çok şeyin de üstünü örtmüş veya bozulmasını sağlamıştır. Uluslararası bu gelişimler Türkiye’de Marksizm-Leninizm’in ulusal sorunla ilgili anlayışı, Türkiye'de gitgide sınıf mücadelesi ekseninden koparılmış, bir "Kürt Hareketi kuyrukçuluğuna" düşürülmüştür. Bugün için yeniden yapılanma ve ortak mücadele ve sınıfın ortak paydasından hareket etmenin zorunluluğunun kavratılması için ekonomik ve toplumsal çözülme ve sınıfsal değişim; Kürdistan’ın ekonomik evrim tarihinin ve güncel ekonomik, toplumsal, kültürel, siyasal ve örgütsel sorunların yeniden ele alınışını zorunlu hale getirmiştir.

Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının tanınması yönündeki uzun vadeli çalışma ile ulusal baskı biçimlerine karşı mücadeledeki taktik ve reform talep eden gündelik girişimlerin, sınıf mücadelesinin günlük talep ve genel mücadelesi ile birleştirilmesi genelde yapılamayan ve birbirlerinin yerine ikame edilen çalışmalardır. Ulusal sorununda demokrasi mücadelesi içinde gündelik mücadele konusu yapılması gerekli ve zorunludur. Ama bu zorunluluk diğer yandan gelişen işçi sınıf mücadelesine karşı kayıtsızlığı veya atlamayı da beraberinde getirmemelidir. Özelleştirmeler karşı mücadele aynı zamanda ulusal taleplerin içerildiği demokrasi mücadelesi ile birleştirilmelidir.

Bu nedenlerledir ki, geçmişe ilişkin zaaf ve eksiklikleri tespit ederek; örgütü geçmiş zaaflardan arındırıp sınıf mücadelesi perspektifini unutmadan, doğru çizgi ile çalışmayı ileri bir noktadan yenileyecek bir eğitimi başlatmak zorundadır. Eğitim; parti birikiminin yetenek ve olgunlukla kullanılması; örgütün çalışmasının değerlendirilmesi, görevlerinin planlanması; mücadelenin sınıf temeline oturmasının zorunluluğudur.

Genel olarak Kürt sorunu özetlendiğinde;

1-   Bütün olarak Kürt ulusunun karşısındaki temel sorunlar, ulusal-devlet kurma hakkına sahip olmak ve demokratik devrimi gerçekleştirmektir. Bu iki görev, sistemin bütününde devrimci niteliğini yitirmiş ve toplumsal devrimi gerçekleştiremeyecek bir burjuvazinin bulunduğu bu tarihsel koşullar içinde işçi sınıfı tarafından yerine getirilmek durumundadır. Birbirinden ayrılmaz bu iki görevin yerine getirilmesi tümüyle proletaryanın ve Kürt ulusunun ve diğer azınlıkların çıkarınadır. Ancak bu görevlerin birbirinden ayrılması, bölgede süren mücadelenin küçük-burjuva milliyetçilerinin egemenliğine terk edilmesi ve Kürt işçi sınıfının nihai mücadelesine ihanettir. Kürt milli burjuvazisinin önderliğinde kurulacak bir devlet başka bir anlama gelmeyecektir. Bu ise Kürt emekçi halkının ve proletaryasının (bir bütün olarak bölge uluslarının proletaryasının) çıkarlarına ters düşecektir.

2-   Ulusal sorunu karşısında proletaryanın ve partisinin görevi, işçi sınıfının iktidarının programını ve Kürdistan tanımının ortaya koyduğu gerçekleri açıklamak, Kürt halkına bu görevlerin ayrılmazlığını göstermek, bilinçlendirmek ve bu görevlerin yerine getirilmesi için de örgütlemesi olacaktır. Ancak bu sayededir ki, proletarya, Kürt ulusal hareketinin öncüsü olabilir.

3-   Her bir parçasının kendi özgül koşulları olmakla birlikte, bir bütün olarak Kürt ulusunun ulusal baskılardan kurtulması ve kendi kaderini tayin hakkına sahip olması, bulundukları topraklar üzerinde tam olarak egemen olması demektir. Böyle bir egemenliğin sağlanması ancak,  egemen olan güçlerin egemenliklerini yitirmeleriyle mümkündür. Bu nedenle mevcut egemenliğin dayanakları belirlenmek zorundadır. Bu aynı zamanda, Kürt ulusunun üzerindeki baskıların ve kendi kaderlerini belirleme haklarının gasp edilmesinin nedenlerinin belirlenmesi demektir. Türkiye devrimcileri kürdistan adına dört parçaya bölünmüş ulusun bütünleşmesi diye bir propaganda sürdürmez. Her ülkenin komünistlerinin görevi kendi ülkesindeki ezen ulus burjuvazisine karşı savaşmak ve ülkedeki ezilen ulusun kaderini tayin hakkını savunmaktır.

4-   Türkiyeli komünistler diğer ülkelerdeki Kürt halkının özgür iradeleri ile kaderlerini tayin hakkını savunur ve propaganda eder. Fakat kaderini tayin hakkı o ülke ezilen ulusu tarafından belirlenir.

Kürt ulusal Hareketinin kısa bir değerlendirilmesi

Türkiye’de ulusal mücadele içindeki  PKK silahlı bir güç olarak yalnız burjuvalarla değil feodallerle de ittifak yapmış ve bunu silahlı bir güç olmasıyla başarmıştır. Kürt ulusal hareketinin önderi Apo'da Mustafa Kemal’in izlediği yolu izleyerek “Apekürt” olma yolunda ilerlemek istemektedir. Bugünkü durumda, PKK ve Kürt milliyetçi çevrelerinin ulusal sorunu egemen sermaye ve büyük ülkelerin tekeline bırakma (ki ‘demokratik cumhuriyet’) yolunda ilerlemesi; diğer yandan özerkliğin sadece kültürel öğelerin serbestîsinin sağlanmasına indirgenmesi ulusal mücadele anlamında ciddi gerilemenin ifadesidir. Bu gerilemenin, gösterdiği bir şey, Kürt halkı adına konuşan Kürt sermaye çevrelerinin, ulusal özgürlüğü temsil etmekteki yeteneksizliğidir. Bu yeteneksizlik aynı zamanda burjuvazinin devrimci barutunun tükendiğinin bir başka ispatıdır. Kürt sorunu, Kürt halkı kaderini özgürce belirlemediği ve tarihi akışa özgür bir ulus olarak katılmadığı sürece, hiçbir "yenilgi" veya herhangi başka bir şey onu temel bir sorun olmaktan çıkaramaz.

Kürt ulusal mücadelesinin sosyal devrimden kopartılıp salt ulusal kimlik ve kültürel hakların tanınması noktasına düşürülmesi uluslar arasındaki bağı milliyetçiliğin körüklenmesi ile koparmaktadır. Türk ve Kürt işçileri bu ulusal kimliğin ön plana çıkarılması ile aralarındaki bağ kopartılıyor. İşçi-emekçi kitlelerini yakınlaştıracak olan, sosyal-sınıfsal kimliktir.

Ulusal kimlikle ulusa seslenmek Kürt burjuvazisi için herhangi bir sorun oluşturmamaktadır. Sosyal kurtuluş ve devrim bakış açısına sahip olmadığınız sürece emperyalist sisteme ve dolayısıyla Türk ve Kürt burjuvazisinin kurulu düzene tehdit olmanız söz konusu değildir. Anti-emperyalizm aynı zamanda kapitalizme yönelen bir sınıfsal tutum ve taleptir. Bu talepten vazgeçmek emperyalizmle ve kapitalizmle uzlaşmak demektir. Bu anlamda Kürt ulusu adına Kürt burjuvazisinin emperyalistleri hakem tutmasının abes bir yanı yoktur.

Kürt ulusu cumhuriyetin kendisini kurumsallaştırdığı dönem itibarıyla, devrimcileri ve komünistleri varlığı reddedilmiş bir ulus gerçeği ile yüz yüze getirmiştir. Kürt halkının bu inkara, ulusal kimliğinin reddine ve yok edilmesine karşı başından beri bir direnişi vardır. Bu direnişler o dönemin tarihsel-toplumsal koşullarında yenilgilerle sonuçlanmıştır. O günkü hareketin burjuva-feodal bir ideolojik-politik önderliği tarafından yürütülmüştür. Bu savaşlar yenildi, Kürt halkının ulusal özlemleri bastırıldı.

Kürt hareketi olarak ‘60’lı yıllarda yeniden boy veren ve ‘70’li yıllarda daha belirgin bir şekilde ortaya çıkan gelişme Kürt halkının kendi ulusal taleplerini ilk formüle ettiği dönemin tam da sol dalganın büyüdüğü TİP ve MDD dönemidir. Doğu Mitingleri, TİP mitingleri olarak gerçekleştirildi. Doğu mitinglerinde esas vurgu ulusal özlemlerden çok sosyal ve siyasal alan üzerinedir, ulusal yön sosyal-sınıfsal yönün bir uzantısı şeklinde kendisini ifade eder. 1978 dönemi ve sonrasında ortaya çıkan Kürt ulusal akımları, sosyalizm iddiası taşımışlardır. PKK ilk çıkışında güçlü bir sosyalist iddiaya sahipti.

‘70’li yıllarda Türkiye’de güçlü bir devrimci sosyal mücadele yaşanmıştır. Bu dönemin etkisi ile Kürt hareketi de güçlenip geliştirmiştir. Türkiye’deki sosyal-siyasal mücadelenin büyümesi, Kürt hareketinin gelişmesini sağlamıştır. ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda Türkiye’deki yükseliş Kürdistan’daki yükselişi de beslemiş, güçlendirmiştir. ‘90’larda ise, bunun tam tersi bir gelişme yaşandı. Günümüzde ulusal sorun artık burjuva- feodallerin denetiminden çıkarak onlarla uzlaşan küçük burjuvazinin eline geçmiştir.

Türkiye’deki Kürt ulusal topluluğu içinde feodalizm, işbirliği yaptığı burjuvazi ile kol kola yürürken ekonomik zor olarak kapitalizmin baskısı altında çözülürken. Kürt burjuvazisi, baştan Türk burjuvazisi ile bütünleşmiş olarak geliştiğinden feodalizmle politik olarak bütünleşmiş durumdadır. Sonuçta ortaya çıkan durum feodal ilişkilerle kapitalizmin politik gerici ittifakı söz konusudur. Bu ister istemez feodalizmi bir ilişki biçimi olarak kendisini toprakta daha da koruyacağa benzer. Bu açıdan Kürt burjuvazisi ulusal bir niteliğe sahip olamamıştır. Ancak Kürt burjuvazisinin çıkışı ve emperyalizmle bütünleşmesi, tümüyle Türk devleti içinde ve onun aracılığıyla olmuştur."Ulusçuluk Lenin'in işaret ettiği gibi temel savunucusu olan burjuvazi açısından ussaldır."[62] . Kürt burjuvazisi de bu rasyonaliteye sahip çıkmıştır.

Feodal-aşiret ilişkileri içinde bulunan Kürt köylülerinin toprak sorunun bağımsız bir devlet içinde çözümlenmesinin, ancak feodal ilişkilerin tamamen tasfiyesi ile mümkündür.  Bu gerçek, ulusal hareketin “anti-feodal” biçim almasını zorunlu kılar. Mülksüzleştirilmiş köylülerin (çoğunluk ulus), azınlık ulusunun köylülerinin toprak istemlerini desteklemesi olanaklıdır ve bu onların köylü kitlesi olarak ortak tavırlarını açığa çıkartır. Ancak aynı olgu ters yönde etkide bulunur. Bu ters yöndeki etki, azınlık ulusunun “bağımsız devlet” istemi ile mevcut devlet sınırları içindeki bazı toprakların “kaybedilmesi” endişesi şovenistler için önemli bir propaganda olanağı yaratır. Ve böyle bir istemle yola çıkan ulusal hareketin ezilmesi ve de ulusal-topluluğun soy-kırımı noktasına kadar uzanan bir yenilgisiyle, mülksüzleştirilmiş köylüler için yeni topraklar sağlayacağı düşüncesinin yaygınlaşması olasıdır.

Lenin’in ulusal harekete karşı tutum söz konusu olduğunda, “Marx’ın bütün eleştirel notlarından çıkan sonuç açıktır: işçi sınıfı ulusal sorunu asla bir fetiş haline getirmemelidir, çünkü kapitalizmin gelişimi mutlaka tüm ulusları bağımsız yaşama uyandırmaz. Fakat ulusal kitle hareketleri bir kez ortaya çıktıktan sonra, onlara sırt çevirmek, onların içindeki ilerici yanı desteklemeyi reddetmek, gerçekte milliyetçi önyargılar önünde teslimiyettir; her şeyden önce ‘kendi’ ulusunun bir ‘örnek ulus’ (ya da ekliyorum, devlet kurmak için mutlak imtiyaza sahip bir ulus) olduğu önyargısının kabulüdür.[63]

Ulusal hareket karşısında komünist tutumun netleştirilmesinde öncelikle açıklığa kavuşulması gereken sorun, ulusların kendi kaderini tayin hakkından ne anlaşılması gerektiğidir. Çünkü Marksizm adına çıkan akımlar içinde, baştan bu yana ulusların kendi kaderini tayin hakkı tanınmış olmasına rağmen, bunun ne anlama geldiği konusunda tam bir kafa karışıklığı egemen olmuştur. Sorun, bu hakkın tanınması, ama bu hakkın somut kullanımı gündeme geldiğinde ise, pratikte bu hakkın reddedilerek sosyal-şoven bir konuma düşmektir. Bu İkinci Enternasyonal’den bu yana Marksizme bulaşmış ve proletarya hareketinin gelişmesinde temel engellerden biridir.

Marksistler için toplumsal gelişmenin ve toplumsal devrimlerin nihayeti sınıfsız toplumdur. Sınıflar ile birlikte ulusallık gibi kapitalizmin yarattığı tüm alt biçimler ve sorunlar da ortadan kalkacaktır. “Komünist devrim… Bizzat sınıflarla birlikte bütün sınıfların hâkimiyetini de ortadan kaldırır, çünkü artık toplum içinde bir sınıf değeri taşımayan sınıf tarafından sonuca ulaştırılır… Ve (komünist devrim) tek başına bütün sınıfların, ulusallıkların vb. şimdiki toplum içinde çözülmesinin ifadesidir.”[64] Zira ulusallık gibi sorunların da çözülmesi işinin işçi sınıfına kalması sorunun çözümünün de işçi sınıf önderliğindeki devrime kalmasını ifade eder. Emperyalizm ve proleter devrimler çağında her ülkenin proletaryası kaçınılmaz olarak kendi ülkesinin burjuvazisi ile hesaplaşacaktır. Bu hesaplaşma aynı zamanda emperyalizmin en zayıf halkasının kırılmasının bir sonucu olacağından aynı zamanda emperyalizmle bir hesaplaşmadır. Çok uluslu ülkelerde çeşitli uluslardan işçilerin ortak mücadelesi ile kazanılacak zafer aynı zamanda “yok edilmek üzere” ulusallıklarında önünü  açmaktadır. Zira devletlerin ortadan kaldırılması ulusların da ortadan kaldırılmasına işaret eder.

Marksistler işçi sınıfının uluslararası düzeyde emperyalizmle savaşmaları için uluslar arası düzeyde örgütlenmelerini gerekli görür ve bunun için çağrıda bulunur. Oysa emperyalist burjuvazi, (geçmişte ulusal burjuvaların da başvurdukları gibi )  ortaya çıkan bir işçi sınıfı hareketini bastırmak için, Paris Komünü ve Rus Devrimi örneklerinde olduğu gibi birleşecekleri bilinen bir gerçektir. Bunun için burjuvazi genellikle kendi ülkelerinin işçi sınıfını uluslararası alanda asker olarak kullanmak için düşman ulus-devletlere bölmüşlerdir. Ulusallık bu anlamda burjuvazi için ussaldır. “ bir kişinin diğeri tarafından sömürülmesinin sona erdiği oranda, bir ulusun diğeri tarafından sömürülmesi de sona erer. . Bir ulus içindeki sınıf savaşımının sona ermesiyle birlikte, ulusların birbirine düşmanca tavrı ortadan kalkar.”[65] İşçi sınıfı içinde bu anlamda ulus ve ulusallık anlamsız ve boş bir kavramdır.


Türkiye Solunun Tarihsel ve Politik Gerilimleri

Bu yazının amacı Türkiye Solunun ayrıntılı bir tarihçesini ile birlikte, Türkiye’de Marksizm; Devrimci hareketteki Tıkanma ve Yeniden ilerleme süreci”ni biraz daha irdeleme amacını güdecektir.

Devrimci Marksizmin Krizi

Tarihte, her şey gibi, kapitalizm ve burjuva ideolojisi de hareket ve değişim halindedir. Burjuvazi kendi varlığının temeli kapitalizmi yaşatmak için her dönemde farklı düşünceler, eğilimler ortaya çıkarır. Marksizm, kapitalizmin ve burjuvazinin geliştirdiği düşüncelerin, kavramların içeriğini çözmek onların eleştirisini yapmak, alternatif düşünce ve kavramları üreterek bunları işçi sınıfı ve emekçiler açıklamak zorundadır. Marksizmin gelişimi yakalayarak sınıf mücadelesini yükseltmesi buna bağlıdır. Ancak son yıllar da bu konuda çok önemli eksiklikler yaşandığı görülüyor.

Kapitalizm dünyada hâkimiyetini sağlarken kendinden önceki tüm üretim biçimlerini şu ya da bu biçimde çözerek veya şiddet yoluyla yok etmiş ve dünyayı tek bir ekonomik sitem altında toparlamıştır. Kapitalizmin sosyalizme karşı mücadelesi, sosyalizmin bir gerçeklik olarak Sovyetlerde vücut bulduğu günden bu yana daha da keskinleşmiştir. Sınıflar arası mücadeleyi manipüle etmek ve içselleştirmek, toplumsal devrimleri ve onları yaratacak her dinamiği yok etmek üzerinden kendisini yeniden üretmekte ve yenilemektedir.

Sınıflar arası çelişkileri içselleştirmek ve sistem içinde tutmak adına onlarca yönteme başvurulmaktadır. Burjuvazi, yeni geliştirilen kitle iletişim teknik ve teknolojilerini kullanarak bu teknolojilerin kitle üzerindeki etkilerini kendi lehine ne iyi biçimde kullanmaktadır. Özellikle 1980’ler sonrasında, sosyalistlerin, uygun mücadele ve örgüt biçimlerinin geliştirememeleri ve sınıf mücadelesinde yaşadıkları sorunlarında yardımıyla, burjuvazi, sol ideolojinin kitle ve toplum ile bütünleşebilmesi önemli oranda engellenmiştir. Kitle iletişim teknolojisindeki hızlı gelişim ve bu alanda yaşanan aşırı tekelleşme, sosyalist düşüncenin topluma ulaşmasını engellerken, yaygın bir depolitizasyonu da gerçekleştiriyor. Kapitalizmin güncel önermeleri, talepleri “tek alternatif” olarak sunulurken; bu kavramalara karşı yönelen sol eleştiriler, sınırlı sayıda insanı etkisi altına alabiliyordu.

Dünya genelinde sosyalizmin tarihinin en sıkıntılı günlerini yaşadığı, 150 yıldır dünya tarihinde ilk kez solun neredeyse bir alternatif olarak bile görülmediği bir dönemden geçiyoruz. Dünya genelinde devrimci Marksist’lerin bu konuma gelmesinin pek çok nedeni vardır. Bu nedenlerden bazıları, Sovyetlerin yıkılması ile sosyalizmin dünya genelinde yaşanan ve çoğunluğu başarısızlıkla sonuçlanan devrimci deneyimlerin yarattığı olumsuzluklar, bu olumsuzlukların sınıf mücadelesinde yarattığı tahribatlar. Marksist düşüncenin yeniden üretiminde karşılaşılan sorunlar gibi, daha birçok şey sayılabilir. Bir kısmı, kapitalist gelişimin bugünkü düzeyinin neden olduğu, çoğunluğu konjonktürel nitelikteki kimi gelişmeler, devrimci çözümlerin üretilemeyişinin kapitalizme kazandırdığı görece üstünlüklerden kaynaklanıyor.

Dünyadaki sosyalizm deneyimlerin büyük bir kısmının başarısızlıkla sonuçlanması sosyalizme güveni büyük oranda sarsmıştır. Burjuvazinin alt edilmesi ile yıkılacak kapitalist toplum sonrasında ele geçirilen iktidar sorunu sosyalistler tarafından, çok ayrıntılı bir biçimde tartışıldığı halde; bu ülkelerde sosyalizmin kuruluş sürecinde yaşananlar, karşılaşılan sorunlar bir bütün olarak irdelenmemiş çok fazla incelemeye tabi tutulamamıştır.

Komüntern’in dağılmasından sonra, Marksizmin uluslararası düzeyde tartışılabileceği bir platformu olmamıştır. Marksizm giderek okullu ekoller arasında çok parçalı ve merkezli hale geldi. 1960’lar itibarıyla dünyada yaygınlaştırılmaya çalışılan Euro-Komünizmle sosyal devlet kavramının uygulamaya sokulması Avrupa’da sosyalizmim itibarının düşürülmeye çalışılmasının etkileri kendisini göstermiştir. Emperyalist-kapitalist sistemin, dünya ekonomisinin uluslararası tekellerin istemi doğrultusunda standart hale getirilmeleri çalışmaları yanında, sermayenin gerekliliklerine uygun olarak dünyayı, politik, askeri olarak “tek merkezden” yönetilir hale getirmeye çalışmaktadır.

Emperyalist-kapitalist sistem her türlü talep ve tercihlerini; sanki bilimsel ve teknolojik gelişmelerin zorunlu bir sonucuymuş gibi dünyaya anlatıyor. Marksist düşüncenin etkisizleştirdiği pek çok şey, yeni kavramlarla, başka biçimlerde tekrar gündeme getiriliyor. Bu ideolojik kavramlar kamuoyu oluşturma araçları ile kitlelere pompalanıyor.  Emperyalist-kapitalist sistemin yeni gibi gösterilen yapılanmalarının, Marksist eleştirisi zamanında ve yeterince yapılamadığından, devrimci Marksistlerin krizi derinleşerek sürmektedir. Bugün eldeki olanaklarla karşı-devrimin sosyalist devrimlere karşı dünya genelinde sürdürdüğü sistemli saldırılara karşı çıkabilmenin zorluğunun bilincinde olarak yeterli araçları yaratmakla yüz yüze kalmış durumdayız.

Sınıf mücadelesi içinde burjuvazi istemese de sınıfı eğitir ve sınıf nasıl davranması gerektiğini onun aldığı biçimden öğrenir mücadele içinde bu karşılıklı bir ilişkidir. Sermayenin uluslararası niteliği, devrimci Marksistlerin önüne enternasyonalizmin yeniden kurulmasını bir görev olarak dikmektedir. Enternasyonalizm sorunu mutlaka uluslararası düzeyde Marksistler tarafından çözülmelidir. Marksizmin en temel kavramlarının bile tartışmaya açıldığı, geçmiş bütün sosyal devrim deneyimlerin bütün yönleri ile değerlendirilerek, bugüne ve geleceğe taşınacak ya da yadsınacak öğelerinin belirlenmesi gerekliliktir. Bir bilim olarak Marksizmin sürekli kendini yeniden üretmesi gerektiği düşünülürse, bu doğrultuda bir çaba zorunludur. Bu görevin kaçınılmazlığı tek tek ülkelerde sosyalist devrimleri gerçekleştirmenin önünde engel değildir. Bir ülkede gelişen devrim ve emperyalist zincirin kırılması devrimci marksizmin krizinin aşılmasını da sağlayabilir.

Bir tek ülkede, ileri düzeyde örgütlenmiş, çok nitelikli kadrolara sahip bir devrimci yapı da Marksizmin uluslararası düzeyde emperyalist-kapitalist sistemin politikalarının alternatiflerini üretebilir. Bir tek ülkede bile proletaryanın zaferi, dünya genelinde emperyalist-kapitalist sistemin politikalarının alt üst olmasına yetebilir. Emperyalizmin baskı çemberi içinde bir ülkenin devrimcilerinin böyle bir görevin altından tek başlarına kalkması oldukça zordur ama olanaksız değildir. Bir tek ülkede sosyalizmin olanaklılığını tartışmak ve bu sorunları gündeme almak mümkündür ancak dikkat edilmesi gereken şey, sosyalizmin inşasının maddi koşulları ile devrimin yapılmasının maddi koşulları aynı şeyler değildir.

Geçmişle hesaplaşmak

Geçmiş sol hareketin değerlendirilmesi, Türkiye Marksistleri için hem kendi geçmişi ile hesaplaşması, hem de tarihinden alacağı derslerle kendisini yeniden gözden geçirilmesi anlamında önemli bir adımı oluşturur. Marksizm-Leninizm’i örgütümüze ve kadrolarımızın yaşamında tümüyle egemen kılabilmek, komünist partinin kurulu­şunun yolunu açabilmek, birçok devrimci ve komünisti samimi bir biçimde bu sorun etra­fında toplayabilmek üzere her şeyi titiz bir şekilde incele­mek, Marksizm-Leninizm’in süzgecinden geçirmek ve yerli yerine oturtmak gereklidir. Bu soruna, bu verili gerçeğe uygun, sorumlu bir tavırla yaklaşmaya çalışacağız.

Geçmiş sol hareketin değerlendirilmesinin önemi, Komünist Partinin üzerinde yükseleceği temeli, dolayısıyla Türkiye’de 12 Eylül sonrasının hala kırılamayan depolitizasyon etkiyi kırmak, devrimcilerin ideolojik, siyasi, örgüt­sel birliğinin önünü açacak temeli belirleyen unsurlardan bi­ri olmasından İleri geliyordu.

Sınıf mücadelesi tarih içinde defalarca alt-üst oluşlarla ilerler. Bu ilerleme içerisinde ki örgütler ya bu gelişmelere göre kendilerini yeniler ve geliştirirler ya da yok olmaya mahkûm olurlar. Sınıf mücadelesi içinde kök salan örgütlenmeler bu alt-üst oluşlarda geçirdikleri onlarca fırtına ve darbelere rağmen yüzeyde olmazsa da derinlerdeki kökleri sayesinde yeniden yeşerip ayağa kalkmanın yolunu mutlaka bulurlar. TDKP de bağrındaki tüm gerilik zaaf ve eksikli bir Marksizm anlayışına rağmen sınıf mücadelesine ve Marksizme olan bağlılığıyla etrafını saran karanlığı yırtıp ayağa dikilmenin yolunu bulmuştur.

1977’lerde başlayan sol hareketi ve kendini eleştirme süreci bugun daha sert ve acımasız bir biçimde sürmektedir. Günahlarının hesabını vermeden sınıfla kucaklaşmanın ve onu bağrında toparlayabilmenin mümkün olmadığı bilinciyle yeniden kendimizi ve marksizme karşı yönelen hareketleri acımasızca eleştiriye tutmaya devam edeceğiz.

Örgütümüz bu sorunda geçmişte anlayabildiği ölçüde kaba Marksist-Leninist, kararlı bir tutum İzledi. Amaç; tüm kabalığına ve bazı sığlıklarına rağmen ne inkârcılığa saptı, ne de geçmişi değerlendirişte oportünizme, aldatmacılığa, gözü kapalılığa, düz mantıkla geçmişin komünist olduğunun iddia edilmesine İzin verdi.

Bugün gelinen yerde de, ’71 devrimci kopuşun yenilgisinden ’74 sürecini eksikli de olsa doğru bir biçimde değerlendirilmelidir. Önümüzdeki görevlerden birisi de bu güne kadar, geçmiş sol hareketin esasını, programda, siyasette, örgütsel çizgide Marksizm’in belli okullara bağlı olarak kavranışının ve bu kavranıştan kopamamanın getirdiği “doktriner Marksizmciliğin, sağ oportünist yapısını, yeni dönemde post - marksizmle belirginleşen revizyonizmin, sınıf işbirliği çizgisini ortaya koymaya çalışacağız. Komünist partisinin programının, siyasi ve örgütsel çizgisinin üzerindeki Marksizm dışı biçimlerine, uzantılarına ve yansımalarına dün olduğu gibi bugünde kararlı bir mücadele içinde olmakla yükümlüyüz. Bu sonuşmaz problemle, sınıfsız topluma kadar her zaman savaşı diri tutacaktır işçi sınıfını bu uğurda mücadele için uyanık tutmaya çalışacaktır.

Bu kararlılık, Marksizm-Leninizm temeli üzerinde oluşturulması gerekliliği, gerçek Marksist-Leni­nist Partinin kuruluşu için, devrimci hareketin ayırt edici niteliklerini ortaya koyarak, geçmişin tortularını temizleyecek bir hesaplaşmayı başarmaktır.

Bir olgu ya da olayın anlaşılması için, aldığı son biçimi koşullandıran belli başlı faktörleri ortaya koymak ve onların kökenine inmek gerekir. Bu da, tarihsel gelişimi yakalamak; içsel gelişmenin seyrini ve bu gelişim seyrini koşullandıran faktörleri bilince çıkarmak demektir.

Devrimci-komünist hareketin bir özelliği, komünist hareketin tarihsel bir hareket olduğunun bilince çıkartılmasıdır. Tarihsel anlamda, bir geleneği ve işçi hareketinin en ileri düzeyinin birikimini temsil etmesidir. Geleneği konusunda bir fikre sahip olmayan bir komünist hareket olamayacağı gibi, kendini yalnızca gelenekle var eden, gelecek perspektifi olmayan bir komünist hareket de düşünülemez. Belli bir zaman dilimi içinde ortaya çıkan komünist hareket, kendinden önceki birikime dayanarak, onu hareket noktası alarak ortaya çıkar; ama öte yandan da, geçmişin olumsuz deneyimlerini, sınıflar savaşının ortaya çıkardığı yeni özellikleri diyalektik materyalist yöntemle süzgeçten geçirerek gelecek perspektifini ortaya koyarak, proletarya hareketine yol gösterir.

Türkiye sol hareketinin tarihinde, 1960-71 çok önemli bir dönemi oluşturmaktadır. Bu dönem, Türkiye’de sosyalist hareketin yığınlara açıldığı, aydınları, gençliği, öncü işçileri kucaklayarak ilk kez kitleselleşmeye başladığı bir dönemdir.  1960’larda başlayan ve 12 Eylül süreci ile başlayan ve 90’lara kadar uzanan gerileme dönemde, Türkiye’de ortaya çıkan onlarca sol politik örgütlenmenin ideolojik ve teorik temelleri esas olarak 1961-71 döneminde atılmıştır. 1960’larda ortaya çıkan devrimci sosyalist hareketler kendi ülkelerinin özgüllüğünü ön plana çıkararak, Marksizm’e dayatırken. Marksizm, Türkiye’de 60’lı yıllarda, kısmi bir kültürel edinim ardından, politik-örgütsel yanıyla 1970’li yıllarında kendisini ortaya koydu.

1960’lar, sol hareketin, ikinci kez doğduğu ve günümüze kadar yansıyan etkilerini oluşturan yıllardır. Marksizmin Türk Solu içinde, bu dönemin ortalarına doğru, etkin olmaya başladığına tanık oluruz. Bu dönemi içerden incelediğimizde, 1920’lerden 1960’lara kadar Türkiye’de sol hareketin tarihi solun tek örgütlü politik temsilcisi TKP’nin tarihidir. Türkiye sol hareketine Marksizm bu yıllarda çarpıtılmış ve bozulmuş bir “Marksizm” olarak TKP aracılığıyla girdi. 1960’lara kadar Türkiye sosyalist hareketinin ideolojik-teorik zeminini belirleyen bu “Marksizm” sosyalizme yönelen kadroları kendi içinde ayrıştırmaya zorluyordu. Zira olan “reel sosyalizm”i sorgulayan ya da ondan kuşku duyan herkes, “sosyalizm düşmanı” ilan edilebiliyordu. Marksizmin yerine, eleştiriye tahammülü olmayan dogmatik durağan bir “TKP Marksizm” geçirilmiş oldu. “Ne yazık ki Türkiye devrimci hareketi, Türkiye’nin devrimcisi dogmatiktir. Türkiye devrimci hareketinin yaptığı dogmalar, Marksizmin-Leninizm’in değil, halkçı ideolojinin dogmalarıdır.”[66] Fırat’ın tespiti burada tam yerine otururken, bu tespitin eksikliği sadece Türkiye de değil dünyada da devrimci hareketlerin aynı sıkıntıyı yaşadıklarını gözden kaçırmasıdır. Dünyadaki gelişmelerden yoğun etkilenmelerin beraberinde getirdiği halkçılık dogmatiklik uzun yıllar şu ya da bu biçimde Türkiye devrimci hareketinde kendisini her daim gösterecekti.

Ayrışmaların yaşandığı ve onlarca sosyalist grup ya da parti, ayrı örgütlenme ortaya çıkmasının gerekçeleri “farklı ideolojik-teorik temellere sahip olmak” iddiasıdır. Belli ekollere bağlı siyasi yapılar arasında siyasal taktik, örgütlenme anlayışı veya çalışma tarzı bakımından kimi farklılıkların bulunduğu doğrudur ama bu farklılıklar, onların teorik ve ideolojik temeller bakımından da uzlaşmaz oldukları anlamına gelmiyordu kesinlikle. Aksine, soldaki siyasal oluşumların pek çoğu, örgütsel ayrılıklarına karşın, aynı ideolojik-teorik temelleri şu ya da bu ölçüde paylaşmaktaydılar ve bu günde hala sürmektedir.

Temelde örgütsel farklılıkların ideolojik ve teorik farklılıkların önüne geçirilmesinde temel neden; Türkiye solunun, geleneksel açıdan iktidara talip olmayı değil,“Marksist muhalif” olarak rüştünü ispat çabası, yürütülen halkçı politikaya bağlı olarak halkın 'baba' olarak gördüğü devlete kendisini muhatap olarak kanıtlama temelinde oluşan kişiliğidir. Bu kişiliğin örgüt ve mücadele anlayışına yansıtması bugüne ulaşan temel özelliği olagelmiştir.

Sol hareketin gelişiminde dayandığı toplumsal taban, uluslararası gelişmeler; gerek kapitalizmin gelişimi, gerekse sosyalizm cephesinin durumu göz önüne alındığında, Türkiye’de sol hareket ve Marksizmin de, her ülkede olduğu gibi, siyasal-sosyal ortamın verili varlığı ve Türkiye’de özel olarak belirleyiciliği altında şekillendiği görülür. Bu anlamda uluslararası plandaki gelişmeler, sol hareketin şekillenmesinde aktif bir rol oynamıştır. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası dünyada sermayenin kendisini yeniden organize etmesi, çevre ülkelerdeki kapitalist gelişme ve sınıfsal ayrışmalarla birlikte, sınıf mücadelesi de güçlendi.

Devrimcilerin Devraldığı Miras

TKP’nin siyasal programı, klasik “kapitalist olmayan yol”, “üçüncü yol” perspektifine bağlı olarak yürüttüğü faaliyet içinde belirginleşmektedir.* Bu ve sonrası süreci, R. N. İleri şöyle anlatıyor: “Bu durum, yani Atatürk döneminin anti-emperyalist ve devrimci niteliği, solu bir dereceye kadar açmazlara sokuyordu. Köklü toprak reformu, halkın yararına yöneltilmiş ve halkın denetiminde bir endüstrinin ve rejimin kurulması, ağır endüstriye ağırlık verilmesi, politik hürriyetlerin yani sınıfa parti ve sendikalar kurma hakkının tanınması, işçilerin mesleki haklarının sağlanması ve tek dereceli nispi seçim sisteminin kurulmasına yönelmiş 'Milli Demokratik Devrimin' tamamlanması amacını güden, sosyalizme açık bir mücadeleye girişen sol, bunu Kemalist Kamp’ın sol unsurlarıyla güç birliği içinde legal bir ortamda gerçekleştirmek istiyordu.”[67]

1925 sonrasında TKP, Kemalizm’le arasına sınır çekmeye yönelmesine rağmen, R.N. İleri’nin belirttiği gibi, “Kemalist Kamp’ın sol unsurlarına sosyalist devrim koşulları olgunlaşıncaya kadar”, dolayısıyla “anti-emperyalist, anti-feodal devrim tamamlanıncaya kadar” ve ancak “bu devrimleri tutarlı sürdürmesi” kaydıyla bir yol göstericilik üstleniyordu. Bu hareket içerisinde olanlar resmi ideoloji ile yakın durarak, yaptıkları çalışmalarla Kemalist devrimleri yorumlamak ve onlara teorik bir temel oluşturmak amacı gütmüşlerdir. Kadro Dergisi etrafında ortaya çıkan ve eski TKP’lilerden oluşan hareket, bu yönelimin, sınırlarına varan bir örneğidir.

TKP’nin birkaç on yıllık ‘tarihi’nin ardından, ‘60’lar solda yeni bir yönelime tanık oldu. TİP (Türkiye İşçi Partisi), bu koşullar içinde 13 Şubat 1961'de M. Ali Aybar başkanlığında bir grup sendikacı tarafından kuruldu. Siyasal sahnede solun temsilciliğini üstlenen TİP, “TKP geleneğinden, biraz da onun pratik anlamda eleştirisinden güç alarak, 'sol' hareket tarihinde ilk kez kitlesel bir güce ulaşıyordu”[68]. Azınlık seçkin bir grup olarak aydın kimliğinden sıyrılamayan ve kitlelerle bağ kurmak konusunda zafiyetler taşıyan TKP geleneği açısından bakıldığında, legal düzeyde sahnede yerini alan ve solu kitlelere taşıyan TİP, Türkiye sol tarihi açısından önemli bir mihenk taşını oluşturur.

TİP, seçim sisteminin de yardımıyla, Meclis'e 15 milletvekili taşıyacak bir güce erişmesine rağmen, programında “Kanun yolunda iktidara yürüyen siyasi teşkilat”[69] olarak somutlanan reformist, uzlaşmacı çizgisi, onu, kendisini tasfiye etmeye kadar götürmüştür.

“İşçiler arasında yapılan anketler, TİP’in yandaşlarının çoğunluğunun, (...) 30 yaşından aşağı, ilkokul veya daha üstü öğrenim görmüş, büyük kentlerde nitelikli işçi olarak çalışan bireylerden oluştuğunu göstermiştir.”[70] Oylarının niteliği göz önüne alındığında, TİP'in, halkın geniş yığınlarını kucaklayacak bir çizgi tutturamamış, daha çok kentlerde nitelikli işçiler arasında ve mezheplere dayalı kolaycı bir çalışma tarzı sürdürmüş olduğu anlaşılır. Bu durum, daha sonra ortaya çıkan devrimci solun kitle içerisindeki çalışma tarzına yansımıştır. 1970’lerde iktidar olmak hedefini güden TİP, kitle partisi olma yolunda köylücü bir çizgiye yönelmiş ve sosyalizm vurgusunu devreye sokmuştur. Bu politik tutum, Behice Boran’ın şu sözlerinde ifadesini bulmaktadır: “Demokratik yolu ve yığınları başa koymak gerekir, reformlar köklü değişikliklerden çıkarı olan sınıfların uyanması ve teşkilatlanması ile gerçekleşebilir.”[71]

“Sınıfsal ittifaklar yelpazesini süreç içinde derece derece oluşturup pekiştiren işçi sınıfı, böylesine geniş bir tabana dayanarak kendi partisi aracılığıyla iktidara gelecek ve kendisiyle birlikte tüm kol ve kafa emekçilerini, halk kitlelerini her türlü sömürüden, baskı ve şiddetten kurtararak, gene bir süreç içinde Türkiye’yi, dünyanın en ileri ülkeleri arasında yer alan tam bağımsız ve özgür toplum düzeyine çıkaracak olan sosyalizmi gerçekleştirecektir.”[72] Programındaki ilerici söylemlerine rağmen parlamentocu tutumundan vazgeçemeyen TİP’in, devrimci bir durumun olmadığı, sosyalistlerin ve işçi sınıfının, çıkarlarını parlamenter yoldan korumalarının dışında hiçbir seçeneklerinin olmadığı tutumunun ısrarlı savunusu kendi içinde karşıtını doğurmuştur. Gelişen muhalefet (Emek Grubu ve MDD’ciler), radikal çıkışları nedeniyle TİP yönetimi tarafından tasfiye edildi.

TİP’in ortaya çıkışı, Yön gibi yeni bir siyasal oluşumu da koşullandırmıştı. "Başını Doğan Avcıoğlu’nun çektiği Yön Dergisi ve bu dergi çevresinde oluşan Yön Hareketi bir anlamda Kadro’nun devamı gibidir.”[73]

Kapitalist gelişme doğrultusunda oluşan, sosyal ve sınıfsal ilişkilerin aydınlar üzerinde yansıttığı “etkilerin” bir ürünü olarak şekillenen Yön, ideolojik temelini Kemalizm’den alıyordu. 1961 yılında yayımlanmaya başlayan dergi, Kemalizm’in temel bakış açısına uygun olarak “çağdaş uygarlık”, “batılılaşma”, “devletçilik”, “sosyal adalet” gibi hedeflerle topluma yön verilmesi gerektiği düşüncesi taşıyordu. Bu noktadan bakıldığında ideolojik ve siyasal bakış açısından en güçlü ve hazırlıklı olan hareketin Yön olduğu görülecektir.

“Yön–Devrim çizgisi, 27 Mayıs darbesi ile birlikte açılan yeni siyasal ve entelektüel ortamın en karakteristik özelliklerini yansıtmakla kalmamış, aynı zamanda o dönemde dünyaya egemen olan başlıca reformcu düşünce ve siyaset akımlarının bir karmaşasını da temsil ederek Türkiye sol hareketinin başlıca eğilimleri üzerinde etkili olmuş ve günümüze kadar süregelen sonuçlar doğurmuştur.”[74]

Her ne kadar sol bir grup olduğu iddiasıyla hareket ediyor ve diğer gruplarca sol olarak tanınıyorsa da Yön Hareketi, ancak bir ‘sol’ Kemalist bir hareket olmanın ötesine geçmemiştir. “Yöncüler, kendi programlarını, 'sosyal adalet içinde hızlı kalkınma' olarak özetliyorlar ve bu soyutlama 'Anayasanın benimsediği bir formül' olarak sunuluyordu. Devrim kavramının düzenin en temel belgesi açısından yozlaştırılmasını ifade eden bu tutum, dönemin Milli Demokratik Devrim teorisini kabul etmiş 'en radikal' silahlı hareketleri (THKO, TKP-ML ve THKP-C) tarafından da genel bir kabul görmüş durumdaydı.”[75]

1965’te şekillenmeye başlayan ve 1967’de yükselen MDD (Milli Demokratik Devrim) hareketi, bu dönemin, eski TKP mirası ile dolaysız bağları bulunan bir siyasi odağıdır. Önemli kadrolarının hemen hemen tümü eski TKP’li olan MDD, 1960-70 döneminde Yön ile aynılaşan politik bir tutum göstermiştir. Aralarındaki fark, MDD hareketinin Marksist argümanları kullanması, alt sınıflara yakın olması ve Yön’ün geleceğe hiçbir miras bırakmadan yok olmasıdır. Yön'den farklı olarak MDD hareketi, 71 devrimci hareketinin içinde şekillendiği ve etkilendiği bir odak olmuştur.

MDD hareketi 1967 yılında politik arenaya, TİP’le aralarındaki temel ayrımın programa ilişkin değil, mücadele anlayışına ilişkin olduğunu deklere ederek çıktı. Onların mücadele anlayışlarına ilişkin ortaya koydukları sınıf önderliği ve sınıf partisi görüşleri, halkçı - cepheci anlayışın basit bir kopyasıydı. Aydınlık Dergisinde, TİP’in sosyalist bir parti olması için yapması gerekenler sıralanırken; kendi parti anlayışları da dile getiriliyordu: “TİP sosyalizmin bilimini temel alan, emekçileri parti içinde örgütleyip sosyalist kadrolar oluşturmak ve bütün milli sınıfları milli kurtuluş saflarında toplamaya yönelen parti olmalıdır.”[76] Bu bakış açısı, MDD hareketinin TİP’ten çok Yön hareketi ile örtüşmesini beraberinde getiriyordu. MDD’nin Yön’den bu anlamdaki farkı, darbeci beklentileri Marksist söylemlerle ifade ediyor olmasıdır.

MDD hareketi, savunduğu “Milli Demokratik Devrim”e kimin önderlik edeceği sorusuna net bir yanıt verememiştir. Diğer yandan “Bağımsızlık olmadan sosyalizm olmaz” söylemiyle, küçük burjuva radikallerini demokratik devrimde reddedilemez bir güç olarak görmüş ve bu işi onlara, “bağımsızlığı savunmak işi esasen küçük burjuva radikallerine aittir” diyerek, havale etmiş, küçük burjuva radikallerinin ordu lehindeki propagandalarını ve darbe teşviklerini desteklemiştir. 

“Küçük burjuvazi, milli burjuvaziden ayrı olarak ele alınmalıdır. Komprador kapitalizmi ile sınıf çıkarı asla bağdaşmayan küçük burjuvazi bilinçlendiği ölçüde devrimden yanadır. Hem demokratik devrimden yana, hem sosyalist devrimden yana. (…) Küçük burjuva kökten gelme asker-sivil-bürokrat, aydın küçük burjuvazi içindedir. …Asker-sivil-aydın zümre gerek kök bakımından gerek genel durum bakımından içinde sayılması gerektiği Türk küçük burjuvazisinin en bilinçli kolunu, bu sınıf öncü müfrezesini teşkil etmektedir. Kesin olarak demokratik devrimden yanadır, sosyalist devrime karşı olması için sınıf açısından bir neden yoktur.”[77]

MDD’nin askerci eğilimi, M. Belli’nin görüşlerinde net olarak dile getirilmektedir: “Türkiye’de iki ana ilerici akım vardır. İki devrimci kol, güç birliği halinde Türkiye'nin gelecekteki tarihi kaderini tayin etmek durumundadırlar. Mustafa Kemal kolu ve sosyalist kol”[78]. “Öteki ülkelerin tarihinde sık sık görülen askerler tarafından bastırılan halkçı ilerici hareketler bizim tarihimizde yoktur. Ve bu gerçek bizim ilerici olarak Türk ordusuna karşı tutumumuzun batı anti-militaristlerin tutumunun tam karşısı olmasını gerektirir.”[79] MDD kuramcıları da, kendilerini Kemalizm’in izinde gören Kadro'dan, 27 Mayısçılardan ve Kemalizm ile ilişki kurmak isteyen Yöncülerden sonra, önceki geleneğe bir anlamda bağlılıklarını sergilerler. Küçük burjuva aydınlar zamanla radikal düşüncelere yönelirken, çıkardıkları Aydınlık Dergisi sayesinde de düşüncelerini yaygınlaştırmaya çalışırlar. Böylelikle MDD hareketinin genel olarak ilk vardığı kuramsal sonuç, “burjuva demokratik devrim” ile “milli demokratik devrim"in birbirinden farklı olduğudur. Çünkü sömürge ve bağımlı ülkelerde “burjuva demokratik devrim” gerçekleşemez. Bağımlı ülkelerdeki devrimin karakteri anti-emperyalist ve anti-feodal olmak durumundadır. Ülkede sınıflar ve aydınlar üzerine yapılan araştırmalarda, küçük burjuvazinin burjuvaziye bağlılığı, köy küçük burjuvazisinin tutuculuğu, yerli burjuvazinin geliştikçe asker-sivil-aydın-bürokrat kesimin onun etkisinde kaldığı, bu kadroların emperyalizm yanlısı ve ona karşı olanlar olarak ikiye ayrıldığı gibi sonuçlara varırlar. Milli burjuvazinin ise, varlığı ortaya konmakla birlikte, toplumsal ve ekonomik yaşamda önemli bir güç olmadığı kanısı hâkimdir. Sonuçta demokratik devrimi, küçük köylülerin ve küçük burjuvazinin en radikal gruplarının yardımı ile işçi sınıfının üzerine alabileceği görüşü hâkim olur.

MDD hareketi Türk sol tarihi içerisinde, kullandığı terminoloji ile sol sapma gibi görülebilse de, bir küçük burjuva sağ sapma olarak nitelendirilmelidir. “MDD hareketi, yayınları ve çalışmalarıyla gelecek dönemlerin kadrolarının klasik Marksist literatür alanında olduğu gibi yurt gerçeklerinin araştırılmasında da kuramsal eğitimini sağlayacak ve özellikle gençliğin devrimci harekete katılmasına ön ayak olacaktır.”[80]

TKP, TİP ve MDD hareketleri genel bir değerlendirmeye tabi tutulduğunda ortaya çıkan sonuç şudur: TKP, Şefik Hüsnü ile birlikte sınıf içinde faaliyet göstermeye özel bir önem göstermiştir, bu noktada Kemalizm’le yakınlaşmışsa da örgüt fikri güçlü tutulmuştur. TKP legal olanaklardan yoksun olunan bir dönemde illegal siyasal faaliyet yürütmüştür. TİP, kullandığı legal ortam aracılığıyla örgütlülüğünü sürdürmüş, dar da olsa kendi anlayışı çerçevesinde sınıf tabanlı bir faaliyet yürütmüştür. MDD ise legal çalışmaya, her türlü legal çalışma ortamını “icazetçi” sayarak yanaşmadığı gibi, illegal anlamda da bir faaliyet yürütmek için özel bir çaba harcamamış, 'hareket' sınırını aşamamıştır.

Türkiye’de sosyalizmin "özgünlüğü”nü vurgulama ve bunun öncüsü olma misyonunu taşıma iddiaları, aşağıdaki açıklamalarda görülebileceği gibi, bu oluşumların ortak yanıdır.

“Türkiye’ye özgü sosyalist rotayı çizmek ve Türk sosyalist hareketini yüzde yüz bağımsız yabancı etkilerden uzak, …bir hareket olarak raya oturtmak mücadelesini vermektir.”[81]

“Türkiye İşçi Partisinin sosyalizmi, ‘Türkiye Sosyalizmi’ ithal malı değildir. Bu, ne Batıdaki, ne Doğudaki örneklerine benzer. Çünkü Türkiye ne batıdır, ne Doğudur. Türkiye kendine özgü koşulları olan bir ülkedir.”[82]

“Türkiye sosyalizmi bilimsel toplumculuğun ışığında ama her türlü dogmacılıktan, taklitçilikten, tekerlemecilikten kaçınarak gaziler çağından ta İstiklal Savaşına kadar kendi milli tarihinden destek bulan Türkiye’nin…”[83]

“Türkiye emekçilerinin… Çıkarları gereği, Sovyetler Birliği’ne bu ülkeyi yöneten partiye karşı olumlu bir tutumu benimsemek… Başka şeydir, ‘Moskovacı’ olmak başka şey… Maocu, Kastrocu, Moskovacı yakıştırmalarına cevabımız şudur: Biz Türkiyeciyiz. Türkiye emekçilerinin davasının savunucusuyuz biz.”[84]

Bu dönemde farklılığı ile kendisini ortaya koymaya çalışan bir kişi vardır ve bu, eski bir TKP’li olan Hikmet Kıvılcımlı’dır. Sınıf ve parti kavrayışı açısından M. Belli’den daha ileri olan Kıvılcımlı, politik olarak çok özel bir yer işgal etmez gibi gösterilmeye çalışılır ve görmezlikten gelinir. “Kıvılcımlı’nın TKP içinde gerçekleştirdiği eleştiri ve öneriler, TKP’nin örgütsüzlüğünü, teorisizliğini ve eylemsizliğini açığa çıkarır”.[85] TKP merkez komitesine sunduğu Yol adını taşıyan çalışmaları için Kıvılcımlı şunları söyler: “1930 yılına dek Türkiye’de geçirdiğim ilk on yıllık Marksist-Leninist pratik ve teori savaşına dayanarak, 40 yıl önce ‘Yol’ adı altında bir seri yerli orijinal araştırmalar yapmıştım. Burada her biri ayrı kitaplar halinde, ideoloji, sosyal gelişim, Parti Tarihi, Strateji Planında burjuvazi, proletarya, köylü ve ulus ve taktik problemleri ayrıntı ve eleştirileriyle ele alınıyordu.”[86] O zamana kadar bu derinlikte ele alınıp işlenmemiş konular olması anlamında bu çalışmalar oldukça büyük önem taşımaktadır.* 1930’lu yıllarda özellikle Kemalizm ve ulusal sorun konusunda TKP’den ayrıksı, ileri bir konuma sahip olan Kıvılcımlı, “TKP bünyesinin ‘yabancı’ unsurlarındandı.”[87]

Tüm aykırılığına rağmen Kıvılcımlı, 1930’larda aldığı ileri tutumları terk ederek, 27 Mayıs darbesinin etkisi altında darbe umudu ve bekleyişi içerisine girdi. “Ordunun bizdeki ilerici rolü üzerine tezler”i ile Kemalizm’in etki alanında, diğer anlayışlarla aynı noktaya düştü.

1968’lerde, Asya ülkelerindeki toprak mücadeleleri, Latin Amerika’da anti-emperyalist hareketler, Vietnam halkının ABD’ye karşı yürüttüğü başarılı mücadele, Küba zaferi dünyayı güçlü bir anti-emperyalist dalga ile sarsarken, Türkiye solu yeniden oluşumunu bu ortam içerisinde gerçekleştirmiş ve bu gelişmenin bir parçası olmuştur. Özellikle Vietnam devrimi ve Latin Amerika’daki gerilla mücadeleleri Türkiye sol hareketi üzerinde güçlü etkiler bıraktı. MDD hareketinin bir kesiminin Maocu yorumları, diğer kesiminin SBKP’ nin “kapitalist olmayan kalkınma yolu”, “ileri demokrasi” v.b. tezlerini sahiplenmeleri, yine TİP’in, SBKP’ nin ”barışçıl geçiş”, “barış içinde bir arada yaşama” tezlerine sarılması karşısında sol hareketler reformizmle aralarında belirginleşen yol ayrımlarında kendilerine en yakın odağı yol gösterici olarak kabul edeceklerdi. Gençlik kesimleri de reformcu ve uzlaşmacı tavırlar karşısında kendilerine Guevera, Marieghella gibi Latin Amerika devrimciliğinden ve Çin devriminin etkisi ile Maoculuğun “devrimci yorumlarından” eylemlerine “meşru zemin” kazandıracak tarzda etkilenmişlerdir. Bu etkilerin temel yanı, bu dönem boyunca 60'lı yıllar sol hareketinin, Yön hareketinde kendisini ortaya koyan Kemalizm dışında, 'ilerici ve devrimci' bir geleneğin, kültür ve mirasının bulunmamasıdır.


TKP’ yi Ortaya Çıkaran Tarihsel Koşullar

Osmanlı İmparatorluğu, I. Emperyalist paylaşımın şiddetle sürdüğü alanların başında bulunuyordu, savaşla tam bir yenilgi ve parçalanma sürecine girmişti. Osmanlı, sürekli toprak yitirmesine rağmen, hala geniş topraklara hükmeden bir imparatorluktu. 1908’le iktidara gelen İttihat ve Terakki partisinin asıl olarak Türkçülüğü ama yanında birleştirici bağ olarak özellikle İslam’ı, kullanarak Osmanlı’nın içine girdiği çöküşü, iç Asya’ya açılarak durdurmak ve kaybettiği bir kısım toprakları ise kazanmak istiyordu. Bu plan, I. Emperyalist savaşta müttefiki Almanya ile yenilgiye uğrayınca İngiltere’nin başını çektiği, Fransa ve ABD’nin oluşturduğu blok, Osmanlı topraklarının da müttefik ülkeler tarafından paylaşılmasını beraberinde getirdi. Mondros Mütarekesi ile de, küçük bir toprak parçası dışında tüm topraklar emperyalistler tarafından işgal edildi.

Özellikle, Osmanlı’nın üzerine yükseldiği coğrafya olan Anadolu’nun emperyalist ülkelerce işgal edilmesi, Anadolu halklarının tepkisini doğurdu. Savaşın neden olduğu yıkım en çok onları etkiliyordu, genç Türk burjuvazisi ise, bu durumu değerlendirerek ulusal kimliğine, devletine kavuşmak istiyordu. Türk ulusal kimliğinin devletleşmesini sağlayan ulusal kurtuluş savaşı bu koşullarda gerçekleşti.

Türkiye burjuvazisinin uluslaşma özlemi, Osmanlının çöküşünü ile onun mirasını devralan bir hareketi temsil ediyordu. Bu durum, bir yandan uluslaşma sürecini tamamlama ve özellikle17 devriminin verdiği güçlü emperyalizme karşı mücadele yönünde nesnel zemin oluştururken, sınıfsal mücadeleye ilişkin durum, ulusu oluşturan tüm sınıflar arasındaki çizgilerin tam olarak belirginleşememesinin etkisi ile belirsizleşiyordu. Emperyalist işgale karşı mücadele de ezilen ve sömürülen sınıflar, eskiyi temsil eden toprak sahipleri, yeni gelişen burjuvazi karşısında tavır almaktan çok, ortak bir dava adı altında burjuvazinin peşine takılıyordu. Bu dönemde ortaya çıkan ve kendisini Bolşevik olarak tanımlayan hareketler burjuvazinin etkisinden kurulamamışlardır.

Emperyalist işgalle birlikte Anadolu’da, Trakya’da birçok yerel iktidarın kurulmasını sağlarken, Rusya’daki gelişmelerin de itkisiyle komünist hareketin canlanmasını da beraberinde getirmişti. Bir yandan, Ekim Devrimi, Rus topraklarında yaşayan savaş esirleri arasında komünist fikirleri yaygınlaştırırken, öte yandan da Anadolu ve İstanbul’da Bolşevizm’e yönelişi söz konusudur.

Güçlü bir Tarih Güçlü bir miras ve Bu mirası taşıyamayan TKP

1. Emperyalist savaş bir yandan genç Türk burjuvazisinin ulusal özlemlerini açığa çıkartırken diğer yandan Komünizmin bu topraklarda filiz sürmesini de sağlıyordu. TKP, Sovyet devriminin dağılan İmparatorluk üzerindeki siyasal gelişmelere müdahalesinin başka bir biçimidir. TKP programı Lenin’in sağlığında, Komünist Enternasyonal bünyesinde  kaleme alınmış olan RKP(B), Bulgaristan Komünist Partisi ve TKP olmak üzere üç programdan biridir.

TKP’nin ilk programı şunu söylüyordu:

“ .... bir taraftan emperyalistlere karşı yürütülen savaşın devamı, diğer taraftan özellikle toplumsal devrimin Avrupa'da yayılması sınıf bilincinin olgunlaşması ve gelişmesini önemli biçimde etkileyerek Türkiye'deki hareketlerin toplumsal bir mahiyet almasına yardım etmekte ve sosyalizmi temel alan işçi ve köylü şuralar cumhuriyetinin kurulmasına uygun şartları hazırlamaktadır. “[88]

Bu saptamanın Türkiye’de bir proleter devriminin “eli kulağında” olduğu anlamına gelmediği açıktır. Ama herhalde, aradan geçen 80 yıldan sonra hala Türkiye’nin bir milli demokratik devrim aşamasından geçmesi gerektiği ve Kemalizm’in toplumun gelişmesinde kaçınılması mümkün olmayan bir nesnel zorunluluk olduğu anlamına da gelmez. Ne var ki, TKP’nin ilk programında ifade bulan niteliği çok kısa ömürlü oldu. O program adeta, asıl sahipleri olan Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı ile birlikte Karadeniz’in derinliklerini boyladı ve bir siyasi program olarak gün ışığına hiç çıkmadı; hep bir tarihsel belge olarak kaldı.

Bugüne kadar ülkemizde proletaryaya yönelen ve Marksist anlamda onu kucaklamaya çalışan örgütlerin varlığı bir yana proletaryanın gerçek bir ko­münist partisi var olmadı. İlk hareket olma anlamında 83 yıl önce, 10 Eylül’de Kuruluş Kongresi’ni toplayan TKP’ nin, kuruluş dönemindeki ilkesel-taktiksel hattı ve örgütsel-politik varlığı, 15’lerin katledilmesiyle birlikte, ne geriye kalan kadrolarca, ne de ardılları tarafından süreklileştirilebildi.

Mustafa Suphi’nin başında olduğu TKP geleneğini “sahiplenenler", onu ortaya çıkaran uluslararası etkenler ve en önemlisi de, onun çıkışına bayrak ettiği program konusunda ya bilgi sahibi değildir; ya da bu programın içeriğini es geçmeyi yeğlemektedir. TKP, 1920’de kurulmuş, resmen 1980’lerin ortasına kadar varlığını sürdürmüş olsa da, bu partinin hem örgütsel planda, hem de ideolojik-programa ilişkin planda bir sürekliliği olmamıştır. Bu topraklarda her bir özne TKP çizgisi ile hesaplaşmak zorunda. Böyle bir zorunluluk nereden gelmektedir? Her şeyden önce, bu topraklarda kendini komünist olarak değerlendiren her parti ve grup, kendi geçmişi konusunda net bir bakışa sahip olmak durumunda olduğu için, TKP geleneği ile yüzleşmek, hesaplaşmak zorunda

1920'de Bakû’de M, Suphi yoldaş önderliğinde I. Kuruluş Kongresi'ni toplayan ve Komüntern’in bir kolu olarak kurulan TKP, bu yolda atılmış ilk ciddi adımdı. An­cak o günkü koşullarda bu da sadece bir adım olarak kaldı. TKP, 1921 yılı başların­da, Kemalist burjuvazinin azgın anti-komünist kampanya­sının saldırıları karşısında ayakta duramadı.

 

TKP’nin kurucusu ve önderi olan M. Suphi, Lenin'in Bolşevik Partisi'nin kararlı bir militanıydı.  O, aynı zamanda, Komüntern’in bir savaşçısı olarak; hayatını ko­münizm davasına adadığı andan başlayarak, ölünceye ka­dar, Komüntern’in sesini, komünizm fikirlerini, Marksizm-Leninizm’i ülkemize, ülkemiz İşçi sınıfına ulaştırabilmek, proletaryanın öncülerini bir örgüt çatısı altında birleştir­mek ve ülkemizde proletaryanın öncü komünist partisini kurmak ve inşa etmek içip mücadele etti. M. Suphi, pro­letaryanın ülkemizdeki kazançlarını koruyabilmesi, bunla­rı genişletip ilerletebilmesi ve devrimi kendi devrimine kanalize edebilmesi için, Kemalist burjuvazi karşısında kendi bağımsız siyasi partisinde, Komünist Partisinde örgütlen­mesi ve kendi bağımsız yoluna bütün halkı kazanması ge­rektiğinin tamamıyla farkındaydı. O, Türkiye İşçi sınıfının devrimde önderliği ele alması ve onu dış düşmanlara oldu­ğu kadar iç düşmanlara karşı da yöneltmesi gerektiğini vurguluyordu.

 

Büyük Lenin'in başında bulunduğu SBKP(B)'nin ön­derliğinde, Rusya'da proletaryanın kazandığı zafer, 1917 Ekim Sosyalist Devrimi; emperyalizme karşı mücadelenin ateşi içinde bulunan Türkiye İşçi sınıfına ve emekçi hal­kına komünist fikirleri, Bolşevizm davasını, Komüntern’in sesini İletti. Diyebiliriz ki, bunun pratik taşıyıcısı ise, M. Suphi ve yoldaşları olmuştur.

. Bütün hayatını işçi sınıfının ve Doğu'nun ezilen maz­lum halklarının kurtuluşuna adayan M. Suphi, daha 1917'-nin hemen sonrasında Rusyalı Türkler ve orada bulunan Türkiyeli savaş esirleri arasında çalışmalar yaptı. Önce Moskova'da, daha sonra Kırım ve Odessa'da Türkçe ola­rak "Yeni Dünya" gazetesini yayınladı. Buralardan Tür­kiye'ye kaçak olarak propaganda broşürleri, propaganda­cılar, komünist İşçi ve askerler gönderdi. Moskova, Ka­zan, Şamara, Saratov, Rezan, Astrahan vb. birçok şehirde Türk komünist örgütlerini kurdu. M. Suphi'nin önderliği ve çalışmaları sonucunda 25 Temmuz 1918'de Moskova'da “Türk Sol Sosyalistleri I. Kongresi” toplandı. Bu kong­rede kurulan ilk “Türkiye İştirakiyun Teşkilatlanın Merkez Komitesi Başkanlığına M. Suphi seçildi. Kasım 1918'de Moskova'da Müslüman Komünistleri Birinci Kongresi’ne katılan M. Suphi, Stalin başkanlığındaki Milliyetler Halk Komiserliğine bağlı olarak kurulan Doğu Halkları Merkez Bürosu'nun Türk Bölümü Başkam oldu.

Aralık 1918'de yapılan Uluslararası Devrimciler Top­lantısına ve 1919'da Moskova'da toplanan III. Enternasyonalin Birinci Kongresine Türkiye delegesi olarak katıldı.

Bakû’ye yerleşen M. Suphi buradaki eski İttihatçıla­rın sahte “Türkiye Komünist Fırkasını dağıttı. Yeni Dün­ya gazetesini yeniden yayınlamaya başladı. Bir parti oku­lu açarak genç kadrolar yetiştirmeye girişti ve Komünist örgütleri yaygınlaştırdı.

Eylül 1920'de Bakû’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı'na partili ve partisiz 235 Türkiyeli delege katıldı. Bü­tün bu faaliyetlerinin doğrudan bir sonucu olarak 10 Ey­lül 1920'de “Birinci ve Umumi Türk Komünistleri Kong­resi” Bakû’de toplandı. Bu Kongrede Türkiye Komünist Partisi kuruldu. Başkanlığına M. Suphi, Genel Sekreterliği­ne ise E. Nejat yoldaşlar seçildi.

M. Suphi yoldaş Kongredeki konuşmasında şunu Önemle belirtiyordu: “Komünist Partisi için, memlekete musallat olan dış düşmanları kovmak nasıl bir görev ise, içerde halkın sırtından geçinen yağmacı sınıflan da ha­zır yiyicilik halinden çıkarıp yumruk altında işletmek de o derece esaslı bir görevdir.” O, aynı zamanda Komünist Partisinin ideolojik, siyasi ve örgütsel bağımsızlığının ti­tizce korunması gereğini de Kongre bildirisinde vurgulu­yordu.

M. Suphi önderliğindeki TKP, ülkemizde proletarya­nın öncüsü komünist partisinin inşası yolunda atılan ilk ciddi adımdı. TKP, M. Suphi ve yoldaşlarının Komüntern'e bağlı olarak faaliyet göstermelerinin doğrudan bir sonu­cu olarak Komüntern’in Türkiye kolu olarak kurulmuştur. Çok kısa da olsa, M. Suphi yoldaş TKP’nin başında kaldığı sürece Komüntern’in çizgisinin doğrudan bir iz­leyicisi olmuştur.

Ancak TKP kuruluşundan çok kısa bir süre sonra, Kemalist diktatörlüğün azgın anti-komünist kampanyası ile karşılaşmıştır. TKP’ nin kuruluşundan ve faaliyetlerin­den korkuya kapılan Kemalist burjuvazi, bir yandan düz­mece “komünist parti”leri kurdurarak III. Enternasyonal'e başvururken, diğer yandan işçi sınıfının öncüsünü daha doğuşunda, yani en zayıf olduğu sırada boğabilmek üze­re TKP’ ye ve önderlerine azgınca saldırmış, komplolar düzenlenmiştir,                                 

Bizzat Mustafa Kemal'in emriyle düzenlenen bir komplo sonucunda M. Suphi ve E. Nejat yoldaşlar ve partinin bazı diğer Merkez Komitesi üyeleri ve parti üye­lerinden oluşan 15 kişilik bir grup, Türkiye'ye geldikleri sırada hunharca katledildiler. Parti, henüz kuruluşu sıra­sında en kıymetli önderlerini yitirdi, başlangıç örgütlen­meleri dağıtıldı; onulmaz yaralar aldı.

Önderlerinin kaybıyla birlikte, parti önderliği Ş. Hüs­nü revizyonisti ve şürekâsı tarafından gasp ediliyor ve parti onların revizyonist, sağ oportünist yoluna sokulu­yordu. Böylece TKP, şanlı bir girişim, ancak proletarya­nın partisinin inşası yolunda sadece bir girişim olarak kaldı.

Gericiler M. Suphi ve yoldaşlarını alçakça katlettiler, onların unutulması, komünizm davasının unutulması için ellerinden gelen her şeyi yaptılar; ancak ne M. Suphi ve yoldaşlarını ne de onların TKP’ sini unutturamadılar. İşçi sınıfımız ve Türkiye halkı onları daima kalbinde yaşattı. M. Suphi'nin adı ülkemizde daima komünizm ülküsü ve parti davası ile bir arada bulundu. Örgütümüz, M. Suphi ve yoldaşlarının ve onların TKP’ sinin davasının izleyicisi ve kararlı mirasçısıdır. Biz M. Suphi'nin yolundan yürü­yoruz. Örgütümüz onların Türkiye proletaryasına bırak­tığı kızıl bayrağı yeniden göndere çekmiştir. Türkiye ko­münist hareketinin bu ilk öncülerinin davası, bugün bü­tün canlılığı ile yaşamakta, emperyalizme, burjuvaziye, modern revizyonizme, Troçkizme, Cin revizyonizmine vb. karşı yürütülen mücadele içinde ilerliyor ve saflarına her gün yeni güçleri, yeni savaşçıları kazanıyor, Onların parti davası bugün gerçek olmuştur.

Türkiye’de TKP

Ekim Devrimi’nin dünyadaki etkisi, tüm sömürge ve yarı sömürge ülkelerde bir devrimci dalgalanma, yaratmış, kurtuluş umudunu arttırmıştır. Türkiye topraklarında Bolşevizm’in ideolojik-örgütsel etkisi zayıf da olsa komünist örgütlenmelerin canlanmasına ve gelişmesine yol açmıştı.

TKP’ nin kuruluşuyla sonuçlanacak hazırlık faaliyetinin en önemli adımlarından biri Sovyet Rusya’da atıldı. Birinci emperyalist savaş sonucunda küçümsenmeyecek sayıda savaş esirinin yaşadığı Rusya’da, Ekim Devrimi’nin etkisiyle esirler arasında Bolşevizm’e bir yakınlık oluşmuştu. Kendisi de bir sürgün olarak Rusya’da yaşayan ve Bolşeviklerle ilişkiye geçen Mustafa Suphi, Bolşevizm’i benimsedikten sonra, bu potansiyeli değerlendirmek için yoğun bir uğraş içine girdi ve bu çabalar ilk meyvesini de 1918’de verdi. Mustafa Suphi’nin başında bulunduğu ve farklı bölgelerden gelen delegelerin katılımıyla, 20 Temmuz 1918’de Moskova’da toplanan Türk Sosyalistleri Konferansı, parti hedefine dönük hazırlık faaliyetlerinde önemli bir eşiği oluşturdu. Bilinçli, planlı ve sistemli bir hazırlık faaliyetinin temel yapı taşları burada belirlendi. Türk Komünist Teşkilatları (TKT) adını alan örgüt, bir merkezi komite seçerek savaş esirleri içinde örgütlenmeye hız verdi. 1920’de, TKP Kuruluş Kongresi’nin ikinci oturumunda, TKT merkezi heyetinin faaliyetiyle ilgili, Mustafa Suphi’nin Kongreye sunduğu raporda, bu Konferansın aldığı kararlar ve belirlediği hedefler şu açıklamalarla ortaya konuluyor:

“İkinci devir: Aydınlanma devri burada biterek konferansın seçip ayırdığı merkezi heyet, doğrudan doğruya örgütlenme işlerine girişiyor. Konferansın belirlediği hedefler:

“1. Rusya ve Türkiye’deki işçi ve köylü ve askerlerimiz arasında propaganda ve teşkilat, sosyal devrim cephesinin fikren ve fiilen savunulması,

“2. İlk uygun fırsatta Türkiye’den de çağrılacak temsilciler ve Rusya’daki örgütlerin temsilcileriyle birlikte birinci Türkiye Komünist Kongresi’nin davet ve çağrısı, örgütün parti haline getirilmesi’ şeklinde özetlenebilir.”

Sovyet topraklarındaki faaliyetin asıl merkezini ise, Bakü örgütü oluşturmaktaydı.

Bu örgüt, sadece yurtdışında savaş esirleri arasında ve enternasyonal düzeyde faaliyet göstermekle kalmıyor, ülke içinde, özellikle İstanbul ve Karadeniz’de de illegal temelde örgütlenmek için büyük bir gayret gösteriyordu. Bu faaliyetin kapsamını, Mustafa Suphi’nin Kongreye sunduğu raporda görmek olanaklıdır. Konferanstan sonra, hem programın üretilmesi, hem de propaganda ve örgütlenme faaliyetine hız veriliyor. Hazırlık faaliyeti, sadece Rusya topraklarında değil, Anadolu ve İstanbul’da da değişik biçimlerde sürdürülüyordu.

Hem Bakü merkezli komünist hareketin, hem de Türkiye’de bulunan Sovyet temsilcilerinin çabalarıyla Anadolu’da da bir komünist damar oluşmuştu. Anadolu’daki komünist hareket, bir yandan Bakü merkezli hareketle ilişkilerini sürdürüyordu, ama öte yandan da, Eskişehir ve Ankara’da Türkiye Komünist Partisi adıyla bir örgütlenmeye gitmiş ve faaliyetlerine hız vermişti. Bu partinin örgütlenmesinde Sovyet temsilcilerinin, özellikle 1919 ortalarında Anadolu’ya gizlice giren Şerif Manatov’un çok özel bir katkısı olmuştu. Bu parti ve o dönem Anadolu’da komünist hareketin durumu konusunda, Dimitar Şişmanof’un hazırladığı raporda şunlar belirtiliyordu:

“Zonguldak ve Ereğli kömür havzasında, Ankara Silah Fabrikasında (İmalat-ı Harbiye’de), Eskişehir demiryolu işçileri arasında, Adana’da çırçır dokuma fabrikalarında, Trabzon, Rize, Samsun, İnebolu liman işçileri arasında, kayıkçılar ve deniz işçileri arasında, Balya madeninde, İzmir Halkapınar fabrikalarında komünist grupları kuruldu. Trabzon komünistlerinin çıkardığı Eş gazetesi, Rusya’dan gelenlerin bu grupların kurulmasında büyük bir rol oynadıklarını belirtmişti. İstanbul ve Anadolu’da artık teşkilatlanmış olan bu gruplar kendi aralarında bağlantı kurmaya giriştiler. Fakat İstanbul işgal altında bulunduğu için İstanbul teşkilatıyla Anadolu’daki komünist teşkilatlarını bir merkez etrafında toplamak kolay olmuyordu. Bundan dolayı ilk önce Anadolu’daki komünist teşkilatlarını bir merkez etrafında toplama işine başlandı. TKP, böylece 14 Temmuz 1920’de Ankara’da kurulmuş oldu. Ankara, Sivas, Eskişehir, Kayseri, Kastamonu, Samsun, Konya, Bolu vb. gibi vilayetlerde gizli çalışan on iki komünist teşkilatı TKP’yle birleşti. TKP’ nin kuruluşundan hemen sonra işçi, köylü ve askerlere hitaben bir beyanname yayınlandı.”[89]

Eskişehir-Ankara merkezli Anadolu’daki örgütlenmeye ek olarak, ilk başta İstanbul işgal altında olduğu için birbirinden bağımsız da olsa, İstanbul’da da bir komünist hareket gelişiyordu. Ekim Devrimi’nin ve Rusya’da bulunan Mustafa Suphi’nin katkılarıyla 1918-19 yıllarında ciddi bir illegal örgütlenme yaratılmıştı. Örneğin, 1919 yılında, Haliç-Kasımpaşa grubuna, başlarında “Baba Mehmet”in bulunduğu Rusya’dan gelen 516 kişilik Bolşevikler grubu katılmıştı. İstanbul’daki örgütlenmeler, bir yandan İstanbul’un işgaline karşı yürüttüğü savaşımla, öte yandan ise, genç işçi hareketinin en önemli merkezini oluşturan İstanbul’daki işçi sınıfının sendikal ve politik örgütlenmesi temelinde sürdürülen gayretlerle işçi sınıfı içinde de güçlü bir desteğe sahipti.

İstanbul’daki komünist hareketin diğer bir damarını ise, özellikle yurtdışında eğitim görmüş aydınların başını çektiği bir çevre oluşturuyordu. Bu çevre, faaliyetlerini asıl olarak, Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Partisi (TİÇSP) üzerinden şekillendirmişti, işgal birliklerinin baskılarından kurtulmak için illegal çekirdekler oluştursa da, asıl faaliyetini legal parti temelinde sürdürüyordu. Bu kesim, daha önce yurtdışına, özellikle Almanya’ya yüksek öğrenim için giden, Almanya’daki ilerici ve komünist hareketlerden etkilenen bir çevre durumundaydı. Bunlar, Berlin’de Kurtuluş adlı bir dergi yayınlamaya başlamış ve daha sonra kurtuluş savaşına katılmak ve faaliyetlerini ülkede sürdürmek için dönmüşlerdi. Kurtuluşun ilk sayısı Berlin’de çıkmış, daha sonraki sayıları ise İstanbul’da yayınlanmıştı. Kurtuluşun ilk sayılarındaki yazılara bakıldığında, bu kesimin sosyal-demokrat hareketten etkilenen, aydınlanmacı sosyalizmin güçlü etkisini taşıyan bir çevre olduğunu görüyoruz. Bu çevrenin içinde, TKP I. Kongresi’nde genel sekreter olan Ethem Nejat’ın yanı sıra, Fransa’da eğitim görerek İstanbul’da bu çevreyle birleşen, daha sonra TKP’ nin evriminde özel bir rol oynayan Şefik Hüsnü de bulunuyordu. Şefik Hüsnü kendisiyle ilgili açıklamalarında, sosyalizm fikirleriyle, Fransa’da ve Fransız sosyalisti Jaures’ın fikirlerinden etkilenerek tanıştığını söylüyordu.

Komünist hareketin doğuşuna ilişkin burada gösterilen veriler bile, bugün sözde kimi “parti”lerin, TKP’ nin kuruluşuna önemsiz bir olay olarak bakan, küçümseyen yaklaşımlarının ne kadar temelsiz olduğunu ortaya koyar. Kuruluş aşamasındaki bir parti için, TKP örgütü hem önemli bir birikimi, hem de ülke içindeki örgütlülüğü bakımından küçümsenmeyecek bir düzeyi ifade ediyordu. Onun eksikliği, birlik kongresini yeni toplamış bir parti olarak, kadrolarının homojenleşmesini sağlayacak bir pratik süreç ve zamanın yakalanmamasıydı.

10 Eylül 1920’de Bakü’de toplanan İstanbul, Ankara, İnebolu, Zonguldak, Ereğli, Trabzon, Samsun, Rize, Sivas, Kars, Erzurum, Eskişehir, Konya’dan toplam 125 delegenin katıldığı kongrede TKP kuruluşunu gerçekleştirdi. Bu delegelerden 51’i misafir delegeydi. Adana ve İzmir teşkilatları savaş nedeniyle delege gönderememişti. Kongre, Ethem Nejat ve Hakkı Hilmi’nin önerisiyle Türkiye’deki çeşitli komünist çevreleri tek bir komünist partisinde birleştirme kararı aldı. Bu anlamda TKP Kongresi, bir birlik kongresi niteliğindeydi.

TKP, sadece ideolojik-politik, örgütsel konumuyla değil, devrimci bir partinin nasıl bir hazırlık ve yöntemle kurulacağı konusunda da öğreticidir. TKP’ yi oluşturan damarlar, birbirinden bağımsız olarak ortaya çıksa, hatta kendilerini parti olarak ilan etmiş olsalar da (TİÇSP, Bakü TKP’si, Eskişehir merkezli TKP) komünistleri bir parti çatısı altında birleştirmek için yoğun ve ısrarlı bir çaba içerisinde olmuşlar, 10 Eylül 1920 kuruluş kongresi ile de komünistlerin birliğini ilan etmişlerdir. Bu bakımdan komünistlerin birliği sorunu bir formalitenin ötesine geçerek, gerçekten devrimci bir içeriğe bürünmüştür.

M. Suphi dönemini saklı tutarsak —ki bu dönem çok kısa sürmüştür— TKP'ye damgasını vuran, Ş. Hüsnü'nün sağ oportünist, revizyonist çizgisi olmuştur.

M. Suphi ve yoldaşlarının Ke­malist diktatörlük tarafından katledilmesinden sonra Ş, Hüsnü ve şürekâsı, parti önderliğini ele geçirdi. Zaten henüz son derece gene, tec­rübesiz ve kuruluş aşamasında olan ve bütünüyle formüle -edilmiş bir programa, net bir siyasi çizgiye sahip olmayan TKP'ye revizyonist, kuyrukçu çizgisini egemen kıldı. TKP Menşevik, refor­mist, Kemalizm kuyrukçusu, şoven-milliyetçi bir parti ha­line geldi ve bir aydın kulübü olmaktan ileri gidemedi.

 

TKP ve Kemalizm

TKP-Kemalizm ilişkisi, bu topraklarda TKP’nin değerlendirilmesinde en önemli noktaların başında gelmektedir. Bu nokta, genellikle Şefik Hüsnü dönemiyle ilişkilendirilerek tartışılmaktadır. Mustafa Suphi dönemi ise, TKP’nin Mustafa Kemal’in çağrısıyla yurda dönüşü ve arkasından önderlerinin katledilmesiyle ilişkili olarak eleştirilmektedir.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, Mustafa Suphi dönemi ile Şefik Hüsnü döneminin hem Kemalizm boyutuyla, hem de ulusal sorun boyutuyla bir süreklilik içinde değerlendirilmesi büyük bir haksızlık. Koşullar farklıdır; çünkü Mustafa Suphi dönemi, Türk ulusal kurtuluş savaşının doğrudan yaşandığı ve sonuçlanmadığı bir dönemi anlatmaktadır. Ş. Hüsnü dönemi ise, kurtuluş savaşının sonuçlandığı, burjuvazinin iktidarı ele geçirerek pekiştirmeye çalıştığı bir dönemdir.

Ancak, Kemal hareketinin başta komünistler olmak üzere, tüm muhalif akımlara karşı saldırıya geçtiği, ulusal devletin ilan edilerek iktidarın pekiştirilmeye çalışıldığı koşullarda verilen destek, artık sınıf düşmanına karşı verilen bir desteğe dönüşür ki, bu kabul edilemez. İşte Mustafa Suphi ve Ş. Hüsnü dönemi TKP’sinin Kemalist harekete karşı tutumunda temel farklılık da buradadır.

TKP’nin Kemalist burjuva cumhuriyeti karşısında zaaflı tutumunda, Kemalist hareket karşısında beklentileri, beklentiler yaratacak deneyimsizliği de temel bir rol oynuyordu. TKP’yi oluşturan yönetici kadrolar, büyük ölçüde Kemalist hareket karşısında politik-örgütsel bakımdan ciddi bir donanımsızlık içindeydi. Bu donanımsızlığın en başta gelen yanı ise, sınıf savaşının ateşi içinde Kemalist hareketle yüz yüze gelmemeleri, savaşım içinde pişmiş, buna uygun refleksler geliştirmiş olmamalarıydı.

Ne var ki, bu durum, TKP’nin, M. Kemal’in çağrısına uyarak ülkeye dönmede gösterdiği ihtiyatsız tutumu haklı çıkarmaz Burada yanlış, ülkeye dönme değil, hareketin neredeyse tüm önderliğini burjuvazinin insafına bırakan bir tutumla hareket edilmiş olmasıdır. Bu, hareketin bağımsızlığını korumadaki bir zaafa işaret etmektedir.

TKP’nin hem ulusal kurtuluş savaşımına destek vermek, hem de bu savaş içinde hareketin önderliğini ele geçirmek amacıyla, merkezini ülkeye taşıması yanlış değildi. Yanlış olan Kemalist hükümetin verdiği güvenceyi esas kabul ederek, neredeyse hareketin tüm önderliğinin, burjuvazinin kontrol ettiği kanallarla ülkeye dönmesidir.

TKP, gerek muhalefetin durumunu, gerek Sovyetlerin desteğini, gerekse de kendi örgütlülüğünü dikkate alarak hareketin önderliğinin ele geçirilebileceğini, bunun da en iyi bir şekilde ülke topraklarında yapılabileceğini hesap ediyordu. Hesap edilmeyen ise, tam bu koşulların, Kemalist hükümeti tedirgin ettiği ve bu koşulları ortadan kaldırmak, iktidarını güçlendirmek için, Kemalist hareketin her türlü tedbiri almak istediğidir. Emperyalistler, Kemalist hareketin Sovyetlerle ilişkilerini kesmesi için bir yandan onun karşı karşıya olduğu riskleri ortaya koyuyor, öbür yandan ise, Kemalist hükümeti tanımaya hazır olduğunu bildirerek, komünist harekete karşı saldırıya geçmesini özendiriyordu. Kemalist hareket ise, en zor dönemin geride kaldığını düşünerek, emperyalistlere yaklaşmanın kendi çıkarlarına uygun olduğunu, bu çerçevede Bolşeviklerle farklı olduğunu göstermenin zamanının geldiğini düşünüyordu.

Bu koşullarda Kemalist hareket, başta komünist harekete karşı olmak üzere saldırıya geçti. Genç Türk burjuvazisi, hareketin önderliğini ortadan kaldırdığında, harekete en büyük darbeyi vuracağını biliyordu. TKP’nin toplu ülkeye dönüş kararı bunun için en iyi fırsattı;

M. Kemal ve yakın arkadaşları, Osmanlı’nın eğitiminden geçmiş, komitacılığı İttihat ve Terakki içinde içselleştirmiş kadrolardı. Bu kadrolar, Osmanlı’nın dağılması ve savaş içinde yenilgiye uğraması karşısında, geleneksel kimlikleri olan İttihat ve Terakkiciliği öne çıkarmayı değil, aksine buna muhalif bir kimliği, ulusal kurtuluşçu, ideolojik olarak aydınlanmacılığı temel alan bir söylem geliştirmeyi tercih etmişlerdi. Daha önemlisi ise, istihbarat, ordu ve bürokrasi kurumlarını olduğu gibi devralmışlar, varlıklarını bunlarla özdeşleştirmişlerdi. Söylem olarak ise, yeni bir hareketi, burjuva ulusal devletin kuruluşunu sağlayacak bir politik hareketi geliştirmede, İttihat ve Terakki muhalifliğini öne çıkarmayı tercih ediyorlardı. Bunun üzerine, bir de iktidar olmuş Bolşevik hareketle iyi ilişkiler geliştirme tutumu binince, bu durum ciddi bir şekilde devrimci-komünist kadrolarda yanılsamalar yaratmıştı. TKP’yi oluşturan kadrolar İttihat ve Terakki iktidarını, onun yöntemlerini, devrimci hareketler karşısındaki konumlarını iyi biliyorlardı. Ancak Kemalist hareketi İttihat ve Terakkiden farklı bir akım olarak değerlendiriyorlardı

Zaaflı bir yan da, Suphilerin katledilmesinden sonra Komüntern’in tutumunda ortaya çıkmıştı. Kemalist iktidarın, komünistler de dâhil tüm muhalif akımların bastırılması politikasından sonra da, Komüntern’in hiçbir şey yokmuş gibi destekleme politikasını devam ettirmesi, açık bir zaafı anlatıyordu. Bu zaaf, İkinci Kongrede belirlenen, ulusal hareketi destekleme şartlarının göz ardı edilmesi temelinde ortaya çıkıyordu. Destek, SSCB’nin devlet politikası bakımından anlaşılır olsa da, Komüntern’in ilkeleri bakımından kabul edilemezdi.

Mustafa Suphi TKP’si ile Ş. Hüsnü TKP’sinin Kemalist harekete desteğinin aynı şey olmadığı rahatlıkla görülebilir. Ş. Hüsnü TKP’sinin Kemalist hareketle ilişkisini bir destek değil tam aksine, Kemalist hareketle işbirliğini esas alıyordu.

Ş. Hüsnü TKP’si, burjuvazinin iktidarı açıkça eline geçirmesini, komünistler başta olmak üzere tüm muhalif hareketlerin, Koçkiri ayaklanmasının Kemalist hareket tarafından ezilişini görmezden gelmekle kalmadı, Şeyh Sait ayaklanmasının bastırılması için çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu’na da, “gericiliğe karşı olduğu”nu söyleyerek destek verdi. Orak Çekiç’te çıkan bir yazıda Kürt ayaklanmaları, dinci “yobaz”ların işi olarak suçlanarak, Kemalist burjuvazinin bastırma hareketine destek verildi. Yazı, “Yobazların sarıkları, yobaz zümresine kefen olmalıdır.” diyor ve devam ediyordu: “Arkadaş, kara kuvvet, bizim de, burjuvazinin de düşmanıdır. Biz her şeyden önce bu düşmanı yenmeliyiz; burjuvazi ile ayrıca kozumuzu paylaşırız.”[90]

Bu kanunun, aynı zamanda kendisine yönelik bir baskı aracı olduğunu görmesi için çok beklemeye gerek kalmadı; aynı kanun TKP’nin ve işçi hareketinin ezilmesi için de kullanıldı.

Bunun ardından Ağrı isyanı da sessizce geçiştirildi. Dersim Ayaklanması’nın ezilmesi ise, TKP’nin en yetkili kalemlerince (R. Davos-İ. Bilen) “İsmet Paşa Hükümeti’nin feodal gericiliğe karşı en büyük zaferi” olarak kutsandı[91] Hâlbuki TKP’nin ilk programı ulusal sorun konusunda açıkça şunları söylüyordu:

“7. TKP değişik uluslara mensup devrimci işçi ve köylü sınıfları arasındaki eski düşmanlıkları kaldırmak için, aşağıdaki en kesin çözümlere girişir:

“a) Dil ve kültür açısından her ulusun tam özgürlüğünü sağlamak ve (eşitsizlikleri telafi etmek üzere) herhangi bir ulusa özgü her türlü ayrıcalığı ortadan kaldırır.

“b) TKP devlet örgütlenmesinde farklı uluslara mensup işçi ve köylülerin Sovyet cumhuriyetlerinin kurulmasını kabul eder; “özgür ulusların özgürce birliği’ esasında olmak üzere federasyon usulünü tercih eder.

“c) TKP, işçi ve köylü sınıfları da tamamen ayrı ve bağımsız yaşama isteğini ifade eden akımlara kapılmış olan uluslar arasında, kanlı kavgalar çıkmasına yer vermemek için, bu gibi sorunların ‘plebisit’ usulüyle, genel oya başvurarak çözülmesi yolunda öncülük eder.”[92]

Ş. Hüsnü önderliğindeki TKP'nin izlediği siyasi çizginin sınıf niteliğini saptarken en başta temel alınması ge­reken kıstas, TKP'nin faaliyetlerinin ve faaliyetlerine yol gösteren siyasi çizginin merkezine neyi koyduğudur. Ş. Hüsnü önderliğindeki TKP, hiç bir dönem, ekonomik-sosyal yapının Marksist bir tahlili sonucu saptanmış devrim aşa­masına uygun olarak, proletaryanın iktidarı ele geçirme­sini ve kendi diktatörlüğünü kurmasını faaliyetinin ve si­yasi çizgisinin merkezine koymamıştır. Aksine, her dö­nemde değişik "gerekçeler ileri sürerek, proletaryanın ve müttefiklerinin iktidarı ele geçirmesi, bunun için kitlelerin örgütlenmesi ve hazırlanması bir yana itilmiştir. TKP her somut durumda, sömürücü sınıfların devlet iktidarını elin­de tutan egemen kesimlerinden tavizler koparmayı ve onların egemenliğinin devamını eyleminin ve siyasi çizgisi­nin merkezine almıştır.

Ş. Hüsnü önderliğindeki TKP'nin anlayışı Menşevik ve reformcudur. O, pratikte daima, bu konuda Lenin'in, Stalin'in ve Komüntern'in öğretilerine karşı bir çizgi izlemiş­tir. Bu doğaldır, çünkü onun ideolojik çizgisini Marksizm-Leninizm değil, tıpkı Tito gibi, Kruşçev gibi, Mao gibi vb. revizyonizm, metafizik- idealizm, oportünizm ve faydacılık oluşturmuştur.

TKP'nin faaliyetlerinin özünü sınıf mücadelesi değil, daima sınıf işbirliği oluşturmuştur. Ş. Hüsnü önderliğinde TKP, bir dönem “sömürücü sınıfların devrimi tamamlaya­cakları ve sosyalist devrime kesintisiz geçişi sağlayacak­ları”nı savunmuşlardır. TKP, egemen sınıfların ilerici bir rol oynadıkları ve ulusal kapitalizmi geliştirerek sosya­list devrim, proletaryanın toplumsal devrimine şartları ha­zırladıkları gerekçesiyle; daima proletaryayı burjuvazinin kuyruğuna takmaya çalışan, onun devrim perspektifini ka­rartmaya çalışan bir çizgi izledi.

Ş. Hüsnü önderliğindeki TKP 1924'e kadar, Kemalist­lerin sosyalist devrim yapacakları, ulusal demokratik dev­rimi sonuna kadar sürdürüp, kesintisiz olarak sosyalist (toplumsal) devrime geçecekleri hayalini beslemek ve yay­makla uğraştı. Onun bütün tahlilleri ve bütün taktikleri bu anlayışa uygundu.

TKP, Türkiye ve Ke­malist devrim üzerine yaptığı tahlillerle, revizyonist “ka­pitalist olmayan yol” tezini savunuyordu. Ş. Hüsnü, ulu­sal kurtuluş hareketinin sınıf niteliğini gizliyor, onun sı­nıflar üstü, sınıf niteliği şekillenmemiş bir önderliğe sahip olduğunu iddia ediyor ve ulusal kurtuluşun nihai amaç alınmasıyla toplumsal devrimin gerçekleştirilebileceği tezine varıyordu. Bu tez, ezi­len ulus ve halkların kesin ve tam kurtuluşunun ancak sosyalizmle sağlanacağı Marksist ilkesini çarpıtıyor ve bunu burjuvazi ile işbirliği siyasetine dayandırmaya çalı­şıyordu.

Böylece TKP, Komüntern'e, Lenin ve Stalin'e, Marksizm-Leninizm’e tamamıyla ters olarak, proletaryanın ta­rihi devrimci rolünü inkâr ediyor; toplumsal devrimin ger­çekleşebilmesi, tam bir ulusal kurtuluşun sağlanabilmesi için, proletaryanın devlet İktidarını ele geçirerek, burjuva devleti parçalayarak, egemen sınıf olarak örgütlenmesi, kendi diktatörlüğünü kurmasının zorunlu olmadığı bayağı tezini ileri sürüyordu. Bu, her türden revizyonizmin en be­lirgin özelliğidir. Stalin 1927'de, 1920'lerin Kemalist hü­kümetini işçilere ve köylülere karşı bir mücadele hükü­meti olarak nitelendirir ve bu hükümetin devrilmesi ge­rektiğini belirtirken; Ş. Hüsnü, revizyonist çizgisine bü­tünüyle uygun olarak, aynı dönemde işçilere, Kemalistle­rin başlattıkları işi sonuna kadar götürebilmeleri İçin “iş­çilerin yeni fedakârlıklara katlanmalarının” ve “yeni dev­let mekanizmasının eksikliklerini tamamlamak ve gelişme­sini sağlamak amacıyla” hareket etmelerinin gerekli ol­duğunu vaaz ediyordu. Bu dönemde Ş. Hüsnü çizgisinin sınıf işbirlikçisi niteliği öylesine ileri gitmiş ve belirgin­leşmiştir ki, bu çizgi bir burjuva demokrat çizgi olarak bile nitelendirilemez. Ş. Hüsnü, bu dönemde işi M. Suphileri katleden, TKP üzerinde kanlı bir terör uygulayan, işçi-köylü aleyhtarı Kemalist burjuva-feodal diktatörlüğün suç ortaklığına ve en bayağı uşaklığına kadar vardırmıştır.

1924'ten sonra gerek Komüntern'de TKP'nin sert bir şekilde eleştirilmesi. Gerekse Kemalist hükümetin halk düşmanı yüzünün işçilerin, köylülerin ve şehir küçük-burjuvazisinin gelişen hareketi sonucu belirginleşmesiyle TKP, çizgisinde bir takım değişiklikler yapmıştır. Ancak revizyonist ve Menşevik anlayışı bir adım bile aşamadan... O, böylece sınıf işbirliği çizgisini uluslararası ve ulusal planda gizlemek ve daha kolay sürdürebilmek yolundan yürümüştür.

Bu dönemde TKP'nin 1926 Programı kabul edildi. Ş. Hüsnü'yü ve TKP'sini Komünist olarak göstermeye çalı­şan revizyonist şefler 1926 Programı üzerinde fırtınalar koparmışlardır.

1926 Programı Komüntern'e bağlı bir komisyon tara­fından hazırlanmış ve Komüntern tarafından onaylanmış­tır. Ve Program —Ş. Hüsnü'nün bazı tezlerinin yansımala­rını taşımakla birlikte— vardığı siyasi sonuçlar bakımın­dan devrimcidir. Ancak o esas olarak “Balkan tipi” ül­kelere uygun olarak hazırlanmış bir programdır. Oysa Ş. Hüsnü ve TKP'sinin çizgisi daima sınıf işbirliği çiz­gisi olmuştur.

TKP 1924'ten sonra sınıflar üstü Kemalizm tahlilleri­ni ve Kemalistlerin toplumsal devrimi gerçekleştirecek­leri tezlerini bir kenara itmekle birlikte, bur­juva demokratik devrimde burjuvazinin ve proletaryanın rolü konusunda, burjuva demokratik devrimde önderliğin burjuvazide olması gerektiğini, Kemalistlerin burjuva demokratik dev­rimi bütünüyle gerçekleştirmek üzere teşvik edilmelerini, desteklenmelerini, işçi sınıfının görevinin bu aşamada ön­derliği burjuvaziye bırakıp, onu demokratik devrimi ger­çekleştirmek üzere zorlaması ve tereddütlerini gidermesi, bunun yanında reformlar için mücadele etmesi olduğunu ileri sürdü.

TKP'nin “asgari programı”, doğrudan ve yal­nızca burjuvaziyi destekleme programıydı. TKP'nin asga­ri program anlayışı, demokrat devrimde işçi sınıfı önder­liği, köylülüğün burjuvazinin değil İşçi sınıfının yedek gücü olması, proletaryanın hegemonyasının kurulması ve kesin­tisiz olarak sosyalizme İlerlemek üzere bir devrimci de­mokratik işçi-köylü diktatörlüğünün kurulması temel Marksist-Leninist fikirlerinden bütünüyle yoksundu.

Şefik Hüsnü ve TKP Kemalist hareketin sınıf niteliği ve hedefleri konusunda da, Stalin'in Kemalist hare­kete ilişkin yaptığı tahlillere açıktan karşı çıktı. Sağ opor­tünist, revizyonist çizgisine uygun Kemalizm tahlillerini savundu. Stalin; “Kemalist devrim bir üst tabaka devrimi­dir, milli ticaret burjuvazisinin devrimidir. Bu devrime, ya­bancı emperyalistlere karşı mücadele içinde varıldı ve devrimin daha sonraki gelişmesi esas olarak köylü ve iş­çilere karşı, evet bir toprak devrimi ihtimaline karşı yö­nelmekteydi” tespitini yapmıştır. TKP, bu düşünceye karşı çıkarak tam ters yönden Kemalist hareketin ezilen sı­nıfların oluşturduğu bir bloğun hareketi olduğunu, Kema­listlerin “köylülerin varlıklı kesimlerinin ve küçük-burjuvazisinin temsilcileri olduğunu” ileri sürüyor; Kemalistlerin partisini sol Guomindang'a benzetiyor ve üstelik Kema­list hareketin emperyalizmi yok etmeye ve toprak devri­mini yaparak feodalizmi tasfiyeye yöneldiğini ileri sürü­yordu.

TKP ve Ş. Hüsnü, Kemalistlerin işçi ve köylülere karşı yönelen karakterini anlayamamış temsil ettikleri sınıf itibarı ile feodal kalıntıları her bakımdan tasfiye ettiklerini İleri sürerek onları anti-feodal olarak değerlendirmiştir. Bu düşüncelerinin dayanağı ise meşruti mo­narşinin tasfiyesini, aşarın kaldırılmasını vb. gösterdi. Feo­dalizm konusundaki bakış açısı bundan ileri gitmiyordu. Sonuçta TKP fiilen, Kemalist diktatörlüğün burjuva-feodal karakterini giz­liyordu. Ş. Hüsnü şöyle diyordu: “İktidara geldikten sonra milliyetçilik, geçmişe ait olan ve akılcı kapitalist sömürü ile bağdaşmayan tüm mirası her bakımdan tasfiye edene kadar devrimci uygulamalarını sürdürdü.”[93]  Eklektik bir şekilde ama yi­ne aynı şeyleri iddia ederek bir başka yerde şöyle söylü­yordu: “...milli zaferin hemen ardından, kısmen hâlâ si­lahlı olan emekçi kitleler Kemalist burjuvaziyi, feodal ka­lıntıları tasfiye işini tamamlamaya zorladılar. Kemalist bur­juvazi bunu istemeye istemeye yaptı.”[94]  Stalin’in “Kemalist Devrim bir üst tabaka devrimidir” söz­lerine karşın; Ş. Hüsnü işi, onu bir toprak devrimi olarak dahi nitelemeye kadar vardırdı. Bu aynı zamanda daha sonra TKP'nin aynı gerekçe ile tam bir şoven milliyetçi­likle, Kürt ulusal hareketine karşı, Kemalist diktatörlüğün safında yer tutmasının ideolojik kılıfını oluşturuyordu.

Komüntern'de, Kemalist devrim ve Çin devriminin so­runları etrafında odaklasan ve Stalin'in başında bulun­duğu Marksist-Leninistlerle, Troçki ve şürekâsı arasın­da ortaya çıkan tartışmada; Ş. Hüsnü, Stalin'in yanında yer almakla birlikte, gerçekte tahlilleri ve savunduğu tezlerle Troçki'nin tezlerine katılmıştır. O, Sta­lin'in Türkiye'ye ilişkin bilgilerinin yanlış olduğunu ve Tür­kiye'nin yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülke olduğunu sa­vunan Stalin'in yanıldığını iddia etmiştir. Ş. Hüsnü, böy­lece Menşevik bir tarzda, demokratik devrimin gerçek­leştirilmesini egemen burjuvaziye bırakarak, reformculu­ğuna teorik bir dayanak yaratmaya çalışmıştır.

Ş. Hüsnü yönetimindeki TKP, milli mesele konusun­da da burjuva şoven milliyetçi bir siyasi çizgi izledi. O, milli meseleyi, emperyalizm çağı öncesinin kıstaslarıyla ele aldı ve çeşitli milliyetlerden burjuvalar arasındaki bir pazar kavgasına indirgedi. Bu burjuva bakış açısıyla, O, emperyalizme karşı ulusal bağımsızlığın savunulmasını burjuvaziye havale ederken, ulusal burjuvazinin feodaliz­mi tasfiye etmekte ve ulusal pazarını gerçekleştirmekte olduğu İddiasıyla da, egemen sınıfların Kürt ulusu ve di­ğer azınlık milliyetler üzerindeki azgın şoven, asimilasyoncu siyasetini destekledi; ulusal baskıya karşı direnen Kürt halkını, gericiliğin savunucusu gibi göstermeye ça­lıştı.

Ulusların kendi kaderleri­ni tayin hakkın tanınması bir yana Türkiye'de Kürt ulusunun varlığını bile kabul etmedi, “ulu­sal azınlıklardan bahsetti. 1945 seçimlerinde TKP'nin “ba­ğımsız sosyalist”  adayı, seçim programında   “millet bir bütündür, parçalanamaz” diyordu. TKP milli meselede Ke­malistlerin Kuvay-i Milliye sınırları’nı, günümüzde faşist-feodal gericiler tarafından savunulan ve Kürt ulusunun ve azınlık milliyetlerin varlığını reddeden azgın bir şovenizmi ifade eden “ulusun ve devletin bölünmezliği” safsatasını savundu. TKP, ayrılıp bağımsız devlet kurma hakkını red­dederek ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini yozlaştırıyor, özünü boşaltıyor ve şovenizmin elinde iğ­renç bir aldatmaca haline getiriyordu. TKP sadece “milli azınlıklara müsavi (eşit) vatandaşlık haklarının sağlan­masını savunuyordu. Ezen ulusun devletinde ezilen ulu­sun ezen ulusla eşitliği! İşte TKP'nin savunduğu şoven safsata buydu.

TKP, Kemalistlerin anti-feodal güçler ve Kürt ulusu­nun ulusa! Hareketlerinin ise “feodal irticanın hortlaması” olduğu şeklindeki sahtekârlığın arkasında; Kürt ulusu ve azınlık milliyetler üzerindeki kanlı asimilasyon siyasetini katliamları, şoven ulusal baskıyı ve ulusal hareketlerin kanla bastırılmasını her dönemde destekledi. Örneğin Şeyh Sait isyanı sırasında TKP, “Orak Çekiç” adlı yayın organında işçilere şunları söylüyordu: “Arkadaş! Kara kuv­vet (sözde feodalizm kastediliyor - Merkez Komitesi) bi­zim de burjuvazinin de düşmanıdır. Biz her şeyden evvel bu düşmanı yenmeliyiz.” Orak Çekiç’in bir başka sayı­sında ise şöyle deniyordu: “İrticaa karşı mücadelede halk hükümetledir!”

Şefik Hüsnü'nün revizyonist, Kemalizm kuyrukçusu, Menşevik, sınıf işbirlikçisi, şoven-milliyetçi! Çizgisi TKP'nin gelişimini belirledi ve sonunu tayin etti. TKP, reformist bir parti olarak dahi bir varlık göstermedi, Onun faaliye­ti, varlığı boyunca dar bir aydın çevresi içinde kaldı. TKP, bir aydın kulübü olmaktan öteye gidemedi. Aslında kimi zaman burjuvazinin bir kesimine, kimi zaman diğer kesi­mine, ama daima burjuvaziye güveni ifade eden ve kit­leleri onun peşine takılmaya çağıran siyasi çizgisinin doğ­rudan bir sonucu olarak TKP legaiizmin de batağında yü­züyordu. Bunun yanında O, her dönemde burjuvazi tara­fından legal bir parti, bir müttefik olarak benimsenmeyi baş amaç olarak seçmişti.

Bu durumda TKP, burjuvazinin darbeleri altında tu­tunamadı ve 1951 tutuklamasından sonra örgütsel bakım­dan da bütünüyle dağıldı.

1970'lerde, daha önceden çeşitli zamanlarda yurt dı­şına kaçan ve Kruşçev-Brejnev revizyonistleri tarafından TKP' adıyla uluslararası ilişkilerde bir piyon olarak kul­lanılmaktan başka hiçbir işlevi olmayan bir avuç mülteci, TKP'nin çizgisinin doğal gelişiminin ulaştığı yer­de ve Sovyetler Birliği'nde ve SBKP’ deki gelişmelere de paralel olarak; 1971 yenilgisi döneminde “atılım” yapın­caya kadar, Türkiye'de TKP'nin adını ve varlığını pek du­yan olmadı.

Ancak, Ş. Hüsnü'nün revizyonist çizgisi daima var ol­du ve çeşitli biçimlerde, çeşitli kılıklarda ortaya çıktı. 1960'dan sonra Türkiye'de ortaya çıkan “sosyalist” akım­ların dayandığı temel, daima Ş. Hüsnü TKP'sinin ideolojik-siyasi çizgisiydi. Sol adına ortaya çıkan bütün örgüt ve siyasi hareketler, ideolojik gıdalarını Ş. Hüsnü'den aldılar; onlar onun ya doğrudan ya da dolaylı devamıydılar.

196O'lı yıllarda uluslararası planda modern revizyonizme karşı, başta Arnavutluk Emek Partisi olmak üzere Marksist-Leninistlerin mücadelesi yükselmiş ve onun karşı-devrimci özü teşhir edilmişti. Ancak bu mikrop ulusal planda henüz yerle bir edilmemişti; bunu gerçekleştirebi­lecek tek güç olan Marksist-Leninist hareket henüz doğ­mamıştı.

Bugünkü halk düşmanı düzeni, emperyalist çevrelere dayanan büyük burjuva-ağa ikilisinin, bu sömürgen sınıfların egemenliğini, her türlü savaş araç ve yöntemleriyle yıkmak tarihsel bir zorunluluk olmuştur. Türkiye’nin ileri demokratik bir düzene geçmesi kaçınılmazdır.[95]

Milli burjuvazinin devrimde üstlenebileceği önemli role dikkat çekmeyi de ihmal etmiyordu TKP.

Burjuvazinin içindeki ayrışma süreci hızlanıyor. Ulusal burjuvazinin, orta tabakaların, işbirlikçi burjuvazi, emperyalizm ve yabancı sermaye ile çelişmeleri, çatışmaları arttırıyor, sertleştiriyor. CHP ile gerici partiler arasındaki boğuşma bu çatışmanın açığa vurulmasıdır.[96]

Orta tabakaların, milli burjuvazinin anti-emperyalist, anti-faşist yönü daha da ortaya çıktı. Bu gelişme işçi sınıfının, köylülerin ulusal ve sosyal kurtuluş savaşında yeni yeni müttefikler kazanmasına, ulusal demokratik bir cephe hareketinin doğmasına elverişli bir ortam yaratıyor.[97]

TKP’nin ileri demokratik devrimi gerçekleştirecek ulusal demokratik cepheye milli burjuvaziyi de dâhil etmek için programına eklediği taleplerin bir kısmı aşağıdaki gibidir.

Ulusal ağır endüstri devlet sektörü eliyle kurulur. Devlet sektörünün egemen olduğu bir karma ekonomi sistemi uygulanır. Milli burjuvazinin, orta tabakaların bu sistem içinde her türlü özel girişiminden faydalanılır. Ve bu özel girişimler, memleketin endüstrileşmesine yardım ettiği oranda teşvik edilir.

Küçük ve orta işletmecilik, zanaatkarlık, ucuz ve kolay kredi, gerekli ilk maddeler, yardımcı gereçler sağlamak ve ürünlerinin satılmasına yardım edilmek suretiyle korunmalıdır. Küçük üreticilerin kooperatifleşme hareketine devlet ve devlet kuruluşları özel bir ilgi göstermeli, her surette desteklemelidir. Her türlü küçük ve orta işletmecilik, ticaret girişimleri ve özellikle küçük mal üreticililiği teşvik edilmelidir.[98]

TKP'nin Türkiye Devrimine  Yaklaşımı:

Diğer çalışmalarımızda da {Türkiye Devriminin Yolu ve Gö­revleri, Türkiye'de Kimlik Bunalımı ve Devrimde Doğuş, Gele­neksel Türk Solunun Eleştirisi Üzerine) belirtildiği gibi, gelenek­sel "sol" un tarihini, daha önceden "sol", "sosyalizm" adına hareket eden hareketlerin varlığını da dikkate alarak TKP ile baş­latmıştık. Bu başlangıç noktası, aynı zamanda geleneksel "sol"un bugüne ulaşan karakterinin zemini olmuştu, demiştik. Şimdi yine aynı hareket ve bu hareketi koşullandıran dönemin karakte­ristik özelliklerini ele alarak, geleneksel "sol"un bugüne ulaşan "mücadele" pratiğine eleştirel bir bakış yönelteceğiz.

Osmanlı imparatorluğunun fiilen dağıldığı, yabancı işgal güçlerinin Anadolu'ya asker çıkararak çeşitli bölgeleri işgal ettiği (Fransız işgal güçleri ve Ermeni ayaklanmacıları, daha ziyade Kürdistan üzerinde fiili bir durum yaratmıştı.), Osmanlı'nın müttefiki Almanya'nın yenildiği, Avrupa işçi sınıfı hareketleri­nin yükselerek güçlendiği, Rus Çarlığı toprakları üzerinde sosya­list bir cumhuriyetin doğduğu, kısa süreli de olsa Macaristan'da sosyalist bir cumhuriyetin kurulduğu, bir kurtuluş yolu olarak İktidarı  ele alan  ittihatçıların kesin bir yenilgiye  uğradığı, "Turan" ideolojisinin erişilmesi mümkün olmayan bir fantezi ol­duğunun ortaya çıktığı, fiili İşgale karşı Kürt ve Türk halkının yer yer ayaklandığı, Ege'de köylü karakterli bir çete (gerilla) sa­vaşının Yunan işgaline karşı başladığı, gerici ayaklanmaların da yine bu gerilla güçleri tarafından bastırıldığı, Sovyet devriminin etkisiyle yer yer Halk Şuralarının kurulduğu ve bunlara karşı eski İttihatçıların yeni Kuvay-i Milliyeciler olarak örgütlenip Ke­malizm biçiminde ortaya çıkıp Türk ve Kürt direnişinin öncülü­ğünü ele geçirerek içeriğinden boşaltmaya, halk düşmanı ve em­peryalizmin işbirlikçisi bir yola kanalize etmeye çalıştığı bir dönemde, 1920 sonlarında Bakü'de yapılan 1. Kongreyle TKP kuruldu.

Çözümsüzlüğün had safhada olduğu, halkveya halklar ira­desinin kendisini bilinçsiz ve Örgütsüz bir şekilde dışa vurduğu, egemenlerin yeni isim altında icazet temelinde mevcut gelişmeleri kontrol etmek ve kendi egemenliğini tesis etmek için hareke­te geçtiği işgal altındaki bir ülkede, eğer bir "komünist" örgütlenme ortaya çıkıyorsa ve sosyalist bir ülkenin etkisiyle de olsa cılız bir halk hareketi {kurtuluş hareketi) gelişiyorsa böylesi bir ülke­de komünist partinin tavrı açık ve net olarak kendisini savaşın Öncülüğüne hazırlamak olmalıdır. Bu hazırlık, kendisini ulusal demokratik halk devriminde ifade eder. Yani, feodalitenin ege­men olduğu, yabancı egemenliğin bir askeri işgalle sömürgeleş­me sürecini başlattığı bir ülkenin devriminin yolu, kısaca milli kurtuluş da diyebileceğimiz bir sürecin temel mücadele biçimi olan halk savaşını formüle etmekten geçer.

TKP'nin tavrı, İşgal karşısında ortaya çıkan halk muhalefetini Örgütleyerek, eğer varsa onların öncülükleriyle ittifaklar kurarak ulusal kurtuluşa yön vermesi, halkın-halkların İradesine gem vurmak isteyen Kemalist hareket karşısında tavır koyması, ya da en azından onun karşısında gerçekten halk muhalefetini temsil eden bir güç olarak çıkması, böylece onu da anti-emperyalist, halkçı bir çizgiye girmeye zorlaması, eğer bu olmuyorsa emper­yalizme, işgale karşı gelişen halk tavrını ona karşı da yönlendire­rek savaşa yön vermesi biçiminde olması gerekirken, durumun hiç de öyle olmadığı görülmektedir, ilk başta Çerkez Ethem güç­leriyle ilişki kurması ve varolan gerillayı (çete) örgütlü-bilinçli bir hale dönüştürmesi beklenen TKP, aksine özü ve biçimiyle ta­mamen halk düşmanı, Sultan Vahdettin ve dolayısıyla da İngiliz patentli olan Kemalist harekete güç verme yolunu seçti. Halkın gelişen   ve   meşruiyetini   ilan   eden gücünden   değil,   karşı­devrimin merkezi haline gelen Kemalizm'den icazet aldı, Bu ye­nilgiyi baştan kabullenmek, halk iradesini Kemalizm’e peşkeş çekmekten başka bir şey değildir.

Bu özellikleriyle TKP, her ne kadar programatik olarak bir Türkiye devriminden, bunun yol ve yöntemlerinden, görevlerin­den bahsetse de, pratikte, işgale karşı direnişte bağımsız bir poli­tika izlememiştir, hatta hiçbir varlık gösterememiştir. Zaten, TKP'nin de böylesi bir sorunu olmamış, daha baştan Kemalizm’e yardım etmek gibi bir amacın dışına taşmamış ve işçi-köylü emekçi yığınlarının iktidar yürüyüşünün öncüsü olamamıştır, TKP Genel Sekreteri Şefik Hüsnünün 1 Kasım 1929 tarihli "Aydınlık"in 5. sayısında çıkan "Türkiye'de Devrim Şekli" başlık­lı yazısındaki görüşleri bu konuya kısmen de olsa bir açıklık ge­tirmektedir.

"Her büyük devrim, en az üç büyük aşamadan geçerek ama­cına ulaşır" diyen Ş. Hüsnü, birinci aşama olarak "iktidara el koyla aşaması; devrimci tedbirler ve şiddet devresi" dediği ge­nellemeyi Türkiye somutuna uygun olarak şöyle açımlıyor:

"a) Birinci aşama için usul ve kural saptanamaz. Bu gergin bir mücadele dönemidir. Birbirini hızla kovalayan olaylar karşısın­da gerekli kararları duraksamadan serinkanlılıkla almak; duru­ma hâkim olmak için en köklü önlemleri uygulamaktan çekin­memek; tek tek görevi kötüye kullanmanın, gereksiz şiddetlerin önüne geçmek; elden geldiğince düzenli bir biçimde eski yapıyı yıkmak, fakat yağmaya, tahribe meydan vermemek; kullanılabi­lecek durumda olan malzemenin itina ile korunmasına çaba har­camak; bir yandan yönetim örgütünü temelinden baltalamakla birlikte üretim kuruluşlarının da saat gibi işlemekte devamını sağlamaya çalışmak başlıca gözetilecek noktalardır."[99]

Önderlerinden on beşini hain bir komploda kaybeden TKP'nin Genel Sekreteri olan Ş. Hüsnü, daha 1929 yılında, adına yola çıkılan Türkiye devrimi üzerine, iktidarın nasıl alınacağını, uygulanacak şiddetin biçimini ve geçireceği aşamaları, buna uygun düşen örgütlenme şekillerini formüle etmeksizin soyut bir şiddeti ele alıyor. Dununla da kalmıyor, nasıl olacağı belli ol­mayan şiddetin ortaya çıkaracağı "yanlış eğilimlere" karşı önlem­lerden öncelikle bahsediyor. Bu alıntı, yabancı İşgal altındaki bir ülkede Kemalizm’e yardım etmekten başka gayesi olmayan bir parti için oldukça çarpıcı bir belirleme oluyor. Yine bu alıntı, hiç­bir şey söylememek için peş peşe dizilmiş kelimeler yığını ve söz oyunu olmaktan öteye gitmediği gibi, TKP gerçeğinin ne kadar soyutlamalarla demagoji üzerine inşa edildiğini gösteriyor.

Ş. Hüsnü'nün, halk hareketlerini bastıran, köylü hareketlerini tasfiye eden, TKP Önderlerini katleden Kemalizm için diğer bir belirlemesi de TKP gerçeğinin iktidar perspektifinden yoksun ol­duğunu ve Kemalizm karşısındaki aymazlığını gösteriyor. 20 Eylül 1922 tarihli "Aydınlık"m 9. sayısında çıkan "Anadolu Zaferi" başlıklı makalede "Geçen iki hafta içinde Anadolu, fetihler pe­şinde koşturulan Yunan ordularından temizlendi" diyerek ko­nuya giren Ş. Hüsnü,"...bugün bütün ilgililerin coşkuyla alkışla­nacağı bir uğurlu sonuca varılmıştır, öz kanını akıtmak suretiyle bu başarıyı ödeyen Anadolu köylüsünü yöneten ve yöneltenlere de bundan bir Övünç payı düşer. Dileriz ki bu becerikli örgütçü­ler, savaş ve kavga eylemini bitirdikten sonra İşçi-köylü sınıfının bütün haklarını kullanmasına yardım edecek gerçekten yüce bir ruha sahip olduklarını ispat etsinler. O zaman bütün ulusun şükranlarına hak kazanmış olacaklardır" demektedir, [100]

Burada "bu becerikli örgütçüler" diye kastedilen ve "işçi köylü sınıfının bütün haklarını kullanmaya yardım" etmesi bek­lenilen halk ve sosyalizm düşmanı, "komünist" önderlerin katili. Yunan işgalinden çok Çerkez Ethem güçlerine kurşun sıkan, on­lara karşı her türlü hile ve komployu geliştiren Kemalist hareket­tir. Bu hareket hiç de hak etmediği ve köylü hareketinin Önderli­ğini tasfiye ettiği halde köylü önderliği olarak da değerlendirilmekte. Elbette böylesi bir tespite sahip olan TKP Ön­derliğinin, devrimin yolu üzerine belirsizliklerle dolu anlamsız sözcüler yığını ve Kemalizm’i destekleyici şeyler söylemesi doğal olmaktadır.

Dönem olarak, gerek uluslararası koşullar ve gerekse ülke so­mutu Marksist bakış açısıyla incelenerek değerlendirilmiş olsay­dı, daha da ötesi eğer TKP gerçekten ismine uygun olarak komü­nist bir parti olsaydı elbette bu tavra düşmez, belki de dünyada ilk kez işgal altındaki bir ülkenin kurtuluşuna öncülük edebilir, uluslararası devrim hareketlerine önemli katkılar sağlayabilirdi. O dönem için özellikle Çerkeş Ethem Hareketi geliştirilerek yaygınlaştırılıp, halk ordusuna dönüştürülmesi gereken güçlü bir gerilla zemini olabilirdi. Ama TKP, bu şansı da kullanmayarak halka, halk hareketlerine değil Kemalizm’e dayandı.

Bunun dışında, M. Kemal Samsun'a çıkışının hemen ardın­dan, Kürdistan'ın öneminin bilinciyle Kürt egemen sınıflarıyla İt­tifak yaparak, ya da onları aldatarak iktidar mücadelesinde ne kadar iddialı olduğunu gösterirken; TKP, yer yer kendisini ifade eden ve bir potansiyel güç olarak harekete geçirilmeye hazır olan Kürt halkının dinamiklerini de keşfedememiş, adeta onun varlı­ğından habersiz gibi davranarak iktidar yürüyüşünün öncüsü ol­maktan ne kadar uzak olduğunu bir kez daha göstermiştir.

Yabancı işgal koşullarında eline geçen tüm fırsatları büyük bir aymazlıkla kaçıran TKP, SBKP ile dostluk kurma, Enternas­yonale üye olma, komünist ismini takma ile komünist olunama­yacağını, öncülükte iddialı olmanın genel teorik belirlemelerle is-patlanamayacağını ortaya koyduğu pratiğiyle gözler önüne sererken; bu tür göstermelik yanı ağır basan, birtakım genel özel­liklerle olsa olsa egemen sınıflar için yedek lastik olunacağı­nı bir kez daha göstermiştir.

Şefik Hüsnü'nün de büyük bir coşkuyla kutladığı ve hiç de hak etmedikleri halde Kemalistleri onurlandırdığı Yunan işgal kuvvetlerinin çekilmesinin arkasından; TKP, kurulan iktidarlar karşısında "iç savaşı" geliştirecek hiçbir çalışma yapmamış, aksi­ne Kemalist’lerden halen umutlu olduklarını göstererek dilekler­de bulunmuştur.

"Büyük bir değer verdiğimiz, siyasal devrimimize vücut veren ileri düşünceli devlet adamlarından birçoğu daha iş başın­dayken bütün ulusun yardım ve onayıyla dün yaptığımızı, henüz uygulama alanına geçmeden bir yanlışlık olmuş gibi, bugün bozmaktan söz ediliyor."[101]

18 Ekim 1923 tarihli "Aydınlık" da Kemalistlerin işgale karşı direniş sırasındaki vaatleri de politik manevralarının etkisi altın­da kalarak, bu hareketin gerçek karakterini bir türlü keşfedeme-yen TKP, "devrimimiz" diye adlandırdığı direnişin ve onların ön­deri Kemalistlerin gerçek yüzünü gösterdikçe "hayrete düşüyor. Bu hayret, TKP'Iilere yeni bir perspektif sunacak denli güçlü ol­muyor ve Şefik Hüsnü'nün şahsında TKP, Osmanlı "aydım" gibi aynı çizgiyi izlemekten bir türlü kurtulamıyor- Yine aynı dergi­nin aynı tarihli "Devrim İlkelerinin Değiştirilmesi" başlıklı aynı makalesinde, Osmanlı "aydın" Özelliğini tümüyle ele veriyor.

"Ve biz inanıyoruz ki devletin en yüksek yerinde bulunan ve devrimimizin kahramanı olan kişi böyle bir sapmaya bizzat engel olacak ve sahip olduğu büyük nüfuz ve yetkileri, devrimi almış olduğu yönde derinleştirmek ve pekiştirmek uğrunda kul­lanacaktır."[102]

 Sultanlara rica minnet "şöyle olsa iyi olur", "şunları yapınız efendimiz", "şu adamların görevlerini değiştiriniz haşmetli sul­tanımız" diyen, en radikal göründüğü anda bile cebinde bir rica mektubu mutlaka bulunan Osmanlı "aydını" gibi Ş. Hüsnü de, "devrimimizin kahramanı" dediği M. Kemal'e ve onun şahsında somutlaşan Kemalist harekete nasıl baktığını, ondan neler bekle­diğini gösterirken; Türkiye toplumunun geleceğini kimlerin eline teslim ettiğini açıkça ortaya koyuyor. Ve tercih, " kahra-an"a bırakılarak onun vicdanına sığınılıyor. TKP Genel Sekreteri olarak Ş. Hüsnü, 20 Şubat 1924 tarihli "Aydınlık"in 20. sayısında "Toplumsal Düzenleme" başlıklı bir makalesinde çözüm yolunu gösteriyor:

"Toplumsal devrimin bir dilek olarak kalmaması için, bugün­kü devlet adamlarının gerçeği olduğu gibi görmesi ve ayrıntılar­la uğraşmaktan vazgeçip, genel bir plana bağımlı olarak ekono­mimizi yükseltmeyi amaç edinmesi yeter. Siyasal devrimimizi yapmak için harcanan çaba ve atılımlar ekonomik devrimimiz gerçekleştirilebilir."[103]

Bu alıntılardan da görüldüğü gibi reformist bir hareket özelli­ğini bile taşıyamayan, düzen için iyileştirmeleri belirli bir top­lumsal zemine oturtamayan, reformlar için bile olsa sınıfla-halkla bütünleşerek bir güç olamayan, onlara bir perspektif su­namayan, gözlerini ve kulaklarını tüm duyargalarıyla birlikte ik­tidar güçlerinin hareketleri üzerinde yoğunlaştıran TKP ve politi­kalarına yönelik olarak aynı dönem içinde getirilen eleştirileri yine Şefik Hüsnü'nün alıntılarından izleyelim.

Mayıs 1924- 1340 tarihli "Aydınlık"in 21. sayısında "İşçi Sınıfı Cumhuriyet Üstüne Ne Düşünüyor" başlıklı makalesinde Ş. Hüsnü, kendilerine yönelik eleştirileri ve buna verilen yanıtı şöyle aktarıyor:

"Bize mektup gönderenlerin çoğu bizim Cumhuriyet hükü­meti üstüne olan yayınlarımızı bile eleştiriyorlar. Bu eleştirilerde iktidar makamını ele almış olan sınıfın devrimimizi işçi ve yok­sul sınıflar lehinde köklü dönüşümlerle derinleştirebileceğini sanmanın aşın iyimserlik olduğu belirtiliyor. Bu eleştiri üzerinde

durulmaya değer.

"Yazar arkadaşlarımızın düşünüşü kısaca şudur: İşçi sorunun çözümünün ve toplumsal devrimin gerçekleşmesini yeni hükü­met adamlarımızın iyi niyetinden beklemek, bu amaçlardan vaz­geçmekle birdir. Bu bîr iyi niyet meselesi değildir. Sürekli onlara ulusun çıkarları için yapılması gereken şeyler gösterilmekle bir­kaç kişi kazanılsa bile yine amaca ulaşılamaz. Çünkü bugün ikti­darda bulunanlar, işçininkinden ayrı ve onlarınkine zıt belirli çı­karlara sahip bir sınıfın temsilcileridir... Sonuç: işçi için kendi işini kendi görmekten başka kurtuluş yoktur." [104]

O günün TKP'sine yöneltilen eleştirilerin içeriği oldukça açık bir biçimde ortaya konulmuş. Ve eleştiriyle birlikte çözüm yolu da gösterilmiş: "İşçi kendi işini kendi görmek " zorundadır. Bu zorunluluk, TKP tarafından "iç savaşa" hazırlanmak, çalışma yöntemlerinin tümünü buna kanalize etmek biçiminde ele alın­ması gerekirken hiç de öyle olmamıştır.

Yine aynı tarihli "Aydınlık"ın aynı başlıklı makalesinde Ş. Hüsnü, çözüm yolunu şöyle formüle ediyor:

"Gerçi biz başlangıçta henüz siyasi inançları ve siyasal nitelik­leri biçimlenmemiş bazı ülkücü Önderlerin kurtuluş savaşımızı gereği gibi başardıklarını ve değeri inkar edilemez bir siyasi dev­rimi başlattıklarını dikkate alarak Cumhuriyet yöneticilerine geniş bir kredi açmıştık. Silah sesleri durduktan sonra elde ettiği­miz siyasi bağımsızlığın sürekliliği(nin)...işçi ve koylu sınıflar­dan güç alan, ortaklaşa yaşayışa dayanan ekonomik kuruluşlarla mümkün olabileceğini ileri sürüyor ve yazılarımızda bu yönde devrimimizi   derinleştirmesini   hükümetimizden   diliyorduk."[105]

Getirilen eleştirilere böylesi bir anlayışla yanıt veren Ş. Hüsnü, "diliyorduk" aşamasını nasıl aşacaklarını şöyle formüle ediyor:

'...İşçi örgütleri Önümüzdeki 1 Mayıs'ı fırsat bilip eyleme geç­meli, iş yasası yapılırken, İzmir İktisat Kongresi'nde kabul edilen ilkelerden sapılmasına göz yumulamayacağını, yapılacak toplan­tılar ve alınacak kararlar ilgili makamlara bildirilmelidir. Ancak, işçilerin baskısıyladır ki iş yasası, göz boyamak türünden, daya­nağı olmayan bîr belge olmaktan kurtulacaktır. (...)

1 Mayıs günü ülkenin her yanından işçi arkadaşlar bu basit dileklerini, gür sesiyle hükümete işittirmeli ve istekleri gerçekle­şinceye değin, her fırsatta birleşik davranmayı kararlaştırmalıdır." [106]

Alıntının da gösterdiği gibi, "işçinin kendi davasına sahip çık­ması", yine hükümetten "dilek" çerçevesini aşmamakta, egemen sınıfların İzmir İktisat Kongresi'nde aldıkları kararların pratiğe geçirmesi istenmekte. Bu anlayış, yani bir önceki dönem Ege-menlerce alınan birtakım kararların uygulatılması için "mücade­le" etme anlayışı, geleneksel "sol" un köklü-yerleşmiş bir çizgisi olarak günümüze ulaşmış ve en radikal çıkışların altında bile bu anlayışın yattığı tüm çıplaklığı ile gözler önüne serilmiştir.

"Devrimimiz" diye sahip çıktığı Kemalist hareketin siyasal ve ekonomik bağımsızlığı getireceğine, bunun için en büyük umut­lardan birinin de "komünizme yakın" yöneticilerin varlığına bağ­layan TKP, bir devrim arayışı içine girmeyi gereksiz görerek M. Kemal'in vicdanına sığınıp ondan yardım bekler hale geliyor.

İşçi sınıfının yaşam koşullarının düzeltilmesi, köylülüğün ızdıraplarının dindirilmesi, burjuvazinin ve diğer egemen sınıfla­rın "iktidarı ele geçirmesinin" engellenmesi, emperyalizme ba­ğımlılık ilişkilerinin geliştirilmesinin önüne geçilmesi ve feodalitenin kökünün kazınması gibi demokratik içerikli çözüm­leri hep Kemalizm’den bekleyen TKP, Kürdistan sorununun çö­zümünü de Kemalist harekete havale ederek ona destek olacağı­nı baştan ilan etmekten çekinmiyor.

Ş. Hüsnü, Kasım 1924 tarihli "Aydınlık"ın 27. sayısında yayın­ladığı "Ekim Devrimi ve Türkiye" başlıklı makalesinde bu konu­yu şöyle dile getiriyor:

"... Artık yeni bir atılım, bir atılış zamanı doğmuştur. Önü­müzdeki ilk hedef, derebeylik kalıntıların artık büsbütün silip süpürmek olmalıdır. Bunun için de taşra mütegalibesi belini doğrultamayacak bir darbe indirmek gerekir. Sloganımız:

"Doğu vilayetleri, Trakya ve İzmir'deki bütün çiftliklere be­delsiz olarak el konması ve toprağı olmayan veya az topraklı yoksul köylülere dağıtılmasıdır.

"Hükümet bir yandan bu sloganı gerçekleştiriri, bir yandan da terk edilen mülkleri dağıtmadan evkaf ile birlikte genel ve ba­ğımsız bir emlak idaresi altında işletir ve gelirini küçük üreticilerin oluşturacağı kooperatiflere öder ve geçimden aciz olanlara yardım gibi hususlarda kullanırsa, günün önemli ihtiyaçlarını tatmin eder ve devrimci durumu sağlamlaştırır.[107]

İzmir iktisat Kongresi ile aldığı ekonomik kararları cumhuri­yet hükümetleriyle siyasal bir çatı altında uygulamaya koyan, Kemalist hareketin Misak-ı Milli içinde tek bir otorite olma çaba­sında olduğu bir dönemde TKP, Kemalizm’e bir bakış açısı sunu­yor. Ve adına da "feodaliteyi temizleme" diyerek, Kemalizm’e de­mokratik devrimi yapmanın öncülüğü işlevini yüklüyor. "Taşra mütegalibesine belini doğrultamayacak darbe", Kemalist katliam, baskı, şiddet hareketleriyle Türkiye ve Kürdistan halkları üzerine indiriliyor. Şeyh Sait isyanı, İzmir Suikastı, Kürdistan'da katliam, Türkiye'de tam muhalefetin sindirilmesinin gerekçesi olarak gösteriliyor.   Bu gerekçeler, 'Takrir-i Sükun" ile yasal bir düzenleme altında Kemalist hareketin gerçek karakterini ele ve­riyor. Ve "Orak - Çekiç', "Aydınlık" gibi TKP yayın organları, "Yunan ordularının denize dökülmesi" anındaki coşkuyu yeni­den yaşıyor, "Devrimin ulusal yönünü son Yunanlı asker denize döküldüğünde tamamlayan Kemalizm şimdi de feodaliteyi te­mizleyerek gericiliğin kökünü kazıyıp toplumu demokratikleştiriyor" düşüncesi, bu yeni coşkuya kaynaklık ediyor.

"Doğu"daki feodalizmi temizleme coşkusu, geleneksel "sol"un o günden bugüne içinde yaşıyor. Türk toplumunun demokratikleştirilmesinin önündeki tek engel olarak görülen Kür­distan'da Kemalist askeri işgali geleneksel "sol"un ideolojik- ör­gütsel işgali tamamlıyor. Bu da, geleneksel "sofun iktidar yürüyüşünün esas yolu olarak gösterilen mücadele anlayışı ve bu anlayışa hizmet eden taktiklerinde hep yanlış, hep ilhakçı, sömürgeci, sosyal-şoven içinde kalmasını ve hep kendisini tasfiye ederek Kemalizm’le bütünleşmesinin koşullandırıyor.

1921'lerden itibaren TKP Genel Sekreterliğini üstlenen ve 1958'lere kadar bu görevi sürdüren Ş. Hüsnü'nün 1921 - 24 yılları arasında, yani işgal yıllan ve Kemalist iktidarın kurulduğu dönem içinde ortaya koyduğu bu yaklaşım biçimi, TKP'nin ba­şından sonuna kadar genel bir bakış açısı olmuş, bu politikadan kopuş, hiçbir dönemde yaşanmamış, aksine sürekli olarak düzen içi formüller uğruna çıkarın cılız sesler giderek Kemalizm’e açık bir şekilde birleşmiştir. Sadece isimdeki "komünist" sözcüğü ısrarla korunarak, bu isim altında gelişmesi muhtemel komünist hareketin tasfiyesi esas alınmıştır. Reformist bir hareket olan TKP Lenin'in de deyimiyle "büyük bir oportünizme düşmüş" ve her ne kadar adı "komünist" de olsa "sosyalist devrimi" yadsımıştır.

1925 Şeyh Sait isyanı karşısındaki coşkun Kemalist ruhun, yayın organlarına yansıması, Takrir-İ Sükun yasasını büyük bir Sükunet içinde karşılaması, tüm dönemler boyunca ricada bulu­nacak bir devlet adamının ya da kurumunun aranması, tüm ça­baların legalleşme uğruna harcanması, halktan uzak tipik bir Os­manlı "aydını" gibi davranılması, vb. bu partinin bir devrim partisi değil sıradan bir demek özelliğini bile taşıyamadığını göstermiştir. TKP ile başlayan bu gelenek, bir bakıma bugüne kadar ulaşan "sol"u da değişik biçimlerde koşullandırmıştır.

Kitleselleşmesi ile "sol" için yeni bir dönemin başlangıcı olan TIP hareketi süreci de "iktidar yolculuğu"nu TKP perspektifi ve pratiği dışına taşıramazken, halkla bütünleşme anlamında ayına bir Özellik taşımıştır. Yine bu süreç, kendi içinde radikal "sol ha­reketlerin çıkışının zeminini de yaratmıştır.

Bu noktada, Türkiye "sosyalist hareketi"nin gelişim seyrine göre 1968'lerle başlayan süreç, daha Önceki gelişmelerin dışında farklı bir taktik yönelimle sosyalist tarihin ikinci dönemini baş­latmıştır. Bu dönem, ayına özellikleriyle farklı bîr değerlendir­meyi zorunlu kılmıştır.

 

Türkiye Solunun TKP’ye Bakışı

Ş. Hüsnü TKP’si, mevcut burjuva egemenliğini karşısına alan devrimci bir hareket değil, burjuva demokratik devrimi tamamlama misyonunu burjuvaziye bırakan, kendine ise, soldan muhalefet yaparak burjuvaziyi teşvik eden, “Yeni devlet makinesinin eksikliklerini tamamlamayı misyon olarak benimseyen bir partiydi.

“Gelişen burjuva devriminin henüz sona ermediğini unutmamak gerekir” diyen Ş. Hüsnü, bu değerlendirmenin doğal sonucu olarak, burjuvazinin bir kısım tereddütler taşıdığını söylüyor ve işçi sınıfının misyonunu şöyle belirliyordu:

“Bu tereddütleri gidermek, Cumhuriyet Hükümetini ileri atılmaya teşvik etmek ve zorlamak bulunduğumuz dönemde işçi sınıfının ihmal edilemeyecek bir görevidir.”[108]

“Kazanılmış hakları eylem ve uygulama alanına aktarmak için birinci ve üçüncü siyaset (Kemalistler ve sosyalistler) uzun süre el ele hareket edebilecek...”[109]

“Bütün geri ülkelerde burjuva halkçılığını eylem alanına çıkarmak ve derebeylik artık ve döküntülerini silip süpürme işini, henüz kapitalistleşmemiş genç burjuvazinin üstüne alacağı deneyle sabit olmuştur.”[110]

Bu yaklaşım doğal olarak onun programa ilişkin bakışını da belirliyordu. Nasıl ki, 1928 Programı, III. Enternasyonal açısından Leninist devrim anlayışından köklü bir kopuşu ifade ediyorsa, bu kopuşu hemen tüm seksiyon partilerinde de görmek olanaklı. Bunun en somut ifadesini, 1920 TKP Programı’nın yerine geçirilen ve III. Enternasyonal Yürütmesi bakımından hiçbir değişiklik yapılmadan benimsenen, Şefik Hüsnü’nün mimarı olduğu, adına “Çalışma Programı” denilen 1926 Programı’nda görüyoruz. Değişiklik ise, en çarpıcı bir şekilde, emperyalizm ve enternasyonalizm kavrayışında, asgari program fikri ve iki aşamalı devrim anlayışının yeniden hortlatılmasında görülüyor.

Programın iktidarın niteliği, sınıf bileşimi ve görevlerinin anlatıldığı ilk maddesinde şunlar söyleniyor:

“Türkiye Komünist Partisi, Komünist Enternasyonalin bir şubesi sıfatıyla... Böylece ve aynı zamanda işçi ve köylülüğün bir Sovyet idaresi şeklinde kendi diktatörlüklerini gerçekleştirmek için gerekli şartları hazırlar. Ancak böyle bir diktatörlük, burjuva halk devriminin görevlerini yerine getirebilir (=Ancak bu diktatörlük milli demokratik devrimi gerçekleştirebilir) ve bu devrimin kazançlarını düzenleyebilir.”[111]

“Burjuva halk devrimi” kavramı, tam da bu dönemden sonra, sadece TKP’nin değil, ardılı solu da burjuva demokrasisine bağlayan tılsımlı bir sözcük olarak işlev gördü.

Şefik Hüsnü, 1928 Programı’nın benimsendiği, Fahri takma adıyla delege olarak bulunduğu Altıncı Kongre’de program tartışmaları sırasında yaptığı konuşmada, adeta 1920 Programı’nın neden değiştirildiğini izah ediyordu. Bu konuşmada, bir yandan Türkiye’de proletaryanın bazı Balkan ülkelerinden de gelişkin olduğunu; ama öte yandan da, TKP’nin önceki dönemde “sekter” ve “aşırı sol” hatalar işlediğini söylüyordu:

“Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi’nin ayrıntılı raporunda da açıkça anlaşılacağı gibi, Türkiye’deki proletarya kitleleri hatta bazı Balkan ülkelerindekinden bile hem biraz daha gelişmiştir hem de hatta sayıca daha büyüktür.”[112]

“Bunların yanı sıra, (TKP) sadece çok gelişmiş kapitalist ülkelerde atılabilecek şiarlar atarak, başka aşırı sol hatalar da işledi. Türkiye bir burjuva devriminden geçmiştir. Ne var ki, bu devrim, burjuva-demokratik devrimin bütün görevlerini çözmemiştir. İşte bu yüzden, Türkiye proletaryasının önünde ancak, işçi-köylü diktatörlüğünden proletarya diktatörlüğüne geçme görevi durabilir.”[113]

Şimdi tüm bunlardan sonra, “Şefik Hüsnü revizyonizmi”ne ateş püsküren ve Mustafa Suphi TKP’sinin mirasçısı olduğunu iddia edenlerin, program söz konusu olduğunda, gerçekte kimin izinde olduklarını ve bunun enternasyonal çapta kaynaklarını görmek zor olmasa gerekir. “Bağımsız sosyalist Türkiye”yi bir yenilik olarak sunanlar, 1920 TKP’sinin değil, ne kadar aralarına farklılık koyarlarsa koysunlar, yöntemsel yaklaşım ve sonuçlar bakımından Ş. Hüsnü’nün izinde yürümektedirler.

1960-1970 Döneminde Sol Hareketin Durumu:

TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİ (TİP)

1961'de bir grup sosyal-demokrat, reformist sendika ağası tarafından “Türkiye İşçi Partisi” kuruldu. TİP, var­lığı boyunca daima parlamenterist. Pasifist, reformist bir parti oldu. Bunun yanında o günkü koşullarda, bir bur­juva demokratı olan M, Ali Aybar'ın yönetimine geçtikten sonra, bu parti 1963-1964'ten sonra ülke çapında adım adım gelişmekte olan yurtsever, demokrat, ilerici hareke­tin güçlerinin toplandığı bir mihrak haline de geldi.

196O'lı yılların İkinci yarısında, başta gençliğin ABD emperyalizmine ve dönemin faşist iktidarına karşı geli­şen mücadelesi olmak üzere, halk kitlelerinin anti-emperyalist, demokratik mücadelesinde güçlü bir kabarma ol­du. Faşist diktatörlük altında ilk kez işçilerin yaygın grev hareketleri ve köylülerin toprak işgalleri ortaya çıktı. Öğ­renci gençliğin mücadelesi yaygınlaştı. Kitle hareketleri­nin bu gelişimi, kısa sürede sol hareketi de etkiledi ve radikalleştirdi. O güne kadar bir bütün olarak bir arada bulunan solun içinde gelişmelere yol açtı. Onu ayrıştırdı, pasifist ve radikal unsurlarına ayırdı.

1960’lar Türkiye Devrimci Hareketinin yükseliş döneminin mayalanmasıdır. Bu süreci  belirleyen TKP değil TİP’tir. Tıpkı TKP gibi TİP de kuruluşunun ilk yıllarında içinde gerilimler ve çelişkiler barındıran bir yapıdır. TİP’ in politik yansımaları,  içindeki kadroların çeşitliliğinin dışa vurumudur. Çünkü sendikacılara umut bağlayan sendika kökenli kadrolarla,  bütün umudunu parlamentoya bağlamış olanlar ve devrimin parlamentolarla olmayacağını bilen devrimci TKP’liler ve dünyada hızla esen anti-emperyalist rüzgarlarla birlikte gerillacılığın da etkisi ile ileri atılan devrimci öğrenci gençlik arasında sıkı ayrılıklar söz konusudur. Bütün tartışmalar milli demokratik devrim-sosyalist devrim çatışması merkezinde dönüyordu. Öz olarak TİP’e damgasını vuran akım ise sendikacılar ve parlamenteristlerdir.

Bu dönemde TİP içinde parlamenteristlerin öne çıkmasıyla parlamentonun keskin sa­vunuculuğuna soyundu. Parlamenter yoldan ve anayasal reformlar aracılığıyla gerçekleştirilecek bir “sosyalist devrim” olduğunu ileri sürüyordu. TİP kitle mü­cadelesinin yükselmesi ve radikalleşmesi karşısında kor­kuya kapılıyor, pasifimi yaymaya çabalıyor ve gelişen yurtsever demokrat kitle hareketlerini “anarşizm-goşizm” diye aforoz ediyordu. TİP yöneticileri, devrimci mücadele­nin her türlüsünden ödleri kopan burjuva liberalleriydi.

Bu koşullar altında TİP yönetimi hızla tecrit olurken, küçük-burjuva radikal “Milli Demokratik Devrim” hareke­ti hızla yükseldi ve yaygın bir taraftar kitlesi ve prestij kazandı; özellikle gençlik kitlelerini ve devrimci gençlik eylemini etkisi altına aldı. Başını Mihri Belli'nin çektiği “Milli Demokratik Devrim” ha­reketinin önde gelenleri; Türkiye'nin henüz demokratik devrim aşamasında bulunan yarı-sömürge, yan-feodal bir ülke olduğunu ve ülkemizde “tam bağımsızlık ve gerçek demokrasinin “devrim” yoluyla gerçekleşeceğini savun­maktaydılar.

Milli demokratik devrimi savunanlar Türkiye’nin emperyalizme tam bağımlı[114], çarpık kapitalistleşen, yarı-feodal bir tarım ülkesi olduğunu[115], ülkenin emperyalist boyunduruktan çıkarılmasının önündeki temel engelin emperyalizmin işbirlikçisi olan komprador sermaye ve ağalık kurumu olduğunu, bu bir avuç işbirlikçinin saltanatının işçi sınıfı, köylülük, asker-sivil aydın zümre ve burjuvazinin milli kesiminin oluşturduğu cephe karşısında yıkılacağını savunuyorlardı. Buna karşılık daha sonra TİP’in içinde kalacak olan kadro, Türkiye’deki burjuva demokratik devrimin esas olarak tamamlandığını, Türkiye’nin gündeminde bir sosyalist devrimin olduğunu, ancak sosyalizme “kapitalist olmayan kalkınma yolu” diye adlandırılan bir geçiş sürecinin izlenmesiyle ulaşılacağını savunuyordu

Mihri Belli'nin başını çektiği “Milli Demokratik Devrim” teorisyenleri o dönemde özellikle Arap ülkelerinde ortaya çıkan Nasır tipi “radikal cunta” hareketinin Türkiye'de de ger­çekleşmesinin an meselesi olduğu hayalleriyle tüm hesap­larını “küçük-burjuva radikalleri” adını verdikleri reformist bir asker-sivil cunta önderliğinde “gençlik-ordu” ittifakına dayalı bir askeri darbeye bağlamışlardı ve bu­nun teorisini yapıyorlardı. Onların kafasındaki “tam ba­ğımsız ve gerçekten demokratik” Türkiye'yi gerçekleştire­cek olan “devrim” Sovyetler Birliği'nin desteğinde böyle bir cuntanın darbesi ve “milli demokratik iktidar”da cun­tanın “diğer demokratik ve devrimci güçlerle birlikte ku­racağı” bir “devrim konseyi” idi

TİP yöneticileri, modern-revizyonistlerin Avrupa ülkeleri için tezgâhladığı “parlamenter yolla barışçıl geçiş” teorisine sahip çıkar­ken; M. Belli ve “Milli Demokratik Devrim” takımı yine mo­dern revizyonistler tarafından, yarı-sömürge, yan-feodal Asya, Afrika, Latin Amerika ülkelerinde kendi nüfuzlarını geliştirmenin de bir aracı olarak, geliştirilen “kapitalist olmayan yol” teorisini, Sovyetler Birliği desteğinde asker-sivil darbeleri savunuyorlardı. Bu akımların her ikisi de Ş. Hüsnü'nün ülkemiz Özelindeki tezlerinden bes­leniyorlardı. Ş. Hüsnü, hayatının belli dö­nemlerinde Kemalistlerin önderliğinde ülkemizde demokra­tik devrimin hatta sosyalist devrimin tamamlanabileceği yolunda tezler geliştirerek, “kapitalist olmayan yol” teori­si için bir zemin olduğunu savunuyordu.

Bunların yanı sıra “Milli Demokratik Devrim” teoris­yenleri, o sırada sınıfsal konumu dolayısıyla küçük-burjuva maceracılığından hızla etkilenmekte olan gençlik ey­lemini kendi çevrelerinde tutabilmek ve “radikal cunta­larını bu hareketle etkileyebilmek amacıyla çeşitli kılık­lara bürünmekten, çeşitli manevralar yapmaktan da geri durmuyorlardı.

TİP Programı

TİP kendi içinde bir takım ayrışmalar yaşadıktan sonra; TİP’e, Behice Boran-Sadun Aren çizgisi hâkim oldu. TİP de kalkınmacıydı. Gerçi Milli burjuvazice kurulacak bacaların tütmesi hayali açıkça dile getirilmiyordu ama kalkınmanın ancak sosyalist hükümetin idaresi altında gerçekleşebileceği belirtiliyordu. Daha sonra ikinci TİP programında “kapitalist olmayan kalkınma yolu” olarak adlandırılacak, sosyalizmin devletçiliğe indirgendiği “sosyalizm programı”nın ilk nüveleri Boran-Aren çevresi tarafından dile getiriliyordu.

Bu dönemde savunulan düşünceler ve program göz önüne alındığında Partinin hatırı sayılır bir kesimi TKP’yle birleşmeyi savunup, bu birleşmeyi istemeyenleri tasfiye edecek kadar TKP’nin çekim merkezinde bulunmalarına rağmen; ikinci TİP, TKP kadar ileri gidip bir ulusal cephe kurmayı önermiyordu. Birinci TİP içindeki ayrışmaların görünürdeki nedenlerinden birisi bu partinin parlamentarizme olan düşkünlüğüyse bir diğeri de sosyalist devrim/milli demokratik devrim kutuplaşmasıydı. TİP Türkiye’deki temel çelişkinin emek sermaye çelişkisi olduğunu söyleyip, yükseltilmesi gereken mücadelenin ekseninin anti-kapitalist olması gerektiğini vurguluyordu. Yine de ikinci TİP birinci TİP’in programındaki kapitalist olmayan yoldan kalkınmayı aynen koruyordu.

Türkiye İşçi Partisi bir işçi sınıfı partisi olarak toplum yapısını oluşturan sınıf ve tabakalara karşı objektif bilimsel verilere dayalı bir politika izler ve toplumsal evrimin gündeminde olan kaçınılmaz sosyalizm aşamasını, bilinçli örgütsel çalışmalarının doğrultusunu saptayan hedef olarak kabul eder.

Emperyalizm aşamasındaki kapitalist dünyanın ilişkiler ağı içinde yer alan ve emperyalizmin politik, ekonomik ve askeri baskısında olan Türkiye gibi bir ülkede emperyalizme ve faşizme karşı bağımsızlık ve demokrasi için verilen mücadeleyi kapsamayan bir sosyalist mücadele olamayacağı gibi, işçi ve emekçi kitlelerin sosyalizm için mücadelesi ekseninden yoksun bir bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi başarıya ulaşamaz..[116]

Ancak ikinci TİP’in sosyalizm programı da, MDD programının içeriğiyle büyük oranda çakışıyordu. İkinci TİP’in sosyalizm programı da sosyalizmden çok ince bir kalkınma planıydı. “Büyük üretim araçları kamulaştırılacak, devletçilik ve devlet sektörünün içeriği sosyalistleştirilecektir.... Tüm toplum hayatını kapsayan bir merkezi planlama uygulanacaktır...”[117]

Tarımsal üretim yeniden düzenlenecek, yurt çapında bir toprak ve buna bağlı olarak tarım reformu uygulanacaktır. Demokrasi , toplumsal yaşamın her anında ve her kesiminde gerçekleşecektir...”[118]

Böylelikle “sosyalizme giden yollar açılacaktı”, ve nihayet işçi sınıfı “...bir süreç içinde Türkiye’yi, dünyanın en ileri ülkeleri arasında yer alan tam bağımsız ve özgür bir toplum düzeyine çıkaracak olan sosyalizmi gerçekleştirecektir”.[119] Sosyalizm Türkiye’yi ilerletecek ve müreffeh ülkeler seviyesine ulaştıracaktı.

TİP’in hakkını yememek lazım; MDD’cilerden farklı olduğu yanlar da vardı. Programda hem bir işçi demokrasisinden söz ediliyordu hem de sosyalizmin yalnızca kalkınma anlamına gelmediğinin altı çiziliyordu.

“Bütün işçiler ve çalışanlar, çalıştıkları kurumun yönetim ve denetimine etkin bir biçimde katılacaklardır.[120]

“Sosyalizm yalnızca bir ekonomi ve refah sorunu değildir; insanların her türlü sömürüden, baskı ve eziklikten, yabancılaşmalardan kurtulacağı ve yeteneklerini özgürce sonuna kadar geliştirebileceği bir toplum düzeni gerçekleştirecektir.... “[121]

İşçi sınıfını öncü güç olarak gören TİP’in milli burjuvaziye bakışı da MDD teorisinden farklı değildi. Bu iki kesim arasındaki çelişki karşısında parti bu çelişkileri değerlendirme yoluna gidecekti.

“Türkiye İşçi Partisi, burjuvazi karşısında tavrını alır ve politikasını saptarken, elbette burjuvazi içindeki bu farklılıkları ve çelişkileri dikkate alır. Tekel dışı burjuvazinin tekellere karşı çıkışında, büyük toprak mülkiyetinin vergilendirilmesi, vergi kaçakçılığının önlenmesi, dış ticaretin devletçe düzene sokulması taleplerinde destekleyici olacaktır. Sanayici sermaye, kendi varlığını koruma kaygısıyla Ortak Pazar’la bütünleşmeye ve imtiyazlı yabancı sermaye yatırımlarına karşı çıktığı ölçüde Parti’nin desteğini görecektir.”[122]

Partinin burjuvazi karşısında tavrını alıp politikalarını saptarken egemen sınıf içindeki çelişkileri dikkate alması MDD’nin ulusal burjuvaziyi tarafsızlaştırma politikasından hangi açıdan farklı olduğu hiçbir şekilde yanıtlanmıyordu. MDD ve TİP’in arasındaki öze ilişkin tek fark TİP toplumsal devrimden asla söz etmez. Burjuvaziye olan desteğini programında Ortak Pazardan çıkmak gibi ülkenin günlük siyasal hayatı içerisinde siyasal iktidarın yapısını değiştirmeden sağlanabilecek kazanımlarla sınırlı tutmasıydı. Bu düşünceleri şekillendiren Aren- Boran kanadın teorik varsayımları özetle aşağıdaki gibidir:

1-           Türkiye geri kalmış bir ülkedir ama Türkiye’de yine de gelişkin, sosyalizmi kurmaya gücü yetebilecek bir işçi sınıfı vardır.

2-           27 Mayıs’ın sonuçlarından biri demokratik anayasa olmuştur. Bu anayasayla birlikte Türkiye’de burjuva demokratik devrim esas olarak tamamlanmıştır. Anayasanın demokratik yapısı Türkiye’de sosyalizmi kuracak iktidarın seçimle yetki kazanmasını olanaklı kılmaktadır.

3-    Öyleyse işçi sınıfının partisi köylülüğe, kent küçük burjuvazisine önderlik edip, seçimle iktidara gelecek ve sosyalizmi kuracaktır. Bunun için de “kanun yoluyla iktidara yürüyen siyasi bir teşkilat”a gerek vardır.[123]

TİP, Türk işçi sınıfının ve onun tarihi, bilime dayanan demokratik öncülüğü etrafında toplanmış, onunla kader birliğinin bilinç ve mutluluğuna varmış toplumcu aydınlarla ırgatların, topraksız ve az topraklı köylülerin, zanaatkarların, küçük esnafın, aylıklı ve ücretlilerin, dar gelirli serbest meslek sahiplerinin, kısacası emeğiyle yaşayan bütün yurttaşların kanun yolundan iktidara yürüyen siyasi teşkilatıdır.[124]

Görüldüğü gibi ittifak kurulması hedeflenen toplumsal sınıfların belirlenmesinde, MDD’nin milli burjuvaziye tanıdığı prim dışında, iki çizgi arasında belirgin bir ayrım yoktur. MDD’nin esas tepkisi TİP’in mücadele anlayışına, parlamentarizme karşıdır. TİP’in anayasaya duyduğu güven eleştirilmektedir sadece. Bunun ötesinde TİP çizgisini sosyalist devrimci yapan “sosyalizm anlayışı” ise MDD çizgisinin ufku dar sosyalizm ütopyasının bir adım ilerisinde değildi.

“...Taklitçiliğe heveslenmeden, kendi gerçeklerimize yönelerek, bilim ışığında Türkiye’ye özgü kalkınma yolunu bulmamız gerekiyor....

Türkiye için kurtuluş kapitalist olmayan bir kalkınma yoluna girmektir. Kapitalist olmayan kalkınma yolu emekten yana ve emekçilerin yürütümüne ve denetimine katıldığı planlı bir devletçilik olarak tanımlanabilir.”[125]

Görüldüğü gibi, TİP için de YÖN hareketinden farklı olmayan şey; işçi sınıfının kurtuluşunun değil, Türkiye’nin kurtuluşunun nasıl olacağıdır. Kapitalizm Türkiye’yi kurtaramazdı. Behice Boran, TİP’in kapatılma davasında yaptığı savunmada kapitalist yoldan kalkınma trenin kaçtığını, on dokuzuncu yüzyılda Avrupa devletlerinin izlediği yolunun Türkiye için olanaklı olamadığını çünkü artık dünyada daha gelişmiş bir üretim sistemi bulunduğunu, Türkiye için doğru olanın ise bu üretim ilişkisini benimsemek olduğunu vurguluyordu.[126] Sosyalizm işçi sınıfını ücretli kölelikten kurtaracağı için değil insanlara müreffeh bir Türkiye’de yaşama olanağı sunduğu için savunuluyordu.

TİP işçilere sosyalizmi ücretli köleliğin yıkılması için geçilmesi gereken zorunlu bir ara aşama olarak göstermekten çok, milli gelirin yükselmesinin ve bölüşümün adilce yapılabilmesinin en akıllı ve etkili yöntemi olarak tanıtmıştır. TİP, için sosyalizm kalkınmanın bir sonucudur. Kalkınmanın, sosyalizmin, bir yan ürünü olarak böyle sunulduğunda devrime katılmada çekinen kesimleri sınıfın yanına çekmek için kullanılabilecek etkili bir propaganda ve ajitasyon malzemesi yakalanabilmektedir.[127] Böylece de şiddete dayalı devrime ne gerek de kalmamaktadır.

TİP’in mücadeleye bu tarz yaklaşımı şiddete dayalı devrim savunan MDD içinde, ayrıksı duran Aydınlık grubununki (PDA) ile buluşmaktadır. Kalkınma planları hazırlama ve bunları işçilerin denetimine açmak yeterlidir. Bunun için yurtsever uzmanlardan oluşan, bağlayıcı kararlar alma yetkisine sahip özerk bir DPT kurulması ve bu kurumun da emekçi halkın denetimine açılması yeterlidir.[128]

Milli Demokratik Devrim (MDD)

TKP ve bu onun etkisinde bulunan TİP'in, gelişen devrimci hareketi dar sendikal ve parlamenter çerçevede" tutmak için özel bir gayret sarf ediyorlardı. Mihri Belli ve çevresi, parlamenter ve pasif mücadele anlayışlarına  karşı bir muhalefet geliştirmeye çalışırlarken, mevcut rejimi "cici de­mokrasi" olarak niteleyen ve parlamentoyu başlıca mücadele hede­fi haline getiren YÖN-DEVRİM* çizgisiyle ortak bir zeminde buluşuyorlardı. İkinci olarak, mücadeleyi "geniş cephe", "millici güçler" kavra­mıyla en geniş zemine yayma çabası, YÖN tarafından, "asker sivil aydın zümre"ye karşılık düşen güçlere denk geliyordu.

Milli Demokratik Devrim yanlılarının ideolojik şekillenmesini dönemin önde gelen aydınlarından Doğan Avcıoğlu’nun çıkarttığı YÖN ve Devrim dergileri oluşturmuştu.[129] YÖN dergisinin temel derdi Türkiye’nin geri kalmışlığıydı. Türkiye, emperyalistlere bağımlıydı; emperyalistler Türkiye’deki tekeller ve feodal-gericilik ile işbirliğine girerek kapitalizmin gelişmesini engelleyip, ülkeyi “montaj sanayii”ne, “çarpık kapitalizme” mahkum ediyorlardı. “Türkiye’nin bugünkü temel meselesi, antiemperyalist ve anti-feodal mücadeledir. Bu safhadaki hedef, ekonomik bağımsızlığın sağlanması, toprak reformunun gerçekleştirilmesi ve anayasaca tanınan hak ve hürriyetlerin gerçekleştirilmesi ve korunmasıdır.”[130] Emperyalizm, işbirlikçi tekeller, feodal gericilik arasındaki işbirliğini pekiştiren en önemli unsur parlamenter rejimdi. Parlamento bu işbirliğinin üstünü örtüyor, işbirlikçilerin halkın “geri bilincinden” faydalanarak yeniden göreve gelmesini sağlıyordu. Dahası “parlamento, işbirlikçi sınıfın klikleri arasındaki çekişmelerin mekanı olduğundan, ülkenin kalkınmasının önündeki en önemli engel olan istikrarsızlığın esas zeminiydi.”[131]

YÖN dergisine özellikle onu izleyen Devrim gazetesine göre kurtuluş aydınlardan gelecekti, ama bu aydınların görevi “bilinçsiz halkımızı” örgütleyip, onun enerjisiyle bir devrimi olanaklı kılmak değildi. “ mücadele her türlü ayırıcı düşünceden sıyrılarak toplumun bütün tabakalarında yer alan milliyetçi ve demokratik kuvvetlerin bir araya gelmesi”[132] Subayları da içeren aydınlar “devrim”i kendileri yapacak, halkımızı onlar kurtaracaktı. Bu işler öyle kağıt kalemle değil de silahla yapılacağından, Devrim çevresi devrimin en önemli gücünü, varlık nedeni silah kullanmak olan askerlerde buldu. “Asker sivil-aydın zümre”yi bir devrimci güç olarak görmenin altında yatan mantık buydu. Ordunun içindeki Atatürkçü, ilerici askerlerden bir darbe bekleniyordu.

Doğan Avcıoğlu’nun YÖN’cülüğün en açık dile getirilişi “Herkesi memnun edelim dersek, mümkün olsun, hepsi memnun olsun, ama biz maksadı temin etmiş olmayız. İdare-i maslahatçılar esaslı inkılap yapamaz. Bugünkü sefalet ve rezalet içinde, esasen kimseyi memnun etmeye imkan yoktur. Memleket mamur, millet zengin olduğu zaman herkes memnun olur.[133] düşüncesidir. Bu düşüncenin arkasında yatan ise toplumsal devrim değildir.

YÖN çevresinin açıkça cuntacılığı savunması, toplumsal devrim savunan tüm kesimlerde YÖN ile benzer bir zeminde yer alanların da cuntacı olmasını gerektirmiyordu. Başını Mihri Belli’nin çektiği, TİP’in parlamento hayranlığını eleştiren, parlamenter düzeni “Filipin tipi demokrasi” diye eleştirerek ayrışıyorlardı. TİP’ten ayrışan MDD’cilerin bütün radikal duruşlarına ve söylemlerine rağmen ortaya koydukları Türkiye anlayışı YÖN tespitlerinden pek farklı değildi. İki hareketi özünde ayrıştıran devrim stratejisidir. MDD’ciler burjuva demokratik devrimin tamamlanmasını YÖN gibi askeri bir darbeye bağlayacak kadar cuntacı değillerdi. Devrimde asker sivil-aydın zümre rol oynayacaktı ama yine de halkın eseri olacaktı.

Türkiye sosyolojisinin değerlendirilmesine göre MDD hareketi için devrimin karakteri Milli Demokratik Devrimdir ki demokratik devrimin gerekliliğinin iki nedeni vardı. Birinci neden Türkiye’nin emperyalist tahakküm altında olması ve tam bağımsız bir ülke olmamasıydı. Türkiye işçi ve emekçi sınıfları bu bağımlılık altında sosyalizmi hedefleyemezlerdi, çünkü sosyalizm mücadelesinin verilebilmesi için ülkenin bağımsız olması şarttı.

“Şunu kesin olarak bilmemiz lazım: sosyalizm bağımsız ülkede olur. Ve sosyalist şiarlar bağımsız ülkede atılır. Bu demek değildir ki, sosyalist teoriyi benimsetmek için gece gündüz çalışmayacağız. Ama “sosyalizm” temel şiarını atmak için, “iç sömürüyü kaldıracağım” diyebilmek için, mutlaka bağımsız bir ülke gerekir. Onun için demokratik devrim birinci aşamadır. Sosyalist devrime yolu hazırlayacak olan aşamadır. Demokratik devrimi gerçekleştirmeden, sosyalist devrim yapamazsın. Atlayamazsın bu aşamayı. Bir büyük devrimcinin dediği gibi, mangalda yakamazsın veyahut emirnameyle kaldıramazsın bu aşamayı.”[134]

Mihri Belli için öncelikli olan demokratik devrimdir. Çünkü sosyalist devrim yapabilmenin koşulu bellidir, “Sosyalizmin inşaası ancak bağımsız ülkede mümkündür. Bu söyleminin altında kavranamayan Leninist “kesintisiz devrim „ anlayışı yatar. Fakat bu mantığın Belli tarafından kavrayışında iki devrim biçimi arasına hat çekmek olmuştur. Belli, “bir ülkede sosyalist devrim ancak o ülke bağımsızlığını kazanmışsa yapılabilir” dediğinde ilk iş olarak demokratik devrim yapmak vardır. Demokratik devrim'in getireceği  "tam bağımsızlık“ sosyalizme kapı açacaktır.

MDD hareketi, YÖN cuntacılığına göre devrim sorununu daha “teorik” bir biçimde ortaya koymaktaydılar. Hedef askerleri kışkırtıp bir darbe sonucunda oluşacak kabinede yer almak olmayınca, devrimin karakterinin belirlenmesi, kimlerin müttefik, kimlerin düşman olarak kabul edileceği doğal olarak önem kazanıyordu. Ortaya çıkan tabloda ise durum YÖN çizgisinin kalkınmacılık ideolojisinin, Lenin’den alıntılarla destekleyerek, ittifaklar ve politikaları belirleyerek “tutarlı” bir Leninist devrim teorisidir. Başka bir deyişle, MDD’ciler bir yanlarıyla da “Al-Yeşil bayrakçı” olduklarından Kemalizm’e kalpak yerine Rus kasketi giydirirler.

Demokratik devrimi gerekli kılan ikinci neden de feodal kalıntıların henüz tasfiye edilmemiş olmasıdır. Tasfiye edilmemiş “feodal mütegallibe” kırlarda metropollerdeki işbirlikçi tekelleri ikame etmekte ve emperyalist sömürüyü daim kılmaktadır.

“Feodal mütegallibe ve genel olarak büyük toprak sahipleri, feodal engellerin temizlenmesine demokratik düzenin, en ücra köylere kadar bütün ülkeyi kapsayan bir ulusal düzen olarak uygulanmasına karşıdırlar. Çünkü Türkiye’de Anayasa düzeninin kurulması demek, feodal ilişkilerin yıkılması, bütün Türkiye halkının demokratik hak ve özgürlüklere kavuşması, gerçekten vatandaş payesine, ulusun bireyleri payesine ulaşması demektir. Ne feodal mütegalibe, ne de müttefiki gayri milli sınıf işbirlikçi sermaye, böyle bir şeyi gönül rızasıyla kabul etmez.[135]

Önümüzdeki görev sosyalist devrimdir” diyen TİP çevresine, Şefik Hüsnü’den sonra TKP’nin tekerlemesi olan, “işçi sınıfı ülkemizde yeterince güçlü değildir” tezine karşılık Mihri Belli, pasifizme karşı tepkinin de gücüyle Lenin’in İki Taktiği adlı eserinden alıntıyla karşılık veriliyordu. “Biz sosyalist devrimi geciktirmiyoruz, biz biricik güvenilir ve doğru yoldan, demokratik devrim yolundan sosyalizme adımımızı atıyoruz. Kim sosyalizme siyasi demokrasi dışında, başka bir yoldan varmak istiyorsa, iktisadi olduğu gibi siyasi bakımdan da saçma ve gerici sonuçlara varması kaçınılmazdır.”[136]

Vietnam Kurtuluş Savaşı'nın, emperyalizme karşı ilerlettiği büyük başarının bir "halk savaşı" tarzında ilerlemesinin  Mao'unun "Halk Savaşı Teorisi" arasında bir bağ kurulması ile birleşince ÇKP'nin ve Mao Zedung'un dünya devrimci hareketine, SBKP'ye göre çok daha militanca bir destek veriyor olmasının etkisiyle, MDD saflarında genel eğilim, Mao’culuk olarak biçimleniyordu.

Diğer yandan MDD'nin, Türkiye'nin sosyo-ekonomik yapısını, Türki­ye'de sınıfların durumu ve devrimin genel çizgisi hakkındaki temel tezlerinin, Çin devrimin örneğine uygun hale getirme çabaları ile birlikte MDD içinde Maoist bir eğilimin güç kazanmasını sağlıyordu.

Türkiye, "yarı-feodal ve yarı-sömürge" bir ül­keydi. Önündeki devrimci adım, anti-emperyalist ve anti-feodal içe­rikte "Milli Demokratik Devrim" aşamasıydı. Milli Demokratik Devrim, emperyalist ve feodal sömürüden zarar gören bütün "milli sınıfların" ortak mücadelesiyle gerçekleşecekti. Bu devrimde, hangi sınıfın önder olacağı, mücadele içinde belli olacaktı. Özellik­le bu son önermede, MDD teorisyenleri, işçi sınıfının öncülüğü fikrini demagojik bir tarzda reddediyor, Avcıoğlu'nun "ordunun öncülüğü" tezini benimsemiş olmalarını, böylece gizleyebileceklerini umuyorlardı.

MDD kadroları, TİP içindeki pasifizme karşı çıkışa dayanak yaptıkları temel malzeme genelde YÖN hareketince ortaya konulmuş teorik görüşlerle karşı çıktılar. “Mücadele sürecinde, TKP-TİP görüşlerine karşı bu malzemeyi kullanmış, özellikle de, Marx, Engels, Lenin ve Sta­lin'in yayınlanan eserlerine dayanarak, her bir kavramı Marksist teori içinde tanımlanabilir, uluslararası komünist hareketin belgele­riyle ilişkilendirilebilir kılmış ve derinleştirmişti.”[137] TİP içindeki tartışmalarda, Sovyetçi yaklaşımın ağır basması ve pasifizmin MDD’ yi "sosyalizme karşı" bir küçük burjuva akımı olarak eleştirmeleri,bu eleştiriler karşısında, Mihri Belli ve çevresindeki genç devrimcilerde Lenin, Stalin ve Mao'da, kendi düşüncelerinin dayanaklarını bulmaya yönelmişlerdir. Dünya konjonktüründe yaşanan politik gelişmelerde; o dönemde ÇKP’nin SBKP'ye karşı takındığı teorik ve ideolojik tutum yanında “Kültür Devrimi”'yle de dünya devrimci hareketinde önemli etkiler bırakan Mao'da, teorilerini kendi yansımalarını bulmuşlardır. Bu yansıma öz olarak en geniş cephe ve bu cephenin unsurlarının arayışına girilmesiyle en iyi referans olabilecek teorik duruş ancak ÇKP’ de ve teorik olarak da Mao’da kendisini billurlaştırır. MDD, özü itibarı ile Maoist bir hareket değildir. Aydın­lık dergilerinde, kullanılan Mao yazıları ve alıntıları daha çok “Sovyetler Birliği'yle Çin arasında ara bir yol arayan ve bu tutumu, emperyalizme karşı mücadelenin bir gereği olarak açıkla­yan Ho Şi Minh'in "kardeş partiler arasındaki mücadelede yansız­lık" prensibidir.”[138]

Devrimin kimlere karşı yapılacağı belirlendikten sonra sıra devrime hangi sınıfların katılacağının netleştirilmesine geliyordu. Devrim emperyalizmle girdiği işbirliği iki gerici toplumsal sınıf, işbirlikçi sermaye ve feodal mütegallibe, dışında kalan tüm sınıfların eseri olacaktı. Örneğin MDD için, milli burjuva ile işbirlikçi kapitalisti aynı sepete koymak sosyalistçe bir tutum olmaz. Mili sermayeye sahip sınıfın, emperyalist sermaye ile bir tutulması anlaşılamazdı; çünkü milli olan yabancıya karşıydı. Milli burjuvazi ulusal toplumumuzun içinde sayılmalıdır.

“Ulusal topluluğumuz dışında sayılması gereken işbirlikçi sermaye ile feodal mütegallibe dışında Türkiye halkının tümü; Türkiye proletaryası, yani modern sanayide, zanaat kollarında, ticaret alanında, tarımda işgücünü satarak geçim sağlayabilen üretim araçlarından ve topraktan yoksun şehir ve köy proletaryası ve bir miktar üretim aracına sahip olmakla birlikte gene de sömürülen şehir ve köy küçük burjuvazisi, yani bir avuç asalak dışında Türkiye emekçi halkı.”[139]

her şeye karşın Milli burjuvazi konusunda MDD, YÖN hareketine göre daha temkinli davranıyordu. ‘70’lerin Türkiye’sinde milli burjuvazi için yalpalayan bir sınıf olmasından dolayı, devrimden çıkarı olmasına karşın gerici sınıfların peşinden sürüklenebilirdi.

 “Milli burjuvazi çifte karakteri olan bir sınıftır. Bir yandan emperyalizm tarafından ezilmektedir Bu bakımdan devrimden yana, yani bağımsız demokratik bir Türkiye’den yana olması gerekir. Ama öte yandan varlığı kapitalist sömürme sisteminin devamına bağlı olduğu için sosyalizme karşıdır. Oysa çağımızda demokratik devrimi gerçekleştiren Türkiye gibi bir ülke, yüz geri edip yeniden emperyalizmin kucağına düşmeye razı değilse, yarı yolda duramaz ve demokratik devrim aşamasından sonra sosyalizme geçme zorundadır.[140]

MDD için sosyalizm: Türkiye “emperyalizmin kucağına düşmeye razı değilse, yarı yolda duramaz... Sosyalizme geçmek” zorunluluğudur. MDD’cilerin sosyalizm mücadelesi işçi sınıfının sınıfsız toplum anlayışı ile yakın uzak bir ilişkisi dahi kurulmamaktadır. Temel sorun, sosyalist devrim yapılmazsa bağımsızlığını demokratik devrimle kazanmış Türkiye’nin tekrar emperyalistlerin eline geçeceğidir. Sadece bunu engellemek için sosyalizm gereklidir. Sosyalizm adeta, kurtuluş için değil, emperyalizmden kurtulmak için gereken zorunlu bir aşamadır.

Devrim güçlerine gelince Mihri Belli, yazılarında asker-sivil-aydın zümre ortaklığının ulusun ortak çıkarları olduğunu, dolaylı olarak ifade etmektedir. Bu kesimler içinde MDD’cileri ilgilendiren sivillerden çok askerlerdi. MDD teorisine göre bu kesim de yalpalayan bir sınıftı. DP iktidarı ile birlikte ordunun yozlaşması hızlanmış, OYAK’la subaylar kapitalist sisteme entegre edilmek istenmişti; ama emperyalizmle karşı karşıya gelindiğinde ordunun karşı devrimci kampta yer alması imkânsızdı. Bunun biri maddi diğeri manevi olmak üzere iki gerekçesi vardı.

Böyle bir uzlaşmayı mümkün kılacak maddi temel Türkiye’de yoktur. “Türkiye’de nimetler sınırlıdır... Bunlar hâkimiyetlerini sürdürdükçe değişiklik yapılmayacaktır, üretim artmayacaktır ve nimetler sınırlı kalacaktır. Bu sayılı nimetler her iki tarafı da sevindirecek bir biçimde üleştirilemez.[141]

İkinci gerekçe Türk ordusunun tarihsel birikimine ve geleneklerine yaslandırılıyordu. Ordu neredeyse sınıflar üstü bir kurumdu, tarihsel bir ilericilik görevi vardı ve hiçbir zaman egemen sınıfın kuklası olmamıştı.

“...emperyalizmin Türkiye’de iç desteklerinin yardımıyla tam hâkimiyetini kurması demek, Türk Ordusunun, bütün marifeti yerli yabancı sömürücüler emrinde kendi halkını ezmek olan, tarihinde hiçbir zaman yabancı bir düşmana karşı savaşmamış Güney Amerika peyklerindeki ordular durumuna düşmesi... demektir. Türkiye’de asker sivil aydın zümre tüm tarihini inkar etmeden böyle bir durumu kabullenemez.”[142]

Mihri Belli bu saptamasını hiçbir tutarsızlığa izin vermeden kendi pratiğine de yansıttı. Ordudan anti-emperyalist bir ilericilik bekleyen Belli 12 Mart’ın hemen ertesinde Aydınlık dergisinde. “Sıkıyönetim tarafsız davranmalıdır![143] Başlıklı bir yazı yayımlıyordu. Oysa tam da bu sıralar sınıf mücadelesinin acımasız pratiği her zaman olduğu gibi teorik şaşkınlıkların bedelini devrimcilere çok ağır bir biçimde ödetiyordu.

MDD’cilerin devrimde sınıfların mevzilenmesi konusundaki tespitleri sonraki yıllarda Aydınlık (PDA) çevresinin, teorik altyapısını oluşturacaktı. Belli’ye göre devrimin başarıya ulaşması için işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün hegemonyası altında gerçekleşmesi şarttı. Aksi takdirde devrimin 1923’teki Kemalist devrim gibi yozlaşması kaçınılmaz olacaktı. Ama böyle bir öncülüğün şart olması “proleter devrimciler”in diğer sınıflarla “ben öncüyüm-sen öncüsün” tartışmalarına girmelerini şart koşmuyordu. Böylesi “laf ebelikleri” bir “zaman kaybından başka bir şey değil”di.

MDD teorisinin devrim anlayışının “romantik” tavrı devrimci sınıflar arasındaki “dayanışma ruhundan”, bu sınıfların “proleter devrimci harekete duydukları saygı”dan ötürü “onun hegemonyasını teslim etmesinden” söz edilince açığa çıkmaktadır. “Devrimde hegemonya, toplumdaki devrimci güçler dengesinin bir sonucudur. En güçlü olan sınıf, yani en güçlü bilinçlenme ve örgütlenme düzeyine varmış olan ve toplumun gelişmesi gereği ekonomide ve toplumsal hayatın bütün alanlarında ağır basan sınıf, hegemonyasını öteki devrimci sınıf ve zümrelere devrimci dayanışma ruhu içinde kabul ettirir. En devrimci gücün devrimde hegemonyasını kurmasını özleyen proleter devrimcisi, oportünist demagogların yaptığı gibi “biz öncüyüz gelen gelir gelmeyen gelmez” diyerek hareketi tecrit eden kısır tartışmalarla, iddiacılıkla vakit kaybedemez. Gider şehir ve köy proleterlerini bilinçlendirir. Üstelik bunda öylesine başarılı olur ki, bütün devrimci çevreler, proleter devrimci harekete saygı duyarlar ve onun hegemonyasını teslim ederler.”[144]

Belli’nin anlayışına göre bütün sınıfların kafasında bir tek devrim anlayışı hâkimdir. Buna göre işçi sınıfından milli burjuvaziye her ne şehir ve köy proleterlerini bilinçlendirmeye gidilmesinden söz etse de kadar bütün sınıfların bir devrim rüyası vardır. Arada bir ikirciklenmelerine karşın tüm bu sınıflar devrimin mümkün olan en sorunsuz ve kolay hali ile gerçekleşmesini ummaktadırlar. Dolayısıyla devrime önderlik etmek, onu kendi çıkar ve ihtiyaçları doğrultusunda ilerletmek gibi bir kaygıları olmadığından devrime kim daha fazla emek harcarsa önderliği ona teslim edeceklerdir. Tanımlanan şey “Çin Tipi devrim”dir. Bu devrim, emperyalistlerin işbirlikçileri olan tekellerle, onların kırdaki dayanağı feodal aristokrasiye karşı gerçekleşecekti. Devrim ulusal bir halk devrimiydi; dört sınıftan oluşuyordu. İşçiler, köylüler, küçük burjuvazi ve milli burjuvazi. Bu dört sınıf iktidarı eşit bir biçimde paylaşacaktı. Öncülüğün kimin elinde kalacağını pratik gösterecekti.

Oysa devrime fiilen katılan sınıfların tümünün devrim sürecinde kafalarında siyasal iktidarı alaşağı etme gibi bir düşünceleri yoktur. Örneğin 1917 Şubat Devrimine katılan küçük burjuvazi ve liberal burjuvazinin hiçbir zaman iktidar perspektifi olmamıştır. Hatta Şubat Devrimi sonrası kurulan koalisyonlara katılan Kadetler uzun süre boyunca çarlığın yanında sayılabilecek bir tutum izlemişlerdir. Benzeri durumlar burjuva devrimleri sırasında köylülükle burjuvazi arasında da yaşanmıştır. Örneğin Fransız Devrimi’nde aristokrasiye karşı burjuvaziyle beraber baş kaldıran köylülük hiçbir zaman bir iktidar perspektifi geliştirmemiş, devrim öncesinde devrimle ilgili herhangi bir siyasal tasarımda bulunmamıştır.

Diğer yandan egemen siyasal iktidar devrildikten sonra bile, ortaya çıkan iktidar boşluğu her sınıfın kendi siyasal temsilcisi tarafından doldurulmak istenecektir. Devrim sürecinde yer alan her sınıf, siyasal otoritenin yeniden düzenlenmesinde daha fazla pay almak isteyecektir. Şubat Devrimi’ne ilişkin yukarıda verilen örnek bunun için iyi bir kanıttır. İktidarı devirmek gibi bir perspektiften yoksun Kadet Partisi bile devrim sonrası hegemonyayı ele almak istemiştir. Yıkılmak istenen iktidar, ülkenin “kanını emen tekellerinin” iktidarıydı. Sayıları birkaç yüzü geçmeyen bu bir avuç işbirlikçinin saltanatına işçi sınıfı, köylülük, tekellerle kanlı bıçaklı olan milli burjuvazi ve ilerici aydın zümre son verecekti.

MDD’nin tutumu, inisiyatifsizliğin ve iktidar perspektifsizliğinin bir diğer adıdır. Öncülüğün hangi sınıfta olacağını hiç düşünmeyen “hele bir başlayalım gerisi sonra gelir” mantığından işçi sınıfının iktidarı alması için hangi yolu izleyerek ona öncülük edeceğini planlaması da beklenemez. MDD’ye göre sorun “halkımızı harekete geçirmek”tir; bu amacı güderek var güçleriyle çalışan “devrimciler” elbet çabalarının meyvelerini toplayacaklardır.

İleride değinileceği gibi MDD hareketini, birbirinin peşi sıra acil görevlerini kır ve kent gerillaları oluşturmak olarak saptayan üç akımın, THKO, THKP ve TKP-ML’nin takip etmesi rastlantı değildir. Bu hareketlerde MDD yansıması, bir avuç işbirlikçi dışında herkesin devrimden çıkarı olacağını ve devrime şu ya da bu biçimde katılacağını savunan teorik çerçevenin pratikteki izdüşümüdürler. MDD’den kopan devrimciler için handikap hiçbir örgütsel ve programatik temele sahip olmadan silahlı mücadeleye girişmek, mücadeleye susamış olduğu sanılan halkın kurşun seslerini duyunca ayaklanıp “öncülerine” katılacağını ummak oldu.

1970'e gelirken, Doğu Perinçek'in başını çektiği kü­çük bir grup “Milli Demokratik Devrim” hareketinden kop­tu. “Milli Demokratik Devrim” hareketinin başlıca sosyal temelini teşkil eden ve giderek radikalleşen öğrenci genç­lik hareketi içinde öteden beri pasifist ve reformist nitelikleriyle ün salmış “Proleter Devrimci Aydınlık” (PDA) çevresi hızla tecrit oldu. Mihri Belli, başlangıçta Doğu Perinçek ve çevresine eğilim gösterdiyse de, bu durum kar­şısında güçlü görünebilmek ve gençlik eylemiyle bağını kesmemek için “Milli Demokratik Devrim” hareketi saf­larında kaldı.

Bütün bunlar olurken kitlelerin eylemi de gelişiyordu. Kitle hareketlerindeki kabarış 15-16 Haziran'da büyük iş­çi direnişiyle zirvesine ulaştı ve İstanbul'da sıkıyönetim ilan edildi. Sosyal pratik, ordunun, devletin vb. Mihri Bel­li ve Doğu Perinçek gibileri tarafından gizlenilmek iste­nen karşı-devrimci niteliğini ve cuntalara bağlanan umut­ların kofluğunu ortaya çıkardı. Bu ortamda, bir süre sonra da Mahir Cayan ve Deniz Gezmiş gibi radikal gençlik önderleri gençlik kitlesini de peşlerinden sürükleyerek Mihri Belli ve avenesini yalnız bıraktılar. Aynı şekilde D. Perinçek grubunun içinde de İbrahim Kaypakkaya önder­liğinde yine küçük-burjuva ihtilalci bir nitelik taşıyan bir hareket gelişmeye başladı.

Mihri Belli'nin ve onun ustası Ş. Hüsnü'nün sadık iz­leyicileri ve burjuva kuyrukçuları PDA şefleri, içine düş­tükleri tecrit zincirini kırabilmek umuduyla o zamanlar dünyada (ve aynı zamanda ülkemiz yurtsever devrimci çevrelerinde) haklı olmayan büyük bir prestije sahip Mao, Çin Komünist Partisi ve Kültür Devrimi'ne sarıldılar. Böy­lece bütün bu karmaşa ortamına bir de “Mao Zedung Dü­şüncesi” giriyor ve ortalık daha da karışıyordu.

Devrimci Kopuşa Doğru

Türkiye solu dünyayı, 1960 sonrası gelişiminde birçok problemle boğuşurken tanıyacaktır. Genç kuşağın önünde, örnek alınacak bir komünist gelenek dışında, her türlü sapma mevcuttur. Kemalizm, popülizm, reformizm, militarizm, vb. Bir yandan Latin Amerika ülkelerinde gelişen gerilla mücadeleleri, diğer yandan SBKP tarafından estirilen 'modern revizyonist' rüzgârlar… Genç sol hareket, dünyaya gözünü bu ortamda açıyordu.

Genel olarak, örgütlü ve komünist nitelikli bir politikanın halk ve işçi hareketinin ihtiyaçlarına cevap vermeyi başaramadığı, sistem içi hareketlerin sınıf mücadelesini kendilerinde yedekledikleri ve uyguladıkları uzlaşmacı taktiklerle sınıf mücadelesinin zaafa uğradığı her yerde, sınıf mücadelesinin içinden Marksistler açısından "sol" sapma olarak nitelenen yönelimlerin ortaya çıkma olasılığı oldukça yüksektir. Ortaya çıkan bu yönelimlere, Lenin, "işçi hareketi içindeki 'sol' sapma, sağ oportünizmin gü­nahlarının bir bedelidir" demişti. Sol sapma tam da belirlenen bu tablo içerisinde, Türkiye'nin tarihinde gördüğü en karmaşık ve çok yönlü top­lumsal hareketlilik ortamında, kendisini bir kez daha kanıtlayacak zengin bir siyasal alan bulmuştur.

1961-1971 döneminde belirginleşen yol ayrımları, sol hareketin mensuplarının düşüncelerindeki ana temaların ortak olmasına karşın, dünyadaki politik gelişmelerin etkisi altında farklı politik tarzlar edinmelerinden ve sınıfsal konumlarından kaynaklanarak belirginleşen bakış açılarında somutluk kazanır. Bu yıllar kopuşların giderek yaygınlaştığı yıllar olarak tarihe geçti. 12 Mart askeri müdahalesinin yarattığı yenilgi sonrasının yol açtığı özeleştiri ve kendini yenileme sürecinde gelişmeyi belirleyen hareketlerden, THKO, THKP/C, TKP/ML farklı tutumlar takındılar. Ayrışmanın temelinde yatan gerçeklik ise; Çin-Sovyetler Birliği ve daha sonra Çin-Arnavutluk arası yaşanan kopuşlarda bileşenlerin kendilerini farklı kamplara yerleştirmeleriydi.

Emperyalizmin dünya üzerinde sürdürdüğü saldırgan politikalar, 1968 Mayısı'yla açığa çıkan büyük devrimci hareketlilik, bütün dünyada, emperyalizme karşı yeni bir devrim çağının yaşandığı izlenimi verecek kadar güçlü, etkili ve yaygındı. Genel niteliği açısından, 1968'le başlayan sürece damgasını vuran, İtalya ve Fransa İşçi sınıfı dışında, başta öğrenci gençlik olmak üzere, küçük burjuvazinin radikal kesimi ve yarı sömürge ülkelerde köylülüğünün çeşitli katmanlarının mücadelesi olmuştur. Emperyalizme karşı sömürge ve yarı-sömürge ülke halklarının silahlı mücadelesine, emperyalist metro­pollerde işçi ve öğrenci ayaklanmalarının eklenmesiyle orta­ya çıkan genel durum, mücadelenin bütün alanlarında ve biçimle­rinde kendine özgü yeniliklerin de kaynağı olmuştu. Dolayısıyla, 1968 devrimci dönemine, esas damgasını vuran mücadele emper­yalizme karşı ulusal kurtuluş, mücadelesi veren köylü halklar ve metropollerin radikal küçük burjuvazisi olmuştur.

1968 sürecinin dünyada ki belirgin özellikleri, emperyalizmin en yaygın görünüşü haline gel­miş bulunan siyasi yozlaşmasına, şiddetine ve vahşetine karşı orta ve aşağı sınıfların tepkisiyle karakterize oluyordu. Türkiye’de de bunun yansıması iktidarın artan saldırıları karşısında TİP yöneticileri bile parlamentarizme mesafeli yaklaşırken, Devrim Gazetesi etrafında toparlanan Yön aydınlarından arta kalanlar, MDD hareketini ilk kuranlarla birlikte ilerici subayların müdahalesini beklemeye koyulurlar. MDD hareketi içinde Aydınlık Dergisi etrafında toparlanan gençlik kesiminde, Marksist eserlerden çok, Sovyet devriminin etkisiyle okunan Lenin’in eserleri ve özellikle 1930-50 yılları arasında Çin devriminin deneylerini yansıtan ve “Milli Demokratik Devrim” tezlerini destekleyen Mao-Zedung düşüncesi* yoğun ilgi görür.

Başını Sovyetler Birliği'nin çektiği sağcı çizginin etkileri bunun dünya arenasına yansıyan politikasıyla ve emperyalizme karşı gelişen gerilla hareketleri, devrimcilikle reformizm arasındaki ayrışmanın ana çizgilerini oluştururken; dönemin devrimci hareketlerinin teorik ifadesi, kendisini Mao düşüncesinde bulmuştur. “Silahlı mücadelenin esas alınması” gerektiği yolundaki görüşlerin bütün devrimci çevreleri etkilemesi ve bunun, reformizm ve uzlaşmacı akımlara karşı bir ayrım çizgisi olarak kabul edilmesi, dünyadaki gelişmelerden etkilenen Türkiye’deki radikal sol harekette kısa zamanda kabul gördü.

Diğer bir ayrışma, TİP’e karşı MDD savunucularının çıkardığı Aydınlık dergisinin yayın kurulunda yaşandı. MDD’cilerin Perinçek kanadı devrimde proletaryanın önüne özel bir öncülük görevi koymuyordu. Perinçek çevresi için önderliği pratik belirlerdi ve bugünkü pratiğe göre de öncülük konumunu doldurabilecek unsur küçük burjuvaziydi.

“Türkiye’de topraksız, az topraklı ve orta topraklı köylülerin, işçilerin esnaf ve zanaatkarın, aydınların, memur ve subayın, yabancı sömürücülerle ortaklık etmeyen sermaye sahiplerinin menfaati birdir. Bizim partimiz bir Milli Kurtuluş Cephesidir. Bizim partimizin komutanı Mustafa Kemaldir…”[145]

Mahir Çayan’ın, Perinçek’in bu sözlerini ve “Türkiye’de devrime işçi sınıfının önderlik edebilmesinin objektif koşulları oluşmamıştır” iddiasını eleştirmesi ile ikinci bölünme gerçekleşti. Çayan ve yoldaşları işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşecek demokratik devrimin gündemde olduğunu, bunun içinde sınıfın önderlik ettiği bir partinin varlığının zorunluluğunu ilan ediyorlardı.

Ancak bütün bu ayrışmalara rağmen bütün çevreler,  Mao Ze-dung devrim modelini topyekun benimseyecek, proletarya partisinin önderliğinde gerçekleşecek “kırlardan kentlere yönelik halk savaşı”nı kabul edeceklerdir. Mahir Çayan ise işçi sınıfının ülke gerçekliğinde Perinçek’in söyleminin kabul edilerek sınıfın güçlenmemiş olmasından ötürü, proletaryanın mücadeledeki önderliğinin ancak ideolojik bir önderlik olabileceğini savunacak, böylelikle her iki çizgi de aslında devrim stratejisi konusunda benzer bir yaklaşımı benimseyecekti.  

THKP-C’nin kurucuları Türkiye’nin bir suni denge durumunda bulunduğunu, bu dengeyi kırmak için partinin öncü savaşının kitleleri harekete geçirecek kıvılcımları yakmak için şart olduğunu söylüyorlardı. Perinçek çevresi ise halk savaşı stratejisini bütün sosyalist odakları birleştirici legal bir partinin kurtarılmış bölgeler yaratması olarak çiziyordu. iki çizgi arasındaki asıl fark, örgütlenme ve mücadele biçimleri arasında yaşanıyordu.Devrim modelleri arasında ise keskin ve uzlaşmaz bir aykırılık kalmamıştı her iki taraf da kırlardan şehirlere yürüyen bir devrimden söz ediyor, ancak THKP-C şehirlerde devrimci hareketin güçlü durumda bulunmasını hesaba katarak kırdaki mücadelenin örgütlenmesinden önce şehir gerillalarının oluşturulmasını şart koşuyordu. Kızıldere katliamı sonrasında THKP/C’nin devrim modeli, onun ardılı olan örgütler tarafından korundu. Çayan’ın mirasını sahiplenenler arasındaki tartışma bundan sonra devrim modeli üzerine değil silahlı mücadelenin yöntemi üzerine yürütülecekti.

M. Çayan’ın Aydınlık Sosyalist Dergide yayımlanan, “Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori” başlıklı yazısı, genel olarak devrimci grupların ilkelerini ortaya koyar: “…şehir ve köy proletaryasının ve emekçilerinin hala önemli bir kısmının baş düşmanları olan emperyalizmin Türkiye’deki uzantısı AP. İktidarının ya da statükocu muhalefetin peşinden gittiği şehir ve köy proletaryasının geniş çevrelerinin öz devrimi sosyalist devrimden habersiz olması bir yana, ülkesinin işgal altında olduğunun bile farkında olmadığı bir evrede, proletaryanın fiili öncülüğünden bahsetmek, oportünizmin daniskasıdır.” “…işçi sınıfının öncülüğü olmadan ne anti-emperyalist savaş başarıya ulaşır, ne de sosyalizme geçiş olabilir. İşçi sınıfının öncülüğü olmadan sosyalizme geçişi mümkün görmek boş bir hayaldir.”[146]

Devrimci grupların kendilerine aradıkları strateji, her grubun eylemleri ile kazandığı pratik deneyime dayanır. Marieghella ve Guevera’nın, bu dönemde Türkçeye çevrilen eserleri gerilla hareketinin gelişimine katkıda bulunurken, ‘Halk kurtuluş savaşı’ da bir 'ilke' olarak yerleşmeye başlıyordu. Halk savaşı düşüncesinde ilke olarak; düşmana karşı yıpratıcı bir mücadele vermek; devrimci mücadelenin en geliştiği bölgelerde parlayan iç savaş kıvılcımlarını aktif mücadeleyle ülkenin tüm alanlarına yaymak, mücadeleyi politikleşmiş bir askeri mücadele biçiminde yürütmek, ekonomik ve demokratik mücadeleleri asıl mücadeleye yardımcı olması bakımından önemsemek gerekmektedir. Karşı devrimin baskısına devrimci şiddetle cevap verilmeli, işçi ve köylü kitlelerine aktif mücadelenin gerekliliği gösterilmelidir.

MDD içindede tartışmalar sonucunda üç bölünme yaşandı. Birinci bölünme teorik bir gerekçe olmadan Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının, Mihri Belli’nin “devrimci laf kalabalıkları”yla ve “aydın gevezelikleri”yle ilgili yorumlarını uçtan okuyup, teorik tartışmaları zaman kaybı olarak değerlendirerek, THKO adıyla kırlara, dolayısıyla silahlı mücadeleye yönelmesiyle birlikte gerçekleşmişti. THKO’lular için sorun yeterince cesaretli olmamaktı; silahı eline alıp halkı ayaklandırmaya çağırıyorlardı; THKO’nun önder kadrolarını fiilen tasfiye etmesinden sonra, bu geleneğin takipçilerine sürdürülecek teorik bir miras kalmamıştı.

Diğer bir kopma ise Aydınlık içerisinde meydana geldi. İbrahim Kaypakkaya ve yoldaşları legal mücadele içerisinde yatan oportünist mantığı sezinleyerek Aydınlık çevresinden ve giderek onu sarmalayan kemalizmden koptular. kemalizmi ve kalkınma düşüncesini terk eden, ittifakları komünist dünyaya ulaşmak için düşünen Kaypakkaya diğer hareketlerden daha ayrıksı bir yapıya sahipti. Tüm ayrışmaların içerisinde teorik olarak Marksizme en yakın Kaypakkaya olmuştur. ÇKP çizgisine bağlı olan akımların devrimci kanatta kalan TKP-ML.  TKP-ML Kemalizm dışında, Aydınlık’ın silahlı mücadeleye bakışını oportünistçe buluyor ve kentlerde kalıp, ağırlıklı olarak işçi sınıfına yaslanmasını eleştiriyordu. TKP-ML’yi Aydınlıkçılardan ayıran ve devrimci konumunu korumasını sağlayan bir diğer önemli nokta da, uluslararası saflaşmada Arnavutluk’la birlikte konumlananların yaptığı gibi, “Üç Dünya” teorisini reddetmesiydi ve hiçbir zaman silahlı mücadele vurgusundan ve direnme çizgisinden vazgeçmedi. Fakat TİKKO eklektik bir biçimde TKP’nin kentlerde başlattığı mücadeleyi kırlarda sürdürmek amacıyla partileşmeye başladı.

Dünyada sol hareketlerin ayrışmasında temel neden,  aynı sosyo ekonomik yapının farklı yorumlanması ve bunu üzerinden yükselen devrim modelleridir. Türkiye’nin içinde bulunduğu somut koşulların farklı yorumlanması ve farklı modellerden farklı mücadele yöntemleri türetilmesi görünürde Türkiye Solu içindeki ayrışmanın temel nedenidir. Görünüşte aynı şeyi söyleyenlerin, söylemlerinin altında bir ve aynı gibi görünen şeylerin hiçte öyle olmadığıdır. Farklı devrim modelleri, modelin üzerinde yükseldiği gerçekliğin farklı yorumlanmasıdır. Bu gerçeklikleri her sınıf kendi sınıf bakış açısıyla yorumlar ve iktidar perspektifini bunun üstüne kurar. Bunların hepsi bir ve aynı biçimin farklı görüntüleridir demek sınıfsal bakış açılarının üzerinden atlamak onları görmemek demektir.

MDD ve sosyalist devrim modelleri arasındaki asıl ayrılık 1960’lardan 1970’ler gelen süreçte mücadele yöntemi konusundaydı. Asker-sivil aydın zümreye daha etkin bir rol biçen MDD devrimcilere düşen sorumluluğu arttırıyor ve kitlelerden kopuk da olsa bir tür devrimci aktivizmi meşrulaştırıyordu. Devrimci aktivizmden fellik fellik kaçan TİP ise bu tutumunu “işçi sınıfının kendisini kendi elleriyle kurtaracağı” sözünün arkasına sığınıp kitlelerin henüz geri bir düzeyde olduğu, bu yüzden de provokatif eylemlerden kaçınmak gerektiği savlarıyla gerekçelendiriyordu. MDD, sosyalist devrim, “kapitalist olmayan kalkınma yolunu” hepsi “Tam Bağımsız Gerçekten Demokratik Türkiye”yi hedefleyebilirler. Ama asıl mesele iktidarın ele geçirilip kimin iktidar olacağıdır.Temel ayraç da bunun üstüne kurulur.

Böyle bir durumda devrimin karakteri üzerine yürütülen tartışmanın aslında seçilen mücadele biçiminin gerekçelendirilmesine ilişkin bir tartışma olduğu ortaya çıkıyordu. Türkiye’nin ne derece geri kalmış olduğu ve ülkede demokrasinin olup olmadığı sorularının yanıtları önemliydi, çünkü eğer Türkiye geri kalmışsa ve Türkiye’de demokrasi yoksa kalkınma ve demokratik özgürlüklerin kazanılması için silahlı mücadelenin başrol oynadığı bir devrim süreci gerekliydi. Yok, durum böyle değilse, örneğin demokratik özgürlükler varsa, o zaman şiddete başvurmaya gerek yoktu. İşçi sınıfı iktidarı barışçıl bir biçimde alabilirdi. Tartışma zeminin yukarıdaki gibi belirlenmesi, sadece iki tarafın da farklı tezlerle fakat aynı platformun içinde konumlandıklarını açığa çıkarmakla kalmaz aynı zamanda Türkiye Solunun burjuva demokrasisine olan hayranlığının temellerini de gösterir.

TİP’le MDD arasında yaşanan ayrışmanın devrim modeli üzerinden değil, devrimci aktivizme biçilen rol yüzünden gerçekleştiği daha sonra MDD içerisinde yaşanan ayrışmalarda da açığa çıktı. THKO’nun, THKP/C’nin ve TKP-ML‘nin, Mihri Belli ve Aydınlık çevresinden kopuşlarının ve birbirleriyle birleşememelerinin ardında teorik programatik ayrılıklardan çok, silahlı mücadelenin gerekliliği ve gerçekleştiriliş tarzı hakkındaki uzlaşmazlıklar yattığı iyice belirginleşti.

Türkiye'de silahlı eylemcilik, '68'in coşkulu rüzgârını da arkasına alarak, devrimci hareketin pasifime karşı bir tepkisinin ürünü olarak ortaya çıktı. Bu dönem, özellikle topraksız ve küçük üretici köylü kitlelerinin eylemleriyle ve işçi sınıfının son derece parlak bir biçimde sahneye çıkışıyla karakterize edilebilir. Halk muhalefetinin ihtiyaçlarına, mevcut örgütlerin ve siyasi akımların ciddi bir seçenek oluşturamaması, giderek kızışan ortama etkin bir biçimde katılma isteğiyle hareket eden genç aydın gruplarının yeni arayışlara girmesine yol açtı.

Avrupa'da da, KP’ler örneğin, Fransa'da sen­dikaları kontrolünde tutan parti, gençliğin ve işçilerin devrimci ey­lemini bastırmakta hükümetle işbirliğine girişmekten çekinmemiş­ti. Türkiye'de ise, TİP ve illegal TKP, gençlikten ve işçi hareketinden, hem uzak duruyor ve hem de, eylemliliğin yükselmesini baltalamaya çalışıyordu. Bu tutumun tek gerekçesi: Faşizmi engellemekti.

Yeni oluşan gençlik hareketi ve siyasal oluşumların kendilerini ifade ederlerken, TİP-TKP geleneklerinin ortaya koydukları teorik ve pratik duruş, gençlik hareketinin tepkisini çekiyordu. Gençliğin bu çevreleri karşıtları olarak görmeleri kaçınılmazdı. Pasifime karşı tepkinin en belirgin ifadesi, dev­rim ve şiddet kavramları arasında kurulan dolaysız ilişkide kendisi­ni ortaya koyuyordu.

Türkiye'de "silahlı mücadelenin esas" alınması gerektiği yolun­daki görüşlerin bütün devrimci çevreleri etkilemesi ve bunun reformizm ve revizyonizme bir ayrım çizgisi olarak kabul edilmesi, dünya koşulları ile çakışan Türkiye koşullarında yerleşeceği zemini zorlanmadan buldu. Sosyalizm ve devrim üzerine tartışmalar, devrimin şiddete mi dayanacağı? Yoksa parlamenter-"pasifist" bir geçişle mi olacağı noktasında dü­ğümlenmişti.

Devrim biçimi bir kez belirlendikten sonra buna bağlı olarak ele alınacak, her somut durum veya teorik yapılanma ve sosyo-ekonomik yapı çözümlemeleri bile, devriminin nasıl olacağının gerisinde kalıyordu. “Öyle ki, Türkiye'de kapitalizmin belli bir düzeyde olsun gelişmiş bulunduğunu söylemek, ya da bunun tersine, Türkiye'nin yarı-feodal ve yarı-sömürge olmadığını söylemek "halk savaşı"nı reddetmek için başvurulmuş bir cambazlık olarak değerlendirilebiliyordu. Bu yüzden "sosyalist devrim" sloganını kullanan TİP ve diğerleri,   tamamen yanlış bir biçimde "ayaklanmacılar" olarak adlandırılıyor ve ortaya, "sosyalist devrim için ayaklanmayı savunan revizyonistler" gibi tuhaf kavramlar çıkabiliyordu. Gerçekte, "sosyalist devrim" diyenler ne sosyalizmi hedefliyor, ne de ayaklanmayı savunuyorlardı.”[147]

“1971 'Sol' Hareketi”, 50 Küsur Yıllık Sağcılığın Bir Bedeliydi

Bu karmaşa içinde, küçük-burjuva ihtilalci gelişimin sonucu olarak, ülkemizde yaygın adıyla “1971 'sol' Hare­keti” işte bu koşullarda ortaya çıktı. Başlıca temsilcileri Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil ve Yusuf As­lan önderliğindeki Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu, Mahir Cayan önderliğindeki Türkiye Halk Kurtuluş Partisi/Cephe ve İbrahim Kaypakkaya önderliğindeki TKP/ML-TİKKO olan Küçük-burjuva İhtilalci 'sol' hareket; baştan beri özet­lediğimiz, ülkemizde 50 küsur yıllık revizyonist “miras”a ve bunun o dönemdeki uzantılarına karşı bir tepki ola­rak doğdu ve gelişti. O, revizyonist günahın adeta bir kefaretiydi.

Bunun yanında, ülkemizde, “1971 'sol' Hareketinin, küçük-burjuva maceracılığın ortaya çıkıp gelişmesi, yal­nız ülkemizdeki koşulların ve gelişmelerin değil, aynı za­manda o dönemde uluslararası alandaki gelişmelerin de bir sonucuydu. Bilindiği gibi, 1960'ların sonları, küçük-bur­juva 'sol' hareketlerin sadece ülkemizde değil, genel olarak Asya, Afrika ve Latin Amerika'nın geri ülkelerinde —bu arada bazı gelişmiş ülkelerde de— nispeten önemli bir yaygınlık kazandığı yıllar olmuştur.

1960'lann sonlarında dünya kapitalizminin içine düş­tüğü bunalım, bütün dünyada emekçi kitleleri devrimcileştiriyor ve kitlelerin hareketinin yükselmesine yol açı­yor ve bu durum genel olarak küçük-burjuvaziyi, özel olarak onların aydınlarını etkiliyor, radikalleştiriyordu. Bu­nun yanında, bir süreden beri merkezini kapitalizmin res­torasyonunun gerçekleştiği Sovyetler Birliği'nin ve SBKP' nin oluşturduğu yeni bir karşı-devrimci güç ortaya çıkmış­tı ve modern revizyonizm, uluslararası proletarya ve ezilen halkların, uluslararası burjuvaziye, emperyalizme ve ge­riciliğe karşı mücadelelerini saptırıp, yozlaştıran, sabote eden, ezilmesine yardım eden karşı-devrimci bir akım ola­rak burjuvazinin hizmetinde önemli bir rol oynuyordu. 1960'lardaki büyük mücadelede başta Arnavutluk Emek Partisi olmak üzere Marksist-Leninist partiler modern revizyonizmin ihanetini açığa çıkarmışlar, karşı-devrimci özünü ortaya koymuşlar ve ideolojik olarak teşhir etmiş­lerdi. Ancak bu mücadele henüz yeniydi. Kruşçev-Brejnev revizyonistleri ellerindeki büyük olanaklardan ve özellikle SBKP’ nin prestijinden yararlanarak büyük tahribatlar ya­pabildiler. Birçok ülkede komünist partiler SBKP'ne para­lel olarak yozlaşıp, revizyonist, karşı-devrimci partiler ha­line geldiler. Devrimci hareketler, ya modern revizyonizmin açıktan açığa ihaneti ile karşılaştı, ya da onun yozlaştırıcı etkileriyle karşı karşıya kaldı. Birçok ülkede ye­ni ve gerçek Marksist-Leninist partilerin kurulması, re­vizyonist tahribatları alt ederek işçi sınıfı ve diğer halk kitleleri içinde kök salması, onları kendi etrafında toplaya­rak, onların başına geçip mücadeleye önderlik etmeleri süreci henüz başlangıç durumundaydı. Bir dizi ülkede ise böyle bir oluşum bile söz konusu değildi ve buralarda revizyonizmin tahribatı daha da büyüktü.

Revizyonist partiler her ülkede devrimci gelişimin bü­tünüyle karşısında ve burjuvazinin yanında yer alıyorlar­dı. Ezilen ulus ve halkların kurtuluşu için proletarya önderliğine gerek olmadığı; bunu, burjuvazinin, “sosyalist sistemin yönlendirmesi ve yardımıyla “kapitalist olmayan yol”dan yürüyerek gerçekleştirilebileceği şeklindeki pro­pagandalarına hız verdiler. Her yerde sözde “sosyalist” Rus yanlısı cuntalar tezgâhladılar, bunları desteklediler. Uluslararası ve ulusal alanda, sınıf mücadelesi yerine sınıf işbirliğinin esas alınmasını vaaz ettiler. Sosya­lizm ve komünizm hedefini ortadan kaldırmaya çalıştılar, “demokrasinin genişletilmesi” tezini ortaya attılar. Onlar bütün bu yollarla, devrimci perspektifi karartıp yok ede­rek, kitlelerin ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerini dü­zenin sınırları İçinde tutmaya, burjuva gerici devleti par­çalamaya yönelmesini engellemeye çalıştılar. Bu­na yönelen mücadeleleri burjuvazi ile el ele zorla bastır­maya giriştiler.

Oysa bu dönemde daha önce de belirttiğimiz gibi kit­lelerin mücadelesi yükseliyordu. Gelişmiş ülkelerde pro­letaryanın ve halk kitlelerinin mücadelesi, geri ülkelerde ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri hızla gelişiyor ve yaygınlaşıyordu. Bu durumda sosyal pratik modern reviz­yonizmin teori ve pratiğini özellikle sağcı, reformcu, uz­laşmacı yaklaşımı, “barışçıl geçiş” türünden teorileri yerle bir ediyordu. Modern revizyonist tezler sınıf mücadelesi gerçeğine uygun düşmüyor, canlı hayatın gelişmesi karşısında bunların gereksizliği her gün kanıtlanıyordu.

Modern revizyonizmin ihaneti ile yükselen kitle ha­reketleri karşısında, Marksizm-Leninizm’in yokluğunda, küçük-burjuva ihtilalci teoriler prestij kazanıyordu. Enver Hoca yoldaş, bu durumu 1971'de yapılan Arna­vutluk Emek Partisi VI. Kongresi'ne sunduğu raporunda en Özlü biçimiyle şöyle açıklıyordu: “Gerçekten bugün devrimci mücadele, revizyonistlerin dışında ve onların arzularının tersine gelişmektedir.   Buna karşın revizyonist teori ve uygulamaların tehlike ve zararları küçümsenemez. Aralarında dürüst devrimcilerin de bulunduğu birçok in­san, gerçi revizyonistlerin reformcu yolunu reddetmekte ve onu eleştirmektedir; fakat devrim ve onun gelişme yo­lu hakkında başka bir.- yanlış anlayışa kapılmışlardır. Bu, onların küçük-burjuva sosyal durumlarıyla, Marksist-Le­ninist ideolojik şekillenmelerinin eksikliğinden ve anar-şist-Troçkist vs darbeci anlayışların üzerinde yaptığı et­kilerden ileri gelmektedir.”

Öte yandan modern revizyonizmin yanında, “Mao Zedung Düşüncesinin, onun ışığında Çin Komünist Partisi'-nin tahlil ve tezlerinin, bu dönemde bütün dünyada 'sol' maceracılığın gelişmesindeki etkileri de küçümsenemez. Modern revizyonizme karşı mücadelede o dönemde hak etmediği bir prestij kazanan Mao'nun ve ÇKP'nin tez ve tahlilleri devrimciler üzerinde etkili olmuş ve onların birçoğunu şu veya bu ölçüde yanlışlara sürüklemiştir. On­ların modern revizyonizme karşı Marksizm-Leninizm’in sa­vunusu gibi görünen İdealist, iradeci, küçük-burjuva tez­leri o dönemde modern revizyonizme karşı tavır alan ve­ya bu mücadele içinde oluşan çeşitli partileri maceracılı­ğa, köylü devrimciliğine vb. sürüklemiş ve bu ülkelerin devrimci mücadelelerinde onulmaz yaralar açmıştır. Bun­ların içinde “emperyalizmin toptan çöküşe ilerlemesi” tez­leri ve Maço’cu   “Halk Savaşı Teorisi”  belirgin örnekler olarak sayılabilir.

Ülkemizde ortaya çıkıp gelişen “1971 'sol' Hareketi” de, ulusal planda 50 küsur yıllık revizyonist, sağcı tahriba­tın yanı sıra, uluslararası planda modern revizyonizmin tah­ribatı ortamında dünya çapında ve Özellikle Latin Ame­rika'da ortaya çıkan ve sosyal temel olarak küçük-burjuvaziye dayanan, anarşizm, Troçkizme ve darbeci anlayış­lardan etkilenen, modern revizyonizmin ideolojik temelini eleştiren ancak onun yerine Marksizm-Leninizmci koymayan 'sol'cu kabarışın bir parçası, ülkemizdeki yansıması olarak gelişti. Bu, aynı şekilde “Mao Zedung Düşüncesi­nin tezlerini de taşıyordu.

1971 'sol' Hareketini, iki temel özelliği ile şöylece to­parlamak mümkündür: Birincisi, bu hareket 1970'lere gelirken gelişen kitle hareketlerinin radikalleştirdiği yurtsever, devrimci, demok­ratik unsurların emperyalizme, faşizme ve feodalizme kar­şı tepkilerini, aynı zamanda (bunun yanı sıra) bunları ya­şatma ve güçlendirme görevini üstlenmiş olan revizyo­nizme ve reformizme karşı tepkilerini ifade ediyordu. Bu nitelikleri onun olumlu yanını oluşturuyordu.

İkincisi, bu hareket, artık kitle mücadelelerinin geçici bir süre de olsa gerilediği, gerilemeye başladığı koşullar­da ortaya çıktı ve aynı zamanda küçük-burjuvanın umut­suzluğunu ve karamsarlığını da yansıtıyordu. 1971 Hare­keti, “kızıştırıcı”, “kitleleri harekete geçirici” silahlı ey­lemlerle sözde mücadeleyi yeniden canlandırmaya çalı­şırken; pratikte kitlelerden kopuk, maceracı bir çizgi izle­di. Teoride revizyonizmi aşamamasına rağmen; modern revizyonizmin yolunu reddetti, Kruşçev, Brejnev'lerin, Ş. Hüsnü'nün yolunu red­detti. Bu reddiyenin teorik düzlemde marksizmle buluşamamasının getirdiği savurmasıyla 'sol' platforma sürüklendi; anarşizme kapı açtı. “1971   'Sol' Hareketi”,  ancak küçük burjuva devrimci ufku aşamadı. Bu onun olumsuz yanını oluşturu­yordu.

Filizlenmeye başlamasından itibaren alınırsa, bu ha­reket yaklaşık üç yıla yakın bir süre devam etti ve sonun­da küçük-burjuva ihtilalci örgütlerin önder ve diğer kad­rolarının tümünün katledilmesi ya da tutuklanması ve ör­gütlenmelerinin damıtılmasıyla, yenilgiyle son buldu.

Örgütümüz 1971 döneminde bu hareketlere önderlik eden ve hepsi de darağaçlarında, işkence hanelerde ve silahlı çatışmalarda şehit düşen yurtseverleri, devrimcile­ri; Türkiye halkının yiğit evlatları, halk kahramanları ola­rak görmektedir. Onlar çıkışı olmayan yanlış bir yolda yü­rüyorlardı; ancak, halkın çıkarı için gözlerini kırpmadan kahramanca öne atılan, fedakâr, yılmaz, dürüst devrim­cilerdi.

Marksist-Leninist hareketimiz ise, bu mücadelelerin devrimci, yurtsever, demokrat özelliklerine ve revizyoniz­mi ve reformizmi kabaca da olsa reddeden ve Marksizm-Leninizm’e acık olan yanlarına sahip çıkıyor, “1971  'Sol' Hareketinin olumlu yönlerinin mirasçısı olduğunu ilan edi­yor ve savunulan fikirlerde ve uygulamada anti-Marksist olan, devrime yarar değil zarar getiren ne varsa hepsini Marksizm-Leninizm temelinde reddediyor.

'71 Devrimci Kopuşu

Dünyada devrimci dalga geri çekilirken, SSCB politikalarına angaje olmuş "komünist" partileri dünyada kitle hareketi karşısında yer almış ve sınıf mücadelesine ait hiçbir çözüm üretememişlerdir. Gerileyen kitle hareketi içinden mücadeleyi ileri sıçratmak adına mücadeleyi dar silahlı gruplar aracılığıyla sürdürmeyi deneyen aydın hareketleri doğdu. Bu hareketlerin temel niyeti gerilemeye başlayan halk hareketlerini durduğu noktada 68 hareketinin coşkusuyla yeniden ateşlemeyi isti­yorlardı.  Devrimi gerçekleştirebileceklerini düşünen,   Öğrenci hareketinin önder kadroları arasından gelen genç militanlardan kurulu bu örgütler, en şiddetli silahlı eylemlerle, Küba ve Latin Amerika ülkelerindeki ve Çin Devriminde olduğu gibi halk mücadelesini yeniden başlatacaklardı.

”Türk Demir Döküm Sanayi, Silahtarağa, Goodyear Lastik Fabrikası, Üstün Çelik Fabrikası, Gıslaved Lastik Fabrikası, Horoz Çivi Fabrikası, Bossa Dokuma Sanayii, Pertrix Pil Fabrikası, Güney Sanayii, Alia­ğa Rafinerisi, gibi her biri kendi sektöründe en önde gelen işletme­lerde aylarca süren işgaller gerçekleşmiş ve on binlerce işçinin, en sert mücadele biçimlerini kendiliklerinden denedikleri alanlar hali­ne gelmişti. 1970 yılında DİSK'in gelişmesini önlemek ve işçi kit­lesini tek bir sarı sendika konfederasyonunda toplamak için çıkarılmak istenen   "Sendikalar yasası",   yüz binlerce işçinin sert protestosu ile karşılaşmış ve İstanbul, iki gün boyunca sert çatış­malara sahne olmuştu.” [148]  Türkiye’de, “işçi ve köylü eylemleri, öğrenci gençliğin antiemperyalist mücadelesi, bütün bu tartışmaları anlam­sız gösterecek bir düzeyde gelişmeye devam ediyordu.

Avrupa’da KP içine düştükleri çıkmazlar ve sınıf mücadelesi içindeki uzlaşmacı tavırları nedeniyle bu pratik devrimci bir dönemde bu türden partilerin hiçbir işe ya­ramayacağı düşüncesi onlar için çıkış noktası oluşturmaktaydı. Marksizm-Leninizm, gelişmeler karşısında özellikle Avrupa KP’leri sayesinde yetersiz bir teori gibi görünmeye başlamıştı. Buna bağlı ola­rak, Leninist parti teorisi, sınıf mücadelesi teorisi ve devrim teorisi de, yeni koşullara cevap vermekten uzak ve yetersiz görünüyordu.

“Küçük üretici ve topraksız köylülerin eylemleri de, Türkiye ta­rihinde daha önce görülmemiş bir düzeye çıkmıştı. Antalya'nın El­malı köyünde 15.000 dönüm toprak, köylüler tarafından işgal edil­miş, jandarmayla çatışılmış ve köylüler topraklardan zorla çıkarılmışlardır. Söke ovasındaki Bafa gölü, köylülerle büyük top­rak sahipleri arasında sürüp giden bir çatışmanın konusu iken, bu­rada da ilginç bir "göl işgali" yaşanmış, köylüler, her türlü engelle­meyi aşarak ağlarını göle bırakmış ve jandarma gücüyle ağlarına ve tuttukları balıklara el konulmuştur. Adıyaman'ın Besni ilçesine bağlı Araplar köyünde de uzun süren ve yine jandarma gücüyle kı­rılan büyük bir toprak işgali yaşanmıştır. Bunların yanı sıra, daha kısa süreli ve küçük çapta onlarca toprak işgali olayı gerçekleşmiş ve hepsinde köylülerle jandarmalar ya da ağaların adamları arasın­da silahlı çatışmalar çıkmıştır. Özellikle, tütün, pamuk, üzüm, çay, fındık gibi sanayide işlenen tarım ürünlerinin üreticisi olan küçük köylülüğün eylemleri ise, 1965 ile 1971 arasında, her yıl periyodik olarak tekrarlanan ve çoğu büyük gösterilere dönüşen bir süreklilik kazanmıştır. Bunlar arasında, Ordu'daki büyük "fındık eylemi" ile Rize'deki çay üreticilerinin, Ordu'da olduğu gibi, Rize'yi işgal ede­rek büyük sokak gösterileri düzenledikleri, siyasi parti binalarına, valiliğe ve Tekel binalarına saldırdıkları eylem, Karadeniz e olduğu kadar bütün ülkede de derin sarsıntılar yaratmıştı. Bütün bu eylemlere "Dev-Genç" militanları katılmış ve eylemler üzerinde belirleyici olmamakla birlikte etkili olmuşlardı. Bunlara, orman işçilerinin, fıstık, sarımsak üreticilerinin eylemleri ve yürü­yüşleri de katılınca, Türkiye, hemen her yerinde her gün bir halk hareketinin görüldüğü bir ülke manzarası kazanmıştı.”[149]

Hareketin kendi içindeki kendiliğindenci gelişimi Türkiye’de gençliği bu mücadelede öne çıkmasını sağlayan güçlü etkeni oluşturmuştur. İçinden çıktıkları pasifime karşı tepki incelendiğinde; örgütlerini yaratan silahlı hareketlerin tümü, Çin devriminin etkisiyle Milli Demokratik Devrim (MDD) tezini savunan taraftan çıkmıştır. Bu hareketlerin yaptığı ülke tahlillerinde ve ileri sürdükleri savlarda; Türkiye'nin yarı-sömürge, yarı-feodal yapısının kabulü, esas mücadelenin emperyalizme karşı verilmesi gerekliliği, Mao’nun “halk savaşı stratejisine” bağlı olarak verilecek gerilla mücadelesinin esas alınması gerektiği düşünceleri göze çarpan unsurlardır.

Tamamen sağ oportünizmin ve revizyonizme pratiğine karşı bir tepki olarak gelişen silahlı hareketler, uzlaş­macı ve parlamentarist çizgiden kopmanın temsilcileriydi. Fakat radikalizmin savunusu ve teorik ifadesi, Milli Demokratik Devrim teorisinin bütün sağcı tezlerine sahip çıkmak ve onu savunmaktı.

Devrimci kopuşu simgeleyen hareketler içerisinde THKO, yalnızca pratik bir tavır olarak kaldı. THKO siyasi olmaktan çok askeri bir örgütlenme olarak şekillendi. “'Foko' tipi örgütlenme, üzerinde fazlaca tartışılmadan benimsenmiş ve hareketin esas karakteri, örgütsel ifadesini ‘ordu’ kavramında bulan silahlı eylemcilikte yoğunlaşmıştı.”[150] Örgüt, geriye birkaç bildiri ve kısa bir sürede ele alınıp çalakalem Hüseyin İnan tarafından yazılan Türkiye Devriminin Yolu çalışması dışında hiçbir yazılı belge bırakmadı. THKO “halk savaşı stratejisi” içinde teorik olarak işçi sınıfının rolünü reddetmezken “üretimde bulunan proletaryanın savaşıma müsait olmadığı” gerekçesiyle “üretim dışı" proletaryayı (kır yoksulları ve küçük üreticiler) temel almıştır. 

“’Vietnam Halk Kurtuluş Ordusu’, kurtuluş savaşına öncülük yapan Vietnam İşçi Partisi'nden daha popülerdi. Çin Komünist partisinin adı da, devrimin vurucu gücü durumundaki Çin Halk Kurtuluş Ordusu'nun devrimci romantizmi kışkırtan, heyecanlı öykülerinin gölgesinde kalıyordu.   Fakat özellikle birincisi,  Amerikan emperyalizminin olağanüstü yüksek teknoloji ile donatılmış askeri gücüne karşı, neredeyse çıplak elle savaşarak zaferler kazanıyor, üstün kuvvetlere karşı kurtuluş savaşını başarıyla yürütüyordu. Bu gücün adı, efsanevi önderleri Ho Şi Minh'in adıyla birlikte, bütün bir devrimci gençlik kuşağını en çok etkileyen bir direnişi ve kurtuluş kavgasını simgeliyordu. Türkiye'de önce THKO'nun sonrada THKP-C ve TİKKO'nun adlarında "kurtuluş" ve "ordu" sözcükleri nin bulunmasının başlıca kaynağını burada bulabiliriz. Hiç birinde (TKP-ML/TİKKO hariç)   komünizme ya da sosyalizme dair bir işaretin bulunmaması ilginçtir. Yine, her üçünde de, işçi sınıfından çok "halk" önemsenmektedir.”[151]

THKO, THKP-C ve TKP-ML, 1960'lar solculuğundan kapsamlı bir politik kopuşun denemeleridir. Bu üç örgüt, kendilerinden sonraki sol hareket üzerinde kalıcı etkiler bırakmışlardır.

THKP-C teorik temellerini MDD ve PDA çizgisinin eleştirisi temelinde oluşturmuştur. THKP-C, MDD hareketinden farklı olarak ulusal bir cephe içerisinde bir sınıf partisini şart koşuyordu. THKP-C lideri Mahir Çayan’a göre, “Leninist devrim teorisinde, ihtilalci inisiyatifin rolü (emperyalist dönemin özelliklerinden dolayı) Marx ve Engels’in düşüncelerine kıyasla çok daha ağırlıklıdır. Emperyalist dönemde, devrimlerin maddi temeli hazır olduğu için, meseleyi çözmek ihtilalci inisiyatifin uygun zamandaki atılımına kalmaktadır.”[152]

“Parti-Cephe teorisyeni M. Çayan bu yaklaşımını demokratik devrim anlayışına dek uzatarak, gündemdeki devrimi işçi sınıfının ideolojik, politik, örgütsel öncülüğünde ve kesintisiz olarak sosyalizme yönelen bir süreç olarak tanımladı.(…) MDD çizgisi yerine, devrimi sınıfın öncülüğünde kesintisiz bir süreç olarak değerlendiren daha ileri bir formülasyon getirildi.”[153] Fakat gerilla mücadelesini esas alan THKP-C’ye göre devrimciler, M. Çayan’ın “çağımızın baş çelişkisi ezilen uluslar ve emperyalizm arasında”dır düşüncesine dayanarak savaş alanı olarak kırları seçmelidirler. Halk, “suni denge” sonucu, devlet karşısında pasifize bir konumda olduğundan, “silahlı propaganda” ile harekete geçirilecektir. “Profesyonel devrimcilerin teşkil ettiği savaş örgütünün objektif olarak proletaryanın devrimci iradesini temsil etmesi esastır. Ve proletaryaya bilinç dışarıdan verilecektir.”[154]

Marksizme dönük bütün yönelimlerine rağmen, gerek THKO, gerek THKP-C hareketleri mahkemelerde yaptıkları savunmalarda, Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni adlı çalışmasında ileri sürdüğü bütün tezleri olduğu gibi tekrarlamışlardır. Ülke tahlilleri, devlet, ordu üzerine düşünceleri Yön ve MDD hareketinin görüşlerine tamamen uygundu. THKO’nun sosyalizmi hedeflediğine ilişkin herhangi bir teorik belirti yoktur. Hareket, anti-emperyalist olmanın dışında bir özellik göstermez. “Milli Demokratik Devrim” ve kesintisiz sosyalizme geçiş (ilke olarak kabul edilmesine rağmen) söylemi, savunmalarında bile dile getirilmemiştir.

İbrahim Kaypakkaya, işkencedeki onurlu devrimci direnişi ile en çok, fakat 1971 kopuşunda ortaya koyduğu teorik yaklaşımları ile en az tanınan kişidir. Gerek 60 sol hareketi üzerinde Kemalizm’in hegemonyasına ilişkin, gerek ulusal sorun konusundaki görüşleri ile Kaypakkaya, kopuş yaşayan bir devrimcidir.

TİİKP’den kopan TKP-ML, Kaypakkaya ve bir grup arkadaşı tarafından kuruldu. Kaypakkaya, işçi sınıfı ve halkın ayaklanması için devrimci örgütün gerekliliğine vurgu yaparken; “Şimdi işçi sınıfımızın ve yoksul köylülerimizin büyük çoğunluğu kurtuluşlarının ancak silahlı mücadele ile olacağını kavramış durumdadırlar”, “genel olarak dünyada özel olarak da Türkiye’de objektif şartlar devrime son derece elverişlidir” der.[155] TKP-ML, yarı-sömürge, yarı-feodal olan Türkiye’de devrimi, “kırlardan şehirlere doğru gelişen halk savaşı” yoluyla gerçekleştirmek için pratik adımlar atılmasını öneriyordu. Kaypakkaya da öncekiler gibi, proletarya partisinin kuruluşunu kırlardan başlayacak bir mücadele içinde olanaklı görüyordu. Bu görüş genel olarak 1971 hareketinin tüm kesimleri tarafından paylaşılıyordu.

71 hareketi kadrolarının tümü ideolojik gıdalarını Yön ve MDD hareketlerinden almışlardır. Yöneticilerin genç olması ve hareket tabanının özellikle gençliğe dayanması yanında, Marksist birikimin zayıflığı bu hareketler için önemli bir engel oluşturuyordu. Uluslararası planda yol gösterici olarak örnek aldıkları Gueveracılık, Çaru Mazumdarcılık ve Maoculuk, MDD’ciliğin alternatifi olarak kavrandı.

Toplumsal olarak işçi sınıfının barışçı bir mücadele çizgisi benimsemesi, 71 hareketini, işçi sınıfı vurgusuna rağmen, mücadelede yönelecek önemli bir unsurdan yoksun bırakıyordu. Bu dönemde, sınıf vurgusuna sahip TİP ve sınırlı bir etkiye sahip olsa da Hikmet Kıvılcımlı bir yana, gençlik hareketi, sosyalizm ve işçi sınıfı vurguları ile parlamentarizm ve reformizm arasında sıkışıp kalmıştır. 71’deki devrimci kopuştan geriye, alt sınıf ve tabakalara dayalı bir silahlı mücadele anlayışı sunmaktan fazla bir şey kalmamıştır.

1975 - 80'de Marksizme Ulaşma Çabaları

1971 hareketi, 12 Mart sonrasında örgütsel varlığı yanında, neredeyse tüm önder kadrolarını da yitirdi. Fakat mücadelenin ardından gelen yenilginin, geride kalan kadrolar üzerinde bıraktığı yüksek moral değerler sayesinde, bu hareketler kendilerini toparlama, yanılgılarını (kaba bir biçimde de olsa) değerlendirme, eleştirme ve giderme çabası içinde oldular. Bu samimi çabalar, hareketlerin toparlanmasını ve mücadeleye eğilimli kitleler tarafından desteklenmesini sağlamıştır.

1975 yılından sonra gelişmeye başlayan sol hareketin, Parti-Cephe geleneği bir tarafta tutulursa, Marksizme yakınlaşma çabaları daha da güçlendi. “İdeolojik önderlik” tezlerinin terk edilmesi ve “kitlelere gidilme” anlayışı hâkim olmaya başladı.* Fakat Türkiye’de toplumsal siyasal sisteme karşı mücadele eden siyasi hareketlerin hiçbiri, devrimci demokrasi sınırını aşamamıştır. Her ne kadar bu siyasi hareketlerin her biri kendisini Marksist-Leninist kabul ederken, kendi dışındakileri Marksizmden şu ya da bu ölçüde sapma olarak görüp kıyasıya eleştirdiyse de, “devrimci demokrat hareket” tanımlaması genel bir yaygınlık kazandı.

12 Mart sonrasında  küçük-burjuva çevrelerde devrimci mücadelenin kısa sürede zafere ulaşacağı umudunun yıkılmasının farklı bir yansıması;  “birkaç silahlı eylem” ile devrim beklentisi içinde bulunan bu unsurların, 12 Eylül sonrasındaki ağır baskı koşullarında, beklenen direnişi gösterememeleri; beklentilerindeki halk kitlelerinin devrimci mücadeleye katılmamasının büyük bir düş kırıklığına neden olduğu açıktır. Bu düş kırıklığı, aynı zamanda sağa kaymayı ve yılgınlığı yaratmıştır. Böylece, bu ortamda ve bu ortamdan beslenerek, devrimci mücadelenin "hata ve eksikliklerini" belirlemeden başlayarak, "teorik hatalar" düzeyine doğru gelişen bir "araştırma" ve "arayış" süreci başlamıştır.

Yıkılan küçük-burjuva devrim düşlerinin ardından, aynı unsurlar, hızla devrimci sınıf olarak işçi sınıfına yönelmişlerdir. Bu yöneliş, daha düne kadar, her şeyin temeline kendilerini koyan küçük burjuva dünya görüşünün, bu kez işçi sınıfı söyleminde ve işçi sınıfının gücüyle yeniden üretilmesinden başka bir şey değildir.

Proletaryanın tarihsel olarak en devrimci sınıf olması ve bu niteliğinin sınıfsız toplumun kurulmasının en temel öğesi olması gerçeği, hemen her dönemde, değişik sınıf ve tabakaların siyasal temsilcilerinin proletaryaya karşı tutum ve beklentilerini belirlemiştir.
     Örneğin 12 Mart-12 Eylül arasındaki dönemin ayrışma temelinin programatik ilkelere değil de yürütülen mücadelenin biçimine dönüşmesi devrimci hareketin içinden geçtiği süreçte sağ oportünist unsurlardan ayrışmaya yarasa da, Türkiye Solu içerisinde devrimcilik reformculuk arasındaki sınırların net bir biçimde çizilmesini sağlayamadı. Ayrışmadaki netliğin sağlanamaması öz olarak devrimci hareketin teorik yapılanmasını sezgisel ve devrimci pratiğini el yordamıyla yürümenin ötesine geçirip uzun vadeli olmasını engelledi.

Yetmişlerde gerçekleşen tartışmaların tümü şu noktalardadır: Burjuva diktatörlüğüne ve faşizme karşı takınılacak devrimci tutumun gerekçelendirilmesi Türkiye’nin iktisadi koşullarının, siyasal düzeninin ve buna uygun devrim modelinin ne olduğu, üzerinden gerçekleşmiştir.

Örgütler demokratik devrim-sosyalist devrim tartışmasında devrimci pozisyonlarını korumuşlar ancak Çin-Sovyet-Arnavutluk tarafından sürdürülen tartışmalarda pratik duruşlarını teorize edebilmek adına teorik operasyonlara girişmişlerdir. Arnavutluk’un yanında yer alanlar “Çin tipi” bir devrimden uzaklaşmak zorundaydı.

Her türlü sistematikten ve ilkeden yoksun olarak proletaryanın yeniden keşfi, teorik olarak işçi sınıfının "öncülüğü" tezleriyle ifade edilen aslında, işçi sınıfının, sınıf özelliklerinden kaynaklanan devrimci sınıf olması yanında, üretimden gelen disiplini ile mücadele sürecinde ortaya koyduğu kararlılık ve tutarlılık gibi özelliklerinin, geçmiş dönemde küçük-burjuvazide kendini gösteren sınıfsal kararsızlık, dayanıksızlık ve tutarsızlık gibi olguların aşılabileceği ve onun arkasına sığınılabileceği düşüncesidir. Gerek 12 Mart sonrasında, küçük burjuva maceracı hareketin yenilgisi gerekse 12 Eylül sonrasında, uğranılan yenilgi, işçi sınıfı sayesinde olmayacağını düşünmekten kaynaklanmaktadır. İşçi sınıfını örgütlemek ve onun fiili önderliği için ona “önderlik” etmekle sorun kendiliğinden çözülecek gibi görünmüştü. İşçi sınıfı disiplinine sahip olmak,çıkarlarını onunla birleştirmek ve onun sınıfsız toplum  amacına uygun hareket etmek sadece sözde kalan ifadelerdir.

Bütün farklı yanlarına rağmen, hareketlerin ortak özelliği, MDD hareketinin teorik mirasçıları olmalarıdır. “Demokrasi ve bağımsızlık” ve “demokratik halk iktidarı” gibi temalar, tümünde ortaktır.

“Yeterli bir teorik olgunlaşma süreci yaşanmadan pratik-politik ifadelerini (örgütsel yapılarda) bulan Marksizm, o andan itibaren Türkiye’de Marksizme ilişkin kendine misyon biçenlerin önceliklerini de belirledi. Bu, kuşkusuz bir tarihsel kazanımdı, ama yirmi yılı aşkın bir sürenin ardından, hala ilk kazanım kategorisinin geride bırakılmamış olması, bugün çubuğun kazanım yönüne değil, kazanımın eksikliğine doğru bükülmesini zorunlu kılıyor.” [156]

Öncüllerinin reformist ve sağcı yaklaşımlarından kopmakla 1971 sonrası hareket halkçılığa devrimci bir içerik kazandırdı. Geçmişe yöneltilen eleştiriler, dönemin kitle hareketleri ile de birleşince ortaya çıkan teori ve programlar, burjuva reformizmi karşısında mücadele eden güçler için bir çekim merkezi oldu. 71 sonrası siyasi hareketler, bütün teorik ve siyasal eksiklere rağmen, 71 hareketinin bıraktığı devrimci direniş, devrimci moral ve etkiyle birleşerek hızla yaygınlaşan anti-faşist gençlik ve kitle hareketi ile birlikte ortaya çıkan gelişme ortamında birer çekim merkezi oldular. Fakat son yirmi yılın deneyimi de gösteriyor ki, bu hareketler, teorileri ve buna dayanan programları ile devrimci demokrasi sınırlarını aşamayan halkçı hareketlerin düşünsel ifadeleri olmaktan öteye geçememişlerdir.

12 Eylül ve  Sonrası örgütsel parçalanma ve siyasi erozyon

12 Eylül sonuçlarının belirleyicisi :1976 süreci ile başlayan ve 12 Eylüle kadar yaşanan süreçteki temel zaafların açığa çıkmasıdır. Bu zaafları genelde incelediğimiz TDKP tarihinde somutlandığı gibi aynı tarzı aynı alanda bulunan hareketler içinde söyleyebilir ve genelleyebiliriz.

12 Eylül 1980 öncesi sosyalist hareketin içerisinde bulunduğu kaosun daha da derinleşerek süreceğini görmemek için kör olmak gerekir. Devrimci mücadelenin yeni bir dönemecindeyiz;Her yeni gelişmenin beraberinde getirdiklerinden, yaşanılan olaylardan siyasi grup ve partiler, yapılarının büyüklüğü, çalışma dereceleriyle orantılı olarak etkileniyor. Tutulan yol konusunda farklı örgütlerde farklı eğilimlerin ortaya çıkması ve bu ayrılıkların taktik ayrılıklar olmasına karşın, sermayenin 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle başlattığı azgın saldırısı altında, gerilemenin ve yenilginin parçalanmalara, ideolojik ve pratik dağılmalara yol açtığı açıkça görüldü. Bu dönemi teorik ve pratik dağılmaya uğramadan atlatan siyasi örgüt yoktur.

Bu politik parçalanma ve dağılmanın nesnel ve Öznel nedenlerini, İdeolojik ve toplumsal köklerini bulup ortaya çıkarmak, her politik hareket için can alıcı önem taşıdığı halde, bu konuda olumlu bir Örgütsel yaklaşıma rastlamak da neredeyse olanaksız. Lenin’in, “Bir siyasal partinin kendi yanılgıları karşısındaki tutumu, bu partinin ciddi olup olmadığını, kendi sınıfına karşı ve emekçi yığınlara karşı görevlerini gerçekten yerine getirip getirmediğini saptayabilmemiz için, en önemli ve en güvenilir ölçütlerden biridir. Yanılgısını içtenlikle kabul etmek, nedenlerini arayıp bulmak, bu yanılgıya yol açan koşulları tahlil etmek, yanılgıyı doğrultma yollarını dikkatle incelemek; işte, ciddi bir partinin işaretleri bunlardır, bu, ciddi bir parti için görevlerini yerine getirmek, sınıfı ve ardından da yığınları eğitmek ve bilinçlendirmek demektir.”[157] sözlerinde anlatımını bulan anlayışa denk düştüğünü söylemek, ne yazık ki olanaksız.

12 Eylül Askeri Diktatörlüğünün generalleri ve tekelci burjuvazi hiç de ummadıkları bir sonuca ulaştılar. İşçi sınıfı hareketi ve sosyalist hareket ayrı ayrı ve önemli büyüklükte kan kaybına uğratıldı. Sosyalist kadrolar; sosyalist hareketin parçalanmasına koşut olarak, büyük ölçekli bir siyasi erozyon yaşadılar. Tüm sosyalist, devrimci, komünist parti ve Örgütler, kadrolarının politik erimesinin acısını ve tedirginliğini duydu. Konuyla ilişkili olması açısından, yalnızca bu nedenle, bu olayı.bizzat yaşayan bir "Devrimci Yol" militanının mahkeme savunmasında açıkladıklarını aktarıyorum: "12 Eylül sonrası sol hareketler henüz yapısal ve toplumsal tabanlarında değişen koşullara uyarlı bir dönüşümü gerçekleştiremeden iktidarla çatışmak zorunda kaldı. Her çatışma, sol hareketlerin dağılması ve ezilmesiyle sonuçlandı. Sol hareketlerin dağınıklığı her aşma çabası, yeni darbelere yol açtı. Bu durum sol hareketlerin varlıklarını sürdürebilmek, yaşamlarını devam ettirmek için daha bir içlerine kapanmaları ve zamanla toplumsal ilişkilerden kopmaları sonucunu getirdi. 12 Eylül sonrasında gelişen yeni politik ortamda da devrimci hareketler toplumsal gelişme çizgisine giremediler." [158]

Ancak Neden sol hareketler devrimci bir dönüşümü gerçekleştiremediler? bu durumun teorik sentezi eksiktir. Sorunun yanıtı yok. Bu sorunun yanıtı, bireyi, kaçınılmaz olarak örgütünü ideolojik ve pratik sorgulamaya götürür. Ancak İnsan bu soruya yanıt verecek durumda değilse, olguyu açıklamakla yetinir. Oysa bu soru irdelendiğinde görülecektir ki, sol yapılar politik ve örgütsel olarak Marksizm-Leninizm’in edinimini kendi sınıfsal duruşlarına göre gerçekleştirmişlerdir;

Bu edinimin getirdiği sonuçlar ise her koşul altında savaşacak yetenekten ve örgütsel yapıdan yoksunluk, politik olaraksa ilkellik olmuştur. Örgütlerin önlerine koydukları program ve dolayısıyla pratikleri dar kapsamlıdır; bu karakteri, örgütü kaçınılmaz olarak günübirlik eylemler içerisinde hapsolmaya iter. Böyle bir niteliğe sahip olan örgüttür ki, her girdiği çatışmada yenilir. Bu kaçınılmazdır. Kuşkusuz ancak Leninist bir parti kitleler içinde erime yeteneğine ve dolayısıyla da derili toplu geri çekilme yeteneğine sahiptir. Küçük burjuva sol bir örgüt içinse, "kendi içine kapanmak" doğal bir durumdur. Anlaşılması gereken durum budur.

1983 yılına kadar askeri diktatörlük altında "içine kapanan" ya da dağılan, parçalanan ilişkiler nedeniyle, pratik ve teorik olarak, anlaşılmasında güçlük çekilen sorunlar; özellikle 1983 yılı sonrası, siyasal ve ekonomik koşulların zorunlu sonucu, burjuva parlamenter sisteme geçişle birlikte, dar, kısıtlı ve hayalete çevrilmiş de olsa, legal burjuva demokratik olanakların, işçiler ve sosyalistler tarafından zor­lanarak kullanılmaya başlanması ve 1985'ten itibaren de devrimcilerin ileri atılımına denk olarak yayın yaşamına başlayan legal sosyalist dergilerin varlığını sürdürme savaşımı; eski ve yeni kadroların durumu ile ilgili önemli siyasi bir verinin ortaya çıkmasında rol oynadı. Bu önemli veri şu idî: 12 Eylül askeri diktatörlük dönemi, "devrimci kadrolarda" psiko-siyasi geriliğe yol açmıştır ve bu siyasi kadroların yaşadığı siyasi erozyonun   hacmi olukça büyüktür.

Bugün, yaşanan bu siyasi erozyonun yıkıcı gücünü ve büyüklüğünü görmeyen örgütler, taktiklerini saptarken önemli ve büyük hatalara kaçınılmaz olarak düşeceklerdir. Bu olguyu çoğu siyasi Örgüt yaşadı ve halâ yaşıyor.

Sosyalist parti ve örgütler açısından bu olgunun pratik varlığı; 12 Eylül öncesi çok sayıda kadroya sahip olan örgütlerin, darlaşmış ilişkilerle eski strateji ve taktiklerini sürdürmelerine olanak tanımadı. Birçok siyasi örgüt bu durum karşısında önemli yapısal ve politik değişime uğradı. 12 Eylül 1980 öncesi, siyasi örgütlerin politikalarına egemen olan ilkellik ve dar kapsamlı çalışma çizgisi bu değişmenin seyrini ve niteliğini etkiledi. Devrimci bir dönüşüm için gereken alt yapıya (Devrimci politik çizgiye ve örgüte) sahip olmayan yapılar kaçınılmaz olarak savruldular. Dünkü ve bugünkü örgüt yapılarına ve politik rotalarına bakarak diyebiliriz ki; bu siyasi örgütlerin, eski politik çizgilerini ve örgütsel ilişkilerini aynı yapısıyla korudukları sürece, işçi    sınıfının   devrimci, komünist Öncü  partisine dönüşmeleri, artık olanaksızdır.

12 Eylülle birlikte Türkiye Devrimci Hareketi açısından yeni bir süreç başladı. Örgütsel yapıların tümü ya dağıtıldı ya da kendiliğinden tasfiye oldu. 1987’ye dek uzanan süreç, zindanlara hapsedilmiş devrimci yapıların özeleştiri süreçlerini başlattı. Bu özeleştiriler kimi zaman yeni ayrışmalara kimi zamanda yeni tasfiyelere yol açtı. TİP ve TBKP kanadında Parlamenterist ve uzlaşmacı eğilimin getirdiği sonuç: Yurt dışında bulunan bir takım kadrolarının ayrışmaları ve tasfiyeleri iç tartışmalar ve çelişkiler üzerinden gerçekleşti.

TİP’in içinde Yalçın Küçük’le birlikte tasfiye edilen Sosyalist İktidar grubuyla, TKP’den atılan TKP-İşçinin Sesi çevresi 12 Eylülün arifesinde gerçekleşen ilk tasfiye hareketidir. 1987’ler de Sosyalist İktidar grubu 12 Eylül sonrası Gelenek dergisi etrafında, Yalçın Küçüksüz olarak, tekrar toparlandı. Gelenek, Sosyalist İktidar çevresi olarak, 80 yılındaki eleştiri ve özeleştirilerinde sosyalist devrim tezini savunarak, kapitalist olmayan kalkınma yolu reddedildi. Eksik olan bir iktidar perspektifi geliştirerek  Devrimci Harekete ulaşmaya ve yeniden bağ kurmaya çalıştı. Böylelikle Gelenek kendince sol tarihimizde MDD-Sosyalist Devrim kutuplaşmasının çarpık yönlerini de düzeltmiştir. TİP cenahında önce legal Marksizm ile akrabalık ilişkisine sokulan, sonra da ihanet edilen sosyalist devrim tezi, Leninist devrim ve örgüt teorisiyle barıştırılmıştır.[159]

Türkiye Devrimci Hareketinin önemli damarlarından birisi olan THKP-C çizgisi Mahir Çayan’ın kesintisizlerine dayanan teorik duruşundaki yalpalamalarla birlikte 80 sürecinden büyük bir çözülüşle çıktı. DEV-YOL, çizgisi “maceracı sapmalardan” ayıklayıp bir ideolojik devrimci tasfiyeci dalganın devrimciler üzerinde yarattığı ideolojik, siyasi ve ahlaki tahribatın ürünü olan, “parti olmayan parti” ÖDP ortaya çıktı. THKP-C geleneğinin bir diğer akımı olan Kurtuluş (KSD) da ÖDP içinde önce bölünüp sonra da küçük bir grup olarak varlığını farklı şekiller altında yasal düzlemde sürdürmeye çalışmaktadır.

1980 öncesi süreçte Mahir Çayan çizgisinin tutarlı savunucusu olarak ortaya çıkan DEV-SOL 1980 sonrasında DHKP-C adını alarak ve THKP-C programını kabul etmeyi büyük bir titizlik sürdürmeye devam etti. Devrimci-Sol’a ise her şeyin eskisi gibi sürdüğünü gösteriyordu.

Diğer alanda ise ÇKP çizgisindeki TKP/ML (partizan) olduğu gibi kendisini korumayı hedef seçerek varlığını sürdürmeye çabalamaktadır. AEP çizgisinde olanların ise örgütlerin tümü geçmişleriyle ilgili (ciddi bir özeleştiri söz konusu olmazsa da) yaptıkları ciddi bir özeleştiriden söz ediyorlardı. Ayrışmalardan çok, yeni birleşme çağrıları ortalığı kaplamıştı. TKİH aralarında ciddi programatik farklılıklar görmediği ve kardeş komünist partiler olarak ilan ettiği TDKP, TİKB ve TKP-ML Hareketine bir birleşme platformu önerdi.

Birleşme çağrıları yanında TDKP, TKİH ve TKP/ML Hareket içindeki kimi devrimcilerin özeleştiriyi daha kapsamlı bir boyutta sürdürme amacıyla, başlattıkları yeni tartışmalar örgütsel tasfiye ile son bulurken süreç sonunda, TKİP’le partileşen EKİM hareketini oluşturmuşlardı. EKİM hareketinin geçmişle hesaplaşmasının en önemli bölümü milli demokratik devrim-sosyalist devrim tartışmasının derinleştirilmesidir. EKİM, Demokratik devrimi benimseyen örgütleri küçük burjuva popülistleri olarak değerlendirerek, Türkiye Devrimci Hareketinin küçük burjuva devrimciliğinin ve popülizminin en önemli nedeni olarak sosyalist devrim anlayışının benimsenmemesini görüyordu. 1980 yenilginin en büyük nedeninin ’80 öncesi devrimci saflardaki proleter ve küçük burjuva safların birbirine karışmasında gören EKİM “herkes kendi bayrağı altına!”çağrısı yapıyordu.

Devrimci Hareketlerin Genel İncelemesi

Bu alt-bölümde, 1980 12 Eylül’üne öngelen birkaç yıllık yoğun dönemde, sol harekette belli bir öbeği temsil eden ve Marksizme yönelim konusunda görece ileri bir konumda yer alan üç hareketi, temel ideolojik bilinçleri, tutarsızlıkları ve Marksizme ulaşamamanın yarattığı sancıları örneğinde,  betimsel bir tarzda ele alacağız.

AEP taraftarları, Arnavutluk-Çin ayrışmasından sonra ortaya çıkmıştı; bir bakıma programatik temelde bir ayrışmanın ipuçlarını da ifade ediyordu. Bu kanadı oluşturan örgütler, TDKP, TİKB, THKP-C/ML[160] ve TKP-ML Hareketi, teker teker “maoculuk özeleştirisi” verdiler. Sonra da “Üç Dünya Teorisi”ni reddettiklerini ilan ettiler. Üç dünya teorisinin reddi taşıdıkları kemalizmin etkisi, milli burjuvaziye karşı gösterilen uzlaşmacı tutum ve bunların etkisiyle, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine karşı takınılan sosyal-şoven bir tutuma rağmen devrimci reflekslerini her zaman korudular.

Bütün bunlara rağmen Mao Zedung düşüncesinin özünü oluşturan yaklaşımlar ve teorik tutum hiçbir şekilde terk edilmemişti ve teorik olarak bu sefer Mao’dan çok Lenin, Stalin’in eserlerinde gerekçelerine dayanaklar bulunurken dünyalarına yeni giren Enver Hoca’nın eserleri de bunların dayanağını oluşturdu. Ortaklıklarının bu kadar çok olmasına rağmen her örgüt diğerinden nasıl farklı olduğunu ve ayrı çatılar altında bulunmalarını meşrulaştıracak nedenlerin bulunduğunu ısrarla savunuyorlardı. Bu nedenler de genellikle ülkenin iktisadi yapısıyla ilişkin olarak, ortaya konulan belirlemelere dayandırılıyordu.

Örneğin, TİKB’yi TDKP, THKP-C\ML ve TKP-ML Hareketi’nden ayıran en önemli nokta onun ülkedeki devrimin anti-feodal bir karakter taşıdığını reddetmesi idi. TİKB devrimin anti-emperyalist bir karakterde olması gerektiğinde diğer üç grupla birleşirken, ikinci “anti” konusunda böyle bir durum söz konusu değildi. TİKB Türkiye’de ayrışmamış bir sınıf olarak köylülükten söz edilemeyeceğini belirterek “anti-feodal”i anti-faşizmle ikame ediyordu. Anti-feodal görevler vardı elbet ama bunlar özellikle Kürtlere ilişkin olanlardı. Yine de Türkiye Devrimi bir demokratik devrim olacaktı. Ama TİKB’nin seksen sonrasında, sosyalist devrimci EKİM tarafından ileri ve “sosyalizme yakın” bulunan başka bir özelliği vardı; o da TİKB’nin, önde duran demokratik devrimin Türkiye özelinde sosyalist görevler taşıdığı teziydi. Bu yüzden de milli burjuvazi demokratik devrimde bir müttefik olamazdı ve proletarya devrimin esas gücüydü.

“TİKB” platformuna göre, Türkiye emperyalizmin yeni sömürgeci boyunduruğu altında, kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu geri kapitalist bir ülke idi. Temel dayanağını yarı feodal toprak ağalığı ekonomisinde bulan pre-kaptialist ilişkiler, esas olarak ulusal sorunla örtüşmüş vaziyette Türkiye Kürdistan’ında yoğunlaşmıştı....Öbür yandan Türkiye hala bir küçük burjuvalar ülkesi olmakla birlikte, devrim güçleri arasında yer alan köylü yığınlarının, kent küçük burjuvazisinin, gençliğin ve ilerici aydınların önderi proletarya, niteliğinin ötesinde sayısal gücüyle de merkezi bir konumdaydı.

...”Platform”, yarı sömürgelik koşulları, feodal artıklar, Kürt ulusal sorunu ve diğer demokratik anti-faşist görevler nedeni ile Türkiye devriminin bugünkü aşamasını Anti-Emperyalist Demokratik halk devrimi olarak belirliyordu. Ancak kapitalizmin nispi olarak gelişmişliğinden ve proletaryanın gücünden ötürü sosyalist görevlerin özgül ağırlığının görece fazla olduğu, sosyalist devrime daha hızlı dönüşebilecek, proletarya devrimi tipine yaklaşan bir devrim olacaktı.[161]

TİKB’nin bu yönelimine en sert yanıt TDKP’den geldi. Özü toprak devrimi olan bir anti-feodal devrimi reddettiği için TİKB “troçkizm kusan revizyonistler” grubu olarak nitelendiriliyordu. Milli burjuvaziyle ittifak kurmayı reddetmek TDKP açısından devrim kaçkınlığıyla eş anlamlıydı.

Revizyonist hizipçiler ise, TİP’in açtığı yoldan ilerleyerek uluslararası Marksist Leninist hareketin ardına gizlenip troçkizm kusuyorlardı. Onlara göre, milli burjuvazi, ittifak kurulabilecek bir sınıf değildir. Onlar, emperyalist feodal sömürü ve bağımlılık ilişkilerini tasfiye eden demokratik devrimin kaçınılmaz olarak kapitalizmin gelişmesine yola açacağı gerçeğinin iradi çabayla önlenebileceğini sanıyorlar. Aşamaları reddederek bir çırpıda kapitalizmin yok edilmesi gerektiği görüşünü ileri sürüyor, bu yüzden milli burjuvaziyle ittifakın mümkün olmadığını söylüyorlar.

Türkiye’de devrimci hareketlerin tarihlerini, örgütsel olarak örgüt sınırlarını aşamadan parti-öncesinde kilitlenme, politik olarak günlük politikadan uzaklık yanında genel olarak devrimci perspektife uygun  pratik-politika üretememek ve tıkanma, ideolojik-teorik olarak  marksizmin doktriner tarzda ele alınması ve ideolojik teorik tıkanma biçiminde ifade edebiliriz.

Devrimci kopuşun  Türkiye Devrimine Yaklaşımı

Türkiye "sosyalist" hareketi tarihinde, bağrında birçok yanlış­lıklan taşısa da, İlk defa örgütlü şiddetin gündeme geldiği 1968-71 eylemsel çıkışıyla olumluluk anlamında yeni bir sürecin baş­ladığını söylemek abartılı bir yaklaşım olmasa gerek.

Türkiye gerçekliğine uysun ya da uymasın gerilla savaşı, halk ordusu veya halk savaşı, öncü savaş gibi terimlerin sosyalist literatüre girmesi ve bunların doğru ya da yanlış pratikte uygula­maya konulmak istemesi; Türkiye "sosyalist" hareken tarihinde ilk kez ciddi ciddi "iç savaş" düşünüldüğünü, 1968-71 radikal "sol" hareketi göstermiştir. Varolan bir diktatörlüğün ancak dev­rimci bir şiddet yoluyla devrilebileceğini ve bu şiddetin de çeşitli aşamalardan geçecek olan devrim mücadelesinin iktidarı zapt etme noktasına gelmede temel bir role sahip olacağım teorik dü­zeyde belirten ve bu düşünceyi temel konularda da olmak üzere birçok yanlışlığı bağrında taşısa da pratiğe aktaran yeni süreç devrimci hareketleri, TKP geleneğine daha ziyade pratik anlam­da darbe vuruyordu. Pratik anlamda diyoruz; çünkü o geleneği İdeolojik anlamda tümüyle aşan yeni bir perspektife ulaşamıyordu.

Tarihinde ilk kez "solu kitlesel bir güce ulaştırmasına rağ­men, legalist örgütlenme anlayışı ile reformist mücadele tarzın­dan kurtulamaması, parlamentarizmi temel bir mücadele biçimi olarak gördüğü için giderek ağırlaşan toplumsal çelişkiler karşı­sında çözüm gücü olamaması, reformizm biçiminde de olsa Misak-ı Miili'yi esas alarak Kürdistan'ı göz ardı etmesi ve Kürdistan'da hâkim olan feodaliteyi Türkiye'nin sosyal sistemi olarak ele aldığı için Türk köylülüğünün sorunuyla bu konuyu karıştır­ması gibi Özellikleriyle TİP'in burjuva düzen partilerinden bir farkı kalmaması; 1960 Anayasası çerçevesinde o güne kadar ki en geniş Örgütlenme olanaklarına kavuşan işçi sınıfının DİSK gibi bir sendikal örgütlenme çatısı alanda "sol" adına toplanmaya başlanması ekonomik - demokratik istemli de olsa geliştirdiği mücadele biçimleriyle kendisini eylem sahasında eğitmeye başlaması; artan hayat pahalılığı nedeniyle dar gelirli nüfusun ve köylülüğün de­ğişik biçimlerde siyasal içerikten yoksun da olsa tepkilerini dile getirmesi; TİP içerisinde başlayan sosyalizme İlişkin tartışmalar ve Türkçe’ye çevrilen klasikler sayesinde tarihinde ilk kez sosya­list ideolojiye ve dünya sosyalist hareketlerinin deneyimlerine bu denli yakınlaşması; Türk egemen sınıflan arasındaki çıkar ça­tışmalarını çeşitli burjuva partileri aracılığıyla kendisini güçlü bir şekilde hissettirmesi ve bu çatışmanın daha çok 1960 Anayasasının getirdiği "nispi demokratik" ortamın sınırlanması şeklin-i e dışa vurması; Vietnam'a ABD askerlerinin gönderilmesi sonu-unda Vietnam halkı üzerinde uygulanan kıyım ve buna karşı taşlayan kahramanca direniş ile Küba ve Latin Amerika'daki gerilla deneyimlerinin Che Guevera'nın başarısız Bolivya deneyi­miyle birlikte Türkiye'de de izlenmeye başlanması, bunlara bağlı olarak Amerikan karşıtı hareketlerin boy vermesi; iktidarda bulunan AP'nin ABD işbirlikçisi olarak değerlendirilmesi ve ABD ile yapılan ikili antlaşmaların kapsamının genişlemesiyle başlayan anti-Amerikancı öğrenci gençlik gösterileri gibi etkenlerin bir araya gelmesi; Pekin-Moskova çatışmasının Çin deneyimine duyulan merakı artırması, halk savaşı teorisi ve pratiğinin tartışma platformuna girmesiyle birlikte TİP içerisinde yer alan öğrenci gençlik temsil­cilerini radikal bir çizgiye yöneltmiştir.

Bu koşulların etkisiyle örgütlü - militan direniş hattı etrafında yerleşen çeşitli radikal kesimler; Sovyet - Çin çatışması çerçeve­sinde ayrılık noktalarına düşerken halk savaşı - öncü savaş gibi konularda formüle ettikleri devrimci şiddeti hayata geçirme sü­reci içine girmişlerdir.

Anti- Amerikancı militan öğrenci gençlik hareketinin temel karak­terinin bazı noktalarda zorlamasına rağmen, onu aşamayan bu yeni hareketler, 15-16 Haziran gibi deneyimleri yaşayan işçi sını­fı hareketi ve çeşitli köylü eylemleri karşısında da büyük bir coş­kuya kapılarak, formüle ettikleri şiddet politikasını, dönemin ka­pandırdığı  bakış  açısıyla   bile   üzerinde   durulması   gereken yanlarını ele almaksızın hayata geçirdiler.

Bu dönemin radikal çıkışlarını THKP- C, THKO ve TKP- ML TİKKO temsil ederek, bugüne "iç savaşı" göze alma gibi cesur bir miras bıraktılar. Şimdi bu mirasın sahiplerinin döneme ilişkin tespitleri ve kurtuluş yolu olarak önerdikleri "çözüm" yollarını kendi belirlemeleri çerçevesinde ele alıp değerlendirelim.


THKP/C

MDD çizgisinin YÖN/Devrim ekibinden koparak evrilmesiyle başlayan ayrışma ve netleşme bir başka kanatta daha sürdü. İttifaklar sorununu bir başka cepheden sürdüren bir kolda belki de kitlesellik açısından en önemli gücü elde etmiş olan THKP-C geleneği oldu. Dev-Yol’un başını çektiği bu kol meseleyi kısmen daha farklı bir sorunsal içinde ele alıyordu. THKP-C’nin öncüleri daha önce de belirttiğimiz gibi Perinçek çevresiyle tartışırken devrimde işçi sınıfının öncülüğünün şart olduğunun altını çiziyordu. Ancak THKP-C’nin anladığı öncülük ideolojik bir öncülüktü. Siyasal savaşım ise işçi sınıfı yeterince güçlü olmadığından bir halk savaşı olarak gerçekleşecek ve işçi sınıfı ideolojisini temsil eden partinin önderliğinde başarıya ulaşacaktı. Halk savaşıyla kastedilen de yine özü itibariyle bir milli demokratik devrimdi. Belki asker zümre ve bürokratlar müttefikler safından dışlanıyor, köylülüğe yeterli önem verilmiyordu, ama buna karşılık küçük burjuva katmanların aktivizmi devrimi olanaklı kılan en önemli etmenlerden biri olarak görülüyordu. THKP-C çizgisini izleyenler, 1970’lerin başında çizilmiş olan ana perspektifi reddetmediği sürece hep bu görüşler manzumesini benimsediler. Tartışma ve ayrışma konuları genelde Türkiye’nin iktisadi yapısının tahlilinden çok, silahlı mücadelenin ve öncü savaşımının yeri, zamanı ve şiddetiyle ilgili bir bağlamdaydı.

Her halükarda bu kolda gelişen program ve stratejiye dair tartışmaların görece sınırlılığı, bu hareketin diğerlerine kıyasla, daha içe kapalı ve uluslararası gündemden kopuk olmalarındandı.Bu konuda, 1980'ler öncesi Türkiye'sinin siyasal gelişmeleri İçinde önemli bir yere sahip olan THKP/C ve onun önderliğinin (Mahir CAYAN) şiddete bakış açısı ve bu bakış açısını koşullan­dıran Türkiye somutu ile dünyayı yorumlayış tarzını öncelikle ele alıp incelemek gerekmektedir.

'Devrim teorisi. Çalışma tarzı, örgüt konularında... ", "dev­rimci Marksizm’in" temel kriteri olarak "kendi özgücüne güvene­rek devrim için yola çıkmaya cesaret..." etmeyi gören M. Cayan; haklı olarak geleneksel "sofun, sınıfa ve halka değil iktidara ve dışarıya dönük yüzlerini teşhir etmekle işe başlarken, "devrimin kırlardan şehirlerin kuşatılması şeklinde, köylü ordusunun işçi sınıfı kurmaylığında, uzun, dolambaçlı bir halk savaşıyla zafere erişebileceğini..." savunarak örgütlü devrimci şiddeti, bir anlam­da da Lenin'in deyişiyle "iç savaşı" kabul eden anlayışını formüle ediyordu![162]

özgüce güvenen ve halkın devrimci şiddetinin formülasyonu ile yetinmeyin M. Cayan, devrimci mücadele ve iktidarı zapt etme sorunuyla Parti arasındaki bağlantıya da açıklık getirme ih­tiyacını hissediyor.

"Eğer, proletarya partisi henüz kurulmamış ise, ana görev proletaryanın öncü müfrezesini oluşturmaktır. Proletaryanın sınıf partisinin olmadığı bir evrede, devrimci durumun olması halinde bile proleter devrimci dil Fransızca olamaz."[163] Alıntıdan da anlaşıldığı gibi M, Cayan, şiddet ve Parti arasın­da çok açık bir bağlantı kuruyor. Ve Partisiz şiddeti düşünmü­yor. Eğer devrimci şiddet yürürlüğe sokulacaksa öncelikle parti kurmak şarttır, anlayışı Çayan'da hâkim yan oluyor.

Proletaryanın "ideolojik " öncülüğünde geliştirilecek olan şid­detin biçimi ve bu biçimi koşullandıran etkenleri de şöyle açıklı­yor M. Cayan:

"Devrim, kırlardan şehirlerin fethi şeklinde bir rota izleyecektir. Bu, Leninîzm’in sömürge ve yarı- sömürge ülkeler İçin öngör­düğü evrensel bir tezdir. Türkiye de yan- sömürge bir ülke oldu­ğu için, Türkiye'de devrim, bu genel evrensel çizgiyi izleyecek­tir. Yani, son duruşma kırlarda cereyan edecektir. Fakat emperyalizmin 3. Bunalım döneminin özelliklerinden ve de Tür­kiye'deki üretici güçlerin gelişme seviyesinden dolayı Türkiye devrimi Vietnam, Çin ve Küba devrimlerinden farklı ara aşama­lardan geçerek zafere erişecektir. Şehir ve kır ilişkileri ve halk sa­vaşının aşamaları kendine özgü olacaktır. Birinci dönemde şehir­ler temel, kırlar yardımcı; ikinci dönemde kırlar temel, şehirler yardımcı "Birleşik Devrimci Savaş"[164]

"Birleşik Devrimci Savaş" konusunun bir başka yazıda incele­neceğini belirten Cayan, iktidar savaşının sadece şiddet olgusu ile sınırlı tutulamayacağını belirtmeyi de ihmal etmiyor.

"Halk savaşı politikleşmiş bir savaştır. Yani sosyalistlerin halk savaşındaki temel mücadele metotları askeri savaş metodudur. Bu savaş klasik savaş metoduyla değil, politikleşmiş askeri savaş metoduyla yürütülür. Bu savaşta, bütün demokratik ve ekono­mik amaçlı hareketler, kitle gösterileri, vs. bu politikleşmiş askeri mücadeleye tabidir."[165]

Alıntıdan da görüldüğü gibi askeri şiddet tek bir mücadele metodu olarak ele alınmıyor; ama diğer tüm mücadele biçimleri de o mücadeleye tabi kılınıyor. Yani, iktidarı ele almanın esas yöntemi olan mücadele tarzı, diğer yöntemlerle beslenerek güç­lendirilmelidir, anlayışı hâkim yan oluyor.

Emperyalizmin (gizli ya da açık) işgali altındaki yarı-sömürge bir ülke olarak değerlendirilen Türkiye için yapılan bu tespitler, ilk bakışta THKP/C çizgisinin TKP ve TİP anlayışından tümüyle bir kopuş, iktidar güçlerine karşı her alanda açılan bir savaş gibi değerlendirilebilir. Fakat yine Mahir Çayan’dan yapı­lacak bir alıntı çerçevesinde soruna yaklaşıldığında durumun hiç de öyle olmadığı daha iyi anlaşılır. Ve 12 Mart askeri darbesinin karşısında yaşanan ağır yenilginin nedenleri tüm yönleriyle açığa çıkarılır kanısındayız.

- "Mahalli, tarihi gelenek, görenek veya üretici güçlerin gelişme seviyesi sadece Leninizm’in evrensel devrim teorisinin taktikleri­ne yön verecek unsurlardır. Bu farklılıklar, her ülkenin devrim stratejisinin kendine özgü ara aşamalarının niteliklerini biçimlen­dirirler."[166]

Burada, Leninist devrim teorisinin, tek tek ülke somutunda (mahalli) nasıl uygulanacağına değinen M. Cayan, THKP/C'nin de teorik perspektifinin çıkış kaynaklarının ne olduğunu belirti­yor. Ki bu kaynaklar da bizim eleştirilerimizin çıkış noktasını oluşturuyor.

"Mahalli", "tarihi gelenek" sözcükleriyle kastedilenler somut toplumsal (ekonomik, siyasal, kültürel vb.) durum ile bu duru­mu ortaya çıkaran tarihi birikim oluyor. Bu birikim, egemen sı­nıflar ve ezilen sınıflar açısından iki farklı biçimde kendisini gös­teriyor. Ki, eğer bu birikimin tüm yönleri açığa çıkarılıp, günümüze nasıl yön verdiği değerlendirilecekse (mutlaka öyle olmalı) her iki kesim (ezen ve ezilen sınıflar) da ele alınıp-incelenmelidir. Bu İncelemenin odak noktası da özellikle her sı­nıfın kendisini ifade etmesinin biçimi olan siyasal yanları olma­lıdır.

işte bu noktadan yola çıkarak M. Çayan'ın güne ilişkin for­müle ettiği çözüm yollarının ve bunların pratiğe aktarılmasının biçimleri olan taktik çıkışlarının kaynağında yatan belirlemelere baktığımızda eleştirilerimizi sağlıklı bir biçimde yöneltebiliriz.

"Osmanlı toplumu, 18. yüzyıldan itibaren hızlı bir sömürge­leşme sürecine girmiş, devlet hızla kompradorlaşmış, embriyo ha­linde yerli kapitalizm Avrupa kapitalizminin rekabetine dayana­mayarak kavrulmuş, ekonomi, feodal komprador bir yapıya sahip olmuştur.

"Bu feodal - komprador ekonomik yapının önemli özellikle­rinden birisi de, uluslaşmayı yürütecek, feodal veya yarı-feodal toplum karakterinden, gelenek ve törelerinden doğan sosyal, psi­kolojik ve de kültürel oluşumun etkisi altında uyuyan halk kitle­lerini harekete geçirecek, ilerici ve demokratik düşünceyi yay­gınlaştıracak güçte devrimci burjuvazinin olmayışıdır. Bu görev zorunlu olarak küçük burjuvazinin omuzlarına yüklenmiştir."[167]

Osmanlı toplum yapısını bu şekilde değerlendirerek gerçek niteliğini gözler önüne seren M. Cayan, "uluslaşmayı yürütecek" bir burjuva sınıfının olmayışı gerçeğinin karşısına, hiç de hak etmediği halde, tümüyle komprador burjuvazinin ve kompradorlaşmış devletin özelliklerini üzerinde taşıyan, bu özellikleriyle de "devrimci" bir karaktere hiç bir zaman sahip olamayan küçük burjuvaziyi koyarak, ona "devrimci" bir rol vermiştir. Bu rol, yine Çayan'dan aktaracağımız alıntıda da görüleceği gibi, THKP/Cnin Kemalizm’e bakışı açısının temelini oluşturmakta­dır. Ki, bu da 70'ler THKP/C pratiğinin ve hedefler tespitiyle itti­faklar anlayışının teorik zemini anlamına gelmektedir.

Küçük burjuvazinin karakterini bir dipnot olarak ele alan Cayan, şöyle demekte:

"Modem bir sosyal sınıf olmayan küçük burjuvazi açık işgal şartlan hariç- emekçi halk kitlelerini uyandırıp, onları yüzyılla­rın feodal uyuşukluğundan kurtaracak güçlü bir devrimci hare­ket yaratma kabiliyetinden yoksundur. Bu bakamdan, Osmanlı milliyetçi asker-sivil aydınların bulanık milli ve devrimci hedef­lere yönelik hareketleri daima zayıf ve cılız olmuş, halk kitleleri üzerinde önemli bir etkiye sahip olamamış, genellikle kitleler bu hareketlerin seyircisi olmuşlardır." [168]

Bu alıntıda küçük burjuvaziye ilişkin olarak yapılan "açık işgal şartları hariç- için biçilen rol önemlidir. Çünkü M. Çayan'ın, Kemalizm’e ilişkin olarak yapmış olduğu tespit Kemaliz mi, Çayan'a göre koşullu da olsa devrimin ittifakı pozisyonu­na getirmekte.

Eğer, Osmanlı tarihi, özellikle de Tanzimat süreci sonrası dik­katle incelenmiş olsa idi, böylesi bir hatalı tespite gidilmez; dev­lete ve egemen sınıflara takılan komprador sıfatı "asker- sivil ay­dınlar" için de söylenir ve bu kesimin "bulanık" da olsa "zayıf ve cılız" da kalsa "milli ve devrimci hedeflere yönelik hareketlerinden” bahsedilerek Kemalizm için "ilericilik", "devrimcilik" anla­mında teorik bir zemin yaratılmazdı.

Küçük burjuvazi için "devrimci burjuvazinin” görevini yeri­ne getirme işlevini yükleye M- Cayan, tarihe ilişkin "tarihsel" be­lirlemelerini şöyle sürdürüyor:

"2) Osmanlı feodalizminin niteliğinden dolayı (klasik anlam­da feodal – serf  ilişkisinin açık ve kesin olmaması ve de iç sömü­rünün yumuşak ve gizli olması) isyancılık emekçilerde bir gele­nek haline gelmemiştir. Merkezi feodal devlet, dış talanı temel alıp, iç sömürüyü nispeten gizli ve yumuşak yürüttüğünden do­layı, Anadolu halkına bir yüce baba, bir hami gibi gözükebilmiştir.

"3) (....) "özetle söylersek, feodal devletin kompradorlaşma öncesi dö­nemine kadar ki süre içinde devlet, "halkın babası" ve "kerim devlet" olarak kitlelere görünmüştür. Komprador-feodal devlet döneminde ise devletin kitlelere görüntüsü, ceberutlaşmış, ancak "karşı konmazlığı", "yıkılmazlığı" düşüncesi devam etmiş­tir."[169]

Yukarıda aktarılan alıntılardan da anlaşılacağı gibi M. Cayan, emekçilerde isyancılığın bir gelenek haline gelmemesini devletin "yüce baba", "hami" gibi gözükmesine bağlamış. Neden olarak da "iç sömürünün yumuşak ve gizli olması", "feodal, serf ilişkisi­nin açık ve kesin olmaması" gösterilmiş. Eğer, Osmanlı tarihi dikkatle izlenirse durumun hiç de böyle olmadığı, Anadolu halkı üzerinde de yoğun bir baskı ve sömürü yaşandığı, bu baskı ve sömürüye karşı kesintili ve farklı bölgelerde olsa da yüzyıllarca süren köylü isyanlarının olduğu, bu isyanların Osmanlılar ta-ramdan çok acımasız bir şekilde bastırıldığı görülür. "Klasik an­lamda feodal, serf ilişkisinin olmaması, bu gerçeklerin yaşanma­dığı anlamına gelmez. Merkezi feodal despotik devlet, halk ve halklar üzerindeki feodal baskı ve sömürünün en uç noktadaki temsili anlamına gelir Osmanlılarda. Bu anlamıyla, devletin "ceberrut'luğu ve "yıkılmazlığı son dönemlerin değil kuruluş yılla­rının da bir ifadesidir.

Diğer yandan, M. Çayan'ın "açık ve kesin olmaması" ve "yu­muşak ve gizli olması" nedenine bağladığı sömürü ve çelişkiye ilişkin belirlemesi de, daha sonraki Türkiye'sinde toplumsal çe­lişkilerin çözümüne ilişkin olarak getirilen "suni dengenin bozul­ması" teorisine bir zemin oluşturmaktadır. Osmanlı döneminin "suni dengesini" halk kitlelerini uyandırıp, onları yüzyılların fe­odal uyuşukluğundan" uyandıracak güç olarak gösterilen "küçük burjuva aydınları" bozarken, yeni "suni denge"yi de THKP/C bozacaktır.

Bu her iki belirlemenin de ortaya çıkardığı bir gerçek olarak da karşımıza miras alınacak bir halk direnişinin bulunmamasıdır. Uyuşuk, isyana geleneği olmayan bir halk gerçeği miras alı­namayacağına göre, onları uyandıran, çelişkileri gösteren "küçük burjuva aydın" geleneğinin miras alınması ve hiç de hak etme­dikleri halde bu kesime "devrimci" payesinin verilmesi doğal ol­makta. Sonuçta, geleneksel yapıyı birçok yönden zorlamasına rağmen THKP/C, mirasını, aşamadığı sınıf karakterinin tarihin-

da bulmakta. İşte böylesi bir sistem içinde oluşan "halk anlayışını yıkmak" görevi ilk elden Kemalizm’e düşüyordu.

"Ancak 1. Milli Kurtuluş Savaşı" döneminde, açıkça işgalci düşmanın saflarında yer alan komprador - feodal devlete karşı Kuvay-ı Milliye'nin başarılı eylemleri ceberut, 'yıkılmaz', 'karşı konmaz', 'gücünü tanrıdan alan' Osmanlı devletinin bu görünü­münü yıkıp atmıştır."[170]

"1. Milli Kurtuluş Savaşı" diye bahsedilen Kemalist hareket, Osmanlının söz konusu edilen özelliklerini yıkmamış, aksine gö­rüntüsüyle birlikte yıkılan, fiilen halk üzerinde herhangi bir işle­vi kalmayan, işgalle birlikte devlet olma Özelliğini yitiren, Os­manlı'nın yıkıntıları üzerinde, döneme uygun bir "ceberut" "yıkılmaz", "karşı konmaz" bir "Cumhuriyet" yaratmıştır. Yani, savaş, sonrasında tüm özelliklerini kaybeden devlete yeniden ve j daha güçlü bir işlerlik kazandırmıştır. İşte bu Özelliğiyle Kema­list hareket ve "Cumhuriyet' Osmanlılar tarafından isyan gelene­ği törpülenmiş bir halkın, işgal karşısında yeniden isyan gelene­ğini edinmesi başlangıcında, başlayan bu geleneği susturmanın ve halkı "seyirci", "koyun sürüsü" durumuna getirme girişimi­nin adı olmuştur.

işgale karşı bile millici yönü çok güdük kalan, anti-demokratlığı ve halk düşmanlığı ön plana fırlayan Kemalist ha-raketin, bu şekilde değerlendirilmesi THKP/C çizgisi ve pratik adımlarının Kemaliz mi aşamaması, onu devrimin hedefi haline getirememesi sonucunu doğurmuştur. Aksine, geçmiş feodal-komprador ilişkilerin bir adım bile ötesine gidemeyen Kemalizm için küçük burjuva aydın devrimciliği sıfatını yakıştıran M. Cayan, Kemalistler için müttefiklik sorununu şöyle ele alıyor:

"Öncü savaşı aşamasında olan THKP/C'nin küçük burjuva aydın çevrelerdeki müttefiki; ancak Kemalistler olabilir. Onlarla olan ilişkilerimizde sağ kanadın oligarşinin kesin müttefiki oldu­ğunu, her zaman devrimci saflara, tarihi bir hareket anında iha­net edebileceğini, nedenleri ile birlikte anlatmalıyız. Ortak cephe bu kanadın, darbeciliğin çıkar yol olmadığını anlayıp, sağ kana­dı artık dostu olarak görmediği zaman mümkün olacaktır."[171]

Osmanlı İmparatorluğu'nun elde kalan mevzilerini korumak için dönemin özellikleriyle bütünleşerek hareket eden, halk düş­manlığı ve Kürdistan halkını yok etmenin simgesi olarak tarih sahnesine çıkan, bu özelliklerini daha savaşın ilk yıllarında gös­teren Kemalizm İçin, "küçük burjuvazinin en sol, en aydın kana­dının milli kurtuluşçu politik tutumudur."[172]  diyen M. Cayan, daha da ileri giderek, "Kemalistler için ülkemizdeki , asker sivil aydın zümrenin jakobenleri diyebiliriz." ifadesiyle Kemalizm’e ilişkin görüşlerini, onun irtifak kabul edilişinin nedenle­rini iyice pekiştirerek, Kemalizm'den ne kadar "koptuğunu" gös­termiş oluyor.

Tarihe bakış içinde, toplumsal gelişimimiz içinde önemli bir yere sahip olan "küçük burjuva aydın" lar ve "Kemalizm" hak­kındaki görüşlerini böylece açıklayan; devrimci harekete miras bırakmış bir halk isyanı geleneğini bulamayan, bunun için de "küçük burjuva aydın" geleneğine "devrimci" bir özellik yakıştı­rarak, onun yaratmış olduğu sözde miras üzerine konan THKP/ C; yalnız bu konularda değil, yine tarihimiz açısından oynadığı olumsuz rolle önemli bir yere sahip olan TÎP geleneğine bakış açısıyla da nasıl bir mirasın sahiplenildiğini göstermektedir.

Dönemin tartışmaları içinde yer alan Mihri Bellinin "devrim­ci " hareketin tarihini temsil etmesi sorunu üzerine görüşlerini belirten M. Cayan, aynı zamanda geleneksel "sofun tarihine de nasıl baktığını göstermiş oluyor.

"Bazı arkadaşlar M. Belli’nin tarihi temsil ettiğini..." söylüyor­lar," Bu temelsiz, saçma sapan ve devrimci olmayan bir tutum­dur. " sözleriyle M. Belli'ye ilişkin düşüncelerini açan M. Cayan, buradan yola çıkarak geleneksel "sol" a nasıl baktığını ortaya ko­yuyor.

Türkiye'deki Marksist hareket şerefli bîr mücadele tarihine sahiptir. CHP ve DP yönetimlerinin karanlık yıllarında, siyasi İrticanın en azgın olduğu yıllarda, Türkiyeli proleter devrimciler yiğitçe ve mertçe mücadele vermişlerdir. Türkiye proleter dev­rimci hareketi içinde siyasi irticaya karşı baş eğmez bir mücadele içinde olan arkadaşlarımız, daima biz genç proleter devrimciler için örnek olmuşlar ve büyük değer taşımışlardır. Ama bu geç­mişteki mücadelelerin hatalarını eleştirmeyeceğimiz anlamına gelmez. Bugün ve yarın için doğru olan politika, dünün eleştiri­sinden çıkar.

"Biz, Türkiye'deki Marksist hareketin tarihine sonuna kadar saygılıyız. Ve onun bir devamı olarak kendimizi görmekteyiz."[173]

Diğer çatışmalarımızda ve bu çalışmamızın baş kısmında özelliklerini esas yanlarıyla belirttiğimiz ve kendisine "Kemalizm’in sol lastiği" olma  özelliğini yüklediğimiz, onun için de bir miras olarak değil de "reddedilmesi" gereken bir geçmiş olarak gördüğümüz TKP geleneğine karşı M. Çayan'ın yaklaşımı bu oluyor. her ne kadar hatalarını eleştirmek gerektiğini söylüyorsa da "onun bir devamı olarak kendimizi görmekteyiz" diyerek, ne derece eleştirel bir gözle bakıldığını da ortaya koyuyor. TKP ge­leneğinin devamı olduğunu söyleyen bir hareket, TKP ne kadar Kemalizm’e karşıysa ve ne denli Kemalist düzene karşıysa, o da o denli karşı olur.

Oportünist de olsa, küçük burjuva karakterini aşamamış, re­formculuk peşinde koşan bir hareket de olsa, bir hareketin içinde gerçekten saygı duyulması gereken, mücadeleci insanlar çıkmış­sa elbette öylesi militan kişilikler saygı ile anılır ve onların yarat­tığı miras, daha da geliştirilip - güçlendirilerek günümüze aktarı­lır. Böylece de anıya bağlılığın gerekleri yerine getirilmiş olur. Ama TKP geleneği içinde yer alıp da sonuna kadar direnen, dü­zenle hiç bir noktada uzlaşmayan ya da en azından esas olarak düzenden kopuşu ön plana çıkaran militan devrimcilerin anısını yaşatmakla TKP geleneğine sahip çıkmak farklı bir şey olur. Bi­rincisi direnişi ikincisi İse oportünizmi miras almaktır.

Yukarıdaki alıntı ve aşağıya aktaracağımız alıntı THKP/C çizgisinin oportünizmi miras aldığını göstermektedir.

"Milli kurtuluş savaşımızdan bugüne kadarki süregelen pro­leter devrimci mücadele öyle pek kolaylıkla azımsanacak bir şey değildir; 20 Eylül 1919'da Türkiye işçi ve Çiftçi Sosyalist Fırka-51'nın kurulması, kurulmasından 3 ay sonra 2000 işçi delege ile ilk kongresini yapmış olması, İngiliz sansürüne rağmen Marksist bir yayın organı olan Aydınlık'ın çıkartılması, 1946'da Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi'nin kurulması ve bu ara dönemde siyasi irticaya karşı, demokrasi düşmanlarına bile şapka çıkarttı­racak kadar güçlü bir mücadele verilmiş olması, 951 olgusu, Vatan Partisi'nin kurulması öyle bir kalemde karalanacak olgu­lar değildir."[174]

Kronolojik sıraya göre verilen Türkiye "sosyalist" hareketin-deki bu gelişmeler elbette "bir kalemde karalanacak olgular de­ğildir" . Fakat bu olgular "sosyalizm" adına değil, Kemaliz mi güçlendiren, onun baston değneği olma adına bilinmesi ve mut­laka dersler çıkarılarak aşılması gereken olgular olarak "bir ka­lemde" silinip anlamazlar. 'Aydınlık"ın ne denli Marksist bir dergi olduğunu daha önceki bölümde yaptığımız alıntılarda da görmüştük. Ve yine "demokrasi düşmanlarına bile şapka çıkarttıracak kadar güçlü bir mücadele" verenlerin kimler olduğunu ve nasıl bir mücadele verdiklerini diğer çalışmalarımızda açıkla­maya çalışmıştık.

Diğer yandan, alıntının içerisinde geçen "demokrasi düş­manları" deyimi de CHP ve DP iktidarları döneminde yani "siya­si irticaa"nın "güçlü" olduğu dönemlerde bir de demokratik güç­lerin varolduğu anlamını da taşımaktadır. Ki, bu "anlayış TKP ge­leneğinin politikasına başından sonuna kadar yön veren anlayış­tır. M. Cayan, söz konusu belirlemesi ile iktidar yürüyüşünde yaptığı radikal belirlemelere rağmen iktidar güçlerinin bir kana­dından halen birtakım beklentilerinin olduğunu ortaya koymak­tadır. Bu da, gizli de olsa reformculuğu beslemektedir.

Tarihsel gelişim içinde toplumumuzun siyasal yelpazelerine ve bu şekilde yaklaşan ve esas çıkarılması gereken dersleri göre­meyen bunun için de gerek devlete yaklaşım konusunda ve ge­rekse "suni denge" anlayışında yürütülen mücadele pratiğini esas yöneltilmesi gereken noktaya yöneltemeyen THKP/C çizgi­sinin, o günün Türkiye somutuna ilişkin getirilen "çözüm" yolla­rını yine M. Çayan'ın belirlemelerinden ele alarak inceleyelim. Emperyalizmin "gizli işgali" altında olan yarı-sömürge ülke Türkiye'de "oligarşi"yi yıkmanın yolu var olan "suni denge"yi bozmaktan, "suni denge" nin bozulmasının yolu da emperyaliz­min "gizli işgali"ni açığa çıkarmaktan geçer diyen M. Cayan, bu belirleme üzerine "öncü savaş"ı formüle ederek, isyan geleneğin­den "yoksun" halkı, olası bir açık emperyalist işgale karşı ayağa kaldırma, böylece de "2. Milli Kurtuluş" savaşını başlatma pratiği içine yöneldi.

"Biz düzen örgütünden değil, savaş örgütünden yanayız. Savaş örgütü olabilecek bir parti Leninizm’in ilkelerinin temeli üzerinde, Leninist örgütlenmeye uygun bir şekilde kurulur."[175] diyen M. Cayan, proletaryanın ulusal sınırlar içinde örgütlenerek kendisini ulus katına yükseltmesi ve ulusal sınırlar içinde kendi egemenlik sistemini inşa etmesi gerçeğinden uzak­laşarak, ulusal soruna ilişkin düşüncelerini formüle etmemiş, Misak-ı Milli'yi esas alarak, "son duruşmanın" olacağını iddia et­tiği "kırları" belirsiz bir zemin üzerine oturtmuştur. Yani, "kır" diye kastedilen alan, nerenin, hangi ülkenin "kırı"dır, ayrı bir ulus olan Kürdistan, Türkiye'nin "kır"ı işlevini mi görmektedir sorularına yanıt vermemiştir. Bu da doğal olarak farklı çelişkileri yaşayan iki ayrı ulusun devrimine eklektik, şoven bir yaklaşımı koşullandırmıştır. Bu noktada, Kemalizm’den kopamayan M. Cayan, Kürdistan sorununda şunları söylemekte:

"Biz, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının ışığı altında diyoruz ki: 'Her şart altında, her zaman meseleyi Misak-ı Milli sınırlan içinde ele almak gerekir veya Kürt emekçi halkının çı­karlarıyla bağdaşan tek çözüm yolu ayrılma hakkının kullanıl­masıdır' diyen görüşler yanlıştır. Bu görüşlerin sahipleri, her iki tarafın burjuva ve küçük burjuva milliyetçi unsurlardır. Oysa devrimci proletarya, meseleyi diyalektik bir tarzda ele alır. Yani, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının öngördüğü ayrıl­ma, özerklik, federasyon vs. çözüm yollarının hangi şartlar altın­da ve ne zaman geçerli olabileceğini açıkça ortaya koyar. (Biz bu meseleyi ayrı bir yazıda etraflı bir şekilde ortaya koyacağız. Bu kısa açık mektubun amacı bu olmadığı için bu meseleye burada girmiyoruz.)"[176]

M, Cayan, bu sorunu daha başka bir yerde inceleyemedi. Fakat bu kısa değerlendirmesinde Kürdistan sorununu ve ulusların kaderlerinin tayin hakkının ne anlama geldiğini bildiğini ortaya koymakta. Ama alıntıdan da anlaşıldığı kadarıyla Kürt ulusunun ayrılma sorunu ile Kürt halkının iradesi arasındaki bağlantıyı görememektedir. Her ne kadar "ayrılma, özerklik, fe­derasyon, vs. çözüm yollarının hangi şartlar altında ne zaman geçerli olabileceğini" kendi kaderini tayin etme hakkıyla İlintili olduğunu söylese de, tüm teorik açılımlarını Misak-1 Millî teme­li üzerine oturtan M. Cayan, Kemalist ulus anlayışı çerçevesini bir türlü açamamaktadır. Ki, çizilen devrim stratejisi ve buna uygun düşen mücadele tarzı da bu temel üzerinde şekillenmek­tedir. Aslında, M. Çayan'ın teorik belirlemelerinde Kürdistan adeta yok sayılmaktadır. Kemalizm’in de zaten hâkim kılmak is­tediği anlayış budur.

Ulusal sorun karşısında hiçbir şey söylememeyi tercih eden, bunun için sosyal- şoven çemberi kıramayan, pratik anlamda Kürdistan üzerinde soldan bir ilhakçı pozisyonunu aşamayan M. Cayan, iktidar mücadelesinde "Devrim için objektif şartlar hazırdır. Fakat ülke işgal altında olduğu için, devrim için em­peryalizme karşı halk savaşı vermek zorunludur." diyerek, em­peryalizme karşı olma ile iktidara yürüme arasındaki bağıntıyı kuramadığı gibi iki karşı çıkış biçimini de birbirine karıştırarak hedefini şaşıran bir strateji çiziyor,[177]

Bununla da sınırlı, kalmayan teorik belirlemelerinden birinde, "... bu devrimde köylülerin temel gücü teşkil etmesinin ana ne­deni, devrimin tarım devrimi olması değil de, kırların temel savaş alanı olmasıdır. Bir başka deyişle, emperyalizmin işgali al­tındaki ülkelerin demokratik devrimlerinde halk savaşının zo­runlu bir durak olmasından dolayı köylüler temel güçtür" diye­rek, üretici güçlerin gelişme düzeyi, devrimle sınıflar arasındaki ilişkiyi ne denli kavramış olduğunu ortaya koymaktadır.

"Halk savaşının zorunlu bir durak" olduğu Çin, Vietnam gibi ülkelerde Ulusal Demokratik Halk Devrimini koşullandıran et­kenlerin başında fiili işgalin olması ve köylülük sorunun çözüm­lenmemesi ile birlikte ülkenin esas olarak bir köylü ülkesi olması gerçeği gelmektedir.Yani bu ülkelerde verilen "halk savaşı" ger­çeği bu temeller üzerine yükselmiştir. Yoksa her ülkede, yani de­mokratik devrim sürecini tamamlamamış ülkelerde verilecek olan halk savaşı, mutlaka "son duruşma" kırlarda yapılması, "kır­ların temel savaş alanı" olarak kabul edilmesinden dolayı "kır"lar temel seçilmemiştir.

Türkiye'nin somut durumu, "2. Milli Kurtuluş"u gerektirecek denli bir açık işgali yaşamaması, çarpık da olsa tarım sorunun çözümlenmiş olması, şehirlerin kırlar aleyhine büyüyerek nüfu­sun çoğunluğunu içine alması, proletaryanın nicelik olarak da ülke nüfusu içinde önemli ve devrimde fiili öncülük edecek güce ulaşması gibi olgular "son duruşma"nın kırlarda değil şehirlerde olacağının bir göstergesidir. Doğal olarak böylesi bir ülkede ikti­dara yönelim hayali bir "açık işgal" beklentisi üzerine değil somut durum üzerine kurulmalıdır. Elbette bu, kırların önemi­nin küçümsenmesi, gerillanın devrimde oynayacağı rolün hafife alınması anlamına gelmez. Hiç bir devrim olasılıklar üzerine inşa edilemez, mevcut çelişkilerin çözümü üzerine yükselir. Toplumumuzun demokratikleştirilmesinin bir gereği olarak for­müle edilen Demokratik Devrim ve Halk Savaşı esprisi kıra özgü mücadeleyi yadsımaksızın, hatta onun açacağı yoldan iler­leyen, onunla güç kazanarak savaşıma süreklilik kazandıran şe­hirler ve devrimin fiili gücü olan proletarya üzerine şekillendiril­mek zorundadır. Ki, bunun ilk koşulu da, Kürdistan'ı Türkiye'nin "kır"ı olarak görmekten vazgeçmektir.

Her ne kadar M. Cayan, "ülkemizdeki baş çelişki oligarşi ile halkımız arşındadır" diyorsa da, gerek pratik mücadele anlayışı gerekse de teorik çözümlemelerinin içinde durumun hiç de öyle olmadığını açıkça şu sözleriyle ortaya koyuyor:

"Oligarşi içinde bizzat emperyalizm yer aldığı için devrimci savaş sadece sınıfsal planda yürümeyecektir. Savaş, sınıfsal ve ulusal planda yürüyecektir. Şüphesiz oligarşik devlet cihazının militarize gücü yetersiz kalıp. Amerikan ordularının açıkça savaş içinde yer almasına kadar, sınıfsal yan ağır basacaktır."[178]

Hep bir fiili işgal beklentisi içinde olan ve böylece de Kemalistlerin harekete geçerek kendilerine katılması hayali üzerinde oluşturduğu teorisi ile orduya karşı tavır koymaktan kaçman THKP/C, Kemalizm’in esas koruyucu gücü olan, emperyalizme-gericiliğe karşı tavır koyması beklenilen ordu eliyle tasfiye edilmekten kurtulamadı- Yani, daha "savaşımın sınıfsal" yönünün hâkim olduğu dönemde, ulusal savaşın müttefikleri olarak görü­len, bir anlamda da kendisine umut bağlanılan Kemalist ordu, radikal hareketin Azrailli oldu.

Diğer yandan, THKP/C, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi diye adlandırdığı Halk Savaşı Stratejisi'ni sadece askeri bir şid­det olayı olarak görmemesine ve legal - illegal, ekonomik, de­mokratik, akademik örgütlenme ve etkinliklerin de bu savaşa kanalize edilmesi gerektiğini savunmasına rağmen; öğrenci gençlik çevresini aşamayan çalışma tarzı ile sınıf ve halkta bütünleşememiş, onu isyana kaldırabilme adına temel olarak aldığı işçi sı­nıfı ve köylülükten uzaklaşarak elit - azınlık bir gruba dönüş­müştür.

Mücadelenin sürekliliği ile öncünün sürekliliği arasındaki bağlantıyı, "içinde bulunduğumuz devre ricat devresidir. Öz gü­cümüzü ezdirmeme, güç toplama, savaşı gücüne göre sürdürme devresidir. Partizan savaşı akmasının gerilla savaşı dönemi."[179] şeklinde kuran M. Cayan, devamla bu konuda da her ne kadar yüzeysel ve ne kadar coşkuyla davranıldığını şöyle ifade ediyor:

"Bu dönemin ilk evresi geçirilmiştir. Dostun düşmanın ciddi­ye aldığı, vurduğu yerden ses çıkartan, dediğini yapan bir örgü­tün var olduğunu ispat ettik. Belli bir 6-7 kişilik kadroyu kısa da olsa eğitimden geçirdik, fakat hâlâ güçlü bir yan örgütlenmemiz yoktur." [180]

M. Cayan, "ricat devresi" diye adlandırdığı devreyi, "güç top­lama" dönemi diye adlandırırken, soruna ne kadar yüzeysel yak­laştığını, öncünün sürekliliği konusunu ne kadar sığ bir şekilde ele aldığını böyle gösteriyor. Bu da, gericilik fırtınasının en şid­detli döneminden geçen THKP/C' nin Önderliğinin imha edilme­siyle birlikte, mücadelenin kesintiye uğramasından öteye tüm­den tasfiye edilişinin nedenini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.

Bütün bu özellikleriyle "1950, Türkiye'de karşı devrimdi." , "1960, 27 Mayıs Harekatı bir devrimdi" diyen, mahkeme savun­malarında 6İ"Anayasası'nın uygulanmasını istediklerini söyle­yen M. Cayan öncülüğündeki THKP/C,... bugün için tayin edici gelişme, proletarya İle burjuvazi arasındaki çelişme değil, Yankee emperyalizmi ile bütün Türkiye halkı arşındadır... Bu du­rumda proletarya partisinin görevi ... milli cephenin basına geçip, Amerikan postalları altında ezilen milli bağımsızlık bayra­ğını yükselterek milli devrimi yapmaktır" anlayışı île esas yönü ÂBD'ne yönelik olan ve adına öncü savaşı denilen gerilla savaşı­nı şehirlerde başlattı. Temel olarak alınan, esas savaş alanı olarak görünen "son duruşma"nın yapılacağı "kırlara" ulaşılamadan, ha­reket şehirlerde boğuldu.

1968 - 71 yıllarının radikal çıkışının en önemlisi olması özelli­ğiyle Türkiye halkının ve Kürdistan halkının ulusal - sosyal uya­nışında tarihsel bir miras yaratan; şiddeti esas almasına ve halk savaşı üzerine ısrarla vurgu yapmasına ve militan bir pratiğin sahibi olmasına rağmen geleneksel küçük burjuva kalıpları bir türlü kıramayan; Kürdistan'a bakış açısıyla, ittifaklara bakışta, ,anti-emperyalistliğinin güdüklüğünü anlayamamada kendisini şekillendiren Kemalizm’in karakterini çözümleyemeyen, bunun İçin esas yönelinmesi gereken TC'nin temel yapı taşı olan orduya yönetemeyen; kırların temel alındığı bir savaş stratejisi içindeki köylülüğün esas sorunlarını göz ardı eden; ideolojik öncülük dü­zeyinde de olsa, devrim Önderliği rolü biçilen proletaryaya bir türlü ulaşamayan; şablonculuğu eleştirmesine rağmen halk sava­cı konusunda görüldüğü gibi şablonculuktan kurtulamayan; ta­rihsel geçmişini halkın direniş mirası üzerine değil de küçük burjuva aydın geleneği üzerine inşa ederek halkı politika dışı İntan; Leninist örgütlenme anlayışının abc'si olan öncülükte sü­reklilik anlayışını harekete geçiremeyerek küçük burjuva coşkusuyla hareket eden; bu özellikleriyle militan öğrenci gençlik ha­reketinin  silahlı biçimine dönüşmesi  özelliklerini  aşamayan THKP/C, 12 Mart.Faşizmi karşısında büyük bir yenilgi alarak tasfiye olmaktan kurtulamadı. Yenilgi nedenlerinden de görüldüğü gibi, ortaya çıkan sonuç, bazı çevrelerin iddia ettiği gibi taktik yanlışlıklardan değil, çizgi sorunundan kaynaklanmakta-ılır. Bu sorunun temelinde de sınıf karakterini aşamama yatmak­ladır. Tüm bu özellikleriyle hem militan çıkışı hem de eğer ders çıkarılırsa yenilgisiyle önemli bir yere sahip olan THKP/C çizgi­ni, bizim açımızdan da bilince çıkarılması gereken önemde bir mirastır.


THKP/C ML (Halkın Yolu)

Örgütsel olarak kendisini 1975 başlarında gösteren THKP-C/ML hareketi, 71 hareketinin halkçı devrim anlayışını reddetmeksizin, temelde küçük burjuva maceracılığına ve modern revizyonizme tavır aldı. Mücadele anlayışında, “öncü savaş” yerine “kitleler” konularak “devrim kitlelerin eseri olacaktır” şiarı öne çıkarıldı. Geçmişle kıyaslanınca, bu, mutlak bir ilerlemeyi belirtiyordu. Halkçı anti-emperyalist devrim kavramının ön kabulü Çin Devriminin etkisi altında şekillendi. 1976 yılında Halkın Yolu Gazetesinde yayımlanan “Örgüt Platformu”nda, devrim anlayışı Maocu halk savaşına ve üç dünya teorisine göre şekilleniyordu. Türkiye üzerine şu türden tahliller yapılıyordu:

“Türkiye emperyalizme bağımlı geri bir tarım ülkesidir.

“Ülkenin dünya çapında can çekişen kapitalizme bağımlılığın bir sonucu olan yarı-sömürge, yarı-feodal yapısı sürdüğü sürece çözülmesi gereken temel çelişme (...) emperyalizmle emperyalizmin uzantısı tekelci burjuvazi, feodal toprak ağaları ve tefecilerle çeşitli milliyetlerden halkımız arasındaki mücadelede yansıyan, üretici güçlerle, üretici güçlerin özgürce gelişmesini önleyen yarı-sömürge, yarı-feodal yapı arasındaki çelişmedir. “…devrimin yolu uzun süreli halk savaşıdır.”[181]*

Platform, Mao-Zedung düşüncesi ve Çin’deki ekonomik sosyal yapının Türkiye koşullarına uygunluğu ön kabul alınarak oluşturulmuştur. Marksist teori ve birikim bakımından eksik olan hareket, “üç dünya teorisi"nin tartışıldığı bir ortamda lider kadrosunun büyük bir kısmının Aydınlık’a geçmesi ile birlikte oldukça geriledi. Geride kalanlar 1978 yılında hareketin ilk aşamasından kalan zaafları temizleme ve yeniden toparlanma çabasına girdiler. Yayımladıkları Devrimci Teori'nin 2. Sayısında işe ilk kurucuların teorik anlayışlarını eleştirerek başladılar. Temelde yine eski teorik yapı olmak kaydıyla söylenen, “proleter devrimci hareket(in), önünde duran bir dizi meselede esas olarak doğru tahliller yaptığıydı[182]. “HY’ nin programı, doğrudur ve izlediği siyasete temel teşkil etmiştir. Bundan sonraki yayınlar için de teşkil edecektir”[183] deniliyor ve Halkın Yolu’nun, ”Esas yönüyle Marksizm-Leninizm yolunda ilerleyen”[184] politik niteliğine vurgu yapılıyordu.

Oldukça kısa sürede programatik görüşlerde baş döndürücü bir dönüşüm yaşanır. “Devrimci Teori’de yayınlanan… ifadelerimiz üç dünyacılığa tayin edici darbeyi indirmeye hizmet etti. M-L ve Mao-Zedung düşüncesi tabii ki oportünizmi reddediyordu.”[185]

Dönüşümde 1979 yılı önemli bir aşamayı temsil ediyor. Devrimci Teori'nin 5. Sayısında şunlar söyleniyor: ”HY, Marksizm-Leninizm’in klasiklerini incelemeye, işçi sınıfı ile birleşmeye büyük önem verdiği için, Mao-Zedung’u savunmaya çalışmasına rağmen … temel noktalarda Maoculuğun etkisini kırdı, doğru kavrayışı getirdi.”[186] Halkın Yolu, bu dönemde, kendi Marksist gelişimini ve diğer siyasi hareketlerle ayrımını da ortaya koyuyor: “Eleştirilerimiz Maoculuğun, Aydınlık / TİKP revizyonizminin ideolojisini… Maoculuktan beslenen ‘Partizan’, ’DHB’, ’HK’ ve hatta ‘Devrimci Yol’ gibi akımların da teorik eleştirisidir.”[187]

Alıntılarda ele aldığımız tarihsel aralık oldukça ciddi zaaflar içermektedir. Hareketlerin dayandığı teorik temel, “ne olursa olsun her zaman en doğru şeyi söylemiş olmak” gerekliliğine inanan, dünyanın kendi eksenleri etrafında döndüğünü sanan bir grup “aydın"ın önünü görmeyen mantığından başka bir şey değildir. Önce bir dünya yaratılır ve sonra yaratılan bu dünyaya, inanmanın ötesinde tapınılmaya geçilir. Çünkü birbirine benzeyen gruplar arasında farklı olduğunu göstermek, grubu ayakta tutmanın ve eldeki kadroları harekete bağlamanın ana koşulunu oluşturmaktadır. Değişime yeni bir örnek; 1979 tarihli THKP-C/ML örgüt programıdır: “Üretim araçlarının tekelleşmesi, sermayenin hakimiyet alanı büyürken buna paralel olarak üretim araçlarının özel mülkiyeti ile üretimin sosyal karakteri arasındaki çelişki büyümektedir.”[188] Kapitalizmin geliştiği saptamasına ulaşmak için ne kadar uzun bir süreye ihtiyaç duyulduğu görülüyor.

Hareket, 12 Eylül sonrasında dağıtılır ve örgütsel faaliyet durdurulur. 1984 Haziranında yapılan 1. Genel Toplantı ile TKİH adı alınır ve yeniden toparlanma kararı alınır. İşçinin Yolu Dergisinde geçmiş şöyle değerlendirilmektedir: “Örgütümüzün geçmişine göz attığımızda, 1975’lerde Marksizme yönelme çabamıza rağmen 1979’da Mao-Zedung düşüncesinin mahkum edilmesi ile küçük burjuva dünya görüşünün çemberini parçalayabildiğimizi açık ve belirgin olarak Marksizme yöneldiğimizi görüyoruz.”[189] “Kıymeti kendinden menkul” hareket, öncellerinden devralınanları deyim yerinde ise rötuşlarla süslediği eski fikirleri, süreç içerisinde değişikliğe uğratmadan olduğu gibi savunmaya devam etmektedir.

'90'lı yılların başlarında, TKİH ve TKP/ML Hareketi ilerlemelerini, “bu topraklarda gerçekleştirilemez denilen bir hedefe ulaştıklarını, kendilerini feshederek MLKP-K adlı yeni bir örgüt kurduklarını”[190]  açıklamakla sürdürdüler. Tarihsel bir ilerleme olarak kaydedilen bu gelişme sonucunda varılan teorik duruş şu şekilde ifade ediliyordu: “Tarih kendi yok oluşunun maddi koşullarını yaratan kapitalizmi mezara gömme görevini, ücretli köleler sınıfını oluşturan proletaryaya vermiştir. Komünist hareket, üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişmeyi çözmeye yönelen işçi sınıfı hareketinin ve bilimsel sosyalizmin teorisiyle aydınlatılmış anlatımıdır.*[191] Sol hareketin tarihinde gerçek bir ilerleme sayılacak bu birleşme, hareketin teorik gelişiminde Marksist anlamda bir ilerleme sağlayamadı Hareketin teorisini temellendirmek amacıyla yapılan bir araştırma ve değerlendirme çalışmasında şu tespitler yer almaktadır: “Bugünkü geriliğin ve dağınıklığın belli başlı iki nedeni vardır: Bunlardan birincisi, yığın hareketini gerektiği gibi yönetme (…) yeteneğine sahip olamamış, işçi sınıfı hareketi ile birleşememiş sosyalist hareket; ikincisi ise en özgür yıllarda dahi yaygın bir karakter kazanamamış, derinleşememiş (…) yığınların spontane mücadelesinin gelişim seyri.”[192]

Anlatılanlara baktığımızda, teorik gelişimden anlaşılanın, Marksist klasiklerin pedagojik tarzda okunmasından ileri gitmediğini; yapılan değerlendirmelerin ise teorik gelişmeden çok pratik politik faaliyetlerin “teorik“ bir biçim verilerek değerlendirilmesinden ibaret olduğunu görüyoruz.


TKP/ML (TİKKO)

1968 - 71 radikal çıkışı içinde ayrı bir çizgi olarak ortaya çıkan; bu çıkışıyla Türkiye "sosyalist" hareketi içinde önemli bir yer tutan; ÇKP çizgisinin Türkiye'deki bir görüntüsü olma Özelli­ğini bir türlü aşamamasına rağmen, Halk Savaşı, Kemalizm, Kürdistan sorununu ve Türkiye Komünist Fırkası’na bakış açısıyla ayırt edici bir yere sahip olan TKP/ML-TİKKO, geliştirerek pratiğe aktarmak istedi­ği askeri şiddet anlayışı ve önderlik düzeyindeki direnişi ile bugün için önemli derslerle dolu bir miras bırakmıştır.

TKP/ML-TİKKO'nun önderliğini üstlenerek, onun ideolojik-politik - örgütsel perspektifini çizen İbrahim Kaypakkaya, Çin modeli biçiminde de olsa, Öncülüğünü yaptığı çizginin, baştan bir "iç savaş"ı kabul etmesi, "reformcu" geleneğe karşı bir darbe anlamına gelmiştir. Bu darbe sadece "iç savaş" ı kabullenmesiyle de sınırlı kalmamış, TKP geleneğine karşı ideolojik düzeydeki tavrı, Kemaliz mi yorumlayış tarzı ve Kürdistan sorununa yakla­şımı detaylı bir şekilde formüle edilişi ile de kapsamlı hale gel­miştir.

Latin Amerika devrimciliğinin farklı bir görüngüsü olan Kapyakkaya çözümlemeleri, devrimciliği ÇKP etkisi ile bir siyasal çıkış olarak ideolojiyle örgüt arasındaki bağı "örgütlenmedeki kavrayacağımız halka, parti önderliğinde, gerilla birimleri Örgütlemektir."[193] diyerek sınıf ve sınıf mücadelesi kavrayışında öncelikli gerillayı hedefine koymaktadır.

"Burjuva baylar, bizi Guevaracılıkla, fokoculukla, THKP/C, THKO takipçiliği ile itham ediyorlar."[194] Diyerek diğer yapılar ile arasındaki farklılığı tanımlamaya çalışan Kay­pakkaya, böyle bir şeyin olmadığını söyleyerek, onlarla kendi örgüt ve mücadele anlayış farkını "kır" çalışmaları çerçevesinde şöyle koyuyor:

"Marksist -Leninistlerin köylüler arasındaki örgütlenme poli­tikası açıktır. Her köyde, köy parti komiteleri örgütlemek. Yine her köyde, partili ve partisiz devrimci yoksul köylülerden, üreti­me bağlı silahlı mücadele müfrezeleri yani köylü milisleri örgüt­lemek. Köy parti komitesine bağlı partili ve partisiz unsurlardan, silahlı mücadeleye hizmet edecek, çeşitli görev grup ve hücreleri örgütlemek. Ayrıca, köy esasına bağlı olmayan, bölgedeki parti komitesine bağlı profesyonel gerilla birlikleri örgütlemek. Bütün bu örgütlenme faaliyetlerinin amacı yoksul köylüler ve tarım işçiler arasında partiyi ve halk silahlı kuvvetlerini inşa etmektir. Bu inşa, barış içinde değil, silahlı mücadele içinde olacaktır.[195]

Köylülerle devrim yapmak için yola çıkan kaypakkaya zorunlu olarak gerilla ve kır arasında kaçınılmaz bir bağ kurarak örgütü kırlara taşıyarak mücadeleyi buradan örgütlemeye çalışmaktadır. Üç dünyacı bakış açısının bir farklı göstergesi olan kırlardan kentleri kuşatmak ve kentleri uyandırmak gerekliliğindendir. THKP/C’nin öncü savaşçıları ile teorik olarak ilişkilendirilebilecek bu noktada kır örgütlenmesi üzerinde ısrarla durulması ve Kendilerinin siyasi mücadeleyi reddettikleri ve salt askeri bakış açısına sahip oldukları doğrultusunda getirilen eleştirilere yanıt olarak da Kaypakkaya şöyle demektedir:

" 'Salt askeri' görüş açısı, savaşmak için savaşmak tutumuna sahip olanların görüş açısıdır. Biz, devrimin siyasi görevlerini yerine getirmek için savaşmak istiyoruz. Kırlık bölgelerde, parti Önderliğinde halk ordusunu yaratmak, mahalli ve merkezi otori­teyi adım adım parçalayarak, halkın iktidarını gerçekleştirmek İçin silahlı mücadeleyi savunuyoruz."[196]

THKP/C’nin suni dengeyi kırmak için yola çıkardığı öncü savaşçılar Kaypakkaya’da kırsal alanda yapacağı örgütlenme ile köylülerden oluşturacağı gerilla ile kentleri kuşatıp devrimi gerçekleştirecektir.

Bütün bu belirlemeleriyle "12 Mart Askeri Faşist Darbesi" ko­şullarında çizgisini hayata geçirme faaliyeti içinde olan TKP/ ML, ideoloji - politika - örgüt ve mücadele anlayışını şekillendi­ren teorik yapılanmasında diğer ’71 devrimci hareketinden farklı olarak Kemalizme karşı açık bir duruş sergilemesidir. Kemalizm’e bakış açısını şöyle formüle etmektedir:

"... Kemalist diktatörlük işçiler, köylüler, şehir küçük burjuva­zisi, küçük memurlar ve demokrat aydınlar üzerinde askeri fa­şist bir diktatörlüktür."[197]

Kemalizm’in siyasal karakterini bu şekilde koyan Kaypak­kaya, onun ulusal sorun, emperyalizm karşısındaki yeri ve sınıf­sal konumu hakkında da şunları söylemektedir:

Kemalist hareket genel olarak değerlendirildiğinde, sanayi proletaryasının ve onun örgütlenmesinin gayet güçsüz olduğu, ve genel olarak bir tarım ülkesi görüntüsü içinde olan, emperyalist güçler ve onların kuklası Yunan gericiliği tarafından fiilen işgal edilerek sömürge haline getirilmek tehlikesiyle karşı karşıya olan bir ülkede gerçekleşen bir üst tabaka devrimidir. Kemalist devrim, esasta ülkenin sömürge haline gelmesini engelleyen ve fakat emperyalizme bağımlılık ilişkisini söküp atmayan güdük bir anti-emperyalist devrimdir. Oysa Kaypakkaya bu koşuları görmezden gelerek Kemalist hareketi:

"Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağaları­nın, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir. Yani, devrimin önderleri, Türk komp­rador büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır. Devrimde, milli karakterdeki orta burjuvazi önder güç olarak değil, yedek güç olarak yer almıştır. Diyerek sol bir değerlendirmeye tabi tutumuştur.

Kemalist önderlik tarafından sürdürülen “Kurtuluş Savaşı”, ülkeyi işgal eden yabancı emperyalist güçlere karşı gerçekleşmiştir. Ülkenin Birinci Dünya Savaşı galipleri tarafından doğrudan sömürgeleştirilmesinden zarar görecek tüm sınıf ve katmanlar (yani ülkeyi işgal eden İngiliz-Fransız-İtalyan emperyalizminin kompradorları ve bunlarla ittifak içinde olan feodaller dışındaki tüm sınıf ve katmanlar) bu devrime katılmıştır. Devrimin esas ordusunu tabii ki işçiler, köylüler, emekçiler oluşturmuştur. Ve fakat önderlik burjuvazinin elindedir.

Kaypakkaya , dönemindeki hareketlerin yansımalarından birisi olan komprador burjuvazi, milli burjuvazi ve bunların yanında orta burjuvazi gibi katmanlara ayrılmış bir sınıflar tahlili yapmakta bunlardan birilerini gerici ilan ederken birilerini de ilerici olarak yanına yedek olarak almayı düşünmektedir. Komprador burjuvaziyi bizzat emperyalizme bağımlılığı ve onun acentalığını yapması üzerinden gerici ve uzlaşılmaz olarak ilan edilirken orta burjuvazi gibi yine millici bir kesim devrime yakın düşünülmektedir. Burjuvazinin bu kesimi ile uzlaşmak sadece emperyalizme karşı olabilmesi üzerinedir.

Emperyalizme bağımlı komprador burjuvazinin milliciliği ve orta burjuvazi denilen “ulusal burjuvazinin” milliciliği ölçülerek ortaya ittifak belirlemede farlar sergilenmeye çalışılmaktadır. Kemalist devrimi yapan sınıfları sıralarken aynı ayrımı yapan kaypakkaya farkına varmadan Kemalizmin millici kulvarına doğru çubuğu bükmektedir.

Komprador burjuvazi üzerine fırtınalar koparan devrimci hareketler, bu burjuvazinin emperyalizmle bağlarından dolayı millici olmadığının kanıtlanması için yarışa girmişlercesine tartışırlar ve birbirlerini eleştirirler. Bu eleştirinin temelinde komprador burjuvazinin emperyalizm eliyle yaratıldığı ve asla ve asla milli özellikler taşımadığıdır. Kaypakkaya bir yandan Kemalist devrimden söz ederken diğer yandan bu devrimin “önderleri, Türk komp­rador büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır.” Diyerek Kemalist hareketi bir devrim olarak nitelerken komprador burjuvaziye bir ilericilik de atfetmektedir. Emperyalizmin yarattığı burjuvazi cılızda olsa emperyalizme karşı Kemalist bir devrim yapmıştır.

"Devrimin önderleri, daha anti-emperyalist savaş yıllarında iken itilaf emperyalizmi ile el altından işbirliğine girişmişlerdir; emperyalistler Kemalistlere karşı hayırhah bir tutum takınmış, bir Kemalist iktidara rıza göstermeye başlamıştır.

Kurtuluş Savaşı Türkiye’sinde ne işçi sınıfının nicel gücü ve ne de onun bilinç ve örgütlenmesi, Kemalistlerin Kurtuluş Savaşı’ndaki önderliğini ve sonraki olası bir iktidarını gerçekten tehdit edecek seviyede değildi. Kurtuluş Savaşı Türkiye’sinde iktidar mücadelesi, esas olarak Türk ticaret burjuvazisinin ve kapitalist köylülüğün (bir başka deyimle milli burjuvazinin) temsilcisi olan Kemalistlerle, emperyalist işgalciler ve onların uzantıları olan güçler arasında yürüyordu. Oysaki Kaypakkaya’daki subjektivizm "Kemalist hareket, özünde "işçilere ve köylülere, bir toprak devrimi imkanına karşı" gelişmiştir noktasına varmıştır.

"Kemalist hareketin sonucunda, Türkiye'nin sömürge, yarı-sömürge, yarı-feodal yapısı; yarı-sömürge ve yarı-feodal yapı ile yer değiştirmiştir; yani   yarı-sömürge ve yarı-feodal iktisadi yapı devam etmiştir.(...)

Kaypakkaya’nın Kemalist hareketi eleştirdiği sömürgelikten yarı sömürgeliğe geçişte milli burjuvazinin önderliğinin reddedilmesidir. Komprador burjuvazi tüm varlığıyla bağlı olduğu emperyalizme karşı çıkarak, siyasal bağımsızlık elde ederek sömürgeliği ortadan kaldırdığından yarı-sömürge bir yapı oluşturmuştur. Komprador burjuvazi eliyle sömürgenliğin ortadan kaldırılması tuhaf bir ikilemle karşı karşıya bırakıyor Kaypakkaya’yı. Komprador burjuvazi ve toprak ağalarını milli baskının asıl şampiyonları olarak ifade edilirlerken, buna karşı koyacak bunlar dışındaki diğer burjuva kesimleri “kendi pazarlarına hakimiyeti” sağlamak için emperyalizme karşı savaşacak güçler olarak ifade edilmektedir.Böylece emperyalizme ve komprador burjuvazi ve toprak ağlarına karşı devrimci ittifakları  belirlemek başka bir millici yanın ortaya çıkarılmasıdır. Bu millici yan şu sözlerle devam ediyor:

"Kemalistler, devlet tekelleri kurarak, rekabeti geniş ölçüde ortadan kaldırarak, halk kitlelerini insafsızca sömürdüler. Tekel­ler sayesinde hükümetin kendisi de bir müteşebbis olup çıktı. Müteşebbislikle hükümet üyelerini birleştiren tekeller, burjuva­ziye bürokratik bir nitelik kazandırdı."[198]

Emperyalizm çağında devlet tekelleri serbest rekabeti “geniş ölçüde ortadan kaldırarak halk kitlelerini insafsızca sömürdüler” sömürünün nedeni devlet tekelleri midir? Eğer öyleyse sömürünün insafsızca devam etmesi kapitalist ilişkiler üzerinden yürümektedir. Tekellerin devlete ait olması ya da olmamasının bir önemi yoktur. Diğer yandan neden devlet tekelleri rekabeti büyük ölçüde ortadan kaldırdığı için tepki konuyor , bu tepki açıktır ki burjuvazinin ittifak içinde görülen millici yanı içindir. Ama aynı kaypakkaya, haklı olarak da milli burjuvazinin şoven yanına ilişkin de “Kemalist diktatörlük azınlık milliyetleri ve özellikle Kürt mil­letini amansız milli baskı politikasıyla ezdi- Kitle katliamlarına girişti. Türk şovenizmini bütün gücüyle körükledi."[199] Diyerek tepkisini doğru bir biçimde ortaya koyuyor.

Kemalizm hakkındaki düşüncelerini millici olup olmamak arasında gidip gelerek formüle ederek, Türkiye "sosyalist" hareketi içinde İlk defa böylesine bir değerlendirmeye giden Kaypakkaya, devrimle Kemalizm arasındaki ilişki ve çelişkiyi şöyle ifade ediyor.

"Kurtuluş savaşını takip eden yıllarda, devrimin baş düşmanı Kemalist iktidardır. O dönemde komünist hareketin görevi, hâkim mevkiini kaybeden eski komprador burjuvaziye ve top­rak ağaları kliğine karşı, Kemalistlerle ittifak değil (böyle bir itti­fak zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiştir), komprador burjuva­zinin ve toprak ağalarının bir başka kliğini temsil eden Kemalist iktidarı devirmek, yerine işçi sınıfı önderliğinde ve işçi - köylü temel ittifakına dayanan demokratik halk diktatörlüğünü kur­maktır." [200]

Kemalist harekete karşı sosyalistlere düşen görev bu hareket ve onun temsil ettiği sınıflara karşı başka millici güçlerle savaşmak ve demokratik halk diktatörlüğü kurmak savunuluyor. Komprador burjuvazi ve toprak ağalarına karşı köylülük hareketi örgütlemek açık ki burjuvazinin bir kesiminin emperyalizme ve toprak ağalarının iktidarına karşı nefretinden medet ummanın başka bir göstergesidir. Bu da Kemalizmin başka bir göstergesidir. Kemalist olmak için Kemalizmi savunmak gerekmediği gibi karşı durmak da Kemalizmin sınırlarını aşmak anlamına gelmemektedir. 

Türkiye devrimci hareketinde Kaypakkaya 70’li yılların başlarında, bütün sol içinde Kemalizm’in hakim olduğu bir ortamda, Kemalizm’in  devrimi için bir müttefik değil, esas saldırı hedefi olduğunu tespit ederek Kemalizm kuyrukçuluğuna yıkıcı bir darbe vurmuştur. İbrahim KAYPAKKAYA, Kemalizm konusunda esasta doğruları savunmuştur; Devrimci hareket açısından, Kemalizm’e yaklaşımda bir anlamda milattır! Onun, Kemalizm değerlendirmesinde düştüğü kimi sol hatalar (örneğin, Kemalist devrimde önderliğin Türk komprador burjuvazi ve toprak ağalarının elinde olduğu tespiti ve bunun gerekçelendirilmesi), haklı olduğu gerçeğini değiştirmez!

Kemalist harekete bu şekilde bakan ve onu devrimin karşı­sındaki yerini belirleyen Kaypakkaya, yine millici bir bakış açısıyla hareket ettiğinden Kemalizmin kulvarının dışına çıkamıyor. Toplumumuzun siyasal olumsuzluk anlamında önemli bir yeri olan TKP’ye ilişkin geleneğine ilişkin olarak da. şunları belirtmekte­dir.

"..,. TKP, Mustafa Suphi yoldaşın ölümünden sonra, kesin sağcı ve revizyonist bir çizgi izlemiştir. Partinin önderliğini ele geçiren Şefik Hüsnü, Kemalistlerden sosyalist devrim yapmaları­nı bekleyecek kadar Marksizm-Leninizm’den uzaklaşmıştır. Şefik Hüsnü önderliğindeki TKP, köylülerin devrimci rolünü asla kav­ramamıştır; işçi-köylü ittifakını asla kavramamıştır; daima burju­vaziyle ittifak kurmaya çalışmış ve daima da bunun cezasını çekmiştir;ama bu cezayı işçi sınıfımıza ve yoksul köylülerimize de çektirmiştir. Şefik Hüsnü önderliğindeki TKP, Kemalist iktidara sonsuz bir sadakat beslemiştir; silahlı mücadele yolunu reddet­miştir; önce Kemalist iktidarın tedrici devletleştirmeler yoluyla sosyalizme (!) varmalarını beklemiş, sonra da hayal kırıklığına uğrayarak Kemalistlerin sosyalist devrim için şartlan olgunlaş­tırmasını beklemeye koyulmuştur; Kemalist iktidarın azınlık milliyetlere yönelen zulüm ve baskılarını alkışlamıştır. ... komü­nizm davasına gerçekten bağlı bir hareket böyle bir mirası red­deder. Biz, Mustafa Suphi yoldaşın ve onun önderliğindeki TKP'nin mirasçısıyız. Komünizm davasına, devrimci yürekten bağlı, ama revizyonist önderlik yüzünden inançları ve enerjileri yanlış yollara kanalize edilmiş işçi, köylü ve aydın kadroların, sübjektif olarak kafalarında ve yüreklerinde taşıdıkları 'devrim' ve 'komünizm' ateşinin sarsılmaz İnancının mirasçılarıyız" [201]

Şefik Hüsnü Önderliğindeki TKP'ne karşı böylesi bir eleştiri ile yaklaşan, bu yaklaşımı ile de Türkiye "sosyalist" hareketi için devrimci bir bakış açısı sunan İbrahim Kaypakkaya, "1950'de DP'nin başa geçmesi, ne devrimdir ne de karşı devrimdir. Hâkim sınıfla­rın öteden beri devam edip gelen iki siyasi kliği arasında bir ik­tidar değişikliğidir."[202] dedikten sonra aynı sürecin "sosyalist" hareketi için de şu değerlendirmeyi yapıyor:

"Komünist hareket, TKP içinde, burjuva reformizminin dalgaları arasında eritilmiş ve boğulmuştur. Küçük burjuva muhalefeti de, orta-burjuva reformizminin bendine akmıştır."[203]

Kemalizm’e ve TKP geleneğine karşı geliştirdiği eleşti­rel bakış açısıyla milli bir iktidar yürüyüşü anlayışı geliştirmenin ön koşulunu yaratan Kaypakkaya, kendi deyimi ile “orta-burjuva reformizminin“ sınırlarını aştığı söylenemez. Kaypakkaya bu yanıyla THKO ve THKP/C gibi hareketlerden nitelik olarak farklı değildir. Ama Marksizmi ifade etmekte ve savunmakta onun genel doğrularına sahip çıkmada onlardan çok be çok ilerde olduğu da yadsınmaz bir gerçekliktir.

Ulusal sorun konusuna o güne kadar geliştirilmemiş refleksi Kaypakkaya geliştirmiş ve bunu ifade etmiştir. "Bugün Türkiye sınırları hâlâ bir çözüme bağlanmamış olan milli hareket, Kürt hareketidir."[204] diyerek Kürt sorununa yaklaşımını açmaya devam eden Kaypakkaya, şöyle devam ediyor:

"Lozan Antlaşması, Kürtleri çeşitli devletlerarasında parçala­dı. Emperyalistler ve yeni Türk hükümeti, Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını çiğneyerek, Kürt milletinin kendi eğilimi­ni ve isteğini hiçe sayarak, sınırları pazarlıkla tespit ettiler."[205]

Kürdistan'ın bölünmesini "tarihi bir haksızlık" ola­rak ifade eden Kaypakkaya, bu sorunun giderilmesininin (Kürdistan’ın parçalanmışlığının yok edilmesinin) Türkiye devriminin sorunu olmadığını; "Türkiye'de komünist hareket ancak Türkiye sınırlan İçindeki milli meseleyi en iyi, en doğru çözüme bağlamakla yükümlüdür. Irak ve İran’daki komünist partileri de, milli meseleyi kendi ülkeleri açısından en doğru çö­züme kavuştururlarsa, söz konusu haksızlığın hiçbir değeri ve Önemi kalmayacaktır. Bütün Kürdistan'ın birleştirilmesini prog­ramımıza koymamız bir de şu açıdan sakattır. Bu, bizim tayin edeceğimiz bir şey değildir. Kürt milletinin kendisinin tayin ede­ceği bir şeydir. Biz, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına, yani ayrı bir devlet kurma hakkını savunuyoruz. Bu hakkı kulla­nıp kullanmayacağını veya ne yönde kullanacağını Kürt milleti­nin kendisine bırakırız."[206] sözleriyle ortaya koyu­yor. Bunun yanı sıra Türkiyeli komünistlerin, "kendi kaderini tayin hakkı" üzerine görevinin ne olduğu konusuna vurgu yapı­yor. Tayin hakkı için, bu hakkın kullanılıp kullanılamayacağını "Kürt milletinin kendisine bırakırız" diyerek en doğru çözüm yolunu gösteriyor.

Kemalizm’in "tek ulus - tek pazar" yaratma girişimine de de­ğinen Kaypakkaya, TC'nin uygulamalarını bu konuda da teşhir ediyor.

Yine aynı eserinde Kaypakkaya, Kürdistan'a yönelik bu Kemalist seferin TKP ve onun etkisinde olan geleneksel Türkiye solu tarafından yanlış algılanmasına değinerek şöyle dikkat çekiyor:

"Kürt isyanlarının yani Türk devleti tarafından vahşice bastırılmasını ve peşinden yapılan kitle katliamlarını feodalizme karşı yönelmiş ilerici', 'devrimci' bir hareket diye alkışlayanlar sadece ve sadece iflah olmaz hâkim ulus milliyetçileridir. (....)

"İngiliz emperyalizminin, Şeyh Sait hareketinde parmağı olduğunu iddia ederek, Türk hükümetinin Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını çiğnemesini, kitle katliamlarına girişmesi­ni vs. haklı ve ilerici göstermeye çalışanlar, bir kere daha tekrar­layalım iflah olmaz Türk şovenistleridir"[207]

Ulusal sorun konusuna böylesine boyutlu bir yaklaşımla de­ğinen Kaypakkaya, hem konu üzerindeki yanlış yaklaşımlara karşı verdiği ideolojik mücadelenin bakış açısıyla da geleneksel Türkiye so­lundan ayrı bir yerde durduğunu da ispatlamaktadır.

Kaypakkaya,esas çözüm yolu üzerine belirlemelerine devam ediyor.  “Ülkemizin bugünkü şartlarında özü toprak devrimi olan demokratik halk devrimi mücadelesi, aynı zaman­da anti-faşist bir karakter taşır. Feodalizm ve emperyalizmle bir­likte faşizmin de kökünü kazıyacak olan mücadele, proletarya­nın önderliğinde, temel gücünü köylülerin teşkil edeceği silahlı halk savaşıdır. Emperyalizme ve feodalizme olduğu gibi faşizme karşı da halkın üç silahı vardır: Parti, halk ordusu, halkın birle­şik cephesi. Halk bütün düşmanlarını; feodalizmi, komprador büyük burjuvaziyi, emperyalizmi ve faşizmi bu üç silahla yene­cektir."[208]

Parti - Cephe - Ordu üçgeni içinde geliştirilecek olan halk savaşı İçin başlangıç noktası gerilla savaşının zorunluluğu ve nite­liği üzerine de yaptığı tespitleriyle, "iç savaş"ı göze alma kararında ne kadar tutarlı ve kararlı olduğunu gösteren Kaypakkaya bu konuda da şunları söylüyor:

"Marksist - Leninistler, ne ebedi olarak, ne de geçici olarak, hiçbir mücadele biçimini reddetmezler. Sadece, esas mücadele biçimleriyle tali olanları birbirinden ayırırlar; tali olanı, esas olana bağımlı kılarlar. Biz bugün, silahlı mücadele içinde esas mücadele biçimi olarak gerilla savaşını görüyoruz. Gerilla sava­şı zayıf bir gücün kendinden üstün bir düşmana karşı mücadele biçimidir. Aynı zamanda köylü gerilla savaşı, yürütüldüğü böl-gede  köylüleri ayaklanmaya, hazırlamanın da bir vasıtasıdır. Ve en önemli vasıtalardan biridir. Gerilla savaşı ile nihai zafer kazanılamaz. Gerilla savaşı düşmanı yıpratır, zayıflatır, moralini bozar Düşmana nihai darbeyi düzenli ordu indirecektir. Gerilla savaşı aynı zamanda düzenli orduya geçiş vasıtasıdır."[209]

Gerilla birliklerinin oluşturulması, kadroların konumlandırılması ve eğitilmesi, lojistik hazırlıklar, sığınaklar, depolanacak eşyalar üzerine de kapsamlı bilgiler sunan İ. Kaypakkaya öncülüğündeki TKP/ML-TİKKO 12 Mart askeri faşist darbesi karşısında büyük bir yenilgi almaktan kurtulamadı.

Savaşımın esasını "kırlar" üzerine oturtarak başlattığı mücadelesiyle ya da en azından mücadele girişimiyle iktidar yürüyüşüne çıkan TKP/ML-TİKKO, radikal bir hareket olarak, ideolojik düzeyde sunduğu yeni perspektiflerle Türkiye "sosyalist" hareketi için ileri bir noktayı ifade ederken, mücadelesinde bir sürek­lilik sağlayamamıştır. Bunun nedenlerini kısaca şöyle özetleyebi­liriz.

Türkiye "sosyalist" hareketinin temel özelliklerinden biri olan, kendisine bir dış merkez arama, bu merkeze göre şekillenme ve Ülke somutunu yorumlayıştan, tespit edilen stratejik hedefe vurma aşamalarına kadar, hatta taktiklerin biçimine kadar o merkezin deneyimlerini taklit etme; bu yanıyla da ülke somutundan uzaklaşma anlayışını TKP/ML-TİKKO'da aşamamıştır.

Yarı-sömürge, yarı-feodal olarak değerlendirilen Türkiye somutu ile Çin arasında benzerlik anlamında bağlantı kuran İ. Kaypakkaya, halk savaşı teorisinin ve bu savaşın geliştirilmesi­nin ilk verimi olarak ele aldığı gerilla savaşını, bu savaşın biçimi­nin geçireceği aşamaları Mao'nun formüle ettiği biçimde ele ala­rak ülkemiz üzerinde uygulamaya kalktı.

Bu özelliğiyle, her ne kadar savaşın esas yanına hizmet etme­si anlamında değişik mücadele biçimlerini savunduysa da, savaşım anlayışını "kır"ın dışına taşırarak, gerillayı besleyen diğer et­kinliklere yönelemedi.

Kemalist iktidara karşı mücadele konusunda anti-faşist halk cephesini savunmasına rağmen, TKP/ML. bu çizgiyi hayata ge­çirecek bir yönelim içine giremedi.

Kürdistan konusunda oldukça gelişkin ve dönemin tüm siya­sal akımlarının ilerisinde görüş belirtmesine ve "Kürt Milli Hare­keti ezilen bir ulusun, hâkim bir ulusun hâkim sınıflarına karşı mücadelesi olarak ilericidir ve demokratik bir muhteva taşır. Biz bu demokratik muhtevayı kesinlikle ve kayıtsız şartsız destekle­riz" demesine rağmen; "kızıl siyasi iktidarlar" konusunda "ülke­mizin özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgeleri, 'kendine yeterli ekonomik kaynakları' açısından son derece elverişlidir" sözleriy­le ne denli Kemalizm’i aşmış olduğunu da göstermiş oluyor.

İradesi tanınan, ayrı devlet kurma hakkına sahip olduğu söy­lenen ayrı bir ulusun, Kürt ulusunun toprakları, Türkiye devrimi adımı yola çıkmış olan bir hareketin önderi tarafından "ülkemi­zin Doğu ve Güneydoğu bölgeleri" diye değerlendiriliyor ve adına yola çıkılan Türkiye devrimi için bu "bölgeler" gerilla sa­vaşı için en elverişli alanlar olarak değerlendiriliyor. ki, TKP/ ML’ nin en büyük açmazlarından birisi hatta temeli de bu sorun olmuştur.

Türkiye koşulları değerlendirilirken demokratik devrimle çözümleneceği söylenen feodalizm sorunun da temelinde "sağ­lam bir kitle temeli, yeterli beslenme kaynakları ve askeri hare­kete elverişli arazi" olarak görülen Kürdistan yatmaktadır.

Temel olarak, teorik düzeyde "kaderini tayin hakkı" savunu­lan Kürdistan, pratik düzeyde sosyal-şoven bakış açısı ile ele alı­nan Türkiye'nin "kır"ı olmaktan çıkarılamamıştır.

Bu yanlış yaklaşım,  TKP/ML’ ni  Türkiye devrimi içinde önemsiz bir pozisyona düşürmüş, onu çarpık bir köylü hareketi olma Özelliği içine itmiştir. Bu çarpıklık sonucunda yabancı bir ülke adına yola çıkılan devrimde Kürdistan esas alındığı için Türkiye devriminin esas dinamikleri göz ardı edilerek öncülük sorunu muğlaklaştırır.

"Parti ve ordu silahlı mücadele içinde inşa edilmelidir" de­nilmesine rağmen, teorik düzeyde başlatılan mücadelenin prati­ğe aktarılması beklenilmeden oluşturulan parti ve ordu gerçeği altında ezilen bir pratik sergileyerek, üstesinden gelemeyecekleri görevlerle, anlayışını hayata geçirmeye çalışmıştır. Bu da TKP/ ML’ nin donanımsız yakalanması anlamına gelmiştir.

Türkiye halkının ve proletaryasının öncüsü olarak çıkılması­na rağmen, Kürdistan köylüsünün esas alınması yanılgısının yanı sıra; mezheplere göre örgütlenme kolaycı yaklaşımını aşa­mayarak Aleviler içinde örgütlenmiş. Bu da, TKP/ML’ ni hem bir mezhep, hem de bir bölge örgütü olma derekesine düşürmüş­tür. Yani, bu hareket, daha çıkışında kendi kendisini dar bir bölge içinde boğulmaya mahkum etmiştir.

Bütün bu Özellikleriyle geleneksel Türk aydın özelliklerinin kötü bir kopyası olma özelliğini aşamayan, sözleriyle pratiği ara­sında korkunç bir uçurumu yaşayan TKP/ML-TİKKO, önderlik düzeyinde yediği darbe ile tasfiye olmaktan kurtulamamıştır.

Teorik düzeyde gerilla üzerine en çok açılım yapan, kır ile ge­rilla savaşı arasında bağlantı kuran, gerillanın oluşması ve bu oluşumun üzerine şekillenen ordunun kurulması ile devrim ara­sında ilişki kuran bir hareket olmasına rağmen TKP/ML-TİKKO, geliştirmiş olduğu pratikle sahte bir gerillacılık örneği sergilemiş oldu. Mezhep ve bölge Örgütü olma özelliğini aşamayan karakte­riyle de kendisini bir türlü aşamayan, ilkel - dar bir örgüt içi ve örgütler arası İlişki yaşayan TKP/ML, ulusal örgütlenmelerden çok, feodalizmin kapalı pazar ekonomilerine özgü bir organizas­yon olarak kendisini günümüze taşırdı.

TKP/ML, 1968 - 71 hareketi içinde yer almasına rağmen Tür­kiye halkı içinde yeterince yankı bulamazken, ideolojik perspek­tifi ondan daha geri olan, Kürdistan, Kemalizm ve geleneksel sol konularında var olan kalıpları aşamayan, devlete yönelimden çok emperyalizme karşı olan yanı ön plana çıkan TİKKO ve Önderlikleri, halkımızdan ve Kürdistan halkından beklenilenin de ötesinde bir yankı bulmayı başararak, "sosyalist" hareket içinde önemli bir yer tutmuştur.

TKP/ML (H) (Halkın Birliği)

TDKP, TİKB, THKPC/ML,  dışında kalan hareketlerin biri de TKP-ML Hareketiydi. Bu örgüt demokratik devrim tezini savunmak için 1980’e kadar iki ayrı gerekçe kullanmıştı. Bunlardan biri Arnavutluk kampındaki örgütlerin temel gerekçesi olan Maoizmden kalma “yarı-feodal Türkiye” belirlemesiydi. 1976 yılında örgüt bu belirlemeyi terk etmiş ve Türkiye’yi sadece kapitalist diye tanımlamaya başlamıştı.[210] Artık demokratik devrimin temel dayanağı işçi sınıfının yeterince gelişmiş olmamasıydı. TKP-ML Hareket ile diğer devrimci gruplar arasında sürdürülen tartışmaların en önemlisi emperyalizmin sermaye ihracı yoluyla feodal kalıntıları çözüp çözemeyeceği sorunu idi. TKP-ML Hareketi’nin yayın organı Halkın Birliği’nin bu konudaki görüşleri emperyalizmin feodal kalıntıları hem çözüp hem de tasfiye edebileceği yönündeydi. Türkiye’nin yarı-feodal bir ülke olarak görülmemesinin nedeni buydu. TDKP buna karşı çıkarak emperyalizmin feodal ilişkileri çözebileceğini fakat tasfiye edemeyeceğini savundu ve TKP-ML Hareketi’ni demokratik devrimi savunan pratiğiyle çelişmek ve sosyalist devrimi savunan bir teoriyi benimsemekle suçladı.

TKP-ML, MDD hareketinin bir parçası olan burjuva şovenist ve legalist tutumuna karşı, devrimci radikal bir anlayışı benimsediği için PDA-TİİKP (Proleter Devrimci Aydınlık-Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) hareketinden koptu. TKP-ML’nin teorik programına göre yarı-sömürge, yarı-feodal Türkiye’de feodalizm ile halk arasındaki çelişkiyi demokratik devrim çözecektir. Devrim bir “halk devrimidir.”

“…halk işçi sınıfı, köylülük, şehir küçük burjuvazisi ve orta burjuvazinin devrimci kanadından oluşmaktadır; iktidar bu sınıfların ortak diktatörlüğü, ama ittifakta proletarya egemen ve önder bir rol oynadığı için de proletarya diktatörlüğünün bir biçimi olan demokratik halk diktatörlüğü olacaktır.”[211] Görüşler tamamen Çin devriminin Türkiye’ye uyarlanmasından oluşmaktaydı. Ancak, TKP-ML'nin, Kemalizm ve ulusal sorunda, THKO ve THKP/C’den ayrı ve özgün yanları vardı.

12 Mart döneminden sonra, örgüt içi tartışmalar, geçmişi tümüyle savunan TKP/ML ve eleştirel bakan TKP-ML Hareketi olarak 1976'da ikiye ayrılışla sonuçlandı. TKP-ML Hareketinin kendisini sorgulaması ve yeni düşüncelere yönelmesi olumlu yönde bir adımdı. Örneğin ülkenin sosyo-ekonomik yapısını değerlendirirken yarı-feodalizmin reddedilerek kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu sonucuna varılması ve Latin tarzı devrimciliğin reddi, önemli adımlar olarak kaydedilebilir. Ancak bu yıllarda, “Üç dünya teorisi"nin kabulü, PDA ile “proleter devrimcilerin birliği” gibi anlayışlar temelinde birleşme yolları aranması, hareketin sağcılığa doğru kaymasının göstergeleri arasında yer alıyordu.

“Halkın Birliği, Ulusal Demokratik Halk Devrimi’nin özü toprak devrimidir diyor. Bu demokratik devrimin özünü toprak devrimi teşkil eder demektir. Peki, toprak meselesi ya da köylü meselesi nedir? Bu tam da, tarımda feodalizmi ya da feodal kalıntıları tasfiye etme meselesidir. Eğer emperyalizm (ve komprador kapitalizm) bu meseleyi, devrimci olmayan bir biçimde de olsa halledebilirse, o zaman demokratik devrimin özü gerçekleşmiş demektir. Bir devrim özü itibariyle gerçekleşmişse, yerini esas olarak ondan sonra gelen devrim aşamasına, sosyalist devrim aşamasına bırakması gerekir. Halkın Birliği’nin iddialarından çıkarılacak tek tutarlı sonuç budur.[212]

1976-79 arasında hareket bu görüşler çerçevesinde faaliyetini sürdürdü. Yine bu dönemde AEP’in etkisiyle “üç dünya teorisi"nin reddi gerçekleşti ve bu düşüncenin kaba hatları temizlenmeye çalışıldı. 1979 Konferansında yapılan değerlendirmelerde hata ve zaaflar tespit edilirken bunları aşma ve yenilenme yerine, TKP-ML Hareketi, kendisinden başka Marksist-Leninist hareket olmadığını ilan ederek*, kabuğuna çekildi ve giderek küçülerek sekter ve kapalı bir yapıya dönüştü.

Örneğin ulusal meselede iki cami arasında “be namaz” durumda kalan ve Kemalizm’e bakış açısından diğer hareketlerden ayrılan TKP/ML (H) Kürt halkına devrimci temelde yönelen ilk örgüt olması yanında hem bu yönelimini koruyup hem de milli burjuvaziyle beraber davranmayı öngören demokratik devrim stratejisini benimsemesi olanaklı değildi. TKP-ML de kendi programatik temellerini çok fazla irdelemeye gerek görmeden mücadeleyi kendi pratik sezgilerine göre yürütmüş, teoriyi bu pratiğin gerekçelendirildiği bir kılıf olarak kavramıştır. YÖN-MDD çizgisindeki kalkınmacılık izlerini içeren programına rağmen TKP-ML’nin Kemalizm’den kopabilmesi de önemlidir.

Görüldüğü gibi, TDKP, tartışmalarında diğer yapılara deyim yerindeyse “kırk katır veya kırk satır” ikilemini sunuyordu… Tartışmalarda emperyalizmin feodal kalıntıları tasfiye edemeyeceğini kabul edip demokratik halk devrimi stratejisini savunmak ya da tasfiyenin gerçekleştiğini kabul edip sosyalist devrim stratejisini benimsemekti. Doğal olarak İkinci seçeneğe yönelmek; sosyalist devrimi seçmek H. Fırat’ın deyimiyle kendilerine gösterilen “Boran sopası”yla “falakaya yatmaktan” öte bir şey değildi.

1986 yılında yapılan 2. Konferansla, hareket içerisinde süren iç tartışmalara kesin bir nokta konuldu. Her tartışmanın ardından varılan sonuçlarda da; sık sık özeleştiri yapılırken artık geleneksel hale gelen şu değerlendirme eklenmeden geçilmiyordu: ”Hareketimiz Marksist-Leninist örgütlenme anlayışını kendisine rehber almıştı ve yönelimi esas olarak doğruydu. Ancak bunların hayata geçirilmesi esas olarak yanlıştı.”[213]

Seçenek Dergisinin geçmişi değerlendiren yazılara yer verilmiş bir sayısındaki sunuş yazısında yapılan bir değerlendirme, bu politik akımlara yönelik 'ideolojik etki'nin yönünü belirtmesi bakımından kayda değer: “Anti-sosyal-emperyalist kesimde Maocu revizyonizme karşı açılan ideolojik savaşımdan sonra, Marksizmin devrim sorununa ilişkin teorik görüşlerine hâkim olunamadığı ölçüde, Troçkizmin etkilerine doğru savrulma tehlikesi doğdu ve bu zamanla giderek yaşandı.”[214] Birleşme ve MLKP Değişen ne?


Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO)

Türkiye toplumsal gerçekliğini genellemeler çerçevesinde ele alan, Kemalizm’e, ulusal soruna bakış açısı net olmayan, ülke ve tarih bilincinden uzak olarak ortaya çıkan, büyük oranda 1968 - 71 radikal çıkışını koşullandıran etkenler nedeniyle, radikal öğ­renci hareketinin vermiş, olduğu coşkuyla devrime inanç teme­linde şekillenen, dünya devrimlerinden edinilen halk savaşı ve gerilla bilinciyle, bu inancı birleştirerek devlete değil de emper­yalizme karşı mücadele için Filistin sahasında gerilla sanatını kadrolarına öğreten; öğrenilen bu sanat çerçevesinde gerillanın zeminini yaratmak için "kıra yönelen, fakat daha hazırlık aşa­masındayken önderlerini kaybeden THKO, özellikle gençlik için­de "romantik devrimcilik" anlamında büyük bir etki yaratarak "sosyalist" hareket içinde örgütlü şiddetin savunulması anlamın­da önemli bir yere sahip oldu.

TKP - TİP geleneğinin reformizmin kalesi niteliğinde olması, bunların birer devrim partisi olmama gibi bir özellik taşıması, 15-16 Haziran gibi görkemli bir çıkışın yenilgiyle sonuçlanması, SBKP ve adeta onun birer seksiyonu olan KP’ lerin modem re­vizyonist partiler olarak değerlendirilip, devrim değil düzen içi partiler olarak görülmesi, Küba devriminin yeterince bilince çıkarılmaksızın "partisiz olarak başarıya ulaştı" şeklindeki değer­lendirme gibi etkenlerle THKO Önderliği, diğer radikal soldan ayrı olarak Regis Debray'ın "Devrimde Devrim" eserinde formü­le ettiği "Fokoculuk'a yöneldi. Ve devrimci mücadele içinde par­tinin günün değil ilerinin bir sorunu olduğu düşüncesini savu­narak partisiz muadeleyi anlayış düzeyine getirdi. Yine aynı THKO, kırların temel alındığı halk savaşı mücadelesinde işçi sı­nıfı arasında çalışmayı da ilerinin bir sorunu olarak gördü.

Bunların dışında illegal temelde yürütülecek olan mücadele­de gerillayı esas alıp, diğer legal ve çeşitli mücadele biçimlerini fiilen reddeden THKO, radikal sol içindeki “programsız” tek örgüt olma Özelliğini taşıdı.

Az gelişmiş kapitalist ülke diye adlandırdığı Türkiye için Milli Demokratik Devrim stratejisini savunan THKO, kırlardan şehirleri kuşatan bir gerilla ile başlayan halk savaşını ve bu sa­vaşı yürütecek olan halk ordusu örgütlenmesini savundu.

THKO söyleminde sınıf partisine vurgu yaparken fiilen bu konuda hareket olanağı bulamamıştır. Teorik eksikliği bir yana koyarak.[215] Gerilla ile halk arasındaki bağıntıyı, yapılacak olan gerilla eylemleriyle halkın ayağa kalkaca­ğını, eylemlerden ele geçirilen silahların bu ayağa kalkmış halka dağıtılarak halk isyanının başlayacağını düşündüler.

Kemalizm ve TC'ne bakış açısı; mahkemelerde avukatların hazırladığı savunmalarda ortaya çıkan, THKO'nun "esas Kema­list" olma misyonunu yüklendiği ve "1961 Anayasası'na işlerlik kazandırmak" için yola çıktığı söylemleri gerçeğe aykırıdır. Bu savunmalara karşı, Denizler değişik bir savunma yapmayarak bu görüşleri onayla­mış görünüyor gibi göstermek onların darağacında özellikle Deniz’in son sözlerindeki proğramatik ifadeyi kavramamaktır. Deniz son sözlerinde temel düşüncelerini nerdeyse proğramatik olarak özetlemiştir..

Ulusların kendi kaderlerim tayin hakkını tartışmasız, mutlak bir hak görerek, Kürt ulusunun ayrı devlet kurma hakkını savu­nun THKO, birlikte örgütlenme zorunluluğunu getirerek, bu hakka karşı ne denli duyarlı olduğunu gösterdi.

TKP geleneği konusunda da eleştirel bir bakış açısı geliştiren THKO, Kürdistan'daki isyanlar karşısında Kemalistlerin tavrını destekleyen TKP'ni mahkum ederek, "isterse feodallerin öncülü­ğünde gelişsin ve herhangi bir emperyalist güçle ilişkisi olsun, Kürdistan'daki hareketlerin demokratik bir içeriğinin" olduğunu savundu.

îşte bütün bu ideolojik görüşler ışığında Filistin sahasında eğitilen kadrolarıyla, halkla hiçbir İlişkisi olmayan gerilla savaşı­nı başlatmak isteyen THKO kaçınılmaz sonu yaşamaktan kurtu­lamadı.

Türkiye "sosyalist" hareketi içinde birçok temel yanılgıyı bağ­rında taşımasına rağmen çığır açan, kendileri gerçekten birer sos­yalist örgüt olamadıkları halde inançla çıktıkları devrim yolunda gösterdikleri kararlılıkla Türkiye ve Kürdistan halkına sosyaliz­me sempati bilincini taşıran 1968 - 71 radikal sol hareket Önder­likleri, kaçınılmaz olan sonla karşılaştıklarında gösterdikleri kah­ramanca direnişlerle, biz iktidar yürüyüşü öncülerine paha biçilmez derslerle dolu bir pratik bıraktılar.

THKO’nun Şekillenmesi

“1971 'Sol- Hareketinin unsurlarından biri olan Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu, 1970 sonlarında De­niz Gezmiş, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil, Yusuf Aslan, Ci­han Alptekin ve diğer bir grup radikal gençlik lideri ta­rafından kuruldu. Bu örgüt “1971 'Sol' Hareketinin bütün temel ve belirleyici özelliklerini üzerinde taşıyordu ve özel olarak da Guevaracı ihtilalci bir çizgiye sahipti.

Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu, son derece dar bir örgüt olarak kuruldu. O, “öncü savaş” ve “öncü savaşçı” anlayışını savunuyordu. Her türlü mücadele araç ve bi­çimini devrimci bir biçimde kullanmak anlayışının yerine; silahlı mücadele dışında bütün araç ve biçimleri “lekeli” olarak niteleyip reddediyordu.

Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu, 1971 başlarında ülke­mizde durumun silahlı mücadele açısından tamamen el­verişli olduğunu ve o koşullarda silahlı mücadele yürüt­meyen bir örgütün hiç bir zaman gerçek bir iktidar alter­natifi olamayacağını savunuyordu. Örgütün adından anla­şılacağı üzere THKO, işçi sınıfının devrimde tarihi rolü. İşçi sınıfının partisinin önderliği konularına, teorik olarak bir karşı duruş ortaya koymamışlardır. pratikte partinin, ordu faaliyeti sonucunda ileride oluşacağını  ve onun içinden ayrışacağını sa­vunuyordu.

Bütün bu tahlil ve tezlerine uygun olarak THKO kısa bir hazırlık döneminden sonra, kırlarda silahlı mücadele­nin başlatılması için, tespit edilen bir bölgede “gerilla kolu”nu faaliyete geçirdi. Kırda bu çalışmalar sürdürülür­ken, şehirde de kırdaki bu faaliyeti desteklemeyi amaçla­yan silahlı eylemlere girişildi ve “1971 'Sol' Hareketi” açık eylem olarak böyle başladı.

O dönemde THKO'nun ideolojik-siyasi görüşlerini derli toplu olarak ortaya koyan belge olan “Türkiye Devri­minin Yolu” broşürü de bundan sonra yayınlandı. Bu bro­şürde THKO'nun savunduğu görüşler şunlardı: Ülkemiz­de (ve dünyada) silahlı mücadelenin objektif koşulları sü­rekli  olarak vardır.  Mevcut  koşullarda  silahlı  mücadele yürütmeyen “ordusuz” bir örgütlenme kaçınılmaz olarak bir düzen örgütü haline dönüşür.   Parti kadroları, silahlı mücadelenin ateşinden, halk ordusunun saflarından çıka­caktır; bu yüzden ilk aşamada gerekli olan bir parti kur­mak değil, aynı zamanda işçi-köylü ittifakının da organı olacak olan bir halk ordusu kurmak ve mücadeleye giriş­mektir. Parti, süreç içinde başlangıçta partinin işlevlerini de yerine getirecek bu ordunun saflarından doğacaktır. Silahlı mücadele temel mücadele biçimi, kırlar temel mü­cadele alanıdır.  Şehirlerde işçi sınıfı içinde yürütülecek mücadele belirleyici bir önem taşımamaktadır. Mevcut re­jimde legal mücadele yürütme olanağı son derece sınırlı­dır, bu yüzden silahlı mücadele dışında ve anında ona bağlanmayan ekonomik ve demokratik haklar için müca­dele yürütmek gereksizdir. Ayrıca bu broşürde, o zaman “sosyalist hareket” için­de yer alan bütün siyasi akımlar tarafından değişik biçim­lerde savunulan, revizyonist tezlerin bir kısmı genel olarak doğru kabul ediliyordu. Broşürde for­müle edilen Kemalizm, ordu, devlet vb. konulardaki gö­rüşler revizyonizmin derin etkisi altındaydı.

Yine revizyonizmden etkilenmeye paralel olarak, broşürde revizyonizmin karakteri, sınıf niteli­ği kavranamıyor ve Sovyetler Birliği revizyonist bir ülke olarak nitelendirilmekle birlikte, burjuva kapitalist ve em­peryalist bir ülke olarak görülmüyordu. Broşürde birçok Marksist terim kullanılmakla ve ba­zı Marksist genel doğrular kabaca sıralanmakla birlikte, o, Özü itibariyle revizyonizmin etkisi al­tında şekillenmişti.

Bu broşür, yenilginin hemen sonrasında yazılmıştı, 12 Mart dönemi boyunca yarı-askeri faşist  rejimin azgın terörü altında, önderlerinin ve ileri militanlarının hemen hemen tümü katledilmiş ya da  hapishanelere doldurulmuş ve örgütlenmesi dağıtılmışken, kuşkusuz THKO'nun siya­si çizgisinin ve  eylemlerinin sağlıklı bir muhasebesini yap­masının objektif koşulları da yoktu. Yenilgi koşullarında diğer örgütlerin saflarında döneklik, yılgınlık, pasifizm ala­bildiğine yaygınlaşıyor, bunlar tarafından  üretilen “provo­kasyon” teorileri ortalığı kaplıyor ve ihtilalcilik alabildi­ğine lanetleniyordu. Bu  koşullarda THKO militanları için asil önemli olan, çizgilerinin ihtilalci özüne sadık kalmak, karşı- devrimci terör ve baskıya boyun eğmemek, devri­min ve halkın çıkarlarını her koşulda savunmaktı.  Birkaç dönek dışında THKO militanlarının bunu gerçekleştirdiğine  dost, düşman herkes tanıktır. THKO  devrimci militan çizgisini bu dönemde henüz bütünüyle sürdürüyordu.

THKO’dan TDKP’ye Doğru

1970'li yılların ikinci yarısı '71 devrimci hareketinin ürünü THKO ve benzeri gruplar için bir gelişip serpilme dönemi olmuştu. '71 dev­rimci hareketinin direnişçi ruhunun, yeni dönemin genç kuşakları üzerindeki olumlu etkisi ve  kitle hareketine sağladığı uygun atmosferin de etkisiyle güçle siyasal kuv­vet olma olanağı buldular. ’71 hareketinin geçmiş hareketin günahlarının kefareti tanımlamasıyla yüzünü işçi sınıfına dönen hareketler Marksizm’le bağ kurmaya dönük olarak,  '71 Hareketi'nin maceracı eylem çizgisini terk ettiler. Genel olarak 74le çıkış yapmaya çalışan hareketler, içinden çıktıkları çizgiden kopuşlarını her yönüyle gerçekleştirememişlerdir. Marksizm’e doğru dönüş Sovyet revizyonizmi tespiti ile Sovyetler Birliği dışında dünya üzerinde örnek alınacak başka ülke arayışına dönüştü. Türkiye’nin yarım yamalak, el yordamıyla yapılan sosyo ekonomik tahlilleriyle  Çin devriminin ve sosyal koşullarının olduğu gibi alınıp ülkeye eklektik bir tarza adapte edilmeye çalışılması ile sonuçlandı.

THKO’ya bu dönem yöneltilecek hiçbir eleştiri yoktur. Zira halkçı ideolojik özü ile bu ufku aşamayan programatik görüşlerini olduğu gibi korudular tarzında eleştiriler bir programı ve sistematik olmasa da belli görüşlere sahip yapılara yöneltilebilir. Oysa THKO tüm bunlardan yoksun bir örgüttü. ’71 yenilgisinden sonra THKO kadroları geçmişi reddederek yeni bir yapılanmaya dönük durdular.  Bununla birlikte, genel olarak bakıldığında, bu gruplar söz konusu dönemde olumlu ve devrimci bir rol oynadılar. Burjuva reformizmiyIe aralarına belirgin bir ideolojik ayrım çizgisi çektiler ve dönem boyun­ca devrimci radikal bir çizgide mücadele, ettiler.

THKO’nun da içinde olduğu devrimci akımlar, bu hareketlilik içinde küçük-burjuva sosyal kat­manlara ve temelde öğrenci gençliğe dayanarak gelişip serpildiler. Devrimci radikal çizgideki mücadele bu akımlara reformizme ve revizyonizme karşı ideolojik ve siyasal mevziler kazandırdığı gibi, onlardan bazılarını te­oride Marksizm’e pratikte proletarya hareketine yakınlaştırdı. Fakat tüm sosyalizm söylemlerine rağmen sınıf ile bu devrimci hareketler arasında tarihi birleşme yaşanmış değildir. Bu olumlu sürecin ileri siyasa ve örgütsel  ifadesi akımlardan biri de. 1980 yılı Şubat ayında  kuruluş kongresi ile TDKP’yi kuran THKO oldu.

Türkiye’deki devrimci hareketin (Devrimci Yol ve Kurtuluş'la birlikte) ön planında yer alan ve o dönemlerde çıkardığı gazetenin adı ile anılan HK (Halkın Kurtuluşu) hareketi, sonradan partileşerek TDKP adını aldı. Kendilerini 'anti-revizyonist kamp'ın temsilcisi sayan hareketlerle geçirdiği teorik evrim 'üç dünya teorisi'nin kabulünden başlayarak, 'Mao-Zedung düşüncesinin savunulması ve reddi gibi süreçlerde de benzer seyir izlemiştir.

THKO, MDD grubundan ayrılan hareketler içinde MDD etkisini en çok taşıyan grup durumundaydı. 71 hareketinin yenilgisi aynı zamanda “öncü gerilla savaşı” düşüncesinin yenilgisiydi. 1975 yıllarında gelişen anti-faşist gençlik ve kitle hareketinin etkisi, kalan kadrolarda “kitle devrimi” perspektifinin benimsenmesini sağladı.

YOLDAŞ I. Kendince gelinen yere kadar ki gelişi­mi Özetliyor, bir yandan özeleştiriye dikkat çe­kiyor, ülkedeki bütün devrimcilere bu yönde bir çağrı yöneltiyor ve kendince ülkede tüm proleter devrimcileri birliğe çağırıyordu. Öte yandan;   “Devrim Kitlelerin  Eseridir”,   “Sınıf  Mücadelesi Toplumun Her Alanında ve Çeşitli Biçimlerde Sürdürülen Mücadelelerin  Bir Bütünüdür”,   “Ancak  işçi  Sınıfının  ve Onun Devrimci Komünist Partisi'nin Önderliği Devrimi Za­fere Götürür”, “Modern Revizyonizme Karşı Mücadele Ta­rihi Bir Görevdir” başlıklarıyla, THKO'nun geçmişteki ha­talarını ve bunların yerine konan teorik tutumu ele alıyordu.[216] Bu yönelim THKO kadrolarının yönelimlerini ifade etmede önem taşımaktadır. Fakat gerek YOLDAŞ-I ve gerekse ona paralel olarak ya­yınlanan iç yazılarda Parti ve benzeri konularda temelli yanlışlar da vardı.

Gelişme süreci içinde THKO, attığı ilk adımlardan biriside geçmiş sol hareketle bağlarını koparma yolunda  giriştiği değerlendirmelerle birlikte uluslar arası hareket içindeki modern revizyonizmin niteliğini kavrama doğrultusunda değerlendirmeler yaptı. “YOLDAŞ-II re­vizyonizmin iktidarı gasbettiği ve sürdürdüğü ülkelerde kapitalizmin restorasyonunun kaçınılmazlığını ve onun sosyalizmin kötü bir türü değil, bir burjuva ideolojisi-ve pratiği olduğunu ve revizyonizme karşı amansız bir mü­cadele  yürütülmesi gerektiğini ortaya  koyuyor; Sovyet sosyal emperyalizmine karşı açık tavır alıyor ve onun yü­zünü teşhir ediyordu.”[217]

Bu gelişmeler aynı zamanda kendi içinde çatlamalara ve bölünmelere neden oluyordu. Bu dönemde, grup, önce “Mücadelede Birlik” adlı bir broşür yayınlayarak sosyal emperyalizm teorisine açıkça karşı çıkarak THKO’dan ayrıldı.

YOLDAŞ-lll'de ise, “Modern Revizyonizm, Troçkizm ve Türkiye Devrimci Hareketi” başlığıyla modern revizyonizmin ve Troçkizmin belli başlı tezleri kendi içinde tartışıyordu.[218]

İzlenen çizgi ’71 yenilgisinin ardından, toparlanmak ve hareketin işçi sınıfı merkezli bir yapıya kavuşturulması gibi bir niyeti içinde taşımaktaydı. Tutturulmak istenen doğrultu Marksizm-Leninizm ol­makla birlikte, THKO'nun gelişmesi düz bir çizgi izlemedi. Gelişme süreci içinde düşülen hatlar ve bunların kavranıp düzeltilerek ileri atılınmasıyla oluşan zigzaglar ortaya çık­tı. Elbette bunun nedeni, THKO'nun o dönemde Marksizm-Leninizm’i henüz bütünüyle kavramamış ve henüz Marksist-Leninist bir program ve bütünlüklü bir siyasi çizgi oluş­turmamış olmasıydı.

THKO’nun 71, THKO’sundan farkı ortaya koyduğu el yordamı ilerleyen sağcı çizgisidir. Bu çizgi kendi geçmişinin değerlendirmesini yaparken Devrimci Nitelikteki Denizler THKO’sunu revizyonizm ve troçkizme kapılarını açtılar tarzındaki ilk eleştiridir.[219] Bir yandan bu hareketi troçkist ve revizyonizme kapılarını açarken diğer yandan da bir yanı ilede marksizme,  leninizme açık olan yanları vardı diyerek kendi durumlarını ileri sürerek Marksist-Leninist olduklarını ileri sürüyorlardı.[220]

Küçük burjuvazinin dünyaya bakışı kendini olduğu gibi ortaya koyuyordu. Bütünlüklü davranmak yerine parçaları görmek ve parçaları teorize etmek kaygısı ile her atılan adımdan sonra tökezlemeye yol açarken bu kez tökezlemenin teorisi yapılmakla iş geçiştirilmeye çalışılıyordu.

Revizyonizmin ve troçkizmin devrimci olmayacağını o zamanki bir çocuk bile tartışmazken THO’nun yeni önderleri eski THKO’yu bu kalıpla eleştirip onların devrimci yanlarını öne çıkarmalıyız demekten de geri durmuyordu. Zira kendilerinin Marksist olduklarını da “bugün ülkemizde doğru devrimci bir çizgiye sahip ve partileşme süreci yaşayan Marksist-Leninist bir hareket var” [221] söyleminde kendi durumlarının üzerini kapatmaya çalışıyorlar

Örneğin, “Üç Dünya Teorisi” kabul edildi. THKO, geçmişin özeleştirisi ile birlikte. Marksizm-Leninizm’in, ko­münist hareketin uluslararası niteliğini, proletarya en­ternasyonalizmini kendi içinde tartışmış kendisini ve uluslar­arası komünist hareketin genel çizgisine bağlılığını ilan ederken verili aldığı durum ÇKP’nin ülkede esen rüzgarına kapılma ve onun ardında sürüklenmenin ötesine geçmiyordu.  Zira Küçük burjuva sınıfın başka bir davranış özelliğini sergilemekle meşguldü. Zira Üç dünya teorisini savunan güruhun “geniş bir kesimi ilgilendirmesi ve bu teorinin tartışılması” onları peşinden sürüklemeye yeten bir durumdur. Her ne kadar “Ancak Arnavutluk Emek Partisi'nin yanında, Çin Komünist Partisi'ni de uluslararası komünist hareketin ileri bir müfrezesi olarak görüyordu. ÇKP'nin uluslararası komünist ha­rekete dayattığı “Üç Dünya Teorisi”, “Uluslararası Komü­nist Hareketin genel çizgisidir” anlayışıyla kabul ediliyordu.[222]  Deseler de, THKO’nun yöneticilerinin  o sürüklenmede AEP’i ve Enver Hocayı gördüklerini ve söylemek  oldukça güç.

“Üç Dünya Teorisi”nin kabulünün yanında, bunun söz konusu edilmesi gereken belli başlı diğer göstergeleri şun­lardır:

1975 sonunda THKO sonradan ortak görüşler taşıyan bir grupla birleşti. Bu grup kendini dağıtarak THKO'ya katıldı.[223] Bu söylem bile THKO’ yöneticilerinin ve THKO ile birleşen grubunda, ilkesizliğini ve sınıfsal aceleciliklerini ortaya koymaktadır. Ve diğer grubun kendisini dağıtarak katıldığı söylemindeki samimiyetsizlik ve inanmazlık daha sonra ayrışma yaşandığında sarf edilen sözlerle ispatlanmaktadır.

58 yıllık sol hareketin eleştirisi ve TKP’nin mahkum edilmesi  çabaları, aynı dönemde, “Sürekli Faşizm Üzerine” ve YOLDAŞ-IV'de “Tırmanan Faşizme Karşı Örgütlenmemizi sağlamlaştıralım. Kitle Mücadelesini Yükseltelim” adlı ya­zıların yayınlanmasıyla revizyonist-sağcı Faşizmin Tırmanışı teorisini  kabul ediyordu. Böylelikle, THKO’nun kendine has düşünce üretmek yerine dışardan el yordamı ile aldıkları düşünceleri teorileştirmelerini ortaya koyuyor.

Üçüncü gösterge ise —aynı zamanda, bu sağa kayı­şın da bir sonucu olarak— TİİKP ile gi­rilen yakınlaşmayı. TİİKP karakterine uygun olarak  “Üç Dünya Teorisini bütünüyle savunuyordu ve faşizmin tır­manışı teorisi de onun temel görüşleri arasındaydı.  TİİKP ile olan bu teorik siyasi yakınlaşma, pratikte de THKO-TİİKP yakınlaşmasını ve onun eksiklikler taşıyan bir pro­leter devrimci akım olarak görülerek, proleter devrimci­lerin birliğinin bir unsuru olarak kısa bir süre içinde ol­sa görüşmelere girilmesini getirmiştir. [224]

Bütün bu zikzaklı ilerlemeler bir biçimi ile teorik zayıflığın marksizmi kavrayamamanın bir sonucu iken bu yalpalamalar “ Ancak bütün bunlar, gelişmekte olan THKO'nun gelişmesi içinde düştüğü hatalardır. THKO içine düştüğü bu hataları da aşmayı ve  Marksizm yolun­da ilerlemeye çalışıyordu.” Diyerek geçiştirilmeye çalışılıyordu.1976 Mayıs'ında yayınlanan YOLDAŞ-V, “Her 6 Mayıs'ta Marksizm-Leninizm ve Dev­rim Yolunda Bir.Adım Daha İleride” ve “Özeleştiri Kam­panyasını Marksist-Leninist Tarzda Derinleştirelim” baş­lıklı yazılarıyla adeta bunu bir kere daha vurguluyordu.[225]

Hareketin 'kendiliğinden' gelişimi nedeniyle teorisizlik hâkim öğe durumundaydı. Teorisizlik; Türkiye tahlillerinde “faşizmin tırmandığı" görüşünden kısa bir zaman sonra “faşist diktatörlük” tespitine doğru evirilmelerinde  ÇKP’nin etkisi ile “Sovyet revizyonizmi"ne tavır alırken “üç dünya teorisi"ni kabul etmelerinde ve bir ara PDA ile “proleter devrimcilerin birliği” adına, “parti birliği” girişiminde bulunmalarında kendisini gösteriyordu.

Yeterince teorik donanımı olmayan hareket, anti-emperyalist, anti-faşist mücadele ajitasyonuna dayanan ve gelişen küçük burjuva kitle hareketinin siyasi canlılığı sayesinde büyüdü. 1980 yılına kadar geçen süreçte THKO, düzenlediği kongreyle, “Türkiye’deki çeşitli milliyetlerden proletaryanın ve tüm komünistlerin tek gerçek partisi olarak TDKP kuruldu”[226] diyerek kendisini “tek komünist parti” ilan ederken de oportünistçe davranıyordu.

Gelişim konusunda çok iddialı olan örgütün birkaç yıl içinde yaşadığı gelgitler, teorik durumunun sefaletinin göstergesiydi. “Mao-Zedung yoldaş bizim de yolumuzu aydınlatmıştır ve aydınlatıyor. Bu yoldan saparsak bize lanet olsun.” “UDHD bizi Marx-Engels-Lenin-Stalin ve Mao-Zedung’un kızıl düşüncelerinden vazgeçmeksizin son hedef olan komünizme ulaştırabilir. Ondan vazgeçmek demek, Mao-Zedung’un kızıl yolunu terk etmek, Krusçev’in kara yüzlü dönekliğini benimsemek demektir.”[227]

Örneklerin çok olması ve marksizm yaklaşımlarının farklılığı TDKP-MK’sının aklını epey karıştırmışa benziyor. Kendilerine teorik sığınak yapacak birilerinin arayışı sonunda Enver Hoca önderliğindeki AEP’le buluşturuyor; “Mao Zedung Düşüncesinin, Mao'nun ve ÇKP'nin teori ve pratiğinin yeniden değerlendirilmesi konusunda da uluslararası komünist hareketin deneyleri ve Arnavut­luk Emek Partisi ve gerçek Marksist-Leninist partilerin düşünce ve tespitleri Örgütümüz için uyarıcı ve eğitici ol­muş ve her adımda ufkumuzu genişletmiştir.”[228] denilerek TDKP-MK’ca “bir gün önce” söylenenler “ertesi gün” şöyle bir söyleme dönüyor: “Üç Dünya Teorisinin reddinden sonra, bu teorinin bizzat Mao'nun eserlerine dayanılarak savunulması Ar­navutluk Emek Partisi'nin “Açık Mektup”u ile Mao Ze­dung'un ve ÇKP'nin modern revizyonizme karşı mücade­lede yalpalama ve tutarsızlıklarının ve milliyetçi çizgile­rinin açıkça ortaya çıkması, Çin'in karşı-devrimci uygula­maları ve son olarak Mao'nun yayınlanan Seçme Eserleri'nin 5. cildi, örgütümüzü bu konularda tavrını yeniden belirlemeye götürdü.”[229]

“ 'Mao Zedung Düşüncesi', Marksizm-Leninizm’in yepyeni bir düzeye çıkarılması, 'çağımızın Marksizm-Leninizm’i' değil; tersine, Marksizm-Leninizm’in koyu ve sinsi bir revizyonudur.”[230]

Hemen ardından yapılan kuruluş kongresinde yapılan değerlendirmeler ve Mao düşüncesinin örgütteki etkileri üzerine söylenenler: “Bilindiği gibi örgütümüz 1975'de özeleştirisinden son­ra “Mao Zedung Düşüncesi” terimini hiç bir zaman kul­lanmamakla birlikte; Çin'i de uluslararası komünist ha­reketin bir merkezi olarak görüyor ve Mao Zedung'a ve ÇKP’ ye aslında hak etmedikleri bir değer biçiyordu. Bu­nun kökleri daha eskilere, 1960'ların sonlarında Türkiye' de gelişen ve THKO'nun da dâhil olduğu devrimci demok­rat hareket üzerindeki Çin Devriminin ve Mao Zedung'un büyük etkisine kadar da  uzanmaktadır.

İdeolojik-siyasi inşa faaliyetini ve ideolojik-siyasi plandaki gelişmeyi başından beri izlediğimizde görürüz ki, THKO her dönemde Marksizm-Leninizm doğrultusun­da adım ilerleyerek, adım adım “Mao Zedung Dü­şüncesi ile çelişti. Örgütümüz, ideolojik-siyasi inşa faali­yetinde daima Marksizm-Leninizm i, Marks, Engels, Lenin ve Stalin'in ölümsüz düşüncelerini temel aldı. Mao Zedung'un çeşitli kitaplarından yararlandıysak da bu, siya­si çizgimizde köklü etkiler yaratmadı.”[231]

Devrimci demokratizm sınırını aşamayan ve bunu Marksist söylemlerle aynı potada eritmeye çalışan THKO, kendiliğindenci gelişim içerisinde devrimci akıntıya tabi oldu. Ancak, Halkın Kurtuluşu literatürü bunu, bekleneceği üzere, farklı yorumladı: “THKO özeleştiri yoluyla örgütsel bütünlüğünü koruyarak niteliğinin değişimiyle Marksist bir örgüte dönüştü ve gelişmesini bundan sonra daima M-L doğrultuda sürdürdü.”[232] Söylenenler ve gelinen yer günlük politikaya tabilik, politik anlamda kendiliğindencilik, diğer yandan politik olamamanın ve günlük küçük gerçeklerin peşinden koşturmanın bir ifadesi olmaktadır.

TDKP-MK kendinden menkul teorik duruşlarıyla burunlarından kıl aldırmazlarken, örneğin Mao konusunda söyledikleri : “'Mao Zedung Düşüncesi', revizyonist, küçük- burjuva bir teori ve pratiktir.”[233]

“'Mao Zedung Düşüncesi', Marksizm-Leninizm’den ödünç alınmış fikirler ve formülasyonlarla; her türden küçük-burjuva oportünist, pragmacı (yararcı), revizyonist, idealist düşünce ve tezlerin eklektik bir karmaşasıdır. Onun esas karakteri, özü, ikinciler tarafından belirlenmek­tedir. 'Mao Zedung  Düşüncesi Anti-Marksist’tir.”[234] Düşünceleri başkalarına karşı kullanırken pervasızca küçük burjuva Anti Marksistler diyebilmektedir. Bütün devrimci ruhlarına rağmen bu düşünceleri programatik olarak savunan aynı MK üyeleri özeleştirilerinde bizler bunları savunurken “, revizyonist, küçük- burjuva, teori ve pratisyenlerdik” demedikleri gibi, “çok bağlı” oldukları işçi sınıfına “Mao düşüncesini savunurken “Anti-Marksistlik” yaptık özeleştirisini vermemişlerdir.

Yukarıda yapılan alıntılarda görülen apolitik şekilsiz tutum, kaba ve mistik dil bir yana; 'üç dünya teorisi'nin reddi gibi teorik bir sözde özeleştiri yazısında; “Biz aslında üç dünya teorisini savunmadık, çünkü tezlerimiz bu teoriyle taban tabana zıttı. … Üç dünya teorisi çizgimizde bir süs gibi duruyordu” gibi bir samimiyetsizlik örneği verilebiliyor veya “Mao-Zedung düşüncesi”nin reddedilmesi gündeme geldiğinde, Maocu geçmiş, “elimizdeki belgeler,…ÇKP’nin teori ve faaliyetlerinin gerçek boyutları ile anlaşılması açısından son derece yetersizdi”[235] gibi ifadelerle gerekçelendirilebiliyordu. Teorik olmayan içi boş ifadeler, gelişmelere göre tavır almak, önce savunulanları yadsımak ve hiç söylenmemiş gibi göstermeye çalışmak, teorisiz politika yapmaya çalışmanın beceriksizliğidir. İşte iki örnek daha:

“Özellikle platformumuza temel teşkil eden yazılarda Mao-Zedung’un Marksizm-Leninizm’e herhangi bir katkıda bulunmadığını, böyle olduğu söylenen meselelerin Lenin ve Stalin’de olduğunu ortaya koyduk.”[236]

“Nitekim genel siyasi çizgimizi oluşturan temel tezlerin içinde Marx, Engels, Lenin, Stalin'in fikirleri ve eserlerine ters, bunlarla doğrulanamayacak bir görüş yoktur. Mao-Zedung’u yeniden değerlendirirken M-L klasiklerin yanı sıra, kendi ideolojik siyasi çizgimizi de esas alıyor ve bu çizgiyi tüm oportünist ve revizyonistlere karşı kararlılıkla savunuyoruz.”[237]

Burada doğrudan yapılmayan şey, Marksist klasiklerin kendi tezlerine destek olmak üzere yazıldığını iddia etmektir. Aslında, kendi temel tezlerinin doğruluğu vurgulanarak, Marksist klasikler ikinci planda bu tezlerin destekçisi, yani ideolojik öğeleri destekleyen ideolojik eserler olarak ele alınmaktadır. Türkiyeli devrimcilerin dogmatik olduğu görüşü, tam da burada yerine oturmaktadır. “Marksizmin örgüt endeksli kavranışı, politik Marksizm anlayışına üstün kılındı.”[238]

El yordamı ile teori üreten TDKP, bir yandan kitle olarak gelişirken, diğer yandan siyasal olarak sağa savrulmaktadır. “Elli yıllık sol tarihin mirasçısı” olmakla övünmek, bir yandan elli yılın olumluluklarının yanında olumsuzluklarını da üstlenerek bunun içinden çıkma çabasını ve sorumluluğunu beraberinde getirirken, TDKP “mirasçı” olarak sadece pratik deneyimleri almış ve teorilerinin sadece pratik politik deneyimlere dayandığını göstermiştir. Ortaya çıkan “ucube”, tecrübeli, küçük burjuva dar ufuklu, Marksist teoriye bir türlü sahip olamayan ‘teorisyenler’ örgütlülüğüdür. Nitekim örgütlülüğün geldiği nokta, sağa savrulmanın en son noktası legalizm ve illegal örgütlülüğün tasfiyesi olmuştur.

Oysa siyasi bir örgüt Lenin’in deyimi ile "Bir siyasa! partinin kendi yanılgıları karşısındaki tutumu, bu partinin ciddi olup olmadığını kendi sınıfına karşı ve emekçi yığınlara karsı görevlerim yerine gerçekten getirip getirmediğini saplayabilmemiz için, en önemli ve en güvenilir ölçütlerden biridir. Yanılgısını içtenlikle kabul etmek, nedenlerini arayıp bulmak, bu yanılgıya yol acun koşulları tahlil etmek, yanılgıyı doğrultma yollarını dikkatle incelemek; işte, ciddi bir partinin belirtileri bunlardır, bu, ciddi bir parti için görevlerini yerine getirmek, sınıfı ve ardından da yığınları eğitmek ve bilinçlendirmek demek­tir."[239]

Bu dönemde kitleselleşme adına ve izlenilen yarı legal çizginin bir ürünü olarak THKO-GMK’sı bir kitle yayın organının yayınlan­ması kararını aldı. Kitle yayın organı başlangıçta  devrimci bir görevi yerine getirirken diğer yandan Örgütü ve kadroları düşman önünde açığa çımasına neden oldu. Örgüt yapısı hedeflenen illegal çekirdekten illegal yapıya girmek yerine legal olanakları kullanma adına legalden illegale giden bir şekil izledi. Bu durum aslında devasa gelişmeye rağmen örgütün tasfiyesinin bir başka biçimiydi. Örgütlenmenin ve propagandanın kollektif örgütleyicisi olan gazete kendi etrafında yarattığı etki ile kadroları açığa çıkarıyordu. THKO yerine “Halkın Kurtuluş’çuları       ortaya çıkıyordu.

Zira THKO’ nun ulaşamadığı alanlarda “gazete sempa­tizanlar geliştirdi, kazandı, örgütledi, seferber etti. Örgütümüzün siyasi gelişimine paralel olarak o da gelişti, güçlendi.” Bir gazete örgütün yerini aldı ve örgütün yapacaklarını yaptı bu söylem bile illegalitenin nasıl kavrandığının bir anlatımıdır. İşte anlayışın net ifadesi: “Bugün ülke çapındaki yaygın taraftar çevremizi, et­kimizi, işçi sınıfı ve halkımızın bağrındaki prestijli yeri­mizi aynı zamanda kitle yayın organımıza borçlu olduğu­muzu söylediğimizde bu gerçeğin ta kendisi olacaktır.[240]

THKO'nun gelişiminde oldukça önemli hatalara düşmesine, bu dönemde önderliğin taşı­dığı zaaf ve hatalar da neden olmuştur. En başta teori­nin önemi ve İdeolojik-siyasi çalışmanın belirleyiciliğinin önderlik tarafından kavranmaması; öte yandan önderliğin kitle kuyrukçusu bir tavır izlemesi ve genel gibi görünen her şeyin peşinden koşması ve onları kendince teorileştirmesi, öncelikle güçlü olmak gibi dertle ilkesiz birlikteliklerle revizyonist unsurlarla birlikte hareket etmesine neden oluyordu. Önderlikte ideolojik-siyasi uzlaşmacı­lık ağır basıyordu.

Bu sürecin ilk adımı “Tırmanan Faşizm” teorisinin eleştirilmesi, reddi ve THKO'nun bu konudaki özeleştirisi oldu. YOLDAŞ-Vl'da “Faşizm Meselesi Üzerine Özeleşti­ri” yayınlandı. Bir tökezleme örneğidir. Bu özeleştiri özünde, tökezlenmenin teorileştirildiği  bir dizi di­ğer yazı örgüt içinde yayınlandı. Bu yazılarda faşizm sorununun yanında Marksist emperyalizm teorisi, devlet teorisi, inceleniyor ve bunların yanında ülkemizin sosyo-ekonomik yapısı ile ilgili tezlerde yer alı­yordu.

Durmadan tökezleyerek ilerlemeye çalışan önderlik, ülkenin sosyo-ekonomik yapı­sı, ülke devriminin niteliği, devrimin yolu ve diğer so­runları kapsayan “Ulusal Demokratik Halk Devrimi” konu­sunu, ardından uluslararası durumu örgüt içinde tartış­maya açma ve sonucu belirleme kararı aldı.

Tam da bu dönemde “salonda oturan fili” keşfeden THKO önderliği, Arnavutluk Emek Partisi'nin VII. Kong­resinde Enver Hoca’nın  Kongre'ye sunduğu raporunda “Üç Dünya Teorisine karşı tavır alındığını öğrendi.  Dünyada yeni bir rüzgar esmeye başlamıştı ve bu rüzgarın esintisi THKO’ önderliğini başının dönmesine yetti… Üç dünya teorisinin tökezlenmesi ile canı yanan yapı önderlerinin bunu teorileştirme lerine bir örnek:  “THKO'nun esas niteliği ile hiç bir zaman uyuşmamış olan bu teorinin reddedilmesi yönünde güçlü bir eğilim oluştu. GMK bu gelişmeler içinde, kendi içinde”Üç Dünya Teorisinin reddedilmesi kararını aldı ve önce Ulusal Demokratik Halk Devrimi'nin, ardından da “Üç Dünya Teorisinin tartışmaya açılmasını kararlaştırdı.”[241]

AEP’in yeniden keşfedilmesi, daha doğrusu arkasından sürüklenecek bir rüzgar bulmanın hevesi ile  YOLDAŞ-VII’ de “Üç Dünya Teorisini ret kararını ve bu konuyla ilgili üç yazı yayınlandı.

YOLDAŞ-VIII, IX ve Xl'de art arda “Ulusal Demok­ratik Halk Devrimi”, “Üç Dünya Teorisi” üzerine Özeleşti­ri ve “Milli Mesele Üzerine” tezler yayınlandığında THKO önderliği kendisine muhalefet edecek hiçbir güç bırakmayarak örgütü kendi denetimlerine aldılar. 1980 kongresinde “tam bir birlik içinde” yapılan kongreyi ve bu kongrenin seçtiği Merkez komitesinin 1980 de 12 Eylülde neler  yaptığına ilerde değineceğiz.

 THKO yöneticileri bu teoriyi savundukları için kendilerine tavır alan ve ayrılanları,  “revizyonist elebaşılar”, “anti-parti, karşı-devrimci bir faaliyet” ola­rak niteledi. Hizip gördüğü yapıya ağzına geleni söyleyen THKO önderleri aynı zamanda onları örgüt dışına çıkarmak yerine birleşmeye ve tartışmaya davet etme ilkesizliğini gösterirken bunu da teorileştirip kendini aklamak için yalan ve iftira atmaktan çekinmeyerek “Burjuvaziyle açıktan bir birleşme içinde, bilebildikleri kadarıyla örgütsel sırları deşifre etmeye, her türlü yolla THKO'nun faaliyetini engellemeye ve provokasyonlar düzenlemeye giriştiler.” “TİKB” adlı bir karşı-devrim çetesi kurdular. Provokasyonlarını uluslararası planda sür­dürmeye çalıştılar. Bu da yetmedi, onlar komünist hare­ketimize saldıran kiralık katiller çetesi olarak, yoldaşları­mıza ve taraftarlarımıza silahlı saldırılar düzenlemeye gi­riştiler.”[242]

Sol içindeki çatışmalarda Türkiye Solunun genel olarak sabıkalı olduğu tüm komünistlerce bilinmektedir. Küçük burjuva önderlikler, örgütler içindeki egemenliklerinin sarsılmaması için  kendilerine karşı çıkan herkesi karşı devrimci diye nitelendirip taraftarlarına saldırı hedefi olarak göstermişlerdir. Devrimcilerin devrimcilere karşı bu tavrı sadece burjuvazinin işine yaradığını aklıselim hiçbir devrimci tartışmaz. Dün sürdürülen bu tavır bugün için hala sürdürülmeye çalışılmaktadır.  Sonuçta hala örgütlerdeki Küçük burjuva örgüt anlayışı ve önderliği aşılamamıştır. Sosyal pratik devrimcilerin birliğinin her zaman büyük bir öneme sahip olduğunu  en açık bir şekilde doğ­ruladı.

Bu eğilimlerin dışında THKP-C izleyicileri görünüşte geçmişi savunuyor görünmekle birlikte, 1974’lerde gelişen devrimci popülizm karşısında “küçük burjuva maceracı” tezleri eleştirmeden, sessizce terk ettiler. Fakat genel teorik temelin ve devrim anlayışının korunmasının da yardımıyla, gençlik içerisinde kendilerine yer edinmelerini sağlamıştı. Bunda, özellikle Devrimci Yol başarılı oldu. Geçmişi ve değerlerini savunarak içlerinden çıkan küçük gruplar fazla etkili olamadılar. Bunların içerisinde örgütlenerek M. Çayan çizgisinin savunuculuğunu üstlenen ve 1980 sonrası dönemde toparlanarak faaliyetlerini sürdürebilen neredeyse sadece Devrimci Sol olmuştur. Kurtuluş grubunu oluşturanlar geçmişin özeleştirisine girmekle beraber revizyonizmle aralarındaki bağı koparamadıklarından, özeleştirileri onları daha çok revizyonizme yaklaştırdı. Geçmişteki maceracılığı eleştirmek ve bunun ötesine geçememek Kurtuluş'u ‘sağcı’ bir çizgiye götürdü.

Herhangi bir hareketin, önce kabul ve bir müddet etkileşim ve ilişki içinde olunan merkezin tavrına bağlı olarak reddettiği tezler karşısında, hiçbir devrimci örgüt diğerine “niçin savunduğunun” hesabını sormamıştır. Dün savunulan teori için, reddedildikten sonra savunanlara “karşı devrimci” diyenler ve hatta bu düşünce sahiplerini şiddetle cezalandıranlar, kendilerinin dün savunduğu düşünce dolayısıyla karşı devrimcilik yaptıklarının özeleştirisini hiç yapmamış ve hiçbir örgüt de bunun nedenini sorgulamamıştır. Yukarıda görece ayrıntılı bir şekilde gösterildiği üzere, Mao-Zedung düşüncesinin anti-Marksist olduğunu ‘bir sabah uyandıklarında’ anlayanlar, her zaman için (teoriyi savundukları dönem de dâhil olmak üzere) Marksist olduklarını iddia etmişlerdir.

TDKP, “Demokratik Halk Devrimi” ve “Demokratik Halk İktidarı” kavramları ile oluşturulan ve genelde Arnavutluk çizgisinde yer alan odakların tümünün benimsediği “devrim şemasının” en tutarlı savunucusuydu. Bu anlayışa göre devrim anti-emperyalist anti-feodal bir halk devrimi olmalıydı. Bu devrimin hem ideolojik hem de fiili önderi işçi sınıfıydı. İşçi sınıfının öncülüğünde köylülük ve küçük burjuvazinin de katılacağı milli burjuvazinin tarafsızlaştırılacağı bir devrim gerçekleştirilecekti. "Milli burjuvaziyle ittifak mümkündür, çünkü o, emperyalizm ve feodalizmin baskısı altındadır, milli kapitalizmin serbestçe gelişmesi onun çıkarınadır.”[243] Komüntern kararlarının ışığında, Demokratik devrim sonrası kurulacak iktidarın adı demokratik halk diktatörlüğü olacaktı. Demokratik halk diktatörlüğü ise proletarya diktatörlüğünün özgül biçimiydi. Leninist kesintisiz devrim düşüncesi şablonlaştırılmış ve bakış olarak da Demokratik devrim ve sosyalist devrim diye iki ayrı devrim yoktu. Devrim iç içe geçmiş iki aşamadan oluşuyordu. Sosyalist aşamaya demokratik halk iktidarı yoluyla tedricen gerçekleşecekti. Halk iktidarının bir bileşenini oluşturan proletarya ve yoksul köylülük dışındaki sınıflar teker teker yalıtılıp eritilecek böylelikle sosyalist aşamaya geçilirken proletarya diktatörlüğünün özgül biçimi olan demokratik halk iktidarı, proletarya diktatörlüğünün kendisine eğriltilecekti.


12 Eylül: Sınıf Mücadelesinde Kırılma Noktası

Türkiye burjuvazisi eklentisi olduğu uluslar arası sermaye ile daha sıkı bağlar gerçekleştirmek ve onun yapısal dönüşümlerini gerçekleştirmeye çalışıyordu. Bu değişim ihtiyacı, büyük burjuvazi açısından daha 1980’lerin başında kendisini dayatmıştı. 1980’lerin başından beri emperyalist dünya sistemiyle tam entegrasyonu hedefleyen ve emperyalist-kapitalist hiyerarşide üst basamaklara çıkmak isteyen tekelci burjuvazi, ulaştığı birikim düzeyi ve dünya konjonktürünün gerekleri yüzünden yapısal değişim ihtiyacı içindeydi. Ancak bu değişim ihtiyacı, çok büyük zorlukları ve kapitalist ekonomide yeniden yapılanma anlamına gelen kapsamlı düzenlemeleri de beraberinde getirmekteydi. Bu düzenlemeler ister istemez karşılıklı mücadeleyi gerektirdiğinden, burjuvazi için bir risk oluşturuyordu. ‘70’li yıllarda sınıf mücadelesi ve devrimci harekette başlayan yükseliş, burjuvazinin ileriye yönelik planlarını uygulamasının önünde ciddi bir engel oluşturuyordu. Sermaye sınıfının istediği dönüşümler işçi sınıfının ve devrimci hareketin mücadelesine rağmen kolaylıkla gerçekleşemezdi. Bunun için ilk hedef işçi sınıfı hareketinin tamamen geriletilmesi ve devrimci hareketin bastırılmasının gerekliliğiydi. İşte büyük burjuvazinin orduyu imdada çağırması o aşamada olmuştu. Amaçlanan şey işçi sınıfı mücadelesini parçalamaktı. Askeri diktatörlük yasaları emekçileri boğan bir cendere olarak varlığını sürdürüyor.

Faşist diktatörlüğün 12 Eylül askeri yönetimiyle gerçekleştirmek istediği temel hedef, kendi iktidarına yönelik devrimci hareketin etkisizleştirilmesi ve yok edilmesi olmakla birlikte, devrimci hareketin gelişimine neden olabilecek her türden ekonomik, sosyal, politik ve kültürel ilişkilerin de tasfiye edilmesi hedeflenmiştir ülke tarihinin en geniş terör uygulamasının gerçekleştiği 12 Eylül döneminin izlerinin günümüzde bırakalım silinmesini, yarattığı toplumsal, siyasal, ekonomik tahribatların etkisi bile azaltılamamıştır. Bu çerçevede, bir yandan devrimci örgütlere ve devrimci kitleye yönelik kanlı bir terör uygulaması sürdürülürken, diğer yandan devrimci hareketin gelişiminde ve yayılmasında etken olan tüm ilişki ve kurumlara saldırılar düzenlenmiştir. Saldırılarla güdülen imha politikası, herhangi bir dönemle kıyaslanmayacak ölçüde ve yeni uygulamalarla bugün bile sonuçlarına tüm toplumun katlanmak durumunda olduğu bir duruma gelinmiştir.

Sermayenin “yapısal dönüşüm” sancıları

12 Eylüle ilerleyen süreçte burjuvazi için bir açmaz da işçi sınıfının giderek güçlenmesi ve sınıf mücadelesinde kendi aleyhindeki yükselişti. 1960 darbesi sanayi sermayesinin gelişme zeminini hazırlamış ve kısmi liberal-demokratik açılımlara olanak sunmuştu. İşçi sınıfı 1960’tan sonra toplumsal hayatta belirleyici bir güç olmaya başladı ve bu gelişmeler sendikal ve siyasal örgütlülük düzeyinin yükselmesinde yansımasını buldu. TİP’in kurularak parlamentoya girmesi, DİSK’in kurulması ve dünyada esen 68 fırtınasının Türkiye’den geçmesi, Türkiye’de sınıf mücadelesi bağlamında bir ivmelenmeydi. Nihayetinde 15-16 Haziran direnişi, işçi sınıfı için büyük bir hareketlenmeydi. Gerekli sinyali alan burjuvazi bir kez daha orduyu yardıma çağırdı. 1971 askeri cuntası işçi sınıfı hareketini parçalamaya, sendikaların etkisini daraltmaya çalıştı, TİP kapatıldı, devrimciler cezaevlerine tıkıldı ve gözdağı vermek için devrimci öğrenci liderleri idam edildi.

İkinci Dünya Savaşından sonra emperyalist metropollerde 20 yıldan uzun süren hızlı büyüme dönemi 70’lerin başlarında hızını kaybederek son buldu ve 70’lerin sonuna doğru, özellikle Amerika ve Avrupa’da işçi sınıfının kazanımlarına yönelik topyekûn saldırılar başladı. Emperyalist-kapitalist sistem yeni bir bunalım dönemine adım atmaktaydı. Dünya burjuvazisi için krizden çıkışın yolu, var olan pazarları derinleştirmek ve yeni pazarlar bulmaktı ve bu ihtiyaca uygun olarak Türkiye gibi ülkeleri emperyalist pazara derinlemesine entegre etmek zorunluydu. Yani uluslararası sermaye ile Türkiye burjuvazisinin çıkarları çakışıyordu. İşte 24 Ocak kararları burjuvazinin dönüşüm sancılarına ve uluslararası sermayenin çıkarlarına bir yanıt olarak gelişti. TÜSİAD, “şiddetle ihtiyaç duyduğumuz dış kredilerle, uyguladığımız ekonomik sistem birbirine çok yakından bağlıdır. Pazar ekonomisinden giderek uzaklaşan bir anlayışla ne Batı dünyasında hak ettiğimiz yeri, ne yeterli kredileri, ne yatırımlar için gerekli dış sermayeyi bulabiliriz” diyordu. IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmaları da, ihracata dönük bir ekonomik uygulamanın başlatılması ve emperyalist sisteme tam entegrasyonun sağlanması doğrultusundaydı.

Bunun için burjuvazinin yeni bir yapılanmaya ihtiyacı vardı. Sermayenin önündeki engellerin kalkması için işçi sınıfının tüm kazanımlarının yok edilmesi ve sömürünün alabildiğine yoğunlaştırılması gerekiyordu ve bu da istikrarlı bir burjuva siyasal rejimin varlığına bağlıydı. Burjuvazi emperyalist kapitalist sistemde artık sermaye ihraç eden birileri olarak yer almak ve oraya entegre olabilmek için devletini de buna uygun olarak yeniden düzenlemek istiyordu. Ancak burjuvazinin kriziyle işçi sınıfının devrimci mücadelesinin ve Kürt halkının uyanışının aynı döneme gelmesi kapitalistler sınıfı için ciddi bir tehdit oluşturuyordu.

Dönüşümün önündeki engel: sınıf mücadelesi

12 Eylül’e varan süreçte sınıf mücadelesinin keskinliği özellikle 1977 yılı sermaye açısından ciddi bir krizin kendisini hissettirmeye başladığı yıl oldu. 1977 işçi sınıfı hareketinin militanlık düzeyinin görülmedik bir seviyeye ulaştığı, burjuvazinin krizini aşabilmek için yükselen harekete saldırmaya başladığı ve 1 Mayıs katliamının yapıldığı yıl oldu. Küçük-burjuvazinin radikalleşen kesimleri de işçi sınıfının mücadelesinin yarattığı etkiden nasibini alıyordu. İşçi sınıfı sanayi bölgelerini ve şehrin her köşesini bir eylem alanına çevirebilmekteydi. İşçi sınıfının böyle bir güce ulaşmış olması, onun aslında potansiyel olarak düzeni değiştirecek bir güce sahip olduğunun somut ifadesiydi.

Burjuvazi her türlü oyuna başvurarak sınıf mücadelesine saldırılarını arttırmaya başladı. Kitleler üzerinde bir terör havası yaratmak için; yığınların milliyetçilik-mezhepçilik temelinde çatışmalar yaratıldı, devrimci gençlik hareketine ve militan sınıf mücadelesine karşı faşist terör devreye sokuldu. Faşist gruplar neredeyse tüm grevlere, mitinglere ve öğrencilere saldırmaya başladı. Burjuvazi yığınlar üzerinde derin bir psikolojik çöküntü yaratmak istiyordu. İşçi sınıfının üzerinde estirilen terör ile tüm sendika, dernek ve devrimci örgütlere yönelik saldırıların amacı kitleleri korkutmak, pasifleştirmek, güvensizleştirmek ve sokağa çıkmalarını önlemekti.

16 Mart 1978’de faşistler İstanbul Üniversitesine saldırdı ve 7 öğrenci öldürüldü. Bu olaya karşı DİSK’in önderliğinde büyük bir tepki örgütlendi. 20 Mart’ta 2 saatlik üretimi durdurma eylemine 1 milyon işçi ve emekçi katıldı. Bundan sonra saldırıların boyutu genişleyerek devam etti. Önde gelen aydınlar, faşist örgütler tarafından katledildi; işçi sınıfı ve öğrenciler üzerinde artan saldırılar Anadolu şehirlerine de kaydırıldı ve mezhep çatışmaları kışkırtıldı. İlk saldırılar Malatya-Sivas-Elazığ’da gerçekleştirildi ve bu şehirlerde yaşayan Aleviler ile Sünniler karşı karşıya getirildi. Buralarda bulunan TÖB-DER’e ve devrimci örgütlere ait binalar yakılıp yıkıldı. Çatışmalar tüm şehri sararak günlerce sürdü Malatya’da. Bu saldırıların ardından diğer şehirlerde de çatışmalar baş gösterecekti. Asıl büyük saldırı Kahramanmaraş’ta başlatıldı. 19 Aralık 1978’de başlayan saldırılar tam anlamıyla bir katliama dönüştü. Şehir yıkıldı, dağıtıldı ve yağmalandı. 25 Aralığa kadar süren çatışmalarda yüzün üzerinde insan faşistler tarafından hunharca katledildi ve yüzlercesi yaralandı; Alevi kökenliler şehri terk etmek zorunda kaldılar. Kahramanmaraş katliamı, DİSK önderliğinde ve çeşitli meslek ve öğrenci örgütlerinin de katılımıyla, 500 bin işçinin kısa süreli iş bırakmasıyla protesto edildi.

Aslında Kahramanmaraş, olayların gelişiminde bir dönemeç olduğu gibi, bir kırılmayı da ifade ediyordu. Faşist saldırıların yarattığı terör, sermayenin planlarını uygulamak için somut zemin hazırlamıştı. 1979’da sıkıyönetim ilan edildi. Ancak darbenin zemini hâlâ hazırlanmış değildi. Çünkü işçi sınıfı mücadeleyi bırakmamıştı; grevler, yürüyüşler, işgaller devam ediyordu. 1979’da 190 grev olurken yaklaşık 40 bin işçi greve çıkmıştı ve işgünü kaybı 2.217.347’ydi. 1980 yılı ise grev ve kaybolan işgünü sayısında görülen muazzam bir yükselişin ifadesiydi: 227 işyeri greve çıkarken, 36 bin işçi grev çadırlarındaydı ve işgünü kaybı dokuz aylık süre içinde 5.408.618’e ulaşmıştı. Burjuvazi için durum hâlâ korkutucuydu. Olaylar sıkıyönetim altında daha da tırmandırıldı; burjuvazi kitlelerin tepkisini kesin surette ölçmek istiyordu.

İzmir’de Tariş işletmesinde çalışan işçiler işten atılıp yerine faşistler alınmak istendi. Bu, planlı bir saldırıydı ve işçilerin fabrikaya sahip çıkacağı biliniyordu. Tariş direnişi sendikacıların ihanetiyle yenildi ve bu yenilgi gerek İzmir işçileri için gerekse Türkiye işçi sınıfı için bir moral bozukluğu dalgası yarattı.

Kahramanmaraş saldırısına benzer bir saldırı da 1980 Temmuzunda Çorum ve Fatsa’da gerçekleştirildi. 22 Temmuzda ise Maden-İş Genel Başkanı Kemal Türkler katledildi. Özelikle Türkler’in öldürülmesi burjuvazi için mücadelenin seyri açısından çok büyük bir anlam ifade ediyordu. İşçilerin tepkisi ölçülmek isteniyordu ve Türkler’in katledilmesine verilecek yanıt burjuvazinin planları açısından belirleyici bir etken olacaktı. Türkler’in cenaze törenine yüz binlerce işçi ve devrimci katıldı. Ölümünün ardından 1 milyona yakın işçi üretimi durdurdu. Ancak sendikal bürokrasinin ve sendikalarda etkili olan TKP bürokrasisinin dizginlemesiyle tepkiler yatıştırıldı. Böylece kitle hareketi saldırılara etkili bir cevap veremeyerek pasif bir bekleme konumuna itilmiş oluyordu.

12 Eylül askeri darbesi ve yarattığı etkiler

Katliamlarla ve provokasyonlarla bir darbenin zeminini hazırlamaya çalışan burjuvazi açısından artık koşullar “olgunlaşmıştı. Amaç, kapitalistler sınıfının kârlarını artırmak için işçilerin mücadelesini silah zoruyla bastıran bir baskı rejimi kurmaktı.Bu Koç’a göre ise “12 Eylül devletin yeniden kurulması devri” olacaktı. 1980’in 11 Eylülünde, yani darbeye bir gün kala, TİSK başkanı Halit Narin üretimi nasıl arttıracaklarının formülünü açıklamıştı: “DGM’ler kurulmadan üretim artmaz”.Aynı Halit Narin 12 Eylül’ün anlamını darbeden sonra şöyle açıklıyordu. “Şimdiye kadar biz ağladık onlar güldü. Şimdi sıra onlarda”.

Askeri diktatörlük işçi sınıfı yığınlarına adeta savaş açtı, o zamana kadar elde edilen tüm kazanımlar bir günde yok edildi. Artık grevler yoktu ve ücretleri Yüksek Hakem Kurulu belirleyecekti. SSK Kanununda değişikliğe gidildi. Sendikalar Kanunu ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu yeniden düzenlendi; sendikalaşmanın önüne muazzam engeller dikildi. Burjuvazi işçi sınıfını dağıtmak, eski mücadele geleneğini unutturmak ve düzen içi kanallarda boğmak için Türk-İş üst bürokrasisini devreye soktu. Türk-İş genel sekreteri Sadık Şide askeri diktatörlük hükümetine çalışma bakanı olarak hükümete alındı. Böylece bu bürokrasinin denetimindeki Türk-İş, burjuvazinin askeri diktatörlük altında işçi sınıfına karşı uyguladığı tüm saldırılara ortak olup destekleyen bir konuma itildi.

Burjuvazi bu durumdan oldukça memnundu. Turgut Özal: “12 Eylül olmasaydı bu ekonomik programın neticelerini alamazdık”; Rahmi Koç: “askeri yönetimin zamanında ve doğru kararlar almasıyla çok değerli zaman tasarrufu sağlandı”; İSO başkanı İbrahim Bodur: “12 Eylül’den sonraki yönetim 24 Ocak kararlarının başarısını iki kat artırmıştır” demekteydi. Böylelikle hem uluslararası burjuvazi hem de Türk burjuvazisi askeri diktatörlükle birlikte siyasal istikrarı yakalamış oluyordu. Çalışma hayatını düzenleyen yasaları TİSK başkanı Rafet İbrahimoğlu’nun kaleme alması yeterince açıklayıcıdır.

Cumhuriyet Gazetesi - 12 Eylül 2000’de Açıkladığı Darbenin bilançosu  şöyledir:

- TBMM kapatıldı, anayasa ortadan kaldırıldı, siyasi partilerin kapısına kilit vuruldu ve mallarına el konuldu. 

-        650 bin kişi gözaltına alındı. 

-        milyon 683 bin kişi fişlendi. 

-        Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 

-        7 bin kişi için idam cezası istendi. 

-        517 kişiye idam cezası verildi. 

-        Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1'i Asala militanı). 

-        İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderildi. 

-        71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı. 

-        98 bin 404 kişi ''örgüt üyesi olmak'' suçundan yargılandı. 

-        388 bin kişiye pasaport verilmedi. 

-        30 bin kişi ''sakıncalı'' olduğu için işten atıldı. 

-        14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 

-        30 bin kişi ''siyasi mülteci'' olarak yurtdışına gitti. 

-        300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 

-        171 kişinin ''işkenceden öldüğü'' belgelendi. 

-        937 film ''sakıncalı'' bulunduğu için yasaklandı. 

-        23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 

-        3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. 

-        400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi. 

-        Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 

-        31 gazeteci cezaevine girdi. 

-        300 gazeteci saldırıya uğradı. 

-        3 gazeteci silahla öldürüldü. 

-        Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 

-        13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 

-        39 ton gazete ve dergi imha edildi. 

-        Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. 

-        144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 

-        14 kişi açlık grevinde öldü. 

-        16 kişi ''kaçarken'' vuruldu. 

-        95 kişi ''çatışmada'' öldü. 

-        73 kişiye ''doğal ölüm raporu'' verildi. 

-        43 kişinin ''intihar ettiği'' bildirildi.

12 Eylül yılları işçi sınıfı ve devrimci hareket için karanlık yıllardı. Kenan Evren idama mahkûm edilen devrimci işçi ve gençler için şöyle diyordu: “Asmayalım da besleyelim mi?” diye ortalıkta pervasızca söylevler veriyordu.

Tüm bu süreçte, devrimci örgütlerin, tarihin en azgın terörü ile ezilmeye çalışılmasının sonuçları açık biçimde ortaya çıkmıştır. Tüm toplumu en geniş biçimde etkileyen devrimci düşünceler ve devrimci faaliyetler, yürütülen büyük terör ile bir süre için etkisizleştirilmiştir. Ancak devrimci örgütlerin belli bir süre sonrasında kendilerini düzenleyebilmeleri, gelişen bir dizi olguyla etkili olmalarına yol açmamıştır. İşte, genel olarak toplumsal ilişkilerde günümüzde bile sonuçlar üreten tüm çürümüşlüğün ortadan kaldırıcıları olan devrimciler, aynı zamanda bu çürümüşlük ortamında etkisiz kalmışlardır.

Askeri diktatörlüğün aldığı kararlar ve yaptığı uygulamalar her türlü yargı denetiminden muaftı. MGK’nın aldığı 52 sayılı kararda şunlar yazıyordu: “Sıkıyönetim Komutanlıklarının kararlarının tartışılması ve haklarında kamu davası açılmış tüzel ve gerçek kişilerle ilgili olarak kamuoyunu yanıltıcı ve ilgilileri etkileyici sözlü-yazılı demeç ya da makale yayımı yoluyla beyan ve yorumda bulunmak da yasaktır.” Daha sonra bizzat askeri diktatörlük tarafından hazırlanan Anayasaya göre, cuntanın uygulamalarına ve cuntacılara karşı herhangi bir yasal işlem yapılamayacaktı. Askeri cunta siyasal alan üzerinde tam egemenliğini kurmuştu.

Devrimci örgütlerin etkisiz kalışlarında, şüphesiz uygulanan devlet terörünün yaratmış olduğu yılgınlık ve bu yılgınlığın yarattığı devrimci örgütlerden ve düşüncelerden kopuş önemli bir etken oluşturmuştur. Ancak, hemen her dönemde ortaya çıkan bu türden kopuşlar, günümüzde varlığını sürdüren bir sürecin tek belirleyicisi olmamıştır. 12 Eylül faşist cuntasının, tüm ilerici, demokrat, yurtsever ve devrimci unsurları, neredeyse yaşama ve çalışma koşullarının dışına itmesi, oligarşinin "adam satın alma" politikaları için gerekli zemini oluşturmuş ve tüm sürece damgasını vuran sonuçlar yaratmıştır.

Toplum korkutulmuş ve sindirilmiştir. “Örgüt” sözcüğünden kitleler korkar hale geldi ve devlet bunu her fırsatta hissettiriyor. Devrimci hareket ve Kürt halkı üzerinde terör estirilmeye devam ediliyor. AB eliyle çıkarılan “demokratik” yasalar sermaye sınıfı için bir anlam ifade ederken, işçi sınıfı ve Kürt halkı için baskılara devam anlamına geliyor. 12 Eylül’ün üzerinden silindir gibi geçtiği işçi sınıfı ve devrimci hareket, ne yazık ki henüz kendini toparlayabilmiş değil.

Tüm saldırıların sonuçlarından biriside sınıf mücadelesinden vazgeçerek hidayeti burjuvazinin kanatları altında olduğunu keşfedenlerin kendilerini açıkça ortaya koyması oldu. Devrimci dalganın yükseldiği dönemlerde mangalda kül bırakmayan küçük burjuva örgüt ve örgüt şefleri karşı devrimin zoru karşısında süratle yerlerini değiştirerek burjuvazinin safında dizilmekte gecikmediler. Bunu yaparken sınıf ve sınıf mücadelesini burjuvazi adına onun sermayesine yedeklemek için ellerinden gelen her türlü sosyalist numaraya başvurmaktan çekinmediler ve hala çekinmiyorlar.  Türkiye devrimci işçi hareketi bu tasfiye ve teslimiyeti görmezlikten gelemez.

12 Eylül saldırısının sonuçlarından tasfiyecilik

Sağ sosyalizmin tasfiyeciliği TBKP (Türkiye Birleşik Komünist Partisi)

Sol hareket içinde 1980 sonrası ilk yasalcı eğilim ve demokrasi havariliği yine sağ sosyalizm çizgisinden çıktı., 198O'1İ yıllarda önemli yapısal ve biçimci bir değişme de sağ oportünist çizgide görüldü.

12 Eylül’e TKP’ tam olarak tavır bile alamamıştır. “12 Eylül darbesi olduğu gün… ilk TKP MK'nin bildirisi hazırlanır. PB üyelerinin de gelmesiy­le bildiri taslağı kabul edilir. İçerik olarak faşist bir darbe olduğuna dair yorum yapma olanağı veren bir anlatım içindedir: "Türk tekelci burjuvazi­sinin en geniş kesimlerinin darbesidir ve ana doğrultusu işçi sınıfına, ko­münist harekete, emekçi sınıflara karşıdır."[244] sözleri ile biter.

Fakat gerek TKP kadrolarından, gerekse diğer yakın partilerden TKP'ye bir dizi bilgi iletilir. “…En önemli bilgilendirme ise TKP kadrola­rından gelenlerdir. Çünkü Parti kadroları içinde bir dizi generalin çevre­sine çok yakın, hatta ailesinden insanlar vardır. Emniyet Genel Müdürlüğü’nden yargı organlarına, Dışişleri Bakanlığına kadar o gibi yerlerde, o gibi ailelerden gelen Parti üyelerinin verdikleri bilgiler, Cunta'nın içinde iki kanadın var olduğu yönündedir. Sosyalist ülkelerde bilim adamı olarak çalışan insanların verdiği bilgiler de aynı doğrultudadır. Parti kısa bir süre sonra Cunta'nın karakteri hakkında farklı bir pozisyona girer. Bu bilgilen­dirmeler sonucu analiz ettiklerinde Cunta'da bir kesiminin tırnak içinde "Kemalist", bir kesiminin ise tipik "faşist" olmak üzere iki kanattan oluştuğunu; dolayısıyla "bu bir gerici askersel darbedir" sonucuna var­dıklarını; "askersel darbeyi desteklemediklerini, askersel darbenin gerici bir karakter taşıdığını "vurguladıklarını; ancak onun içinde bir "çatlak" olduğunu; bu çatlağın belirli ölçülerde faşist MHP'ye yönelik tutuklamalarda kendini gösterdiğini, bir yandan sola vururken, diğer taraftan faşistlere bi­le vurduğuna dair olguları hesaba katarak öyle bir çizgi oluşturduklarını belirtiyor ve ekliyor: "Yalnız burada tabii bazı kaba yaklaşımlar da oldu ve bu çok şematik hale geldi. Öyle olunca sanki Cuntanın bir ilerici, birde gerici kanadı varmış gibi bir intiba uyandı. Parti yayınlarında da zaten bu­na uygun, bunu pekiştiren, böyle bir izlenimi güçlendiren görüşler de yer alıyordu."[245]

1980 öncesinde Türkiye’de faşizmin varlığına karşı duran TKP, bütün sosyalizm ve komünizm söylemlerine rağmen uzlaşmacı tavrını faşist cunta karşısında bile böyle ifade ediyordu. Zira yukarıda haber kaynaklarına bakıldığında örgütün kadro yapısının yapısı ve durumu bu uzlaşmayı gerekli kılmaktadır.

1980 öncesi TİP - TKP Arasındaki Birlik

 TKP ve TİP çizgileri, bu iki düşman kardeş parti, bir sihirli değneğin değmesiyle bir araya gelmezler bu birleşmenin daha öncesi de vardır.

“ N. Sargın, 1979 Seçimleri'nden sonra 80 başında yapılan TİP-TKP protokol taslağının, resmi bir açıklama yapmaksızın legal bir parti kurmak türü bir yaklaşım olmasın diye, "Cephe gibi değil, biz sizinle aynı yerde­yiz' 'biçiminde olduğunu ve TKP'nin, "Eşit koşullarda ileri giden, bize le­gal bir şey lazım" dediğini; 12 Eylül'den sonra yurtdışına çıkınca, "Birleş­me yerine, kaynaşma" yaklaşımının geldiğini açıklıyor, 12 Eylül öncesi görüşmeler. TIP-TKP arasındaki birlik ilişkilerini eski TKP'li kadrolar sevinçle karşılamış.”[246]

“Bu nedenle protokol formülasyonları, TİP'le ilişkilerini geliştirme ka­rarında olan bir TKP; bu konuda kesin kararı var, ama TİP gibi bir birlik istemeyen bir TKP" diyor.

TKP ile TİP'in birleşme girişimlerinin 1979'da başladığını ve yoğun bir biçimde 12 Eylüle kadar geldiğini; TKP'den kendisinin, Mehmet Bozışık ve o dönemin Türkiye temsilcisinin, TİP tarafında da her zaman N. Sargın, zaman zaman B. Boran ve ara sıra O. Sakalsız'ın katıldığı sürekli toplantılar biçiminde sürdüğünü; TKP'nin, "Önce eylemde birliği sağlayalım, bu eylem birliğinden birleşmeyi çıkaralım" diyerek eylem bir­liğini, TİP'lilerin ise birleşmeyi savunduklarını belirtiyor. Ancak, o günlerin tartışmaları birleşmenin zaafını oluşturmuş, aşılamamıştır. Tartışma­larda TİP'in genellikle, "Siz böyle diyorsunuz güzel, ama TÖB-DER'in şu kongresinde sizinkiler şöyle yaptı" yahut "Şu sendikanın kongresinde si­zinkiler böyle yaptı" dediklerini, TKP'nin de: "Peki güzel, belki haklısınız, biz onları etkileyemiyoruz, ama siz de etkileyemiyorsunuz, sizin de filan kongrede arkadaşlarınız şöyle yaptı" biçiminde, karşılıklı suçlamaların getirildiğini anlatıyor.”[247]

12 Eylül sonrası 1983 “serbest seçimlerin” yapılması ile TKP eski gizini ve "dev­rimci" parti çizgisini bıraktı; NATO'ya ve AET'ye hayır politikasından vazgeçerek, Anti-Amerikancı tavrını yumuşatarak yeniden yapılandı. Bu yeniden yapılanmanın adı da Türkiye Birleşik Komünist Partisi oldu.

“Türkiye'de 1980 öncesi görüşmeleri Haziran 1980'de iki parti arasındaki birleşme protokolü ile sonuçlanır. Protokol TİP ve TKP yönetimleri tara­fından Sofya'da imzalanır. N. Sargın, 1980 yılında ilk protokolün içerik olarak "TİP-TKP Marksist-Leninist ilkelerden esinlenir, birbirlerini aynı zeminde görür ve sosyalizmi hedefler" biçiminde olduğunu ve bunun, özellikle "TKP açısından böyle kabul edilmesinin önemli olduğunu, çün­kü o güne kadar TİP'İ hep "sosyalizan bir parti" olarak gördüğünü belirtiyor.”[248]

TBKP Önderleri, sosyalizm söylemlerinden vazgeçmeksizin, eski minareyi yeni kılıf içerisinde sunarak değişimi gerçekleştirdiler. Bu birleşme ve legalleşme çizgisi, çoğu genç kadrolar içerisinde benimsenmese de, artık tamamen ticari ve bürokratik İşlerle "sosyalizmi" sürdürerek, düzene eklemlenme sürecini tamamlamış "eski" parti kadroları bu gelişmeleri, yaşadıkları sürece denk düşmesi anlamında, ayakta, alkışlarla karşıladılar.

TBKP'nin açığa çıkması cunta başı Kenan Evren'in Ekim 1988'de Almanya gezisi sırasında yaptığı açıklamalarda Kenan Evren, 'Türkiye'de koşullar olgunlaşınca, komünist bir partinin kurulmasına izin verilebileceğini" açıklamasının ürünüdür; Bu açıklamayı da TBKP kendince sürdürdüğü mücadelenin zaferle sonuçlanmasının bir ifadesi olarak sunmaya çalıştı. Burjuvazi “yıllardır uğraştığı” TKP’yi TBKP ile dizginlemiş ve kendi saflarına açık olarak katılmasını sağlamıştır.

TBKP’ gerek TİP olarak gerek TKP olarak yıllardır eklemlenmeye çalıştığı burjuva parlamenter sisteme en nihayet kavuşma olanağını buldu. Türkiye cum­huriyetinin yasal bir öğesi olmayı hak etti. Şu anda, burjuva demok­rat parti CHP'den daha geri bir politik programa sahip olması TBKP'ye bu hakkı kazandırıyor. 12 Eylül as­keri diktatörlüğünün saldırısı karşısında, burjuva par­lamenter sisteme eklenerek, yapısını korumaya çalışan "sosyalist" bir partinin legal olarak varlığını sürdürmesi, ancak radikal alanı terk etmesi ile mümkün olabilirdi. TBKP ‘de sistemdeki yerini aldı.

TBKP’de 1989’da yöneticilerinin “illegal çalışmayı sona erdiriyoruz. Türkiye’de çağdaş yığınsal geniş bir komünist partisine ihtiyaç olduğunu, bunun ülkedeki tüm Marksistlerin komünistlerin eseri”[249] olacağını belirttikleri anda TBKP yaşamına son vermişti.

Yaşanan bu süreci TBKP önderleri nasıl açıklıyorlar; "Ülkemiz politik kültüründe demokratikleşme, uygar­laşma doğrultusunda önemsiz sayılmayacak değişiklikler var. Ülkemizde politik rejimin belirlenmesine Marksistlerin kendi katkılarını yapmaları daha olanaklı. Şimdi değişen nedir? Değişen 1980 öncesi, daha Gorbaçov uluslararası politikada etkin rol üstlenmemişti ve bugünkü resmi Sovyet­ler Birliği Komünist Partisi politikası henüz gündeme gir­memişti. Önümüzdeki bir yıllık kritik döneme bu koşullar­da girmemiz Önemli bir avantaj. Bunu değerlendirebilmek için her çabayı göstermemiz gerekiyor."[250]

Yıllardır izlediği Sovyet çizgisinden sapmayan ve her durumda onları takip eden TKP’nin Türkiye’de tamamen yer aldığı cepheyi açıklaması 1980’lerin sonunu bulmuştur. Söylemlerinde devrimci hareketlere karşı takındığı sağ uzlaşmacı yaklaşım her şeye rağmen onu sol bir çizgide değerlendirilmesine neden olmuştur. Böylece hem TİP hem de TKP tarihsel olarak gerçek yerlerini almışlardır. TBKP’nin bu durumu kesinlikle devrimcilikten reformizme veya yasalcılığa savrulan örgüt ve partilerin yapısı ile karıştırılmamalıdır. Zira her iki yapı her zaman devrimci radikal çizginin dışında durmuşlardır.

Yeni Açılım Dergisi yazarı, "Politik kültüründe demokratikleşme", "uygarlaşma" "Marksistlerin kendi katkıları", "kritik dönem" gibi tanımlamaların arkasına sığınarak yasalaşmanın üzerinden atlıyor. Yazar "politik kültüründe demokratikleşme, uygarlaşmanın" verilerini açıklamıyor. Zira bu açıklamaların gideceği yer, burjuva kapitalist sistemin muhalefet ile sınırlı olmak koşuluyla kabulü olacaktır. Politik rejimin belirlenmesinde "Marksistlerin kendi katkılarının neler olabileceği ve bunun kime hizmet edeceği sorulmuyor bile.

TBKP'nin teorisyenleri hareketin yönünü şöyle belirliyorlar; "Hareketimiz ayrı zamanda bir yenilenme sürecindedir. Bu, çok yönlü, çok boyutlu bir yenilenmedir. Programatik yaklaşımlarımız geçmişi değerlendirmemiz, geleceğe bakışımız değişmekte çağın koşullarıyla uyum içinde bir politika oluşturulmaya çalışılmakta, günlük çalışma tarzı, Örgüt anlayışı, birbirimizle ve dışımızdaki güçlerle yeniden düzenlenmektedir.”

"Geride bıraktığımız dönemde, bu üç doğrultuda atılan adımlarla eski durum terk edilmiştir, eski varlık koşullarında köklü değişiklikler gerçekleşmiştir. Yeni niteliksel durum ise henüz tam oluşmamıştır, Bir geçiş dönemindeyiz."[251]  "Eski varlık koşullarında köklü değişiklikler", "yeni niteliksel durum" gibi hayali, varsayılan olguları hesaba katmazsak, yazarın söylediği yeni bir şey yoktur.

1980 yılı ile 1984 arasında bir tarihte, Türkiye’de TKP'nin varlık koşullarında köklü değişikliklere neden olacak bir değişim gerçekleştiğini ifade eden yazar bunları pek açıklamıyor. Bu köklü değişikliği sadece TKP'liler fark etmiş durumda. TKP, yasal ve parlamenterci TİP ile birleşince birden ufukları açıldı bir "B" eklenmesinin ile onlarca değişikliğin farkına vardı. Hakkını yememek lazım kapitalist sistemin nimetlerini Gorbaçov’la yeniden keşfeden TBKP, bugün toplumsal bir "ilerleme" ile sosyalizme geçeceğimizi bize söylerken; bu köklü değişikliğe bağımlı olarak da "açıklık" ve "yeniden yapılanma" politikaları uygulamaya sokulacak.

Gorbaçov'un SBKP Genel Sekreteri olmasıyla birlikte, “sosyalist” bir ülkenin iktisadi ve siyasi sorunlarına ilişkin, yeni politik, ekonomik programlar ve çözümlemeler gündeme alınmıştır. Bu yeni politika, Sovyetler Birliğinin, yani sosyalist bir ülkenin ekonomik ve politik sorunlarına ilişkin çözümler ve buna bağlı olan yapılanmalardır, TBKP önderleri sorunun bu yanını atlayarak, taklitçi, şemacı -her zamanki tavırlarıyla- bir yaklaşım içine girerek, bu yeni politikayı Türkiye'ye taşımaya çalışıyorlar. "Dikkat edin yalnız komünist partiler değil, ilerici, demokrat pek çok insan bugün Moskova'ya gidiyor, Moskova'ya koşuyor. Niye? Gorbaçov pek çok gazeteciyle röportajlar yapıyor. Bunlar geçmişte olmazdı. Öyle zan­nediyorum ki, Ekim Devriminin 70. yıl dönümü kutlama toplantıları, dünya komünist hareketinde önemli bir canlanmanın İşaretlerini gösterecektir."[252] İşte TBKP'nin yaşadığı canlanmanın gerçek neden­lerini.

TBKP'nin legalleşmesinin gerekçelerini açıklamak için bunca zorlanmanın anlamı yoktur. TBKP’nin dün ve bugün için söyleyebileceği şey; "Biz eskiden de legaldik; illegalite, yalnızca burjuvazinin komünistleri bizim sayemizde işçi sınıfı ve ezilenlere  "Öcü" gibi göstermek gereksiniminden doğmuş bir tanımlamasıydı.

TKP'nin,1980 askeri darbesiyle birlikte, "komünist" maskesi düştü. Artık, "gizlilik" altında kendini "güçlü" ve "öncü parti" olarak gösterme olanağı yoktur. Üstelik TBKP'nin gizleyecek şeyi de kalmadı. "Komünist partilerinin bugün bir zayıflama içinde olduğu açık bir gerçek. Kimse bunu gizlemiyor zaten."[253] TBKP önderleri gerçekten de içtenlikli davranıyorlar, durum bu kadar açıktır.

1980 yılı öncesi burjuvazinin de TKP'yi gizli parti imajı yaratarak güçlendirmesi TKP'lilerin işine yaradı. Ama savaş anı gelip çattığında rüzgâr ters döndü. Gizlilik TKP'nin rahatının bozulmasına neden oldu. Kuşkusuz artık bur­juvazinin de bugün için böyle bir imaja gereksinimi kalmadı. Tekelci burjuvazinin Avrupa'ya şirin görünmek gibi bir derdi var ve tam da bu noktada yeni tarihsel görevi için, TBKP soyunmak istiyor. Nedir bu görev? TBKP önderleri açıklıyor; "Demokrasi bizim sorunumuzdur. Komünistlerin özgür çalışma koşullarına kavuşması demokrasimizin artık pratik bir ihtiyacıdır."[254]

Önümüze konulan sorun, yine demokrasidir; söz konusu demokrasi de burjuva demokrasisinden başka bir demokrasi değil. TBKP önderleri burjuva demokrasisinin "pratik ihtiyacı" uğruna, "özgür çalışma koşullarında" olmayı istiyorlar. (Burjuva demokrasilerin de devrimci bir parti için özgür çalışma koşullan ne kadar mümkünse tabi.) Ve salt bunun için legalleşmek uğruna savaşıyorlar. Başkaca dertleri yok; amaçlan bu kadar masum. Her şey burjuva demokrasisi İçin.

Kruşçev’den başlayarak Brejnev’le devam eden kapitalizmin restorasyonu politikasını göklere çıkaran TKP, bu gün Gorbaçov'la birlikte Brejnev politikasını bile eleştirmiş ve yetersiz görmüştür. Zira çağımızın en büyük “devrimcisi” Gorbaçov’dur. Zira o Brejnev gibi bir sosyalizm maskesi arkasına saklanma ihtiyacı duymadan varolan durumu kabullenmiş ve duruma uygun davranmıştır. TBKP önderleri geldikleri nesnel gerçeği gayet iyi görüyorlar artık eskisi gibi komünizm iddialarıyla illegalite oynamaya çalışmanın bir anlamı kalmamıştır.

 TKP'nin 1980 öncesi savunduğu stratejik ve taktik politikada, öze ilişkin gerçek bir yenilenme yoktur. TKP'nin,  Devrim,  devlet,  Örgütlenme ve ulusal soruna ilişkin görüşlerinde hiçbir "ilerleme" olmamıştır. TKP önderleri 973 yılından beri sınıf savaşımından ve toplumsal ilerlemeden söz ettiler ama proletarya diktatörlüğü sorununu hiç tartışmadılar. TKP önderleri, toplumsal ilerlemeyi kapitalist sistem dışına hiç taşımadılar, toplumsal ilerlemeyi proletarya diktatörlüğüne vardırmadılar. Bunun nedenini şimdi anlatıyorlar; "Bu programımızda proletarya diktatörlüğünü göremiyorsunuz. Çünkü bize göre, proletarya diktatörlüğü en gelişkin demokrasi demek. Fakat günümüzde bu söz bunu vermiyor. Bu yüzden bırakıyoruz."[255] TBKP için, proletarya diktatörlüğü yalnızca bir "söz" ve bu basit "söz", "gelişkin demokrasiye" karşılık gelmiyor; bu yüzden bırakılıyorlar. TBKP önderleri için sorun bu kadar basit

TBKP önderlerinin dün sınıf mücadelesinden söz etmeleri onların Marksist olmasına yetmemişti "Yalnızca sınıf mücadelesini kabul edenler, henüz Marksist değillerdir; denilebilir ki, bunlar hala burjuva düşüncesinin ve burjuva siyasetinin sınırlarım aşamamışlardır. Marksizm'i sınıf mücadelesi öğretisiyle sınırlamak demek, Marksizm’i budamak, çarpıtmak ve burjuvazi tarafından kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Ancak sınıf mücadelesini kabul etmeyi proletarya diktatörlüğünü kabul etmeye vardıran kimse Marksistir. Marksist ile sıradan küçük ( aynı zamanda büyük) burjuva arasındaki en derin ayrımı oluşturan şey de budur."[256]

Dün ve bugün TKP'nin programında devrimci bir yönde gelişme olmadığı ortadadır. TBKP, parti programında proletarya diktatörlüğünden söz edilmiyor. Açıkça proletarya diktatörlüğünü savunmayı ve bu bel­geyi parti programına koymayı reddeden TBKP önderleri, bu tavırlarına bağlı olarak hiçbir dönem savunmadıkları devrimci şiddeti de reddettiklerini ısrarla belirmeden geçmiyorlar.

" Ama biz şimdi öyle bir yol döşemeye çalışıyoruz ki bu demokratik yoldur,   şiddetle karşılaşılmasın, Biz şiddetle karşılaşmayalım biz de şiddet kullanmak durumunda kalmayalım. Bunun için şimdiden demokratik yollara dört elle sarılmak ve barışçı yolu hazırlamak lazım. Biz barışçı yolu hazırlamak istiyoruz ve açık ki şiddeti red­dediyoruz."[257]

Bir partinin Marksist bir parti olmamasını belirleyen ana karakteri, onun silahlı mücadele biçimlerini veya parlamenter savaşım biçimlerini temel savaşım biçimi olarak kabul etmesi değildir. Çünkü kendi başına bir silahlı mücadele veya şiddete dayanan devrim düşüncesi bir yapıyı Marksist anlamada sosyalist kılmaz. Barışçıl yöntemleri savunmak veya reddetmek de aynı anlamda değerlendirilmelidir. TBKP'yi küçük burjuva Sağ sosyalist yapan ana ölçüt; onun programında, dün olduğu gibi bu günde, sınıf mücadelesini,   proletarya diktatörlüğüne ve sınıfsız topluma vardıracak ve bunu nihai olarak hedefine alan bir anlayışa ve bu anlayışı ifade eden bir belgenin olmayışıdır. "Ama bu kapitalist demokrasiden, kaçınılmaz bir bi­çimde dar olan ve yoksulları sinsice bir yana iten, bu yüzden de iliğine kadar ikiyüzlü ve sahte olan bu kapitalist demokrasiden yola çıkılarak sağlanacak gelişme, liberal Profesörlerin ve küçük burjuva oportünistlerinin bizi inandır­maya çalıştıkları gibi kolayca, dosdoğru ve dümdüz ilerleye­rek "gitgide daha geniş bir demokrasi"ye götürmez. Hayır, ileriye doğru, yani komünizme doğru gelişme proletarya dikta­törlüğünden geçer; başka türlü de olmaz, çünkü kapitalist sömürücülerin direnmesi başka hiç bir kimse tarafından, ya da başka hiç bir biçimde kırılamaz."[258]

Fakat TBKP önderlerinin gözlerini burjuva demokrasisinin erdemlerine öylesine dikmişlerdir ki, "Bu gün kapitalizm çerçevesinde demokratik alternatif politika öne sürüyoruz. Demokrasiyi koruyup güçlendirmeden sosyalizme geçişin yolunun açılamayacağına, sosyalizme ancak demokrasi yolundan geçilebileceğine ve sosyalizmin ancak demokrasinin gelişmesiyle gelişebileceğine inanıyoruz."[259] Bu inanç ile  burjuva demokrasisinin geliştirilmesinden başka yol göremiyorlar.

Dün için utangaç sistem savunuları artık burjuva demokrasisinin açık savunularına ve meziyetlerinin övülmesine dönmüştür. Oysa Lenin’in dediği gibi "Kapitalist toplum, en elverişli koşullar altında gelişecek olursa bize, demokratik cumhuriyette az çok eksiksiz bir demokrasi getirir. Ne var ki, bu demokrasi her zaman kapitalist sömürünün getirdiği dar sınırlar içine hapsolmuştur. Bu yüzden, bu demokrasi gerçekte her zaman azınlık İçin, ancak mülk sahibi sınıflar, ancak zenginler için bir ile demokrasi olarak kalır"[260]

TBKP, önderlerinin anlamadığı -anlamak İstemediği-durum budur. Yalnızca, proletarya diktatörlüğü sorununa yaklaşım biçimi dahi; TBKP'nin Marksist-Leninist bir parti olmadığını kanıtlamaya yeter. Evet, TBKP hareketi dün de bugünde Marksist bir parti olmadı. Bu koşullarda olması da mümkün görünmüyor.

TKP'de yaşanan değişim; devrim devlet sorunlarında değil ama örgütlenme anlayışında, biçimsel bir değişim yaşadığı söylenebilir. TİP için bu geçerli değildir geçmişte ne ise birleşmede de ve yok oluşunda da aynı olarak kaldı. TKP’nin, devrim diye bir sorunu hiç olmadı; bu nedenle TKP için "gizlilik" şekilselliğin dışında, devrimci bir anlam taşımadı. Bu gizlilik, bir mason tarzı vb. örgütlenmesinin "gizliliği" kadar şekilseldir. TKP de bu şekilselliğe son verdi.

THKP/C Sol görünümünden DEVRİMCİ YOL Sağ Oportünizme bir ilerleme

Türkiye sol tarihinde 71 devrimci kopuşunun ayırt edici özelliği pasifizme karşı başkaldırıdır. 1974 sonrası gelişen ve 12 Eylül sürecine kadar ki zaman diliminde kendisini ortaya koyan hızla gelişen yapılardan biride THKP/C’ dir.

THKP/C’nin temelde Mahir Çayan’ın kesintisizlerini temel arak ve onun devamcısı olmak adına Marksizmle bağ kurma konusunda hiç bir adım atmadı. Söylemlerindeki Marksizm-Leninizm’den sadece kesintisiz Devrim çalışmasını destekleyecek atıflar dışında öz olarak bir şey yoktur. Ama yinede “sol tarihi” içerisinde özel bir yer tutan Devrimci Yol Hareketi gelişmesi ve ulaşabildiği devasa boyutuyla incelemeye değerdir.

DY hareketine, "Özel" bir önem atfedilmesinin gerekçeleri vardır. 12 Eylül 1980 öncesi “Che vari”  "burjuvazi bizi savaşa davet etti, daveti kabulümüzdür." Gibi bir söylemle, geniş gençlik yığınlarını peşinden sürüklemişti. 12 Eylül'ün hemen sonrasında teslim olarak tam bir çözülme içine girdi. İzlediği politik çizgiyle, arkasından sürüklediği yüz binlerce insanı, reformizmin, pasifizmin kucağına bıraktı. Bu çözülme ve teslimiyet, kadrolarının çok büyük oranda siyasi erozyona uğramış olmasını beraberinde getirdi. "Devrimci Yol" erozyona uğrayan siyasi grupların başında geliyor denilebilir. 12 Eylül 1980 öncesi, önemli kitlesel bir potansiyeli, deyim yerindeyse, elinde tutan DY’ nin içine düştüğü teslimiyet psikolojisinden uzun bir süre kurtulamamaları ve dışarıda bulunan kadrolarının da iradi inisiyatiften yoksun oluşu, hareketi uzun süre başıboş bıraktı.

Başsız ve örgütsüz kalan kadro ve taraftarların önemli bir bölümü bölünebileceği ve dağılabileceği kadar parçalandı. Bu parçalanma ülke içinde reformmizmin kuyruğa takılmak ve onun peşinden sürüklenmek oldu. Avrupa'da bir grup DY'ci sivil toplumculuğa sığınarak erirken; "Devrimci İşçi" Dergisi çevresinde kalan bir avuç insan ise, sesini yeniden duyurmak için yırtındı durdu. Ama denilebilir ki, genel olarak Kendisini THKP/C olarak adlandıran hareket DY hareketi olmanın ötesine geçemedi. Bağımsız bir politik hareket durumuna ulaşamadı. DY’ nin, kadroları, devrimci bir politikadan uzak olarak, burjuva politikalarının arkasından sürüklenerek, burjuva düzenine eklemlendiler. Bu eklenmede gruplar halinde sempatizan ve taraftarı peşlerinden sürüklediler. Çıkışları itibarı ile Marksizme mesafeli duruşları ve marksizmin edinimini Çayan üzerinden gerçekleştirme çabaları DY kadrolarının, 12 Eylül yenilgisi sonrasında kendi durumlarını politik bilince çıkartacak teorik ve pratik çözümler bulma olgunluğundan yoksun bırakmıştır.

 Bu kadrolar, kitlelerin kendiliğindenci hareketi arkasında sürüklenmeyi ve kendiliğindencilik önünde boyun eğmeyi bir politik duruş saydılar ve etraflarında sundular. 12 Eylül öncesi tipik bir küçük burjuva "sol" sosyalist çizgi olarak siyasi arenada önemli bir yer işgal eden DY Dergisi hareketi 12 Eylül 1980 sonrası ise sağ oportünist bir tavırla siyasi arenadaki yerini korudu. Kitlesel boyutta aynı gücü yakalamasa da örgütsel boyutta ve örgütlenmede daha gelişmiş bir hareket olan, Türkiye Dev­rimci Komünist Partisi (Halkın Kurtuluşu) de aynı karakteri gösteren bir hareket sayılabilir.

"Devrimci Yol" (DY), sınıfsal açıdan irdelenecek olursa yöntem ve dolayısıyla da stratejik çizgisiyle bir küçük burjuva hareketidir.

Birinci olarak; DY önderleri, teoride, silahlı propagandayı, giderek halk savaşına dönüşecek olan dev­rimci terörü, "kitleleri harekete geçirecek bir mücadele biçimi olarak görmeyi ve savunmayı "devrimciliklerinin" "özel" belirtisi saydılar. “suni dengenin” kırılması için silahlı Propaganda, Mahir Çayan'da ifade edildiği biçimde konuldu; Fakat DY hareketi bu tanımlamayı "silahlı mücadele" tarzında savunarak hareket etmekte bir sakınca görmemiştir. 

DY’ nin "öncü savaş”çıları, Pratikte, demokratik kitle örgütlerinde ve sendikalarda çalışmaların İçerisinde boğulmalarına rağmen; keskin, savaşçı ve "devrim­ci" sloganları bol bol kullanarak, diğer siyasi örgütlerden ayrıcalıklarını vurgulamaktan geri kalmadılar. THKP/C’nin partileşmesi ve öncü savaşçı bir parti olarak sınıf mücadelesine atılması da bilinmeyen bir sürecin sonuna itildi. Öncüsüz savaş; nihilizmin, “başıbozukluğun”, disiplinsizliğin ve kendiliğindenciliğin yaygınlaştırıldığı bir ortam da 12 Eylül sonrası dağılmanın maddi ve entellektüel kökleri filizlendi.

DY Dergisi, kendince sağcılıkla eleştirdiği diğer sol hareketlere karşı sağ oportünizme karşı çıkma adına sözde "şiddetli" bir savaş başlattı. Diğer yapıların, sağ çalışma tarzına saplanmakla eleştirilmesi sadece kendi içine dönük bir sağlamlaştırma çabasıydı. Pratikte attığı her adım devrim adına; günlük çalışmanın kısır çıkarlarına feda edildi ve sağ oportünizmin yaptığını yaptı.

DY önderlerinin Marksizmden etkilenmeleri; teoride, işçi sınıfının gerçek ve devrimci çıkarlarını savunmak gibi görünürken marksizm alanıyla gerçek bir bağ kuramadılar; işçi sınıfının devrimci çıkarları yerine halkın çıkarlarını savunmayı amaç haline getirdiler.  Kuşkusuz bu bakış açısı, DY önderlerini, sınıflar savaşımında, Marksistlerden ayırdı. "Revizyonist Diktatörlük" gibi ucube kavramların türetilmesi ya da daha önceden M. Cayan tarafından kullanılmış olan "işçi sınıfının ideolojik öncülüğü", "Suni denge", Politikleşmiş askeri savaş stratejisi", "açık faşizm-gizli faşizm", "evrim-devrim iç içedir" vb. dayanaksız kavramlara sarılmasının temelinde de duran bu bakış açısıdır. Ki DY önderleri bu bakış açısından kurtulamadılar.

Sınıfsal karakter olarak küçük burjuvazi, kendi içinde sürekli olarak dağılan ve farklı biçimlerde yaşamını sürdürmeye çalışan toplumsal bir kesimdir. Küçük ölçekli üretimden, büyük ölçekli üretime zorunlu geçişin seyrine ve kapitalizmin, giderek, tekelci kapitalizme evirilmesine koşut olarak ve bu sürecin içinde yer alarak yoksullaşan ve mülksüzleştirilen bu toplumsal kesimler, bu etkinin verdiği savrulmalarla hızla devrimci yola girerler. Dolayısıyla bu kesimler, bu süreçte, kaçınılmaz olarak öfkeli çıkışlarla ve çözülmelerle kendilerini ifade ederler. Küçük burjuvazisinin "devrimcilikten" pasifizme de hızla kayması, onun sınıfsal karakterinin önemli bir yanıdır. Türkiye'nin nesnel gerçekliği, küçük burjuvazinin bu karakterinin var olmasına elverişli konumdadır. Türkiye'deki ve Dünyadaki sınıf savaşımları tarihi ve mücadele deneyimleri, küçük bur­juvazinin bu ikili karakterini gösteren örneklerle doludur ve bu olgu sağ ve sol sosyalizm çizgilerine zengin bir görüntü sağlamıştır.

Ülkemizde Latin Amerika tarzı gerilal devrimciliğinin ortaya çıkması ve bu tavrı da kendi "devrimciliğinin "özel" belirtisi olarak göstermesi; yalnızca Türkiye'deki sol sosyalist hareketlere özgü bir tavır değildir. Bu, genel, uluslararası bir tavırdır. Ancak bu hareketler var oldukları ülkenin siyasi ve iktisadi yapısına göre farklı biçimlerde şekillenirler. Diğer yandan bu sol maceracı çıkışların, yenilgiye uğraması; bu türden hareketlerin kısa soluklu olması; hareketin küçük burjuva sınıfsal zemine oturmasından kaynaklanır.

Devrimci terörü "oligarşi" ile halk arasındaki "suni denge"yi kırmak için ve "patlamaya hazır" halkı "harekete" geçirmek İçin gerekli ve temel mücadele aracı olarak görmek -ya da öyle savmak- küçük burjuva sol devrimciliğinin uluslararası ve geleneksel ideolojisinin ana ve belirgin niteliğidir. Bu çizgi, Türkiye'de 1970'Ii yılların başında Mahir Cayan tarafından şöyle formüle edildi; "Silahlı propagandanın dışındaki öteki politik, ekonomik demokratik mücadele biçimleri silahlı propagandaya tabidir ve silahlı propagandaya göre biçimlenirler. (Tali mücadele biçimleri temel mücadele biçimlerine göre şekillenir. Yani silahlı propaganda metotlarına göre şekillenir).

"İşte silahlı propagandayı temel, öteki politik ve ekonomik ve demokratik mücadele biçimlerini, bu temel mücadele biçimine tabi olarak ele alan devrimci stratejiye, politikleşmiş askeri savaş stratejisi denir." [261]

Kuşkusuz, mücadele biçimlerini ele alış konusunda, DY önderleri Mahir Çayan'ı izlemediler; "Politikleşmiş as­keri savaş stratejisine" bağlı kalmadılar.

DY Dergisi hareketi, her ne kadar pratiğiyle, söyle­dikleri uyumlu olmadıysa da, tipik bir küçük burjuva sol çizgi olarak ortaya çıktı ve bu çizgisini sürdürdü. DY hareketi, teorik ve pratik olarak, eklektik çizgisinin İzin verdiği ölçüde siyasi ve ekonomik tüm mücadele biçimlerini yürüttü. Bu faaliyetlerini de önemle vurguladı. Hatta pratikte, ekonomik ve demokratik mücadele, silahlı mücadeleden çok daha öne geçirildi. DY hareketi, teorik olarak, "silahlı mücadeleyi" temel mücadele biçimi saydıklarım açıkladılar. Ancak, pratikte, siyasi mücadelenin tüm barışçı ve reformcu metotlarını, ana çalışma biçimleri olarak kullandı. DY hareketi, siyasi ve ekonomik mücadeleyi birlikte yürüten, siyasi parti ile sendika karışımı bir örgüte dönüştü. DY hareketi söylemde sol sosyalist, pratikte ise reformist, sol Kemalist-halkçılık çizgisinde yürüdü.

DY ile Mahir Çayan'ın tezleri arasında lâfzî birkaç söz dışında herhangi bir bağ yoktu. Pratik tutum olarak Mahir Çayan'ın eylem anlayışı reddetmişti. Çayan’a göre: "Demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılmadığı -rafa kaldırıldığı- daha doğru bir değişle oligarşi tarafından kullanılmasına "izin" verilmediği, ordusu, polisi ve diğer güçleri ile emekçi kitlelere tam bir tenkil politikasının izlendiği bütün geri bıraktırılmış ülkelerde bu tip klasik "kitle çalışması" ile ekonomik ve demokratik mücadeleyi, politik mücadeleye dönüştürmek isteyen örgütler, düşmanın askeri üstünlüğü ve baskısı karşısında, güçsüzlüğe düşecekler, giderek de iyice sağa kayacaklardır.

"Bu yol" oligarşik diktatörlük ile halktan gelen baskı arasında kurulmuş olan suni dengeyi bozacak yerde onu devam ettirecektir."(Che) "Evet devam ettirecektir. Elbette bu yoldan gidildi­ğinde de görünüşte bazı ilerlemeler olacaktır. Ancak bu yolun savunucuları giderek başlangıçta savaşçı niteliklere sahip olsalar bile, bu nitelikleri kaybedecek, yozlaşacak ve giderek bürokratlaşacaklardır."[262]

"Devrimci Yol" Dergisi hareketi, Mahir Çayan'ın bu tezlerine, pratik olarak karşı çıkmadı ama sahip çıkmaya çalıştığı için ve gereklerini yerine getiremediği içinde THKP-C hareketinin mirasının ağırlığı altında ezildi. M. Çayan'ın çizgisini teorik olarak aşamadığı noktada; eklektik bir teoriye ve pratik programa sahip olduğu için kendi ağırlığı altında ezildi. Savaş dönemi gelip çattığı an; atılan keskin söylevler, DY hareketinin gövdesini ayakta tutmaya yetmedi. Büyü bozuldu; gerçek kendini gösterdi. O "büyük" görüntünün altındaki kof ve zayıf beden ortaya çıktı.

Bugün DY önderleri içine girdikleri teslimiyetin yarattığı zayıflığı gizlemek için tüm günahı devrimcilere ve onların çevresine yüklüyorlar. Ve DY önderleri bu ruh haliyle, kendilerine yöneltilen "Mahir Çayan'ın tezlerini savunma" suçlamalarını (!) mahkeme karşısında çürütüyorlar.(!) "Görülüyor ki, faşistlerin yürüttüğü iç savaş politikalarının bir sonucu olarak meydana gelen olayların, devrimciler tarafından sözde "devletle-halk arasındaki suni dengeyi kırma amacıyla (!)" veya "örgütün stratejisinin bir gereği olarak (!)" gerçekleştirildiği iddiaları Devrimci Yol Dergisinde savunulan görüşlere de açıkça aykırıdır. Ve el­bette hiçbir şekilde ciddiye alınamaz."[263]

Devimcilikten ricat etmek

DY hareketi bir yandan Ma­hir Çayan'ın tezlerine bağlılıklarını onun tezleri teorilerinin ana çıkış noktası durumuna getirerek göstermişlerdi.  Diğer yandan ise somut koşulların şematik analizini yaparak, analizin sonuçlarını bu ana çıkış noktası ile eklektik bir biçimde uzlaştırdılar. Mahir Çayan'ın tezlerine bağlılığın bir sonucu,1980 öncesi "seçimleri boykot" eden DY pratikte, silahlı mücadeleye girişmenin koşullan olmadığı için,  "silahlı isyanı öneremediler. Seçimleri "boykot" gibi keskin -o gün için keskin- çığlık, direniş komitelerini örgütleyin gibi solgun bir ses içinde eritildi. Proletaryanın henüz güçsüz olduğu bir dönemde ve henüz proletaryanın büyük çoğunluğunun burjuva demok­rasisinin ve burjuva parlamentosunun gerçek yüzünü görmediği ve burjuva parlamenter sisteminde çıkış yolu umduğu ve aradığı bir dönemde seçimleri boykot taktiği, çaresizlik,   dolayısıyla da zayıflık ifadesidir.  

DY hareketi içinde egemen olan kaygı; eski biçimi, yeni bir içerikle doldurmak ve bu eski biçimle yeni içerik arasındaki çelişkilerin fark edilir, açık yanların "usta" yöntemlerle gözden uzak tutmayı başarabilmektir.   Bu operasyon bazen Mahir Çayan'ın tezlerinin sivri noktalarının törpülenmesiyle,   bazen da yeni düşüncelerin yumuşak noktalarını sivrilterek, kütüğe kama sokar gibi, M. Çayan'ın tezlerine sokulmasıyla yapıldı. Ve bu yolla yeni DY Dergisi tezleri oluşturuldu. Bu suni döllemelerin sonucu; eklektizmden muzdarip siyasi belirsizlik ve ilkellik oldu.

1971 hareketi, faşist diktatörlüğe karşı, inançlarını gerçekleştirmek için intiharı göze alan yiğit devrimcilerin mirasını, örgütlenme ve siyasi var olma basamağı yapan ve bulaştıkları legalizmi, reformizmi, küçük burjuva sol sosyalist çizgisiyle uzlaştıran bir çizginin, savaş alanındaki trajik sonucudur.

1980 ise küçük burjuva sosyalist sol teslimiyet çizgisinin trajik sonu oldu. DY Dergisi hareketi önderleri THKP-C hareketi önderlerinden küçük burjuva devrimci yiğitliğini, atılganlığını miras olarak aldılar, ama mahkemede bir örgüt olmadıklarını, bir dergi Çevresi olduklarını ısrarla vurgulamaları ile başlayan ve bugüne miras bıraktıkları, bozgunu, bezginliği, teslimiyeti, örgütsüzlük düşüncesini ve ihaneti bıraktılar. THKP-C’nin mirası üzerine, DY, Acil, Kurtuluş, Devrimci Kurtuluş, MLSPB ve Devrimci Sol vb. örgütler kuruldu. DY’ nin mirası Üzerine inşa edilen ise, politik silikleşme ve nihilizmdir.

DY Dergisi önderleri, hareketi, Türkiye emekçi halkının öncü örgütü İlan ettiler. Bu "öncülük" ilanına rağmen, DY önderleri, demokratik halk devriminin sınıfsal içeriği ve işçi sınıfının demokratik halk devrimindeki öncü rolü sorununa açıklık getiremediler. Bu can alcı sorun DY Önderleri tarafından "fiili öncülük mü?", "İdeolojik öncülük mü?" ikilemi içerisinde kayboldu. Fakat gerek Mahir Cayan, gerekse DY ve "Devrimci Sol" hareketi Marksizm-Leninizm'in çatısı altına durmaya özel bir önem verdiler. Çünkü uluslararası politikada, sol sosyalizmin iflası nedeniyle, bu türden hareketlerin, açıkça sol sosyalizm adına ortaya çıkmaları, daha baştan ideolojik kayıpları anlamına gelir ki; bu durum, küçük burjuva hareketlerinin, açık olarak kendi İdeolojilerini savunarak ortaya çıkmalarını engeller.

Tüm Marksist'Iik iddialarına rağmen, DY Dergisi önderleri, Marksizm’in en temel sorunlarında, Marksizm" Mahir Çayan’ın kesintilerine destek olarak revize edenlerin başında geliyorlar ve hâlâ da niteliklerini (M. Çayan’ı unutsalar bile) sürdürüyorlar. THKP/C ve ardılları, genel olarak işçilerin, köylülerin ve kent küçük burjuvalarının ortak çıkarlarının savunucusu oldular.

DY'nin önder kadroları, devrimci bir savaşım sonucun­da, kapitalist devletin yerle bir edilerek parçalanmasıyla bir­likte, yeniden inşa edilecek devrimci demokratik halk iktidarının sınıf özünün, işçi sınıfı diktatörlüğü olduğunu söylemekten özellikle kaçındılar. Kendisini işçi sınıfının öncü örgütü olmaktan daha çok bir genel halk hareketi öncülüğüne misyonu biçen ve kendilerine komünist demekten kaçınarak genel olarak devrimci diye tanımlayan, bunu da programı ile de ifade eden DY Dergisinden Demokratik halk devrimi sonrası kurulacak devrimci diktatörlüğün sınıfsal Özünü açık bir dille ifade et­melerini beklemek, boşuna bir çaba olacaktı.

DY hareketinin sosyalist devrim sorunu hiç olmadığından kadroları "sürekli faşizm" tespiti ile anti-faşist anti-emperyalist mücadele noktasında tutmaya gayret gösterdiler. Anti-faşist cephenin kurulması -hatta partinin kurulması- sorunlarını devrim sorununun önünde tuttu. DY’nin bu oportünist politikasının arka planındaki teorik neden: "sürekli faşizm" tespitine dayanarak anti-faşizm programım hep önde tutulmasıdır. “sürekli faşizm” gibi eklektik teorilerle silahlı mücadelenin koşullarından söz etmek onlar için örgütleri ve kadroları, salt anti-faşist mücadele perspektifine bağlı kılmaya iter. Bu perspektif sürekli bir mücadele içermesine rağmen devrim perspektifi içermemiştir.

İşçi sınıfının önündeki demokratik devrim sorununun ideolojik ve pratik çözümü durmaktadır. Özellikle 1971–1973 ve 1980–1983 yıllan arasında kurulan askeri diktatörlüğe karşı, anti-militarist bir cephenin kurulmasının pratik koşullan oluşmuşken;    işçi sınıfının yeterli Örgütlülüğe sahip olamaması ve öncü partisinin yokluğu; bu cephenin kurulmasını ve sıcak savaşımın sürmesini engel­leyen temel etmen oldu. Bu durumu kavramaktan uzakta bulunan THKP-C ve devamcısı örgütler ile TKP, TİP, TSİP gibi diğer sağ sosyalist örgütlerde anti-faşist cephenin kurulması  için epey çaba saarf ettiler. Dolayısıyla demokratik devrim programı, anti-faşist cephesin kurulması programı ile gölgelendi. Özellikle bu durum, DY Dergisi Önderlerinin burjuva reformist yüzlerini açığa çıkardı. DY önderleri tüm politik tezlerini bu çizgiye oturttular ve sürekli olarak anti-faşist cephe sorununu gündemde tuttular.

Orta burjuvaziden medet uman yapılanmalar, bu kesimden destek bulamayınca zorunlu olarak, DY, başlangıçta, direniş komitelerini, anti-faşist cephenin nüveleri olarak yapılanmasını önerirlerken, giderek direniş komitelerinin toplumsal yapısını daralttılar. Ve bu örgütlenmeler, yalnızca, emekçi halk kesimlerinin içinde yer aldığı yapılar olarak; halk iktidarı nüveleri biçiminde şekil­lendirilmeye çalışıldı. Ancak bir yandan anti-faşist cephenin kurulması isteği ve programı, diğer yandan demokratik devrim cephesinin yaratılması çabalan birbirine karıştı. Sonuçta ortaya çıkan manzara; içi doldurulamayan direniş komiteleri İşlemez duruma geldi.

12 Eylül 1980'e kadar anti-faşist ve anti-militarist cephenin kurulması sloganları ve direniş komiteleri havada kaldı. 12 Eylül 1980 sonrasında ise, anti-militarist bir cephenin oluşturulması gündeme geldiğinde; artık çok geçti. Çünkü bu cepheyi örgütleyecek işçi sınıfının öncü partisi yoktu ve işçi sınıfı bu cepheyi örgütleme gücünden açık saldırısı ile daha da uzaklaştırılmıştı. Dolayısıyla 12 Eylül 1980 sonrası anti-militarist hareketin öncülük rolü küçük burjuva demokratlarına ve anti-militarist burjuvalara kaldı. Bu kesim­lerin sınıfsal yapısı ise anti-faşist, anti-militarist bir cephenin kurulmasına uygun değildi. Anti-militarist cephe pratik olarak varolmadı. Ancak, bu toplumsal kesimleri ve işçi sınıfı bir araya gelemeden, dağınık bir şekilde, her kesim kendi mevziisinden savaşımı sürdürdü, tekelci burjuvazi askeri diktatörlük altında ekonomik ve siyasi krizini atlattı. Dolayısıyla anti-militarist bir cephe kumlamadan varlık koşullarını yitirdi.

DY'nin devrim programı, bir burjuva demokratik cumhuriyet programı olmaktan ileri gitmedi. Bu da pratik olarak burjuva demokrasisinin sınırlarının genişletilmesi İsteğiyle çakıştı. "Çünkü hareket fiili olarak sivil faşistlerle çatışma anayasal düzeni değiştirme düşüncesine yönelik olarak yapılmış değildir. Düşünceyle hareket arasında doğrudan bir sebep sonuç bağıntısı yoktur. Faşist saldırılar anayasal düzenin bir kurumu ya da anayasal düzenin bir gereği değildir. Böylece, DY  “sürekli faşizm” teorilerinden de vazgeçiyorlar. “Bu nedenle faşizme karşı mücadele, anayasal düzeni yıkma suçu olarak görülemez."[264] DY önderleri burjuva anayasal düzeni yıkmak gibi bir sorunlarının olmadığını, anayasal düzen dışı gelişen faşist harekete karşı demokrasi mücadelesi verdiklerini ifade ediyorlar.

Teorik olarak devrimi savunan DY’nin örgütlenmesini ve pratiğini yaratan da bu reformcu politikadır. DY Dergisi hareketi, geniş, kitlesel ve legal bir örgüt biçimine ulaştı; yasal ve reformcu bir mücadele çizgisi içerisinde yerini aldı. DY hareketinin reformcu bir politika izlediği DY önderlerinin toplu dava savunmalarıyla da bel­geleniyor. DY Dergisi hareketinin niteliği budur. DY hareketi bir burjuva demokratik harekettir ve kadrolarına, sempatizanlarına, kitlelere sunduğu "devrim" programı ve program hedefi de burjuva demokratik cumhuriyettir.

Silahlı savaşımın "şiddetli" savunucusu DY’nin . TKP'nin ileri demokratik devrim tezi ile DY'nin sınıfsal Özü silikleştirilen -ya da bu özün belirtilmesinden kaçınılan- "halk devrimi" tezinin reformist kardeşlikleri, bu noktada kol kola girer. DY'nin silahlı savaşımı savunması, onun programının burjuva demokratik özünü değiştirmez. Bugün uluslararası siyasi alanda, küçük burjuva sol sosyalist hareketlerin hemen hepsi ve hatta radikal İslamcılar dahi silahlı savaşımı savunurlar. Marksistleri. Bütün bu hareketlerden ayıran, savundukları ve toplumsal savaşımının gündemine aldıkları devrim programının özüdür. DY dergisi hareketi, silahlı mücadeleyi savunarak, kendilerinin Marksist-Leninist olduklarını kanıtladıklarım sanmaları ve bu savı sağ sosyalizme karşı bir saldırı aracı olarak kullanmaları küçük burjuva bir budalalık örneği sayılmalıdır.

DY’nin sağ sosyalist ideolojik politik tezlerini, Mahir Çayan'ın sol sosyalist tezleriyle uzlaştırma çabaları hareketinin çizgisi yön­tem olarak eklektik bir hale getirmiştir. Özünde küçük burjuva sosyalist çizgiler olarak aynılık gösterse de, Mahir Çayan'ın politik çizgisi ile DY önderlerinin politik tez­leri aynılık değil, ayrılık gösterir.

"Faşist terör şiddetinden, hiçbir şey kaybetmeden ve yaygınlaşarak sürüyor ve bu saldırılar iç savaşı derinleştiren bir doğrultuda gelişiyor. Her gün 5–6 kişinin öldüğü bu savaşın derinleşerek devam edeceğine kuşku yoktur."[265] Bu savın yöntem olarak Mahir Çayan'ın tezleriyle çelişir.

DY’nin tespitinden yola çıktığımızda; M. Çayan'ın politik tezlerine göre, iç savaşı, genel çatışmayı başlatacak olan öncü savaştır. Öncü savaş gerçekleştirilmeden, iç savaşın başladığını söylemek  "suni dengenin kırılması" için "öncü savaş"ın başlaması gerek­liliğidir. İç savaş derinleşerek sürüyorsa öncü savaşı kimler veriyor belli değil… DY iç savaşın "derinleşerek" sürdüğünü kabul etmekle M. Çayan'ın bu tezini reddediyor.

Sürekli faşizmin varlığı ve onun baskısı, M. Çayan'a göre baskı ve terör -Sürekli faşizm- halkı pasifize eder. Bu baskı ve terör süreklidir. Bu baskı, terörün, dolayısıyla da emekçi halk yığınlarının "bilinçsiz tepkileri" ve pasifize durumu ile "oligarşi" arasında kurulan "suni den­genin" kırılması -kitlelerin devrim saflarına çekilmesi- için silahlı propaganda, yani "öncü savaş gerekli ön koşuldur.

Ama DY için, baskı ve terör iç savaşa yol açtığı gibi iç savaşı derinleştiren bir doğrultuda etki yapar. DY Dergisi yazarı M. Çayan'ı reddediyor. Doğru olan şu ki; Türkiye'de 1976 yılı sonrası yıllarda, iktisadi ve siyasi koşulların zorunlu sonucu, toplumsal bir çatışma ortaya çıkmıştır. Bu toplumsal çatışma faşist burjuvazi, faşist parti ve sivil faşist çetelerce de körüklendi. Ama bu çatışmalar ne burjuvazinin sözcülerinin abarttığı gibi bir kaos ortamı ne de DY’nin belirttiği bir iç savaş ortamıydı. Burjuvazinin içine girdiği krizin topluma bir çeşit yansımasıydı. Hiçbir sol hareket bu krizden faydalanmayı beceremediği gibi örgütlenmesini de sınıfsal temele oturtamadı. Marksistleri diğer sosyalistlerden ve burjuva siyasetçilerinden ayırdeden faktör; iç savaşı tespit edebilme niteliği değil, iç savaş karşısında ve iç savaş içerisinde geliştirilen tavrın niteliği ve mücadele biçimlerini seçiş tarzıdır. DY Dergisi yazarları, yaşanan toplumsal çatışma karşısında tam da bir küçük burjuva gibi davrandılar.

Marksizm, devrimci proletaryanın iç savaşa girip gir­memesinde güçler dengesinin işçi sınıfının lehine olmasını şart koşar. DY kendiliğinden ortaya çıkan mücadelelerin abartısı ardından sürüklediği, küçük burjuva kit­lelerini hazdan mest edecek keskin sloganlar üretmeyi dev­rimciliklerinin göstergesi saydılar. Hiç bir gerçekliği göz önüne almadan kendi gövdelerine bakıp, iç savaşa çağrı çıkardılar. "Burjuvazi bizi savaşa davet etti, daveti kabulümüzdür." Diye “savaşa atılan” DY, savaş alanına, militarist güç karşısında burjuvazinin "teslim ol" davetini de kabul ettiler.

"1974'ten itibaren Türkiye, gelişmekte olan bir iç sa­vaş sürecine girmiştir. Emekçi halkın reformist taleplerle örgütlenmesi ve eylemli hale gelmesi karşısında sivil faşist terörün ortaya çıkışı ve toplumun bütün katlarını içine almaya başlayan bir yaygınlık göstermesiyle faşist saldırganlığa hedef olan toplum katlarının direniş eylemleri olarak beliren iç savaş 1977'den itibaren toplumun gündemini belirleyen temel eksen haline gelmiştir."[266]

"1977'den itibaren toplumun gündemini belirleyen temel eksen" olan iç savaş belirlemesi; Faşist saldırganlığa hedef olan toplum katlarının ey­lemleri olarak beliren" direnmeye neden oluyor. Kitlelerin kendiliğinden direnmesi DY için öncü savaşın üstünden atlama vesilesi oluyor. Saldın ve baskı halk kitlelerinin pasifizmine, suskunluğuna neden olmuyor; aksine, saldın ve faşist terör direnmenin nedeni oluyor. "emekçi halkın reformist taleplerle örgütlenmesi" ve "emekçi halkın eylemli hale gelmesi"nin nedeni olarak gösteriliyor. Halk kitleleri kendiliğinden reformist taleplerle örgütlenerek eylemli hale geliyor. Bu yaklaşım, bilinen ekonomizmin açık ifadesidir. Öncü savaşçılarına ihtiyaç duymadan, tüm toplum katlarının direniş eylemleri olarak beliren bir "iç savaş" ve iç savaşın "toplumun gündemini belirleyen temel eksen haline" gelişi gerçekleşiyor. DY bunları savunurken “Mahir’in kemikleri sızlıyor”.

Bu sav,  Devrimci Yol’un politik çizgisinin tam olarak İfadesidir. Türkiye Sorunları Dizisi olarak DY dergisinin devamı niteliğindeki yazılarda, Devrimci Yol Der­gisi önderlerinin çömezliğini üstlendiğini görüyoruz. “Toplumsal sınıflar arasındaki mücadelenin iç savaş biçimleri alarak gelişmeye başladığı her durumda, burjuva liberalleri ve küçük burjuva sosyalistleri (ki bizim ülkemizde bu ikisi ayrı anlama gelirler) savaşan güçlerin içinde politika yapan politik grup ve örgütleri iç savaşı tahrik (provake) etmekle, iç savaşa yol açmakla suçlarlar"[267]  Yazar yazısında bir iç savaş belirliyor ve bu iç savaşa yönelten eleştirileri eleştirmektedir. Gerçek bir iç savaş yaşanmış ve bu savaşımdan birileri yenilmiş gibi gösterilmesi ancak DY ve ardıllarına özgü bir davranış biçimi.

Mahkemeler de sistemle sorunları olmadıklarını itiraf eden örgütlenmenin vardığı yer Özgürlük ve Dayanışma Partisi ÖDP olmuştur. Mahkemelerde devrime ve devrimcilere sırtını dönen DY önderlerinin bir kısmı sağa savrulan kadroları toparlamanın yöntemini yasal bir yapı kurmakta buldular.

TDKP’nin Tasfiyesi

“Bir kimliğin utangaç taşıyanı olmak, kimseyi "günah"lardan muaf kılmıyor.”

 "herkes her şeyden sorumludur" (Dostoyevski)

‘75lerde kurulan ve toparlanmaya çalışan hareketler kısa sürede ulaştıkları kitlesel büyüklüklere rağmen teorik darlık ve tıkanma sürecine girdiler. 12 Eylül karşı-devrimi, bu hareketlerin yaşadıkları tıkanıklığın, teorik sığlığın göstergesi ve dayandıkları sosyal sınıfların turnusol kağıdı oldu. Karşı-devrim saldı­rısı bu akımların yapısal yetersizliklerini ve içsel tutarsızlıklarını açığa çıkardı. Onları hızlı bir örgütsel çöküntü ve ideolojik tasfiye sürecin içine soktu. TDKP de bu aynı ideolojik ve Örgütsel tasfiye süre­cini kendine özgü bir biçimde, fakat işin özünde tüm öteki küçük-burjuva halkçı akımlarla aynı biçimde yaşadı. TDKP için "80'li yılların ilk yansı, düşman karşı­sında ağır bir yenilgi, teslimiyet, yozlaşma ve bütün bunların bir ifadesi olarak, bir küçük-burjuva tasfiye ve yok oluş, dönemi oldu.

Gerek Kongre öncesi gerek sonrası kendi içinde tartışmaları gerçekte bitiremeyen ve yeni gelişmelerde sağa sola savrulan, Marksizm’in belli bir kavranışı ile hareket eden TDKP’ yi 12 Eylül karşı devrimi hızlı bir yön değişikliğine sürükledi; TDKP örgütsel tasfiyeden önce belirgin bir ideolojik tasfiye sürecine girdi. İlk adımlar, karşı-devrimin azgın saldırıları karsısın­da kararsız ve tutarsız davranan kuruluş kongresinde seçilen TDKP-MK tarafından, "Yeni Bir Arayış mı?" yazısıyla TDKP'nin eklektik küçük burjuva ideolojik çizgisinde ve programında kendisini gösteren ideolojik planda atıldı.

'80'li yılların ortalarına gelindiğinde gerçekte TDKP'den eser kal­mamıştı. Onlarca parti ve komsomol gençlik üyesi ve parti sempatizanı binlerce genç, zorunlu olarak düzen içinde bir yaşam kurmaya yönelmişti. Yılgınlık ve gericilik koşulları ataletle birleşince gerçek bir çü­rüme yaşanmıştı. Durum böyleyken, o günkü yöneticiler "Parti dimdik ayakta" söylemiyle insanları aldatmakta herhangi bir sa­kınca görmüyorlardı. Mevcut duruma tepki duyanlar yurtdışına çekiliyor, mültecileştirme adeta muhalefet bayrağını indirtmenin bir rüşvetine dönüştürülüyordu.

TDKP, tarihinin en kritik seçimi ile karşı karşıya idi: Ya ideolojik, siyasal ve örgütsel planda köklü bir sorgulama yaşayarak, 12 Eylül'de alınan kolay yenilginin ve sonrasında devam eden ideolojik çöküş, örgütsel dejenerasyon ve dağılmanın gerçek nedenlerine ulaşılacak, böylece sağlıklı bir zeminde gelişmesini güvenceye alacaktı. Ya daha da gerileyecek, kendisine, devrimci kimliğin tümden tükenmesiyle sonuçlanacak bir son hazırla­mış olacaktı. Toparlanma çabasının ilk adımlarından biri olan ve yaşanan iç ayrışma ve bölünme ile bitmeden dağılan konferans, bu temelde iki farklı iradenin ortaya çıkmasına zemin oldu.

TDKP önderliği her zamanki gibi sorunlara devrimci so­rumluluk ve ciddiyetle yaklaşmak bir yana, kusurlarını erdemleştirmenin yolunu tuttu. "Parti yıkıcılığına karşı mücadele" demagojisiyle devrimci gelişme yönünde ısrar eden kadrolara kar­şı akıl almaz bir kişisel spekülasyon ve karalama kampanyası yü­rüterek sorunların üstünden atlama yolunu seçti. Yaşadığı yenil­giyle hesaplaşmaktan kaçınan TDKP önderleri tartışmanın önü­nü her türlü yol ve yöntemi kullanarak kestiler.

TDKP'nin geçmişi aşarak devrimci bir çizgide ilerleme şansını tümüyle tükettiğini görmekteyiz. 10 yıllık süreç, '87 yılında yenilginin anlamına ve sonuçlarına karşı tutum üzerinden yaşanan bu iç çatışma ve ayrışmanın anlamı, mahiyeti ve sonuçları hakkında yeterli açıklığı yaratmıştır. Bu­gün o günkü ayrışmanın tarafları ortadadır. On yıllık bir sürecin yarattığı bugünkü açıklığa gözlerini kapayanlar devrimci sürece yüreği yetemeyenlerdir.

Gürültülü bir biçimde kurulan “kitle partisi” net ve bütünlüklü bir fikrî şekillenme yansıtmıyor ise de bugüne kadar sözlü veya yazılı yapılan açıklamalar bir araya getirildiğinde amaçlarının ne olduğuna dair belirli bir fikir edinmek mümkün olabiliyor. Özellikle, “devrimciler örgütü”nün gerekliliğini reddetmedikleri biçimindeki yaklaşımlar ile sergiledikleri pratik arasında ciddi bir açı söz konusudur. Objektif olarak; toplumsal muhalefet dinamiklerinin sistem içi kanallara sevkini üstlenen kitle partisi, sahip olduğu bünye itibarıyla kitleleri iktidar hedefinden uzaklaştırıcı ve sistemi tehdit eden yanları törpüleyici bir öze sahiptir.

Marksistler için tarih sayfalarını karıştırmak, alınacak dersler itibariyle bir gerekliliktir. 2. Enternasyonal oportünizminin tarih karşısında mahkûm olan tezlerinin açık kitle partisi savlarıyla “yeniden” ısıtılmaya çalışıldığını görüyoruz. Stalin tarafından, “2. Enternasyonal’in Devrimci dinamikleri yok sayan, karşı-devrimin güç ve olanaklarını abartan, sistem içi alanlarda sıkışıp kalan ve bütün bunları bilinç bulanıklığı yaratmaya çalışan  çalışma yöntemi ve silahları” hakkındaki saptamalarına bir göz atalım;

“Bu dönem, (...) seçim savaşımının ve parlamento gruplarının baş döndürücü başarılar sağladığı; legal savaşım biçimlerinin övgülerle göklere yükseltildiği ve Legalite yoluyla kapitalizmin yenilebileceğine inanıldığı bir savaş öncesi dönemdi. Kısaca, bu dönem, 2. Enternasyonal partilerinin kendilerini besiye çekip semirdikleri ve devrimi, kitlelerin devrimci eğitimini ciddi olarak düşünmek istemedikleri bir dönemdi.

Tutarlı bir devrimci teorinin yerine; birbirine karşı teorik tezler kitlelerin devrimci savaşımından kopmuş ve modası geçmiş dogmalar haline gelmiş teorik parçaları almıştır. Görünüşü kurtarmak için, Marx’ın teorisi elbette anılıyordu. Ama bu, Marksist teorinin canlı devrimci ruhunu boşaltmak için yapılıyordu.

“Tasfiyeciliğin özü, ‘yeraltının reddedilmesi, tasfiyesi, onun yerine her ne pahasına olursa olsun, yasal olarak çalışan, biçimden yoksun bir örgüt konmasıdır. Bu nedenledir ki, partinin reddettiği şey yasal çalışma, ya da yasal çalışma gereği üzerinde ısrar değildir. Parti, eski partinin adına parti denemeyecek, biçimden yoksun “açık” bir şeyle değiştirilmesini kınamaktadır.”[268]

Gizlilik temelinde örgütlenmiş bir savaşçı partinin yanında, ona tabi, onu tamamlayan ve onun politik belirlenimi altında yürüyen legal oluşumlar elbette mümkündür ve gereklidir. Ancak, mücadelenin farklı araç ve biçimlerinin peşinen reddedilmemesi gerektiği biçimindeki öngörü, sınıflar mücadelesinin ihtiyaçları dışında keyfiyete dayalı tarzların öne çıkarılmasına gerekçe oluşturmamalıdır. Sınıflı toplumda,  teslimiyetçilerle komünistler arasındaki farkların belirginleştiği meselelerden biri de savaşlara ve şiddete karşı takınılan tutumdur. «Savaşa karşı sınıf savaşı; şiddete karışı şiddet» şiarları komünistlerin ayırdedici tutumudur. 

“Devrimci, reformu sadece legal ve illegal çalışmayı birleştirmenin bir dayanak noktası olarak ve burjuvaziyi devirmek için kitlelerin devrimci hazırlığını amaçlayan illegal çalışmayı güçlendirmeye yarayan bir siper olarak kabul eder. Reformist ise tersine, reformları her türlü illegal çalışmayı reddetmek, kitlelerin devrime hazırlanmasını baltalamak ve “bağışlanan” reformların gölgesinde uykuya yatmak için kabul eder.”[269]

Yeni toparlanma dönemine hiçbir değerlendirme yapılmadan girildi. "konferans" yapıldığı ilan edildi ve geçmişin değerlendirmesinin kongreye bırakıldığı açık­landı. Kuruluş kongresini izleyen 10 yıllık süreye rağmen kongre yapmak yerine konferansı seçenler yeni bir kongrenin zamanla­ması hakkında da bir sır vermediler. Mevcut önderlik yaptığı ge­cekondu konferansı dayanak göstererek kendini tartışmasız par­ti otoritesi ilan etti.

Bir parti düşününüz ki, yaşadığı yenilgi ve tasfiye dönemi­ne ilişkin olarak ciddi hiçbir değerlendirme ortaya koyma gereği duymasın. Geçmişi değerlendirmek de dahil tüm temel sorun­ların tartışılmasını ne zaman yapılacağı belli olmayan bir parti kongresine havale etsin. 17 yıl boyunca kongresini toplamasın. Tüzüğünde kongre iradesine bağladığı program değişikliğini bir "röportaj" vesilesiyle gerçekleştirsin. Ciddi bir siyasal partide de­ğil, olsa olsa körü körüne bağlılığa dayalı bir mezhep gelene­ğinde karşılaşılabilecek bir durumdur bu.

Evet, komünistlerin de söylediği gibi, devrimci TDKP'nin ömrü ikinci bir kongreye gerçekten yetmedi. Düzenin ehlileştirme politikasının da yardımıyla, geçmişin devrimci TDKP'sinden ne kaldıysa, bu liberal şefler önderliğinde adım adım tasfiye edildi. Teorik dergilerinde "güçlü Bolşevik partilere ihtiyaç var" türünden samimiyetsiz vurgularına, pratikte açık kitle partisi kurmanın ideolojik ve pratik koşullarını altan alta hazırlama sinsi çabaları eşlik etti. Kongre bekleyenler partinin sonu ile karşılaştılar.

Bu bölümü, henüz "açık işçi partisi" kurmanın pratik bir uygulamaya dönüşmediği, hala TDKP'nin varolduğu, hala "tek gerçek ihtiyaç"ın "daha güçlü bir Bolşevik parti" olduğu üzeri­ne ısrarla samimiyetten yoksun ikiyüzlü laflar edilmeye devam ediliyordu.[270]

Yasal parti ihtiyaç mı idi?

Türkiye’de illegal alandan legal alana direk geçen yapılanmalarda yaşanmakta olan sorunlar, çeşitli açılardan değerlendirilebilir. Yasalcı yapılar içindeki dalgalanmaları, örgüt içi bürokrasiye, kastlaşmaya, irade dayatmasına, vb. çözüm olarak görüldüğü ve örgüt içi demokrasi meselesinin legal-illegal olmak ikilemi içine sıkıştırıldığı bilinmektedir. Kendince aşağıdan yukarı örgütlendiği ve seçim yaptığı  için  bürokrasiyi  illegal örgütlülüğü aştığını iddia edenler ve böyle bir kanaati, devrimci-demokrat kamuoyunda yerleştirmeye çalışanlar, özgürlük konusunda pratiğin sınavında sınıfta kaldılar. Kendilerince kitleselleşeceklerine inananlar gittikçe darlaşan ve kendi içinde katılaşan yasalcı yapılara dönüştüler.

Yeni dönemin yeni partileri olarak tarihte bir uğrak yeri olacaklarına olan inançları ile geçmişin zaaflarını aşmak noktasında  “biz aşağıdan yukarıya örgütleniyoruz, eski hastalıkları tekrar etmeyeceğiz” diyerek, demeçler veriyorlardı. Aynı tavrın yasal olarak ortaya çıkmak isteyen yapıların tümünde görülmesi şunu ortaya koyuyordu bu yapılara ya ihtiyaç duyan birileri vardı ya da bunlar birilerinin ihtiyacının karşılığıydı.

Türkiye coğrafyasında Yasallaşmaya çalışanların kurdukları partilerin kuruluş süreçleri, daha başlangıcında ülkemizde mevcut ekonomik ve siyasal yapının değerlendirilmesine dayalı olarak, ortaya çıkmış bir örgütlenme tarzı değildir. Bu niteliğiyle başarı şansı yoktu olamadı da… Yasallaşmanın başladığı dönemlerde anlatılacak şeyler hiç kimseyi ikna etmeye yetmiyordu.  Şimdi deniz bitti ayaklar karaya basıyor; Yasallaşma olgusunun gerçekte sebep olduğu tahribat da daha somut örneklerle gözlenebilecek durumdadır. Geçmişte, devrimcileri eleştirmek ile devrimcilere küfretmek arasındaki fark, belli çevrelerde bir netliğe sahipti. Oysa gelinen yerde yasalcı yapılardan devrimcilere hakaret ve küfürler yağıyor.

Bu tutum, devrimci gruplar şahsında devrimci değerlere saldırı ve karalama  olmaktadır. Onlar devrimci grupları eleştir­iliyorlar, Devrimci gruplara "gürültü grupları", "başı bozuk çevreler", "vandallar", "kör terörcü"ler, "devlet solu" vb. diyenler, Perinçek’ten aldıkları feyz ile  EMEP uleması bizzat  "kişinin, emeğin ve halkın kurtuluşu mevzisinde bulunan bir devrimci olarak değil, emeği ve halkı kendi 'özel' amacının (örgütünün) yedeği ve dayanağı olarak algılayan.... despotik karakterli solcu"[271]. Diyerek saldırıyor. Burjuvaziye has bilinen kibirlilik ve düşmanlık, EMEP ulemasında tam bir düzeysizlikle birleşiyor.devrimcilerin emeği ve halkı kendi 'özel' amacı" için kullandığını iddia etmek fiilen karşı devrimciliktir.Onlarca devrimci, hiçbir ki­şisel çıkar gözetmeksizin, kendini halkın davasına adayarak ölüm­le kucaklaştı

"Egemen sınıflarla doğrudan işbirliği içinde olmayan tüm sol yapılanmalar, birbirlerine 'müttefiklerinden' çok daha yakındırlar. Neredeyse tümü 'proletaryanın öz örgütü' olma savı ile hareket ederler. Kendi aralarındaki tüm sorunlara rağmen, egemen sınıflar karşısında birbirlerine oldukça yakın bir duruş noktasındadırlar. Devrimcilik, boş zamanlarda ilgilenilen bir 'hobi' değil, çok ciddi bir iş olarak algılanmalı; devrimi olanaklı kılabilecek tüm adımlar en kararlı biçimde atılmalıdır. 'Tarihin izlediği yol Nevski'nin kaldırımı değildir (Petersburg'un boydan boya düzgün ana caddesinin dosdoğru geniş ve düz bir kaldırımı); kimi zaman tozlu, kimi zaman çamurlu, bazen bataklıklar arasında, bazen sık ormanlıklar geçerek hep yolların dışında ilerler. Tozlanmaktan ve ayakkabılarının kirlenmesinden korkanlar toplumsal eylemlere katılmamalıdırlar'[272]

Siyasal partiler, demokratik kitle örgütlerinden farklı olarak, programları hedefleri, ideolojik duruşlarıyla siyasal bir homojenlik taşırlar. Yasallaşma sürecinde tüm partiler, çok farklı siyasal beklentiler taşıyan kesimleri “keskinliklerin aşılması” ve kitleselleşme adına bir araya getirmeye çalışıyorlardı. Yaşanılan dünyayı farklı değerlendiren, farklı siyasal önermeleri olan, farklı örgüt ve mücadele deneyimleri, gerekleri, alışkanlıkları, tercihleri olan kesimler bir aradaydı.

Kucaklamaya çalışılan geniş kesimlerin dikkatini çekmeye çalışan yasal yapılanmalar; yasallaşmanın ilk adımında, yaptıkları açıklamalarla, farklılıklarını, devrimciler üzerinden anlatmaya daha fazla gayret göstermişlerdir. Örgüt içi bürokrasiye karşı alınmış “köklü önlemler”, “illegal olmamaya” dayanıyordu. Sonuçta, dayandıkları noktalar bürokrasinin, anti-demokratikliğin, katılım kısırlığının, örgüt içi tekelleşmenin salt legal olmakla aşılamayacağını, hatta bu olumsuzlukların sistemden beslenip kök saldığı göz önüne alındığında daha yüksek olacağını kendi partilerinde görüyorlar ve görmeye devam edecekler. Gerçekte tüm bu olumsuzlukların panzehirinin Leninist parti anlayışının olduğu ve bunun legal-illegal gibi bir ikileme sokulamayacağıdır. Eğer dün başarılamayan şeylerin çözümünün, doğru yerde aranması gerektiği, yasallaşma deneyimi ile bir kez daha açığa çıkmıştır. 

Yasallaşma ve Legalite ve illegalite ikilemi

Sınıf mücadelesinin söz konusu her yerde, Legalite ve illegalite devrimci literatürün belki de en fazla kullanılan sözcüklerinden ikisidir. Devrimci mücadelenin ve devrimci örgütlenmenin geçtiği her yerde bu iki sözcük de mutlaka geçer. İki sözcüğün de çağrıştırdığı biçimler tartışma konusu olur.

Yasallık ve meşruluk sistemin kendince belirlediği ve onun için geçerli olandır. Her toplumsal sistem yasallık ve meşruluğu toplum veya egemenler adına aynı şey olarak sunmakta ve bunu dayatmaktadır. Burjuvaziye göre meşru olmak için yasal olmak gerekir. Toplumsal muhalefetin yararlanabileceği yasal olanakları alabildiğine sınırlayan burjuvazi, bu anlamda meşruluğun sınırlarını da iyice daraltmıştır. Bu noktada yasallıkla meşruluğu ayni şey sayan görüsünü kamuoyuna kabul ettirebildiği ölçüde muhalefeti de sınırlamış olmakta, oligarşinin izin verdiği biçimler dışında mücadele edenleri "gayri-meşru" saymaktadır. Yasallık ve legallik de ayni şey değildir. Legal olan bazı şeyler yasal olmayabilir de. Bunda da asil olan meşruluktur.

Marksizm için sınıf mücadelesinin sürdürülmesinde izlenecek yöntemlerden birisi, legal veya illegal siyasal oluşumların gerekli olduğu; bunların, birinin diğerini yadsımadığı  karşılıklı bir ilişkilenme içinde olduğudur. “İşçi sınıfının kurtuluşu için demirle ve ateşle yok edilmesi gereken çok fazla şey var bu dünyada” diyerek mücadeledeki şiddeti vurgularken şiddetin sürdürüldüğü illegalite koşularından, legal alana doğru; Lenin’in “Gerici parlamentolardan devrimci amaçlarla yararlanılması gibi çetin bir sorunun üstesinden ‘atlayarak’ bu zorluktan kaçınmayı denemek tam bir çocukluktur.” dediğini de biliyoruz. Buna rağmen, birileri, yasallık adına, günün birinde, bir kitle partisinin gerekliliğini keşfedip, bunu Leninist Parti’nin alternatifi gibi gösterip kendi geçmişlerini de reddetmişlerdir.“ Yasal “kitle partileri” her durumda devrimcileri ve sosyalistleri her sağlıksızlığın kaynağı olarak gösterme yolunu seçtiler. Hatta öyle ileri giderek; "Devrimciler kendile­rini, işçi ve emekçiler kendilerini örgütlesin!" diyebilecek kadar devrimcilerden nefretlerini kusuyorlar.[273]

işçi sınıfını devrimci görevlerden uzak tutmaya çalışmanın, işçi sınıfına devrimci bilinç taşımaya karşı çıkmanın, kendiliğindenliğe tapınmanın en uç biçimini yaşayan EMEP ulemasına karşı devrimciler her daim Lenin’in yanında durarak şöyle seslenecekler :

"Biz profesyonel devrimciler, bu türden 'iteklemeyi' şimdiye,kadar olduğundan yüz kez fazla iş edinmeliyiz ve edineceğiz. Ama 'dışardan itekleme' gibi İğrenç bir deyim seçmeniz olgusu -öyle bir deyim ki, işçilerde, (hiç değilse sizin kadar bilinçsiz isçilerde) dışardan siyasal bilgi ve devrimci deneyim getiren herkese karşı güvensizlik duygusu yaratmamazlık edemez, ve bunların hepsine karşı işçilerde içgüdüsel bir direnme isteği doğurmamazlık edemez-, demagog olduğunuzu kanıtlar, ve demagoglar işçi sınıfının en kötü düşmanlarıdır."[274]

Bu aynı zamanda ideolojik olarak da; sınıf mücadelesi içerisinde, örgütün çıkarlarını ya da işçilerin kısmi, yerel ayrıcalıklarını sınıfın bütünsel kazanımlarının önüne çıkaran oportünizmdir.  Bütün oportünistler, İşçilerin ya da devrimcilerin belirli kesimlerinin çıkarlarını korumak için, sınıfın bütünsel çıkarlarını feda ederler. Burjuva siyasetinden işçi hareketine bulaşan diplomasi, ve uzlaşmacılık gibi zaaflardan bu beslenirler. Burjuva siyasetinin yöntemlerine kendilerini uydurmaya çalışanlar önünde sonunda onun kuyruğuna takılmaktan öteye gidemezler. TDKP şeflerinin bugün geldiği nokta budur.

"... Ve demagogların işçi sınıfının en kötü düşmanı olduklarım usanmadan yineleyeceğim. En kötü düşmanıdırlar, çünkü yığınlarda en bayağı içgüdüleri uyandırırlar, çünkü, bilinçsiz işçi, kendisini bir dost olarak sunan ve hazan da bunu içtenlikle yapan kimselerin kemli düşmanı olduklarını anlayamaz. En kötü düşmanıdırlar, çünkü birliğin bulunmadığı sallantılı bir dönemde, hareketimizin henüz şekillenmeye başladığı bir sırada, hatalarını sonradan acı deneyimle anlayacak olan yığınları yanlış yola yöneltmek için demagojik yöntemleri kullanmaktan daha kolay bir şey yoktur."[275]

Lenin’ devrimci mücadele içinde işçi sınıfını eğiten ve onunla birleşmeye çalışanlara karşı duranları ve onları küçümseyenlere karşı:"Size sorabilir miyim: Öğrencilerimiz, işçilerimizi neyin içine 'iteklemişlerdir'? Olsa olsa, kendisinin sahip bulunduğu bölük pörçük siyasal bilgiyi, edinebilmiş olduğu sosyalist fikir kırıntılarını işçiye götürmüştür" [276]

Tüm yönlendirmeleri bu hedefe kanalize eden parti, doğrudanlık ve kavramsallaştırmadan çok, iktidarı hedefleyen yolun tayini, mücadele araç ve yöntemlerinin seçimi, uygulamada koordinasyonu sağlayabilme ile söz konusu işlevi yerine getirir. Maddi bir gücün, ancak bir başka maddi güç ile yenilebilecek olması gerçekliği partiyi devrimin olmazsa olmaz aracı haline getirir. Partinin en temel şeylerinden biri de iktidar hedefli olmasıdır…"(..) tek doğru örgüt türünün, yasal ve yarı-yasal işçi kuruluşları ağı ile çerçevelenmiş parti çekirdeklerinin toplamı olan yasadışı bir parti örgütü olduğunu..."[277] savunan Lenin, öngördüğü parti modelinde, yasallık-yasadışılık ikilemine girmeden araçları ihtiyaç ve öncelikler sıralaması içinde birbiriyle ilişkilendirmiştir. Elbette ki devrimi yapan partinin kendisi değildir. Elverişli bir maddi zeminde eylemi ile devreye giren kitleler ve çeşitli biçimlerde işlev yüklenmiş örgütlenmeler, sonucu tayin edecektir. Ancak partinin buradaki rolü öylesine önemlidir ki; en uygun koşullarla beslenmiş bir devrimci durumun olması halinde bile partisizlik sürecin devrimle sonuçlanmasına engeldir. Buradaki diyalektik ilişkiyi doğru kurmak, bir zorunluluktur. Öncülük görevi, kendini devrimi yapacak tek güç olarak görmeye sebep olmamalıdır.

Devrimci mücadelenin örgütlenmesi, muhalefet kesimlerinin devrimci bir doğrultuya kanalize edilerek iktidara yöneltilmesi sürecinde öncü görevi görecek olan bir partinin "tercihen" değil "mecburen" illegal bir zeminde oluşması çeşitli nedenlerle "komploculuk" çağrışımı yapabilir. "Otokratik bir ülkede böyle güçlü bir devrimci örgüt biçim olarak aynı zamanda 'komplocu' bir örgüt olarak da nitelendirilebilir. Çünkü Fransızca 'konspiration' sözcüğü Rusça 'zagovar' (komplo) sözcüğünün karşılığıdır. Ve böyle bir örgüt, tam bir gizlilik içinde çalışmak zorundadır. Gizlilik bu türden bir örgütün öylesine zorunlu bir koşuludur ki, bütün öteki koşullar (üyelerin sayısı ve seçimi, işlevler vb.) bu birinci koşula uyum içinde olmalıdır. Onun için biz sosyal-demokratların komplocu bir örgüt kurmayı istediğimiz yolundaki suçlamalardan korkması gerçekten de büyük bir safdillik olur. Her ekonomizm düşmanı için, böyle bir suçlama, Narodnaya Volva çizgisini izlemek suçlaması kadar övünç verici olmalıdır."[278] Devrim süreçlerinin zor ve karmaşık özelliği partiye çok önemli işlevler yükler. Siyasal iktidar mücadelesi anlık bir muharebe işi değildir. İleri atılımlarla, geri çekilmelerle dolu zorlu bir sürecin örgütlenmesi; buna uygun yeteneklerle donanmış bir savaş örgütünü gerektirir.

Proletarya partisinin birinci görevi, işçi sınıfın bağımsız siyasal örgütü olarak, her alanda proletaryanın sınıf tavrını ortaya koymak ve buna bağlı olarak proletaryayı bilinçlendirmek, örgütlemek ve kendi talepleri ve görevleri uğruna mücadeleye çağırarak harekete geçirmektir.  Bu çağrı aynı zamanda proletarya partisinin temel görevi olarak, proletaryanın siyasal bilince ulaştırılması, doğrudan proletaryanın siyasal eğitimi ile bağlantılıdır. Proletaryaya yönelik siyasi gerçekleri açıklama, proletarya partisinin eyleminin muhtevasını oluşturur.

      "Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse ve işçiler, bunlara karşı başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal-demokrat açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfının bilinci gerçek bir siyasal bilinç olamaz."[279]

Lenin'in ifade ettiği gibi, proletaryanın, sosyalist siyasal bilinci, sadece kendisine yönelik ve kendisini etkileyen egemen sınıf uygulamalarına karşı değil, tüm halk kesimlerine yönelik ve onları etkileyen egemen sınıf uygulamalarına karşı tepki göstermesini sağlayan bir bilinç ve hareketlilikle kendini somutlar. İşçi sınıfının tarihsel olarak sınıfsız toplum hedefi, diğer ezilenlerin ortak hedefidir ve kurtuluşudur. Bu anlamada salt işçi sınıfının mücadeledeki bakış açısı, kendi üzerinde değil genel olarak ezilenlerin tümünü kapsayan bir politika ve hedef olarak algılanmalıdır.  "Kim ki, işçi sınıfının dikkatini, gözlemini ve bilincini, tamamiyle ya da hatta esas olarak işçi sınıfı üzerinde yoğunlaştırıyorsa, böylesi sosyalist değildir."[280]

      Proletaryanın en devrimci sınıf olarak, nihai amaç yönünde, tüm insanlığın gerçek kurtuluşuna yönelik hareketin yürütücü olarak, kendi eylemini, gözlemini ve bilincini, sadece kendisi ile sınırlayamaz ve işçi sınıfı partisi de buna izin veremez. Lenin, işçilerin sosyalist siyasal bilince eriştirmeleri için nasıl bir eğitime sahip olmaları gerektiğini bir başka yerde şöyle ortaya koymaktadır:

      "Bir sosyalist haline gelebilmesi için, işçi, toprak beyi ile papazın, yüksek memur ile köylünün, öğrenci ile serserinin iktisadi niteliği ve toplumsal ve siyasal özellikleri konusunda açık seçik bir fikre sahip olmalıdır; onların güçlü ve zayıf yanlarını bilmelidirler; her sınıf ve tabakanın kendi bencil özlemlerini, kendi gerçek 'iç yapısını' gizlemek için kullandığı bütün parlak sözlerin ve safsataların anlamını kavramalıdır; belirli kurumların ve yasaların yansıttığı şu ya da bu çıkarın neler olduğunu ve bu yansıtmaların nasıl olduğunu anlamalıdır."[281]

      İşte proletaryanın siyasal bilince ulaşması, ancak böyle gerçekleşebilir ve proletarya partisinin görevi de bu bilinci proletaryaya ulaştırmaktır. Ancak mücadelesinin içeriğini siyasal bilince çıkaran proletarya, devrimci görevlerini yerine getirebilir ve demokratik devrimde proletaryanın hegemonyasını kurabilir. Türkiye proletaryasını siyasal sınıf örgütüne kavuştur­ma, komünistlerin bugünkü temel sorumluluğu­dur. Bunun için komünistlerin,  işçi sınıfı üzerindeki küçük-burjuva reformist ve popülist akımların ideolojik ve örgütsel etkinliğini kırmaya, ve kendi çizgilerini tutarlı Marksist-Leninist temelde kurmalarına bağlıdır.

Ülkemiz solunda uzun yıllar proletarya adına söz söyleyen ve buradan yola çıkarak sosyalist devrim teorileri yapanların, ortaya koydukları her politik ifadede  sınıfsal karakterlerini ifade etmeleri ve işçi sınıfını bu karakteri gizleme aracı olarak kullanmaları sonucu, uzun yıllar proletarya, siyasal bir güç olarak politik sahnede gerekli yerini alamamıştır. Kısa bir mücadele sonucunda iktidarın ele geçirileceği beklentileriyle devrimci mücadeleye katılmış küçük-burjuva unsurların, 12 Eylül sonrasında yenilgileri bunun açığa çıkmasındandır. "İşçi sınıfına gitmek" ya da "devrimcilerin onunun altısının işçi sınıfı içinde çalışması" gibi sözlerin arka planında küçük burjuvazinin politik düşünceleri vardır.

 

Yeni bir Arayış ve devrimden kopuş

EMEP Süreci ve Tasfiye Planları

Tarih, sınıf mücadelesi içinde onlarca yapı ve kişinin, devrimcilikten reformize savrulmasına tanıklık etmiştir. Küçük-burjuva devrimciliğinin, küçük-burjuva refomizmine  evrilmesi süreci söz konusu sosyal sınıfın tarihsel refleksi olarak değerlendirilmelidir. Bu sosyal sınıf üzerinden yükselen yasalcı yapıların ve önderlerinin misyonu, proletarya hareketini zayıflatmak ve öncüsünü tasfiye etmektir. EMEP'in yöneticilerinin bugün soyunduğu rol de budur. Proletaryayı küçük-burjuva reformizminin sıradan bir eklentisi durumuna düşür­meye çalışmaktadırlar.

EMEP, küçük-burjuva devrimciliğinin karşı-devrimin basıncı altında küçük-burjuva refomizmine evrilmesinin bir ürünüdür. Devrimci niteliğini yitiren küçük-burjuva halkçı çizgi, bugün "de­mokratik devlet"de en özlü ifadesini bulan düzen içi bir platforma dönüştü.

1980'de yapılan kuruluş kongresi, TDKP'nin gelişmesinin doruğuydu. TDKP şahsında küçük-burjuva devrimciliğinin, Marksizm’in eksikli kavranışının beraberinde getirdiği teorik darlıkla aslında  ulaşabileceği en son sınıra ulaşmış ve tıkanmıştı. Tıkanıklık ve çözümsüzlük 12 Eylül karşı-devrimin azgın saldırılarıyla bir­leşti. 1981’de Devrimin Sesi’nde  ortaya konulan perspektif, küçük burjuvazinin TDKP-MK aracılığıyla "Türkiye'de hala gerekli olan burjuva demokrasisidir. Burjuvazili ya da burjuvazisiz, ama burjuva karakteriyle bir demokrasiye ülkemiz mutlaka ulaşacaktır." Tespitindeki  “Yeni Bir Arayış”la "milli sanayi burjuvazisi "ni ittifaka çağıran,  EMEP'in bugünkü platformunu yaratanların sesi.

'80'li yılların ilk yarısı azgın bir karşı-devrim ve ağır bir yenilgi dönemi oldu. Tüm devrimci örgütler bu dönemde tam bir çürüme, yozlaş­ma, mültecileşme ve tasfiye süreci içine girdiler. TDKP-MK,  1981 yılındaki "Yeni Bir Arayış mı?" çıkışına anlam kazandırmak üzere, DSP'yle "İlkeli bir ittifak yapmak için" kollan sıvıyordu. "DSP Broşürü" olarak bilinen ve MK tarafından onaylanan yazı DSP şahsında "mili devrimci özellikler taşıyan bir akım" m doğduğu, bu akımla, "yöntem farklılıklarına rağmen demokrasi hedefi" çerçevesinde "ilkeli bir ittifak yapmak için" tüm çabanın harcan­ması gerektiğini söylüyordu.

Bu tespitler ve yapılmaya çalışılan şey geçmişte üç dünyacı Perincek ve tayfası ile devrim adına birleşme çabasıydı. THKO'nun sağa kaydığı bu dönemde, TİİKP de devrimcilerin birliği içinde değerlendirildi. Bugün içinde burjuvazi ile geniş bir ittifak arayışında SHP, CHP veya DSP de olsa frketmmektedir.

“TİİKP'nin “Üç Dünya Teorisi”ni bütünüyle hayata ge­çirmeye yönelmesi sonucu THKO bu karşı-devrimci örgüt­le görüşmeleri kesti. Ancak henüz işin esasını “Üc Dünya Teorisinin oluşturduğu kavranamıyordu”  Bu dönemde Çin’den başkasını gözü görmediği için hala uluslar arası komünist hareketi keşfedemeyen TDKP-MK’sının ufku dar olduğundan “ ‘Üc Dünya Teorisi’ uluslararası komünist hareketin gene! çizgisi an­layışıyla hala proleter devrimcilerin birliğinin temellerin­den biri olarak görülüyordu.”[282]

“Üçüncü dönem, diğer iki grupla yoğun görüşmelerin ve eylem birliklerinin sürdürüldüğü, ancak hala “Üç Dün­ya Teorisi”nin bir temel olarak alındığı ve Örgütümüzün bu gruplara karşı açık ve sonuç alıcı bir ideolojik hesaplaş­mayı sürdüremediği ve bu yüzden de olayın kendiliğin­den bir gelişim izlediği dönem oldu.”[283]

TDKP’nin kongresinde bile tam oturtamadığı ideolojik çizginin yansımalarına bakıldığında; geçmişte ilkesiz biçimde yapılmaya çalışılan grup birleşmeleri, üç dünya teorisi savunuculuğu ve bunun getirdiği üç dünyacı eğilimleri devrimci göstermeye soyunmak ve birleşme çabalarının gösterilmesi vb. tavırlar “DSP Broşürü” gelinen noktada bir arpa boyu yol gidilmediğini ortaya koymaya yetmiştir.

Küçük burjuva dünya görüşünün burjuvazinin kuyruğunda sürüklenmesinin en güzel örneklerinden biri olan TDKP-MK’sının sınıfsal niteliğini belirlediği nokta işçi sınıfını burjuvazinin yedeği yapmaya soyunmaktır.  "Sınıf bilinçli isçilerin, orta burjuvazinin de dahil olduğu halk kesimlerinin kısmi de olsa, anti-emperyalist, anti-tekel taleplerini desteklemesi, program hedefleri açısından orta burjuvazinin tarafsızlaştırılması, bağımsızlık talebini tutarlılıkla savunma, ulusal ve halkçı ekonominin programını yapma konusunda, işçi sınıfına olanak sağlar."[284]

İşçi sınıfına burjuvaziyi yedeklemek çağıran özgürlük dünyası yazarı, parti şefinin daha sonra yapacağı kapitalizmi ve bugünkü Türkiye burjuvazisini aklama çabasının öncülüğünü yapmaktadır.

Sınıf politikasından sıyrılarak öncelikle halk kavramı üzerinden konuşmaya başlamak tipik küçük burjuva sınıf tavrıdır. Burada söylenenler TDKP-MK’nın küçük burjuva reformist politik kimliği­ni  ortaya sermektedir. Artı- değer kavramını yok sayarak sınıfın burjuvazi ile değil belli bir kesimle çelişkisinin olduğunun iddiası,  burjuvaziye yedeklenerek devrim çağrısı yapma ve  orta burjuvazinin tarafsızlaştırılması (ortadan kaldırılması veya artı-değer sömürüsüne son verilmesi söz konusu dahi edilmeden) hedeflenmektedir.  orta burjuvazinin gelişmesinin önündeki engel­leri temizleyecek ve tarafsızlaştırılacak. Zira Küçük burjuvazi iktidarı kendisi için istemektedir.

CHP ile ittifak politikası TDKP’yi EMEP üzerinden düzene bağlayan yeni bir köprü olacaktır. CHP ile ittifakın yolunu açmaya, bunun için "ulusal sanayi" adı altında orta burjuvazi yaratmak ve bunu emperyalizme kafa tutmasını dilemek ancak küçük burjuvazinin sınıfsal dünyasının bir ürünüdür. Bu açıdan bakıldığında EMEP yöneticilerinin tuttuğu konum ve izlediği genel çizgi çerçe­vesinde, CHP ile ittifak arayışında tutarlıdır. Tutarsızlık, gibi görünen açıkça ve yüreklice yapmamakla eleştirilen EMEP’li yöneticiler ait oldukları küçük burjuva sınıfın niteliğine uygun davranmışlardır.

DSP’yi ve CHP’yi içindeki burjuvalarca çekici gören EMEP düzene yamanmak ve protokolde yer bulmakta gecikmiyor. EMEP Genel Başkanı, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı nedeniyle 22 Nisan tarihli basın toplantısından bir gün sonra SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın’ la birlikte TBMM’de yapılan törene de katılarak protokolde istediği yeri de almış oldu. Levent Tüzel’ in basın toplantısı EMEP’in yaklaşımını ortaya koyuyor.

“84 yıl önce ülkeyi işgal eden emperyalist güçlere karşı halkın gerçek iradesini TBMM’nin temsil ettiğinin ilan edildiğini, halkın esareti değil, bağımsızlığı tercih ederek, işbirlikçilerin karşısına çıktığını” belirterek. Tüzel kendince, “Anti-emperyalist bağımsızlık mücadelesinin örgütleyicilerinin oluşturduğu Meclis’in bugünkü çoğunluğu, ülkenin geleceğini yayılmacı AB, Büyük Ortadoğu gibi projelerde” aramaktaymış. Burjuvaziye akıl hocalığı yapmak için bütün çabasını ortaya koyarak ne yapılması gerektiğini de anlatıyor.[285]

“’Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ unutulmuş. “Bugün üzerinde o kadar laf edilip bir o kadar kirletilen ‘egemenlik kayıtsız şartsız halkındır’ düşüncesi kafalardan silinmeyecek”miş. “Halkımız ABD ve her türlü emperyalist mihrakın dayatmaları karşısında bağımsızlık, barış ve kardeşlik ülküsüne sahiptir. Bunun kararı 84 yıl önce verilmiş”miş ve “hiçbir güç bunu engellemeyecek”miş.[286]

Levent Tüzel’in, Kurtuluş Savaşına övgülerinden anlıyoruz ki, 23 Nisan 1920’de kurulan TBMM “halkın gerçek iradesini” temsil etmiş, aynı zamanda emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesini örgütlemiş ve yürütmüş. TBMM’nin 1920’li yıllarda emperyalizme karşı mücadelesini yere göğe sığdıramayan Levent başkana göre aynı meclisin bugünkü çoğunluğu, (tümü söz konusu edilemez zira içerisinde DSP ve CHP şahsında “orta burjuvazı gibi ittifakları var) ülkenin geleceğini yayılmacı AB, Büyük Ortadoğu gibi projelerde aramaktaymış.

EMEP uleması,  varlıklarını bağladıkları burjuva sınıfların kendilerinden yüz çevireceğine ve bunun düşledikleri “dünyanın” kapsamının daralacağına neden olacağına inanıyorlar.

 İşte sorunun düğüm noktası budur. Burjuvaziye hizmet etmenin sınıf mücadelesiyle perdelenmeye çalışılmasının, oportünizmle iç içe geçtiği yer burasıdır. Bu adamlar, burjuvazinin kendilerinden yüz çevireceği ve böylece de içinde yer alacakları sistemin kapsamının daralacağı gerekçesiyle, herkessi ve her şeyi feda etmeye hazırlar. Gerçekten, burada, bir tüm olarak katıksız ve tutarlı bir biçimiyle, burjuvaziye hizmet ile karşı karşıyayız: “devrim bir burjuva devrim olduğuna göre, burjuva darkafalılığının önünde eğilmeli ve ona yol açmalıyız.”[287] Böylelikle, burjuvazi, devrime yüz çevirmesin diye, demokrasi olsun diye, proletaryayı, tümüyle burjuvazinin vesayeti altına sokmaya çalışıyorlar. 

EMEP ulemasına göre “İşçi (orta-burjuvaziye) şunu diyecektir: sen eko­nomik durumunu benim sırtımdan değil, emperyalizme, işbirlikçi tekellere karşı mücadele ile düzeltebilirsin. Ve ben bunun için de mücadele ediyorum ve bu mücadelenin de en tutarlı savunucusuyum'."[288] Böylelikle proletaryayı ılımlı ve uysal olmaya zorlamış olacaklar. Ne için olacak bu? Burjuvazi yüz çevirmesin diye demokrasinin, proletaryanın istemlerini kucaklayacak ölçüde gerçekleştirilmesi uğruna, demokrasi platformundan, yüz çevirmesin diye… EMEP uleması, devrime ihanet ederek, burjuvazinin rızasını satın alarak, burjuvaziyle pazarlık platformuna geçmelerinin teorisini üretiyorlar.

1980’de bu tavır başka türlü dile getirilmişti. Türk burjuvazisinin önderlik ettiği milli kurtuluş savaşının anti-emperyalist yönünü abartan ve burjuvazinin bir kesimini devrimci görerek ittifak arayışına düşen kafa yapısı 1960’lardan bu yana Türkiye sol hareketinde görülen ideolojik bir hastalıkla malüldür. Emperyalizme karşı “ulusal güçlerin” mücadelesini esas alan bu gerici milliyetçi tutum İP çetesi ve onun reisi Doğu Perinçek tarafından programatik bir çerçevede savunuluyor. Zaten insan Levent başkanın, acaba Doğu Perinçek’ in yerine mi talip?

Çıkarları emperyalistlerle uzlaşmayan ulusal burjuvazi gibi bir toplumsal kategori bugünün dünyasında, ve bugünün Türkiye’sinde söz konusu değildir. Dolayısıyla emperyalizm ve proleter devrimler çağında bu ittifakın işçi sınıfı açısından hiçbir pratik değeri yoktur. Levent Tüzel’in kemalistlerin 1920’lerdeki mücadelesini övmesinin altında EMEP ulemasının, emperyalizme karşı mücadele programı diye işçi ve emekçilere önerdiği şey, “ulusal burjuvaziden” medet ummaktır. EMEP, bugün tümüyle düzen içi bir akım haline gelmenin sancılarını yaşamaktadır. 3 Kasım ve 28 Mart seçimlerinde, SHP’yle girilen seçim ittifakı ve gelecekte CHP ile muhtemel bir ittifaka dönük beklentiler bunun ifadesidir. TBMM’ye yapılan ziyaretlerin ve 1920 TBMM’sine düzülen methiyelerin EMEP açısından hem bir ideolojik mantığı, hem de düzene kendini beğendirme anlamında politik anlamı bulunmaktadır.

EMEP programı

EMEP programına bakmak dün ve bugun karşılaştırması yapmak açısından oldukça önemli. Zira EMEP’i kurmak bugun için karar verilip atılmış bir adım değil dün ile güçlü bağlantıları olan bir adımdır. Geçmişte hazırlanan program ile bu program arasındaki farkı inceleyelim; "Emeğin Partisi'nin dünya görüşü(nün) bilimsel sosyalizm" olduğunu iddia etmekte, "emperyalizm, tekelci kapitalizm yarı-feodal kalıntıların tasfiye edilmesi" nin hedef olarak ortaya koymakta ve bunun için de "demokratik bir halk iktidarının kurulmasını zorunlu" görmektedir. Bu "demokratik halk iktidarı" ile ulusal demokratik halk devrimi arasında ne gibi bir fark var belli değil. "demokratik halk iktidarı" ile UDHD bir ve aynı öze tekabül ediyor.

Aslında pek de haksızlık etmeyelim UDHD’de işçi sınıfı önderliğinde ibaresi devrimcilik adına vurgulanıyor. Oysa “Demokratik Halk İktidarı”nda hangi sınıfın damgasını taşıyacağı konusunda bir şey söylenmemektedir. Bu belirsizlik elbette bir rastlantı değildir.

Türkiye'nin Sosyo-Ekonomik Yapısı ve Ulusal Demokratik Halk Devrimi" başlıklı temel metinde benzer şeyler şöyle ifade edilmektedir: "Türkiye bugün demokratik devrim (Ulusal Demokratik Halk Devrimi) aşamasındadır. Bu devrim emperyalizm ve feodalizm ile ezilen halk kitleleri arasındaki temel çelişme (çelişmeler) üzerinde yükselmektedir." [289] TDKP programında bakıldığında görülebileceği gibi, burada sosyo-ekonomik yapıya ilişkin tanım ve' tespitler ile devrimin karakterine ve sorunlarına ilişkin tanım ve tespitler arasında or­ganik bir bütünlük vardır. Aynı şey EMEP programı içinde de söz konusudur.  Bir ekonomik sosyal tahlil yapılmamasına rağmen “Demokratik Halk İktidarı” ile Kruşçevci “Halk devleti” kavramını yakalamış bulunuyorlar. UDHD programında çeşitli sınıfların iktidarı ve küçük burjuvazinin ilelebed yaşatılması ile EMEP programındaki kapitalizmin yaşatılması aynı özün korunduğunu gösterir.

Öncelikle "Emeğin Partisi'nin dünya görüşü bilimsel sos­yalizmdir" Özgürlük Dünyasında yayınlanan "Yasal Çalışma ve Yasalcılık"[290] başlığıyla yayınlanan makale  "proletaryanın merkezi örgüt"ünün dünya görüşü bilimsel sosyalizmin olduğunu, böylesi bir dünya görüşüne sahip "tek örgüt" olabileceğini"[291] anlatıyor. "bu merkezi örgüt, proletaryanın devrimci komünist partisidir" deniliyor.

Böyle bir partinin Türkiye’de kurulmasının "Türkiye'deyse, bugün, …siyasal özgürlük ve demokrasinin proleter yoldan kazanılması" başarılmadan, "Türkiye'de aynı tür bir örgüt öneren kişi ya da grup; …ne tür iddiada bulunursa bulunsun aşağılık bir liberal, işçi sınıfı içine salınmış burjuva uşağı bir dağıtıcı ve tasfiyeci olarak eleştirilmeye hak kazanır."[292] deniliyor.

EMEP’in yasal bir parti olduğu dikkate alındığında ve “"Emeğin Partisi'nin dünya görüşü bilimsel sos­yalizm” olduğuna, yasal olarak Türkiye’de kurulduğuna göre ne derlerse desinler EMEP uleması “burjuva uşağı bir dağıtıcı ve tasfiyeci olarak eleştirilmeye hak kazanır. Bu tutum dün: ”Mao-Zedung’un kızıl yolunu terk etmek, Kruşçev’in kara yüzlü dönekliğini benimsemek demektir.”[293] diyerek yüksek perdeden teori üretenler: en azından Mao’nun devrimciliğini dahi terk eden “kara yüzlü dönek” olarak tarih sayfalarında yerlerini aldılar. Zira bunun 1980 sonrasında aynı biçimde kendilerini  “burjuva uşağı “ olarak değerlendirmelerinde yanılmaları söz konusu değildir.

Bugünkü EMEP uleması yasal partiye karşı tavırlarını Özgürlük Dünyasında ortaya koyarken söyledikleri: "amaçları ve ça­lışmalarının reformcu, liberalizmden ödünç alınmış, sınıf içinde liberal bir işçi siyaseti izlemeye dayanan, mevcut sistem yanlısı, ama katiyen onu devirmeyi aklına bile getirmeyen küçük-burjuva ideolojik ve siyasal içeriğin yön verdiği ve denk düştüğü örgütsel çizgi yasalcılık ve tasfiyecilik; örgüt türü ise yasal bir örgüt"ten ibarettir…”[294] ”…ideoloji ve siyasette kendini yasalarla sınırlayıp yasalara uygun olarak düzenleyen, her bir adımda, sınıfın eylemi ve alttan gelen toplumun dönüştürücü gücü yerine anayasa ve onun nasılı ne içini peşine düşen" [295] anayasalcı bir partidir.  “Türkiye koşullarında yasal bir parti, "kesinlikle devrimci olamaz ve ne tür iddialarda bulunursa bulunsun devrimci bir çalışma yürütemez."[296]

Yasal partiye geçişin hemen öncesin­de bu tavır açıktır ki, devrimci bilinci ve duyarlılığı olan tabanı körleştirmek, devrimci konumun, gerektirdiği örgütün korunacağına inandırmak amacını taşıdığı açıktır. Devrimci bir politika yerine, zayıf ve cılız küçük-burjuva oportünizmi, parlamento diplomasisini ve parlamenter kombinezonları kollayan siyaset esnaflığı, görünüşü kurtarmak için, “devrimci” kararlar ve sloganlar kabul ediliyordu, ama bunlar, büro çekmecelerinde saklanmak içindi.”[297]

Proletaryanın komünist örgütlenmesi, kendi üzerine düşen görevleri başka bir organizasyona havale ediliyorsa, bağımsız siyasal çalışma ve bunun gerektirdiği örgütlenme yerine tüm dikkatler ve örgüt enerjisi legal bir kitle partisine yöneltilmişse ortada bir tercih var demektir. Temel olan örgütlenme biçimi yasala feda ediliyorsa, yapılan, kelimenin gerçek anlamıyla tasfiyeciliktir.

Bugünkü EMEP ulemasının niyeti ve gerçeği konusunda daha dolaysız bir sonuca ulaşabilmek için, aynı makaleden son bir bölüm daha aktarmak istiyoruz:

"İyi niyetle kurulacak yasalcılık hayallerineyse, siyasal öz­gürlüğün geçerli olmadığı Türkiye'de yer yoktur. ... Mücadelenin koşullarını ve akışını belirleyen, son derece katı toplumsal-siyasal gerçeklerdir. Siyasal özgürlük koparılıp alınmamış ve kazanılması devrimin hedefi olarak belirlenmişse -ki Türkiye'deki durum budur-, yasalcılığın tek bir anlamı vardır: Devrimci örgütü tasfiye etmek ve faşist diktatörlüğün sınır­lamalarına boyun eğerek onun izin verdiği türden faaliyetlerde bulunmak üzere yine izin verdiği türden örgütlenmek. Partinin program ve taktiklerinden, devrimci geleneklerinden vazgeçmek. (…)demokrasi için savaşmaktan vazgeçmek, en çok onu genişletme ve bunun için anayasal düzenlemeler platformuna sürüklenmek! Ama bu durumda devrimcilik iddiasında bulunma sahtekarlığı ya­pılmamalıdır."[298]

EMEP'in kuruluşundan hemen önce yer almış bu makale, bugünkü EMEP gerçeği­ içinde ne anlama geldiğini değerlendirmek EMEP ulemasını hiç ilgilendirmemektedir.  Bu ölçüt gerçekte, çok değişik biçimlerde süren sınıf savaşımını her alanda doğru tahlil edebilmenin de koşulunu sağlar. Böyle bir savaşı örgütleme görevi ile karşı karşıya olan politik organizasyonun yapılanması ihtiyaçlar tarafından belirlenir. Amaca hizmet etmek üzere varlık gösteren ve ihtiyaca göre biçimlenen örgütsel yapı; araç-amaç ilişkisinin içerdiği diyalektik ile doğrudan ilintilidir.

"Biz, sınıfların ortadan kaldırılmasını istiyoruz. Buna erişmek için araç nedir?" diyen Engels, Devrim, politikanın en yüksek edimidir ve devrim isteyen herkes, aracını da istemek zorundadır." diye ekliyor. Doğaldır ki devrimin olmazsa olmaz aracı, politik organizasyondur. "İşçi partisi (...) kendine özgü hedefi, kendine özgü politikası bulunan bağımsız bir parti olarak oluşmalıdır." [299]

Yukarda söylenenler ışığında EMEP ulemasının hazırladığı programın ne olduğunu göstermeye çalışmak, anlamsız bir uğraşı olacaktır. Onlar kendilerinin ne olduğunu 1980 öncesi de sonrası da iyi bilmektedirler.

Özgürlük dünyasında eleştirilen anayasalcı bir parti; emperyalist zinciri kırarak  "Emperyalistlerin ve işbirlikçilerin elinde bulunan tüm işletmeler ulusallaştırılarak işçi denetimine ve halkın yönetimine verilecektir". Gibi bir programa sahip olmasının anlamı kalmamaktadır. Bu iddialar, yığınları aldatmaya yönelik bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Söylenenlerin gerçekleştirilmesi emperyalist tekelci burjuvazinin sınıf egemenliğine son vermeyi gerektirir. Bu ise düzenin partilerin işi olamaz. "Bir savaşın karakteri (bir gerici savaş mı, yoksa bir devrimci savaş mı olduğu) saldırganın kim olduğuna ve kimin ülkesinde 'düşmanın' bulunduğuna değil, hangi sınıfın savaş yaptığına, bu savaşla hangi politikanın sürdürüldüğüne bağlıdır." [300]

Dik­kati mevcut sınıf egemenliği, sınıf iktidarı ve bunların köklü bir devrimle alaşağı edilmesinden toplumsal devrimle var olan sitemin yıkılmasından uzaklaştırmak gereklidir.  Zira anayasal demokrasi gibi propagandalarla, anayasal ha­yaller yaymak, sisteme sığınmış yaşamalarını bir süre daha uzatabilir

EMEP uleması son "demokratik devlet" açılımının Kürt sorununa uygulanması ve bunun gerekçelendirilmesi ile görevini üstlenmişlerdir. Günlük gazetede yer alan "Demokratik Türkiye İçin Kürt ve Türk’lerin Tam Hak Eşitliği" başlıklı makalede bu doğrultuda ilk adımları atlı. Türk devletine "Kürt emekçilerine karsı sürdürülen bugünkü politikanın terk edilmesi" çağrısı yapılırken : "Halkın huzuru ve demokratik bir Türkiye için devletin Kürt politikası değişmeli, ulusların ve dillerin tam hak eşitliği Anayasal garantiye bağlanmalıdır."[301] çözüm önerileri  Öcalan’ın söylemini tekrarlamak olmuştur.

Devleti "politikasını değiştirme "ye davet etmek kendi içinde  bu devletin varlığını ve sürekliliğini veri almak ve onun  "demokra­tikleşmesi"ni kabul etmek demektir. . Yani burada bir  "Demokratik Anayasa!" “Demokratik “Cumhuriyet” istiyoruz. Kürt halkı  "Anayasal güvence"ye alınmış bazı sözde ulusal haklar! Yani bir kez daha Kürt ve Türk küçük burjuvazisinin ve  sihirli çözümü: "Siyasal çö­züm" ve bunu sağlayacak olan "demokratik anayasa"

Ulaşılan son nokta

Kısacası, bütün o süslü ve keskin söylemin arkasında, EMEP programından, "tekel dışı burjuvazi"nin ikti­sadi ve siyasal çıkarlarının formülasyonu çıkıyor. Bu platform 1970'ler TKP'sinin programının bir santim ilerisinde değildir.

EMEP uleması, 12 Eylül'ü izleyen günlerde, bize gerekli olan "burjuvazili ya da burjuvazisiz, bir burjuva demokrasisi" demişler ve "Avrupa tipi bir burjuva demokrasisi" ülkemizde mutlaka kurulacak diye de eklemişlerdi. 12 Eylül'ün hemen ardından girilen bu yönelimler zamanla derinleşip iç bütünlük kazana­rak bugünkü EMEP'İ üretmiştir.

Politik iktidarın burjuvazinin elinde bulunduğu koşullarda, burjuva demokratik istemlere dayalı bir asgari programı devrim ve iktidar programı, işçi sınıfının burjuvazinin yedeğine alınmasını sağlamak ve sosyalizm söylemleri ardına gizlenmiş bir kapitalizm savunusudur.  Devrimin karakte­rini belirleyen, devlet iktidarının hangi sınıfın elinde ol­duğudur. EMEP, proletar­yayı burjuva iktidarına parlamentoya girmek adına hapsedebilmek için,.Türkiye'nin Anti emperyalist demokratik platformla programını sınırlamaktadır. Emper­yalizmi kapitalizmden ayıran kapitalist sınıftan söz etmeyen bir anti-emperyalizm ve bağımsızlık anlayışının vara­cağı yer, kapitalist temellere ve burjuvazinin sınıf egemenliğine dayalı bir "siyasal bağımsızlık" çizgisidir. Anti-emperyalizmi salt "demokrasi" ve "uluslaşma" sorununa indirgemek, MDD hareketinin savunduğu çizgiye yeniden dönüş demektir.

EMEP gerçekte yeni bir şey yapmıyor. " TDKP programını geri ve eksikli ne kadar yanı varsa yeniden elden geçiriyor içindeki devrimci niteliklerini ayıklayıp arındırıyor ve ortaya demokratik halk iktidarından "Avrupa tipi bir burjuva demokrasisi" yaratıyor. Tüm devrimci yönelimler silinirken ve nihayet aynı dönemde, Kırk yıllık faşist Demirel’in “herkese iş, herkese aş” sloganı EMEP elinde bugünkü "İş-ekmek-özgürlük" sloganıyla da programlaştı. EMEP, kendini önceleyen bütün ideolojik-politik değişimin somutlaşmış örgütsel ifade­sidir. Küçük-burjuva sınıfsal karaktere sahip devrimci çizgisiyle TDKP’nin programı ile burjuva liberal EMEP programı arasındaki uyum ve tutarlılık böyle açıklanabilir.

Bugünün reformizminin dünün TDKP Programındaki kökleri

EMEP yapılanmasının temeli daha önceki programında somutlanan sınıfsal yapılanmasının doğal sonucudur. Örgütün devrimci duruşu ve Marksizme yönelmesi örgüt içindeki küçük burjuva unsurların yönetimi ele geçirmesine ve kendi sınıfsal duruşuna göre yönlendirmesinin önünde engel değildi. İçinden çıktığı dönem ve kökeni ele alındığında bu sonuç olası bir durumdur. Devrimci bir yapılanmanın savrulmasını sağlamak kısa vadeli değil uzun vadeli bir çalışmayı gerektiriyor. Örgüt içindeki küçük burjuvaların sınıfsal karakterleri gereği istikrarsızlıkları ve zor karşısında geri adım atıp uzlaşma tavırları 12 eylül darbesinin zoruyla açığa çıktı. Bu tasfiyecilik kişilerin öznel kötülükleri üzerine kurulamaz ve kurulmamalıdır bu bir sınıfsal bir duruş ifadesidir. Bu sınıfsal ifade THKO’dan başlayıp TDKP’ ile noktalanan süreçteki küçük burjuva dünya görüşünün partiye program olarak sindirilmesidir. THKO’nun, MDD hareketinden devrimci kopuşu, onun dünyayı kavrayışındaki küçük burjuva uzlaşmacı teorik izlerinin reddi üzerinden olmadığı gibi bu etkileri TDKP’ye kadar taşımış ve içselleştirmiştir. Bu içkinlik içte Yön ve MDD, dışta Mao Zedung Düşüncesi beslenmekte, aynı küçük-burjuva teorik yanılgıların damgasını taşımaktadır yönetici kadro tarafından teorik olarak tartışılmamış ve metafizik idealist yöntem ve anlayış ile Marksizm-Leninizm buna dayanak yapılmaya çalışılmıştır. TDKP Programı, proletar­yanın sosyalist sınıf programının küçük-burjuvazinin de­mokrasi özlemine dayanan bir revizyonudur.

TDKP'nin '80 öncesine ait tüm temel teorik metinleri, köklü bir demokratik devrim olmadıkça yarı-sömürge ülkelerde feodaliz­min tasfiye edilemeyeceği, tam tersine, feodal ilişkilerin kırsal ilişkileri belirleyen temel ilişkiler olarak yaşamayı sürdüreceği vb. düşünceleri işlemekteydi.

TDKP programına genel olarak bir göz atıldığında; "Sonuç olarak yarı-sömürge, yan-feodal ülkemizde meta üreti­mi temeli üzerinde genel olarak kapitalizm egemen bir duruma geldi.”[302] Kapitalizmin egemenliğinin tanımlanması ile birlikte pro­letaryanın nihai hedeflerini (abç) tanımlayan kısmında toplumun hala burjuva devrim stratejik aşamasında bulunduğu tespiti yapılır nihai hedef ve demokratik devrim birbiriyle çelişen iki durumdur. Emperyalizm ve feodalizmi tasfiye göreviyle karşı karşıya olduğu söyleniyor ve bu nihai hedef olarak işçi sınıfına sunuluyor. Bir yandan kesintisiz devrim savunusu diğer yandan nihai hedefi demokrasi ile küçültmek ve ittifakları buna göre tanımlamak. Küçük burjuva işçi devrimi anlayışı darlığının bir ifadesi bu ifade EMEP programında da en geniş kesimle ittifaka yönelmekle ortaya çıkıyor.

 Demokratik devrim anlayışı ile sınırlı dünyalarında devrimin itici güçleri olarak işçi sınıfı, köylülük ve küçük-burjuvazi sayıldıktan sonra, milli burjuvazi konusunda: "Bu aşamada ulusal burjuvazi tarafsızlaştırılacak ve devrime katıldığı oranda onunla ittifak yapılacaktır."[303]  İçinde bulunulan devrim aşamasının aynı sınıf güçle­ri, dolayısıyla ulusal "ulu­sal burjuvazi"ye biçilen rol ve ilericilik tarihsel olarak YÖN ve MDD çizgisinin aşılamadığının bir ifadesidir. En geniş cephenin kurulmasının gerekçesi “demokratik devrimin burjuva karak­teri ve "özünde köylülüğün toprak devrimi olması "ulusal sanayi kapitalizminin esas olarak gelişmediği"  , "feodalizmin tasfiye edilmedi" ği vb. koşullarda ulusal burjuvazi belirli bir Ölçüde ilerici bir rol oynar"[304] sonucuna varılıyor.

Emperyalizm ve feoda­lizmin tasfiyesi söz konusu edildiği için, proletaryanın temel bağlaşığı olan "köylülük" ten tüm köylülük kastedilmektedir: "... Türkiye Devrimci Komünist Partisi, proletar­yanın önderlisinde köylülüğü Örgütlemek ve onun anti-emperyalist anti-feodal potansiyelinden sonuna kadar yararlanmak amacıyla, yoksul köylüle­rin ağırlıkta olduğu, tüm köylülüğü bağrında topla­yan Köylü Birliklerinin kurulmasına özel bir önem ve­rir. "[305]  Demokratik devrim içinde; feodalizme ve emperyalizme karşı tüm köylülük kavramı zorunlu olarak zengin köylülüğü de kapsar. Demokrasi için herkesle birlik yapma ilkesizliği ve esnekliği bir sınıf tavrıdır.

Bütün köylülüğün kapsanması, burjuvazinin bir kesiminin ittifakın içine alınması küçük burjuvazi için hedeflenen demokrasi özlemidir. Bu program satırları Bugünkü EMEP’in burjuvazili ya da burjuvazisiz demokrasi oluşturma demogojisine de yer kalmadan açığa çıkan ve düzen sınırları içerisinde burjuvazili demokrasi hedefinin önceki görüntüsüdür.

"Ülkemizde emperyalizm ve feodalizmle uzlaşmaz çelişmesi olan bir milli kapitalizm de vardır, ama bu kapitalizm, emperya­lizm ve feodalizmin baskısı altında gelişememiş ve güdük kal­mıştır. Bu yüzden de yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülkede hakim bir nitelik kazanamaz. Bizde emperyalizm, komprador kapita­lizm, buna bağlı tefeci-ticaret burjuvazisi ve feodal kalıntılar; hepsi 'eski'nin temsilcileridir. 'Yeniyi ancak bunlara karşı olanlar temsil eder. "Eski'nin temsilcileri içinde bir dönem feodalizm bir dönem komprador kapitalizm hakim olmuş olabilir."[306] Dünkü Programında, "milli kapita­lizm",  "eski", ve "yeni" kavramlarının ardında emperyalizmin ve  "komprador kapitalizm'in karşısına çıkartılıyor. Sonuç: Tekelci kapitalizme küçük ve orta bur­juvazinin mevzilerinden karşı çıkmak ve kendini proletaryaya ve sosyalizme götürecek en ufak bir köprüye bile sahip olmamak. Bu durum sadece TDKP için değil aynı dönemde birbirlerini bu durumu kavramamakla eleştiren tüm hareketlerde aynı biçimde kendisini gösteriyordu. Örneğin TKP/ML Hareketinin görüşleri de şöyledir: "... bugün Türkiye'nin (esas olarak komprador nitelikte olan bir kapitalizmin hakim olduğu) kapitalist bir ülke olduğunu.[307] ' "Ekonomik yapıyı niteleyen, hakim durumda bulunan, ekonomi­nin kapitalist temelde Örgütlenmiş kesimi, en başta da bu kesimi, kontrol eden komprador kapitalizmidir."[308]

"Bugün ülkemizde komprador kapitalizmi hakimdir. Komprador kapitalizmin adım adım gelişimi hakimiyet aşamasına varmıştır... Biz, ülkemizde, kapitalizmin hakimiyetinden söz ederken bunu kastediyoruz."[309] Ülkenin sosyo ekonomik tahlilinin yapılmasında görülen Mao etkisi ve marksizmin küçük burjuva kavranışı…

EMEP’in "Avrupa tipi bir burjuva demokrasisi" düşü TDKP’nin programında “Bu yüzden komprador kapitalizminin kaldırılması İle, Üreti­ci güçlerin milli kapitalizm tarafından geliştirilmesinin şart­ları yaratılacaktır."[310] anlatılan dünyaya bakış açısı ile aynıdır. Tek farkla her şeye rağmen TDKP devrimcidir.

"Bu nedenle de halk yığınlarının başına geçerek demokratik devrimi tamamlamak ve milli (rekabetçi) kapitalizmin geliş­mesini sağlayacak şartları yaratmak görevinin İşçi sınıfına düşmesi."[311] gibi demokrasi adına burjuvaziye yedeklemek. TDKP’ni  savunduğu "milli kapitalizm" geliştirilebileceği kadar geliştirilmeli ve üretici güçler sosyalizme hazır hale gelinceye dek beklenmeli, acele edilmemelidir. İşte, "komprador kapitalizm"e karşı "milli kapitalizme sıkı sıkıya sarılmalarının ve sözde "ekonomik çözümlemelerinin bütün amacı budur. EMEP’in kafasındaki "Artık işçi partisinin politik platformu (asgari hedef-asgari program), sosyalist değil, anti-emperyalist demokratik bir plat­formdur. Çünkü Türkiye, emperyalist boyunduruk altında bulunan, uluslaşma ve demokratikleşme surecini henüz tamamlamamış olan bir ülkedir. Kurtuluşunu sosyalizmde bulan işçi sınıfı, ulusal özgürlük ve demokratikleşme sürecinin önündeki engeller kaldırılmadan sosyalizme geçemeyeceğini bilen bir sınıftır."[312] İki düşünce arasında programatik olarak bir fark yoktur.

1980 sonrası darbe ve etkilerini atılmaya çalışılması sürecinde bütün özeleştiri süreçlerinde yaşanan küçük burjuva ruh hali kendisini devam ettiriyordu. Ulemalar hala ulemaydı ve kimse onların elinden bunu alamıyordu alamayacaktı. Zira zorun karşısında teslimiyet dönemi başlamıştı.

1987 ile birlikte, TDKP, sosyo-ekonomik yapıya ilişkin bu görüşlerini hiçbir eleştiri ve özeleştirisini yapmadan tümüyle terketti. Artık komprador kapitalizm, yarı-feodal Türkiye, demok­ratik devrimin özünü ve temelini oluşturan köylü-toprak devrimi vb. türden temel düşünceler savunulmamaktaydı ama demokratik devrim tezini sa­vunmayı sürdürüyordu. "Ülkemizin içinde bulunduğu devrim aşamasında proletarya, emperyalizmi, onun uzantısı komprador kapitalizmi ve feodalizmi işçi-köylü ittifakı temelinde, şehir küçük-burjuvazisi ile birlikte tasfiye edecektir. Bu aşamada ulusal burjuvazi tarafsızlaştınlacak ve devrime katıldığı oranda onunla ittifak yapı­lacaktır."[313] söylemleri küçük burjuva ulemanın demokratik devrim kavrayışı MDD tarzına uygunluğunun sürdürülmesidir.

Küçük burjuvazinin savunacağı devrim karakteri ve ittifakı olacak sınıflar bellidir; bunu tanımlarken “dün” söyledikleri  "Esas olarak orta burjuvazinin oluşturduğu ulusal burjuvaziye gelince, o, sermaye sahibi kapitalist bir sınıf olmasına karşın, emperyalizmin (ve komprador kapitalizmin) ve feodalizmin baskısı altında olması ve sermaye birikiminin bu yapı tarafından engellenmesi dolayısıyla iç ve dış gericilikle çelişen ve demokratik devrimden objektif olarak çıkarı bulunan bir tabakadır."[314] Tüm bunlar orta burjuvaziye kuyrukçuluğun bizzat TDKP programındaki teorik temelleridir. Devrimin Sesi'nin 12 Eylül'ü izleyen günlerde yayınladığı "Yeni Bir Arayış mı?" başlıklı makalenin içeriğinde, "Burjuva demokrasisinde, isterse halk demokrasisi biçiminde olsun belirli bir sınırın ötesinde uyum mümkün değildir. Ve bu sınır 'Arayışın’ uzlaşmasını özlediği burjuvazi-proletarya çelişmesinin başladığı yerden geçer. Uyum ortak düşmanlara, emperyalizme, komprador kapitalizme ve feodalizme karşı ortak çıkarlar çerçe­vesinde sağlanabilir ve sağlanmalıdır. Onun ötesinde 'çok seslilik' burjuva demokrasisinde kaçınılmazdır. (...)Uzlaşma da, demokrasi mücadelesinde işçiler, köylüler, esnaf, küçük ve orta tüccar ve sanayiciler arasında anti-emperyalist, anti-feodal bir uzlaşma olarak kabul edilebilir, edilmelidir."[315]

Küçük burjuva dünya kavrayışının bir örneğini sergileyen ulema takımı, hem kapital­izmin ve kapitalist sınıfın toplum üzerindeki egemenliğinin kabul ediyor ama burjuvazinin bir kesimini buna karşı mücadeleye davet ediyor. Kendisinin emperyalizm karşısındaki ezilmişliğinin emperyalizme yönelterek diğer burjuvalardan yardım istemektedir. Uyum ve işbirliği arayışları sınıf işbirlikçisi bir liberal çizginin ifades­inden başka bir şey değildir. TDKP programında kavranamayan demokratik devrim ve iktidar sorununun, programda yansıyan biçimi 12 Eylül sonrasında yansıması tam bir sınıf işbirliği çizgisidir olarak kendisini ortaya koymaktadır.

TDKP programında söz edilen Lenin’in İki taktiğinde söz ettiği "proletarya diktatörlüğünün özgül bir biçimi olarak devrimci işçi-köylü iktidarı"nın "halk demokrasisi" olarak kavranması ve böyle teorileştirilmesi, Aynı TDKP yöneticilerinin, 1981 Mart'ında "burjuvazili ya da bur­juvazisiz bir burjuva demokrasisi", "karakter itibarıyla Avrupa'daki gibi bir burjuva demokrasisi" gibi formülasyonların geçmesi şaşılacak şey değildir. TDKP devrimciliğinin bağrında duran TDKP yöneticilerinin bu değişimin arkasında, küçük-burjuvazinin devrimci yükseliş dönemindeki coşku ve iyimserlikten karşı-devrim döneminde bezginlik ve karamsarlığa hızlı geçişi vardır. '84 yılındaki DSP Broşürü ile bu kuyrukçu-sınıf işbirlikçisi görüşle­ri derinleştirip yeni bir düzeye çıkaranlar. EP-EMEP olarak "demokratik devlet" platformuna kaymayı kolaylaştıran etkenler;  TDKP'nin teorik temelindeki ve programın­daki küçük burjuva sınıfsal yaklaşımlardır. Küçük burjuvazinin sınıf mücadelesindeki pratik tutumu ve ideolojik şekillenmesi bu değişimi kolaylaştırmıştır. . Tekrar belirleyelim, TDKP programını ve çizgisini genel yapısı EMEP'in bugünkü reformist-liberal platformuna temel noktalar üzerinden kaynaklık eden yönleri oldukça fazladır.

Öncü parti, tasfiyecîlik ve kuyrukçuluk

"Leninizm'in işçi sınıfı hareketiyle birleşmesinin ifadesi olan proletaryanın devrimci hareketi, sosyalist hareket, partileşmezlik edemez; sosyalist proleter hareket ya da proletaryanın devrimci hareketi, proletaryanın partileşmiş hareketidir. İçeriği bakımından sosyalist olan işçi hareketinin örgütü, devrimci komünist partisidir. Sosyal kurtuluş için kapitalizme karşı savaşmaktan başka bir alternatifi olmayan proletarya, böyle bir örgüte sahip değilse, hiçbir şeyi yok demektir."[316]

 Özgürlük Dünyası devam ediyor: "Proletaryanın devrimci partisini, gerek­liliğini ve varlığını redetmek, tasfiyeciliğin kaba türüdür. Doğrudan ve kestirme yoldan sosyalizmi, devrimi ve bir bütün olarak işçi sınıfı davasını redetmek demektir." [317]

EMEP uleması tüm suçunu değişik biçimlerde defalarca itiraf etmişlerdir. "Proletarya böyle bir örgüte sahip değilse, ne devrim olanak­lıdır ne de devrimin hazırlığı. ... Proletarya böyle bir örgüte sahip değilse, toplumsal etkinliğin çeşitli alanlarında kendisi için sınıf olamaz. Kurtuluşu için mutlak gerekli olan bağımsız sınıf poli­tikalarından ve bağımsız bir politik mücadele yürütme yeteneğinden yoksun kalır. Örgütleri ve mücadelesi burjuvazinin yedeğine düşer. Kendiliğinden eylemleriyle mevcut kapitalist düzenin sınırlan içine hapsolur; kölelik koşullarını değiştirmeyi zorlayamaz."[318] EMEP ulemasının atmaya hazırlandığı adımın liberal ve tasfiyeci özünü gizlemek için söylenen herşey, bugün dönüp EMEP gerçeğine tutulan bir ayna işlevi görmektedir.

EMEP uleması, girdikleri yolun gizlenilmesi için öneleri ince ve gizli bir TDKP savunusu yapmaktaydılar. Çünkü ilgili yazıda; "merkezi bir örgüt, proletaryanın devrimci komünist partisi" olmadan "proletarya, toplumsal etkinliğin çeşitli alanlarında, ancak, kendiliğinden gelme eylemleriyle kendisini tanımlayabilir. Çeşitli alanlardaki eylemleriyle dağınık ve birleşmemiş bir sınıf olarak burjuvazinin zayıf düşmanı olur." deniliyor,[319]

Oysa gelinen yerde geçmişle tüm bağlarını kopararak kendilerini EMEP’İn "sınıfın partisi olma yoluna girdiğini"[320], "sosyalist hareketle işçi hareketinin yeni ve görülmemiş derecede kitlesel bir birleşmesi"[321] olduğunu savunacak kadar yerlerinin sağlamlaştırdıklarını ifade etmektedirler. Artık yasal bir partinin işçi sınıfının öncü gücü olduğunu savunacak kadar kendinden geçen EMEP uleması için onların öncülüğüne yine kendi sözleri ile cevap verelim: "ne tür bir iddiada bulunursa bulunsun aşağı­lık bir liberal, işçi sınıfı içine salınmış burjuva uşağı bir dağıtıcı ve tasfiyeci olarak eleştirilmeye hak kazanmaktadır.

   Güç ve Politika yapmak üzerine

"Doğru devrimci çizgi belirlendikten sonra, herşeyi, doğru çizginin kaderini, zafer ve yenilgiyi, kadrolar belirler."[322]    

Marksizm-Leninizm’de kadro sorunu, doğrudan örgütlenme sorunu olarak ele alınır ve proletarya partisinin örgütlenmesi olarak somutlaşır. Kadroların devrim mücadelesindeki belirleyiciliği, devrim mücadelesinin gereklerine uygun bir bilince ve bunun somutluğu olarak belirli bir pratiğe sahip olmalarını gerektirir. Her devrim mücadelesinde ve proletarya partisinde, kadronun belirleyiciliği, mücadelenin gerektirdiği bilince, ustalığa, kararlılığa, sınıf mücadelesine bağlılığa ve gönüllülüğe sahip kadrolarla hareket etmektir. Parti örgütü içinde bu kadroları yaratmak özel bir öneme sahiptir. Belirli bir niteliğe sahip kadrolara sahip olmak, proletarya partisinin temel görevi ve sorunu olarak belirginleşir. Devrimci çizgiyi pratiğe uygulayacak yeterlilikte ve sayıda kadroların yaratılması, her devrimci örgütün birincil sorunu olmaktadır.

Proletarya partisinin sınıfı mücadeleye davet etmesindeki  motor güç, eyleyici olması ve pratiği göz önüne alındığında, örgütlenme sorunu olarak ortaya çıkar. Böyle bir örgütlenmeyi sağlamak, yeterli sayıda kadroya sahip olmak, Marksizm’le, sınıf ideolojisiyle donanmış öncü müfrezenin mücadeleyi planlandığı doğrultuda sürdürme olanağını yaratır. Sınıf mücadelesinin, iktidara kadar süren bir mücadele olması, kaçınılmaz olarak, bu süreçte kadroların yitirilmesine neden olur. Sürekli olarak yeniden yaratılması ve eski kadroların yerlerinin doldurulması, kadro sorununu sürekli kılar.

Buraya kadar söylediklerimiz, her devrimcinin bildiği ve bilmek durumunda olduğu gerçeklerdir. Ancak, sorun pratik olarak ele alındığında, karşılaşılan sorunların boyutları, hiç de konunun bu denli içsel bir sorun olmadığını ortaya koyar.

“Politika, güç demektir; Politika güçle yapılır”. İşte bu söz, bizim gibi ülkelerde kadro sorunun en yakıcı yönünü ortaya koyan ve sık tekrarlanan küçük-burjuva dünya görüşü ile çarpıtılmış bir tekerlemedir. Zira devrim mücadelesinde kadroları görmezden gelerek belirleyici olarak kitlelerin kendiliğinden rolünü abartarak onların öncünün yerine geçirmek. Diğer yandan kadro sayısı ile güç belirlemektir. Hiç kimse “güç olmak için politika yapmak” gerekliliğinden söz etmez.

Politika yapmak için güçten çok, doğru ve pratik anlamda konjonktüre oturan, yalpalamayan ve her gün adına diğer gün dediğini ret eden tespitler yerine doğru şeyler söylemek ve kadroların sınıfı bu tespitler etrafında mücadeleye çağırması önemlidir.

“Politika anda yapılır, konjonktüreldir” gibi genel geçer yanılgılar, sınıfın mücadele azmini ve onun içinde onu mücadeleye kazanmaya çalışan kadrolara karşı güvensizliği doğurur. Politika sadece ana ve dar güncel bir konjonktüre sıkıştırıldığında değişen ana bağlı düşünce değişiklikleri istikrarsızlığı ve mücadelede parçalanmayı doğurur.

Sınıfa güven vermeyen ve sadece anı ve konjonktürdeki durumu kurtarmaya çalışan ve burada politika yapmaya çalışan ancak küçük burjuva sosyalizmine saplanmış ve onun ufkundan kurtulmayanlardır. Devrim karşısındaki tutumlar, her zaman  sınıfsal konumlanmalara denk gelir. Kapitalizm tarafından sürekli olarak yoksullaşan ve mülksüzleşen küçük-burjuvazi, bu yanı ile proletaryaya yaklaşırken; diğer yandan karşısına çıkacak fırsatlardan yararlanarak büyük burjuvalar arasına girmeyi umut eder. Bu sınıfsal özelliği, küçük-burjuvaziyi sürekli olarak güçler dengesini gözetmeye ve buna uygun olarak tavır belirlemeye yöneltmektedir. Böylece, sözcüğün tam anlamıyla küçük-burjuva politik tutumu ortaya çıkar. Bu politik tutum, güçler dengesi kimin lehineyse, ondan yana tutum belirlemek şeklindedir. Bu tutumun dildeki yansıması, "politika, güç demektir" sözü ile ifade edilirken. Teorik yansıması da politika anda yapılır ve konjonktüreldir olmaktadır.*

Bu güç fetişizmi, aynı zamanda egemen burjuvazinin politik faaliyetlerinin ve ideolojik saldırılarının yönünü belirlemektedir. Eğer nicel güç belirleyici olacaksa, nüfus içinde çoğunluğu işçilerin ve emekçilerin sağladığı günümüzde ne yazık ki işçi sınıfı politika yapamıyor. Söz konusu olan güç zora dayalı bir güç ise bu "politik güç", her zaman ve her an politika yapma erkini elinde bulundurur. Demek ki politika yapmak için anlar beklemek gerekmez. Her an ve her konjonktürde işçi sınıfı sosyalizm ve devrim için politikalar yapar ve savunur. Küçük-burjuva aydın tutum güç ve politika ilişkisini fetişleştirerek Politika yapmayı da güç olmaya endeksleyerek sürekli olarak aba altında sopa göstererek  gözdağı, vermekte ve burjuvaziyi güçlü göstermeye çalışmakta ve bu yolla işçi sınıfı ve ezilenlerin devrim mücadelesine katılmasını engellemeye uğraşmaktadır.

Küçük-burjuvazi, sınıf olarak, küçük mülkiyeti ve küçük sermayeyi ifade eder. genellikle küçük-burjuva sözcüğü, köylü, öğretmen, öğrenci, memur gibi toplumsal tabakaları tanımlamak için kullanılmaktadır. Bu toplumsal tabakaların sergiledikleri sınıf özellikleri, sadece küçük-burjuva sınıfla sınırlı özellikler olmadığı gibi bu sınıfın gerçek ifadesi değildirler. Küçük-burjuvazi, kesinkes küçük mülkiyet ve küçük sermaye ile nitelenir ve tüm sınıfsal özelliği bu küçük mülkiyeti ve sermayesi tarafından belirlenmektedir.

Küçük-burjuvazinin politik tutumu tarafından belirlenen "politika güçle yapılır" ifadesi, doğrudan küçük-burjuvaziyi kazanmaya yönelik politikalarda kendi gerçekliğini bulur. Bunun soldaki yansısı ise, belli bir güç olmak için belirli bir niceliğe, "sayıya" sahip olmak ve bunun aracılığı ile politika yapmak şeklinde olmaktadır.

 Böylece de, devrimci faaliyetin sürdürülmesi, niceliğe indirgenmektedir ve "güç" kavramının ölçütü nicelikte aranmaktadır. Pratikte çalışan kadroların sürekli olarak duydukları söz, "siz kaç kişisiniz?", "nerede varsınız?" türünden olmaktadır. Devrimci mücadeleyle az çok tanışıklığı olan her kişinin, illegal bir mücadele söz konusu olduğunda, bu soruların sorulamayacağını bilmelerine karşın, soruyor olmaları ilginçtir. Son yıllarda, ülkedeki sol hareketin gücü kadrolarının sayımı ile belirlenmektedir.

Güç-nicelik ilişkisi, bir kadro veya üye sayısı üzerine oturtulamaz. Nicellik eşittir güç diye düşünenlerin kavrayamadıkları öncü ve kadrolar kavramıdır. Bin aptal bir güç oluşturamazken on akıllı bin aptalı istediği alana sürükleyebilir. Nicelik öncünün denetiminde ve onun yol göstericiliğinde,  pratik faaliyetlerde bir etkinlik demektir. Örneğin, bir protesto eyleminde ya da bir grevde yer alanların sayısının 100 kişi olması ile binlerce kişi olmasının etkisi kıyaslanamaz. Fakat binlerin kendiliğindenci eylemi de öncü denetimindeki etkiyi oluşturamaz. Bir öncünün denetiminde ve önderliğinde kitleler "elle tutulur, gözle görülür" sonuçlar ortaya çıkarır. "zaten kaç kişisiniz ki, etkiniz ne olacak" sözleri, sınıf içerisinde sayıdan çok kitleler üzerindeki etkinin ve öncülük kapasitesinin ifadelendirilmesidir.

Devrimciler için geline yede, "güç-nicelik" kavrayışı,  şu ya da bu örgütlenmeyi tercih etmek şeklinde somutlaşır. Öncü ve öncü kadro anlayışının kavranamaması, öncelikle örgütü amaç haline getirmiştir. Sınıf mücadelesinden çok mücadelenin temeli yapılan örgütlenmenin kendisini bir "güç" olarak gösterecek eylemlere girişmeleri ve bu eylemlerin yaratacağı varsayılan "fırsatlardan" yararlanmaya çalışmaları olmaktadır. Sınıfa rağmen sınıf için örgüt; sınıf mücadelesi için değil kendisi için örgüt ya da kendiliğinden örgütten kendisi için örgüte dönüşmek anlayışının temeli de budur

 Gerçek gerçeklikte, güç-nicelik ilişkisi, egemen sınıfların yüzyıllardır egemenliklerini sürdürmek için kullandıkları ve her türlü propaganda aracı ile sürekli olarak işledikleri bir konudur. Devlete karşı sürdürülen tüm mücadeleler güç-nicelik kavrayışının üzerinde yükselemez. Burjuvazi nicelik olarak oldukça az bir sayıya denk gelirken oldukça büyük güçe sahiptir.
      Güç-nicelik kavrayışı, ve bu kavrayışa ilişkin politika yapmak ve politikayı ana sıkıştırarak güdükleştirmek ve istikrarsızlaştırmak kendisini yeniden üreten ideolojik bir kavrayıştır. Ancak egemen sınıflar açısından bu ideolojik kavrayış, salt ideolojik araçlarla sürdürülen bir propagandanın ürünü olarak yaygınlaşmamaktadır.  Doğal olarak, kendi günlük yaşamında kaçınılmaz bir ilişki olarak ortaya çıkan güç-nicelik ilişkisi ile belirlenen anda politika yapmak bireyler için doğal karşılanabilen ve sorgulanmayan bir kavrayış olarak karşımıza çıkar. Politika kendi dışında birileri tarafından yapıldığından birey bu anda kendisini olaya dahil ederek kavrayışını ortaya koymaktadır. Bu kavrayışın toplumsal ilişkiler alanı içersinde sürekli yeniden üretimi ile ortaya çıkan varoluyormuş duygusu, bu kavrayışı, bilince ve bilgiye değil, sezgilere ve bireysel yaşam deneyimine dayanan ölçü, ölçüt ve kavrayışlar öne geçmektedir.

Güç-nicellik ve politika yapmak, bu kavrayış karşısında ödenen bedel, devrimci mücadeleye katılımda karşımıza çıkmaktadır. Belli bir güç olana kadar olayları izleme yönündeki eğilim ve ideolojik saldırı ödenen bedelin büyüklüğünü göstermektedir. Güç-nicelik kavrayışı, kendiliğinden gelişen bir güç ve buna  katılımı hedefler. Kendiliğindenci sıçramalar her zaman toplumlarda mümkündür. Bu durumlar belirli anlarda ortaya çıkan ve dizginlenemeyen hedefsiz anlık çıkışladır. Çıkışları gibi yok oluşları da aynı biçimde gerçekleşir ve toplumsal devrim açısından bir sonucu yoktur. Bu da, devrimci mücadeleden uzak durmayı empoze ettiği gibi, politikanın güç ilişkisi çerçevesinde ele alındığında devrimcilerin iradesi dışında gelişebileceği kavrayışına ulaşır.

 "Hele şöyle bir güç olun, o zaman biz de varız" türünden sözlerin, salt nicelik yönünden ele alındığında bile, devrimci mücadele açısından ne denli anlamsız olduğu görülecektir. Bugün için onlarca devrimci onlarca komünist dışar da durarak devrişme ve devrimcilere yabancılaşmaktadır. Sınıf mücadelesi, kitleleri bilinçlendirme ve devrimci bir güç haline getirme mücadelesidir. Eğer devrimci mücadelede yer alınacaksa, devrim mücadelesini devlete karşı bir "alternatif" güç haline getirmek için yer alınacaktır. Yoksa böyle bir güç kendiliğinden oluşmayacaktır ve şayet kendiliğinden oluşursa bile, o zaman, bugün devrimci mücadeleden uzak duran kadroları komünistleri değil, bilinçsiz, ama savaşan yarının bilinçli kitlesini kapsayacağı açıktır. Eğer belirleyici olan güç nicelik ve güç biriktirerek politika yapma anlayışı ise, her katılım, niceliği her nicelik artışı, gücü arttıracaktır. Artan güçte yeni niceliklere ihtşyaç duyacaktır. Bu da, bu kavrayışın kendi içersinde sonsuz gidişin ve bir şey yapmamanın ifadesi olacaktır.

"Güçe bağlı politika yapma kavrayışı, devrimci ve komünistlerin kendisini mücadelenin  dışında bir varlık varmış gibi görmesine neden olmaktadır. Bu varlıkların, önce bir araya gelmesini ve kendilerini "güç" haline getirmesini beklemek, yabancılaşmanın başka bir biçimidir. "Tamam, doğru şeyler söylüyorsunuz, size katılmamak mümkün değil ya da en azından sizlere yardımcı olmak isterim, ancak önce birşeyler yapın görelim" tarzı ifadeler sıkça karşımıza dikilmektedir. Bu ifadelerde mücadelenin haklılığına inanmak ifadesi, yardım etmek isterim ifadesi ile bütünleşmekte ve yabancılaşma devrimcinin kendisini sınıf mücadelesinde bir yardımcı unsur gibi görmesine neden olmaktadır. Devrimciler ve komünistler nerede ve nasıl olurlarsa olsunlar mücadelenin asli unsurlarıdırlar. Onlar mücadeleye yardım etmek veya sınıf savaşında yardımcı olmak gibi bir lükse sahip değildirler. Ya mücadelenin içinde ve öncü olarak görevlerini tek başlarına dahi olsalar örgüt gibi davranarak yerine getirmek zorundadırlar. Eğer bu kişilerin mücadeleye katılması, aynı zamanda mücadelenin gelişmesi olmayacaksa, Onların dışında bir gelişim ortaya çıkarak, onlara rağmen "birşeyler" yapılıyorsa, kendilerine neden gereksinme duyulacağını sorgulamak zorundadırlar..

Görüldüğü gibi güce dayalı politika yapma kavrayışı, sadece pratik devrimci mücadelenin engeli değil, aynı zamanda devrimci olunmasının da engeli olan bir ideolojik kavrayıştır. Proletarya, sınıf olarak, sadece kendisinin niceliğini değil, aynı zamanda burjuvazinin zıttı olarak bir niteliği ifade eder. Burada onun niteliğini belirleyen niceliği değildir. Üretimdeki yeri, onu, sadece nicelik olarak değil, niceliğin belli bir nitelikle birleşmesinin ürünü olarak belirlemiştir. Tek tek işçilerin birleşik ve kollektif eylemi, proletaryanın sınıf niteliğini ortaya çıkarır. Küçük-burjuva dünya görüşünün ürünü olan bu kavrayış karşısında proletaryanın sınıfsal tavrı, tümüyle bilimseldir.

Güç, politika ilişkisi doğru kavranamazsa ve politika yapmak için mücadeleyi güç olmak için sürekli erteleme esas alınırsa, sınıf mücadelesinde bir dizi sapma kaçınılmaz hale gelir. 1970 hareketinin küçük burjuva maceracı hareket ve onun yenilgisi; Kendisini belli bir "güç" olarak göstermek isteyen ve bu yolla güçlenmeyi uman pek çok devrimci örgütün, kendi gücünü aşan ve tarihsel koşullara uygun düşmeyen bir dizi eyleminin sonucudur. Sonuçları ise, devrimci mücadelenin verdiği kayıplardır.

Haklılık ve meşruluk

Yasallık kavramı ve meşruluk kavramı farklı dillerde farklı içerikler kazanır. Dolayısıyla meşruluk kavramını yasalarca tanımlanan sınırlarla tanımlama de dünyaya farklı bir bakış açısını dile getirir.  Böylece «meşru olan aynı zamanda yasaldır; en azından yasal sınırlar zorlanarak bu çerçeveye sığdırılabilecek olan eylem ve düşünceler meşrudur» diye özetlenebilecek olan düzen kurallarıyla da buluşmuş olurlar. Hatta yasalarla meşruluk arasında böyle bir paralellik kuran düşüncenin bir adım sonrası: yasal olmayan eylem ve duruşlar meşruluk da kazanamaz. Bu konuda Engels’in, Hegel’in devlet anlayışındaki “Akli olan gerçek, gerçek olan aklidir” tartışmasını gündeme getirmektedir. Engels bu anlayışın devleti aklamak olduğunu ifade ederken Hegel’i de devletin ne olduğunu kavramamakla eleştiriyordu.

Meşru olan yasaldır, yasalaşmayan meşru ve haklı olamaz düşüncesi benimsendikten sonra, yasaların dışına çıkan her eylem ve düşünce zararlıdır sonucuna varılır.  Bu düşüncenin kaynağı ise devletin tarafsızlığına inanmaya dayanır. Haklılık ve meşruluk kavramlarını sınıf mücadelesinden de bağımsız bir zeminde aranmaya başlanır. Devlet, yasalar ve hukuk, sınıf mücadelesinin bir aracı ve dolayısıyla da tarafını oluştururlar. Meşruluğu burada aramak, kapitalist toplumda sınıf mücadelesinde devletten medet ummak ve onun tarafsızlığını ilan edip savunmak demektir. Meşruluğu yasallıkla özdeşleştirenler, sınıf mücadelesin de kendilerini devletin tarafında, dolayısıyla da karşı olduklarını iddia ettikleri sınıfın cephesinde bulmaktadırlar.

Devrimciler, mücadelelerini meşruluk-yasallık çerçevesinden sürdüremezler. Bunun için, meşruluk kavramı ile yasalar arasında değil, haklılık temeli üzerinden kurarak yürütür.  Devrimcilerin haklılığı ister yasal sınırlar içerisinde ister dışında olsun geçerli olan tek meşruluktur. Haklılık dolayımı üzerinden meşruluk ile dolaysız ilişki kurulabilir. Haklı olanın meşruluk kazanması için kitleler tarafından da haklı görülüyor olması gerekir. Tarzı kitle kuyrukçusu yaklaşımlar; haklılık ve meşruluk arasında bir ilişki olmadığına işaret edilmiş oluyor. Devrimciler kitlelerle birlikte hareket ederler ve onları kendi talepleri uğruna mücadeleye çağırırlar. Ama  kitlelere haklılığı göstermek için zorunlu bir faaliyete ihtiyaç olduğunun bilinciyle hareket eder ve meşruluğunu burada ortaya koyar. Bu da siyasal mücadelenin ta kendisidir. Türkiye’de toplantı ve gösteri yürüyüşler kanununa rağmen Zonguldak madencileri binlerce kişi ile Ankara’ya ilerlediklerinde atıkları her adım yaslara göre  suç işliyorlardı ve eylemleri meşru değildi. Oysa bu yürüyüş madenciler için hem haklılıktı hem de meşruluktu bu meşruluğu belirleyen Zonguldak maden işçilerini gücüydü.

Komünist kadrolar, insanlığın gelişmesinin önünde engel koşulların ortadan kaldırarak, insanlığın tarihsel gelişiminin önünü açan, bu süreci hızlandıran, görev ve sorumluluk ile hareket ederek, kendilerini ortaya koyarlar. İster politik iktidarın ele geçirilmesi sürecinde olsun, ister politik iktidar ele geçirildikten sonra olsun, devrimci niteliğini yeniden üretir ve kendini aşar. Bu nedenle de, komünist kadro, kendisi ile birlikte partisini sürekli olarak, yenileyen ve devrimci mücadele sürecinin öne koyduğu görev ve sorumluluğun bilincinde ve ona göre faaliyet yürüten insandır.

Sınıf mücadelesi sadece fabrikalarda veya dişe diş sürdürülen meydan kavgalarında yaşanmaz. Bazen mücadele yalnız kalındığında kapitalizmin sinsi ve azgın saldırıları karşısında, sadece devrimci niteliğini korumak için yürütülen bir mücadele haline dönüşebilir. Komünist tutum ve irade bazen de, tutsaklık, tüm yoldaşlarıyla bağları kesilmiş yalnızlık ve birçok olumsuz koşullarda, düşmanın her türlü ideolojik ve fiziki baskılarının yoğunlaştığı bir ortamlarda, devrimci onuru ve kişiliği korumak için direniş olarak karşımıza çıkacaktır. 

Komünistlerin üzerine düşen görev her koşul altında, devrimci olarak varolabilmek, onun gerektirdiği görev ve sorumluluğu taşımaktır. Her türlü olumsuz duruma meydan okumak, koşulları devrim lehine çevirmek için, bıkmadan, usanmadan mücadele etmek, devrimci niteliğin ifadeleridir. Bütün politikalarında sayının azlığına bakarak, uzlaşmak, politik esneklik adı altında tavizler vermek, devrim saflarından uzaklaştırılması gerekenleri uzaklaştırmaktan kaçınmak, devrim mücadelesine zarar veren unsurları görmezlikten gelmek, devrimci görevin ve sorumluluğun gerektirdiklerini yerine getirmekten kaçınmak bir devrimci için ölüm demektir. Aynı şekilde, nicelik artışını nitel bir sıçrama gibi görmek ve bir güç olarak tanımlayarak, her türlü devrimci ilişki ve ittifakı bir yana bırakmak, tüm ilişkilerde buyurucu olmak, devrimci niteliğin yeterince gelişmemiş olduğunu gösterecektir.

Komünistler için sınıf çıkarından başka çıkar yoktur. Bu çıkarın gerçekleşmesi için sorumluluk, bireyin diğer bireylere göre belirlediği, ya da bu tarihsel koşulların sorumluluğunu taşıması gereken bireylerin tavırlarına göre şekillenen bir bireysel sorumluluk değildir.  Devrimcilik, bireyin, tarih karşısında, içinde yaşadığı tarihsel koşullar karşısında, kendi bilinci ile belirlenen sorumluluk ve görev demektir. Bu sınıf mücadelesinin getirdiği sorumluluktur. Bu sorumluluğun gereklerinin yerine getirilmesi ve buna uygun görevleri başarmak için her türlü özverinin gösterilmesi, komünist kadronun doğal niteliklerdir. Bu nedenle, bu niteliklerin, bireylerde yüceltilmesi ya da bu niteliklerin komünist kadroların değil de, belli bireylerin niteliğiymiş gibi ortaya konulması yanıltıcı sonuçlar doğuracaktır. Her devrimciden beklenilen ve kendisinde olması gereken, özveri, kararlılık, sabır, direnme ve düşmana asla teslim olmama, üstlendiği görevleri yerine getirme gibi özellikler, devrimci kişiliğin ayrılmaz ve ayrılması olanaksız özellikleridir.

Zafer hiçbir zaman kendi kendine gelmez; her zaman sökülüp alınır. İyi kararlar, partinin genel çizgisinden yana bildiriler, ancak bir başlangıçtır. Doğru bir çizgi, sorunun doğru bir çözümü verildikten sonra, başarı, örgüt çalışmasına, parti çizgisinin pratik uygulaması için mücadelenin örgütlenmesine, adamların iyi düşünülerek seçilmesine, kararların uygulanıp uygulanmadığının denetimine bağlıdır. Bu olmazsa, partinin doğru çizgisi ve doğru kararlar, ciddi olarak tehlikeye düşmek tehdidi altındadırlar. Bundan başka, üstelik doğru siyasal çizgi bir kere belirlendi mi, herşeyi, hatta siyasal çizginin kendi kaderini de, onun gerçekleştirilmesini ya da başarısızlığını da belirleyen, örgüt kadrolarıdır.

“Yönetim aygıtının bürokrasiciliği ve kırtasiyeciliği; canlı, diri ve somut bir yönetim yerine "genel anlamda yönetim" üzerine bir takım gevezelikler; örgütlerin işlevsel yapısı (yani aynı yönetiminin çeşitli servisleri arasına bölmeler koyma) ve kişisel sorumluluktan yoksunluk; alınan kararların uygulanışının sistemli bir biçimde denetlenmemesi; özeleştiri korkusu; işte bizim güçlüklerimizin kaynakları, işte bugün bu güçlüklerin toplandıkları yerler.
      Bu güçlüklerin, sertlik ve kararlarla yenilebileceğini sanmak safdillik olur. Uzun zamandan beri, bürokratların ve kırtasiyecilerin, parti ve hükümet kararlarına bağlılıklarını sözlerle açıklamakta, ama fiilde onları çekmecelere saklamakta üstlerine yoktur. Güçlükleri yenmek için örgüt çalışmamızın, partinin politik çizgisinin gereklerinin gerisinde kalması durumunu ortadan kaldırmak gerekiyordu; örgüt konusundaki yönetim düzeyini, ulusal ekonominin bütün alanlarında siyasal yönetimin düzeyine yükseltmek gerekiyordu; örgüt çalışmamızın siyasal sloganlarının ve parti kararlarının pratiğe geçirilmesini sağlayacağı şekilde davranmak gerekiyordu.

Şimdi de ikinci tipe bakalım. Gevezelerden sözetmek istiyorum, namuslu gevezeler de diyebilirdim, evet bu namuslu, dürüst, Sovyet iktidarına bağlı, ama ne olursa olsun bir şeyi düzenlemek, yönetmek ellerinden gelmeyen adamlardan sözetmek istiyorum. Geçen yıl, bu yoldaşlardan biri ile bir görüşmem oldu, çok değerli, ama iflah olmaz bir geveze, her işi o boş lafları içinde boğabilir. Bakın görüşmemiz nasıl oldu:

 Ben.- Sizde ekim işleri ne durumda?

 O.- Ekim işleri mi Stalin yoldaş? Seferber olduk.

 Ben.- Nasıl olur?

O- Sorunu tam cepheden ele aldık.

Ben.- Peki sonra?

O.- Hızlı ve köklü bir değişiklik oluyor Stalin yoldaş; yakında, büyük bir köklü değişme olacak.

Ben.- Ya, peki başka?

O.- Bizde ilerlemeler belirgin hale gelmektedir.

 Ben.- İyi. Ama, öyle de olsa, ekim işleri nasıl gidiyor?

O.- Ekim işleri konusunda, Stalin yoldaş, şimdilik herhangi bir hareket yok.

      İşte gevezenin portresi: Onlar seferber olmuşlar, sorunu cepheden ele almışlar, hızlı ve köklü bir değişme var, ilerleme var, ama işler olduğu gibi duruyor. “

İşte Ukraynalı bir işçi kısa bir zaman önce bir örgütün durumunu tastamam böyle karakterize ediyordu. Bu örgütün çizgisinin ne olduğu kendisine sorulduğunda, şöyle karşılık veriyordu: "Çizgi, inan olsun ki çizgi var elbette, ama çalışma görülmüyor ortalıkta." O örgütün de böyle namuslu gevezeleri var, besbelli.  Ve bu gevezeler yerlerinden alındıkları ve pratik çalışmadan uzaklaştırıldıkları zaman, kollarını açıp şaşkınlıklarını gösteriyorlar: "Neden bizi görevden alıyorlar? İşler yürüsün diye ne yapılmak gerekiyorsa hepsini yapmadık mı? Yıldırım işçileri konferansı toplamadık mı, bu konferansta partinin ve hükümetin sloganlarını herkese bildirmedik mi? Merkez Komitesinin tüm Politbürosunu onursal başkanlığa seçmedik mi? Stalin yoldaşa selamlarımızı yollamadık mı? Daha ne istiyorsunuz bizden?" [323]      

Genel Bir Değerlendirme

THKO ve 1980 sonrası TDKP geçmişte de devrimci özeleş­tiri yapma gücünden ve ciddiyetinden yoksun bir hareketti. Ona hep kendiliğindencilik ve kuyrukçuluk yön verdi. '71 sonrası ilk toparlanma döneminde maceracılık yerildi ve "kitlelere" şiarına sarılındı. Çünkü '71 devrimci hareketi yenilmişti, ama kitle hare­keti yükseliyordu. Maceracılığın pratikte yenildiği ve kitle hareke­tinin hızla yaygınlaştığı bir ortamda "kitlelere" şiarının ileri sürül­mesi herhangi bir güçlük taşımıyordu. Gelgeldim "hangi prog­ramla?" kitlelere gidileceği sorusu, '77'lere kadar yanıtsız kaldı. Bu hiçbir zaman da irdelenmedi. Geleneksel önyargı ve kalıplar, Çin Devrimi süzgecinden geçirilerek, böylece UDHD programı oluşturuldu. Mao sözümona eleştirildi ve reddedildi; ama Çin Devrimi formüllerine dayalı programatik görüşler olduğu gibi korundu. 12 Eylül yenilgisi ve yıkımı da hiçbir biçimde ciddi bir sorgulamaya tabi tutulamadı. Bu yöndeki taban basıncı hiç­bir zaman toplanamayacak bir kongre gerekçe gösterilerek sürek­li bastırıldı.

“Marksist aydın” olarak rüştünü ispat çabası, devlete kendisini muhatap olarak kanıtlama temelinde oluşan kişiliği; bunu örgütüne ve mücadele anlayışına yansıtması Türkiye solunun bugüne ulaşan temel bir özelliği olagelmiştir. Bu iddianın temelinde yatan gerçek şudur: Osmanlı’dan bu yana ilk muhalefet hareketlerinden başlayarak Şefik Hüsnü TKP’sinden 71 kuşağına dek “Marksist” veya “sosyalist aydınlar”, sadece politik muhalefet görevini üstlenen örgütler içerisinden çıkarak gelmişlerdir.* 71 kuşağının üzerinde yükseldiği mirasın bulaşıklığı bir biçimde bu devrimci harekete de yansımıştır.

Devrimci demokrat hareketler, bir yandan kapitalizmin egemenliğini kabul ederek sosyalist devrim perspektifi ile devrim tahlilleri; diğer yandan kapitalizmin aşırılıklarının ön plana çıkarılmasına dayanan ve bunları yok etmeye yönelik reform programları yapmışlardır.*

Diğer yandan; yeterli teorik birikime sahip olmayan devrimci hareketlerin küçük burjuva sınıfsal tabanı, Marksist teoriyi kendi sınıfsal gerçeklerine göre değerlendirmelerine neden olmuştur. “Önsel olarak öne sürülmüş programatik düşüncelere dayanak arama girişimi araştırmada olguları ‘amaca uygun bir biçimde irdeleme’ tek yanlılığını getirmiştir.”[324] 

Sol hareketin 71 ve sonrasında ortaya koyduğu teorik siyasal programlar, hem farklı bir tarih diliminde, hem de örnek alınan ülke ve siyasi yapıların özgün koşullarında oluşmuş ve olgunlaşmıştır. Koşulların farklılığını gözetmek yerine onları yapay bir biçimde birbirine yaklaştırma çabaları, yöntemdeki idealizmi ortaya koyucu niteliktedir.

Marx’ın ekonomi politik konusunda Alman aydınları için söylediği şu sözler oldukça anlamlıdır: “Almanya’da ekonomi politik şu ana kadar yabancı bir bilim olarak kaldı. (…) Demek ki ekonomi politiğin yeşereceği toprak yoktu. Bu ‘bilim’, İngiltere ve Fransa’dan hazır mal olarak ithal edilmek zorundaydı; ve Alman (ekonomi politik -çev.) profesörleri öğrenci olarak kaldılar. Yabancı bir gerçeğin teorik ifadesi, bunların elinde bir dogmalar demeti haline geldi ve çevrelerindeki küçük ticaret aleminin terimleriyle yorumlandı ve bunun için de yanlış yorumlandı. Bilimsel iktidarsızlık duygusunu, tümüyle bastıramadıkları bu duyguyu, gerçekten yabancısı oldukları bir konuya dokunmuş olmanın bilinçaltı rahatsızlığını, ya tarih ve yazın alanlarında ‘allamelik’ taslayarak, ya da ‘kameral’ bilimler denilen ve Alman bürokrasisinin arafı geçmek zorunda olan umutsuz adaylarının laf kalabalığından alınmış yabancı malzeme karışımı ile beceriksizce örtmeye çalıştılar.”[325]

Marksist olmaya Marx’ın eserlerinin okunması nasıl yetmiyorsa, Lenin'in Ne Yapmalı'sının bir bölümünün okunması da “devrimci Marksist örgüt yaratmaya” yetmiyor. İlki, “ideolojik olarak doktrinarizm şeklinde ifade edilebilecek”[326] bir teoriyi, ikincisi ise ancak dar örgütçü ve sekter kast tipi örgütleri ortaya çıkarmıştır.

Örgütlenmelerin tümünde görülen, kendi gelişim süreçlerine, varılması gereken sonuç olarak bakan “nirvana”ya ulaşmış insanların yaklaşımı: “Önce bu aşamalardan geçtik, sonra şu kadar süre ideolojik tartışma ve netlik aranışıyla geçti …ve sonunda ‘erdik’". ‘Ermişliğin’ dayandığı temellerden biri, “Ülkedeki bütün devrimcilerin eninde sonunda kendi çevrelerinde toparlanacağına olan inanç”tır.[327]

Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısının incelenmesi ve politik programların bunun üstüne inşa edilmesine olumlu bir adım olarak bakmak mümkündür. Fakat teorik olarak yapılan tartışmalarda sosyo-ekonomik ve politik unsurların hesaba katılmadığı görülür. “Halkın temel sömürü biçimi”nin devrimin niteliğini belirleyeceği tespitinden yola çıkılarak, egemen üretim biçimi kapitalist ise sosyalist devrim, kapitalist üretimin varlığıyla birlikte çoğunlukla yarı feodal ise “demokratik devrim” yapmak gerekli görülür. Gerekliliğin temelinde ise kapitalizmin “ne oranda gelişmiş olduğu” sorusuna verilen cevap vardır. Bu cevap, aynı zamanda “hangi tipte devrim” sorusuna karşılık gelmiştir. Yapılan incelemelerde varılan sonuç yine küçük burjuva ekonomist bakış açısını aşamamıştır.*

Marksizme yönelen devrimci hareketler, küçük burjuva sınıf nitelikleri nedeniyle küçük burjuva devrimciliğinin etkisinden kurtulamamış, Marksist nitelik pratik politik örgütlenme düzeyinde gerçekleşmiş, ancak teorik alana geçirilememiştir. “Marksist politik var oluş gerçekleşti, ama Marksist teorik üretim olmaksızın… Türkiye’de sırf yeterince teorik edinim sağlanamadığı için söz konusu nüfuz kırılamadı.”[328]* Sol örgütler kendi sınıfsal konumlarını, Marksizm adına üretilen ideolojilerle teorize etmektedirler. Marksizm de buna kılıf olarak geçirilmektedir. Marksizmin yorumlarını, ideoloji adına politik destek olarak almak bir dönem örgütün hareketliliği için yetebiliyor. Fakat Türkiye solunda yenilgi dönemlerinin sonrasında yapılan özeleştiri ve geçmiş değerlendirmeleri, kadroları örgütte tutmanın telaşıyla üretilmeye çalışılan teoriler, gerek örgütsel yapıyı gerek kadroları, zenginliğin bulunabileceği kaynaklardan da büsbütün uzak tutuyor.

Tarih…kapitalizmi mezara gömme görevini, ücretli köleler sınıfını oluşturan proletaryaya vermiştir” sözlerinde ifadesini bulan “öznel örgüt Marksizmi” “Teori ile praksisin birliği bilincin gerçeklikle böyle bir ilişki kurması durumunda imkan içine giriyor. Ama bu imkanın oluşması için, bilincin ortaya çıkışı da, tarihsel sürecin kendi amacına (insanların iradelerinden oluşan, ama keyfiliğe ve akıl-ruhun icadı olmayan bir amaca) doğru atmak zorunda olduğu kesin sonuçlu bir adım şeklinde olmalıdır”[329] İfadesinde tarihe hedef koymak biçiminde kendisini ortaya koyan Lukaşyan idealizm, sol hareketlerin programında tarihi kişileştirmekle aynı bataklıkta dolaşıyor.

Türkiye solu, kendi içinde sorgulayıcı, duyarlı olamamış ve gelişmeleri asgari düzeyde de olsa takip etmeyi başaramamıştır. Kuşkusuz hiçbir hareketin diğer bir harekete “sen mücadele edemezsin” şeklinde bir dayatması olamaz. Fakat yapılan işlerin (olumlu ya da olumsuz), ortaya atılan iddiaların, söylenen her sözün hesabı tutulmalı ve gerektiğinde sorulmalıdır.

Geçmişi açısından uzun bir mücadele deneyimine sahip olması gereken Türkiye solu, köklü bir sınıf mücadelesi pratiği ve teorik birikimden yoksundur. “Türkiyeli Marksistler, evrensel Marksist değerleri ülkelerinde yerleştirip yaymak için çok yoğun bir mücadele vermek durumundalar.”[330]

Türkiye’de sol hareketler (Marksist akım olmak bir yana), muhalif devrimci örgütler olarak, kitleselleşmek adına ya legalizme yönelmekte, ya da kendilerini korumaya aldıkları kale duvarları ardında küçük gruplar olarak kalmaktadırlar. Son dönemlerde devrimci hareketin yayınlarında rastlanan “Türkiye’nin sosyalizme gebe” olduğu, “sosyalizmin Türkiye’nin üzerine doğru yıkıldığı” türünden söylemlerin bugünkü gibi ortamlarda etkili olabileceğini söylemek mümkün görünmüyor. Türkiye devrimci hareketinin mirasının içerdiği devrimci dinamiğin önemi, bütün sorunlarına rağmen, gözden kaçırılmamalıdır. Devrimci hareketin tarihi, her yanıyla sorgulanması ve iyi-kötü, doğru-yanlış yönleriyle ayıklanması gereken bir süreçtir.

Sınıfın Birliği

Türkiye’de devrimci hareket kendi dışında eleştirdiği ve “Türk Solu” olarak nitelediği diğer devrimci hareketler için genel olarak söz ederken ulusal hareket karşısındaki konumlanışı “Türkiye solunun şovenizmden moda değimle Kemalizm’den, kurtarmaları ve kurt ulusuna güven vermeleri ve işçi sınıfına ulaşmaları mümkün olmadığı üzerine eleştirirken; kendisini hep bu konuda azade tutar. Devrimci sosyalist yapılar yaptıkları her hangi somut bir politikayı da öne süremeden etkin olarak savaşan Kürt milliyetçiliğinin peşine takılarak hareket ermeye çalışmaktadırlar.

Komünistler kendi siyasi programlarını ve bunu bir parçası olan ulusal sorun azınlıklar sorunu vb. hakkındaki düşüncelerini açıkça belirtmek ve açıklamak zorundadırlar. Doğru bir siyasi programa sahip olunmadan sürekli ve tutarlı bir siyasi propaganda mümkün değildir. Ulusal hareketin etkinliği önünde secdeye kapanmak, ulusal sorununun en yüksek perdeden hümanist düşüncelerle ifade edip, işçi sınıfını Örgütleme görevlerindeki başarısızlıklarını bu şekilde örtme saklama yolu da çıkmaz bir yoldur.

Böyle bir propaganda yapmaksızın kitlelerin kendi öz deneyleri ile de doğruluğuna inandırılması ve örgütlenmesi başarılamaz. Programsızlık insanları neyi neden yaptığını bilmemesi demektir. Böyle bir programa sahip olmayan grup, hareket, parti, vs. denen Örgütlerin ayakta kalması mümkün değildir. Türkiye devrimci sosyalizm mücadelesinde pratik deneyim açısından geniş bir birikime sahiptir. Fakat sosyalistlerin teorik bilgi ve inceleme açısından ne yazık ki aynı şey söylenemez.

Engel’sin Marksizm’in bir bilim olduğu ve bilim olarak incelenmesi gerektiğini söyleyen sözleri çokça tekrarlanmış ama gereği yerine getirilmemiştir. On binlerce siyasi sürgünü olan bir ülkede hala program- platform olarak yayınlanan görüşlerin çoğu içinde yaşanılan ülkenin Marksist bir incelemesine dayandırılamamıştır. Bunun sonucu olarak ideolojik mücadele düzeyinde düşüklük,   siyasi mücadelede tutarsızlık ve darlık Örgütlenmelerde ise daha çok kişisel güvene dayanan bölgesel özelliklerden yeterince kurtulamamıştır.

Marksizm’in ulusal soruna ilişkin programı bir bütündür. Bu programın merkezinde milliyet ayrımı gözetmeksizin proletaryanın devrimci sınıf birliği vardır. Bu programın bir gereği olarak, ezilen ulusun Marksistleri her zaman birlikten yana tavır alırlar. Ezen ulus Marksistleri ise çubuğu ezilen ulusun ayrılma hakkından yana bükerler. Bu, uluslar arasındaki tarihsel güvensizliği gideren, onlar arasındaki özgür ve gönüllü birliği sağlayan bir çabadır.

Bugün sürmekte olan ulusal hareket önderliği, yapısı ve içerdiği sınıf bileşeni olarak iradesi dışında zorunlu olarak ezilen ulus burjuvazisi ile ittifak yapmak durumundadır.  Ulusal hareketin komünistlerin mücadelesi dışındaki seyri ulusal burjuvazi ile ittifak yapmaktır. Emperyalizm döneminde ezilen ulus burjuvazisinin emperyalizmin bir ajanı olması ile birlikte, ezen ulus gericiliği ile aynı ortak kadere ve çıkara sahiptir. Ülkemizde de  ulusal hareketin sözcüleri yalnız ezilen ulusun Kürt burjuvaları değil Kürt burjuva ve feodallerinin şimdilik ortak temsilcisidir. Ulusal hareketi kendi içinde Sosyalist görmek ve onu ulusal mücadeleyi burjuva bir hak olarak görmekten çok sosyal dönüşümü sağlayacak misyonlar yüklemek ulusal hareketlerin özünü kavramamaktır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı sadece burjuva anlamda desteklenebilir bir harekettir komünistler için daha fazlası değil. Daha fazlasını savunmak her ulusun kendi kaderini tayin etmesini zorlamaktır. UKKTH'nin ayrı bir devlet kurma hakkı olarak tanımak burjuva demokratik sınırlar İçinde kullanılabilir bir haktır, başka deyişle köylü hareketinin de kapsamı İçindedir. Hak olarak savunmak demek onların
kuracağı her örgütün koşulsuz destekleneceği demek değildir.

Komünistler şovenizm ve ezen ulus milliyetçiliğine, ulusal baskılara kayıtsız şartsız karşı dururlar. Ama komünistlerin somut ulusal kurtuluş hareketlerini fiilen desteklemeleri kayıtsız şartsız olamaz. Komünistlerin bağımsız örgütlenmeleri ve faaliyetleri her zaman olduğu gibi, ulusal kurtuluş mücadeleleri çerçevesinde de temel ve vazgeçilmez bir ilkedir. Bu nedenle, komünistler ulusal-devrimci hareketleri fiilen desteklerken kayıt ve koşullar koyarlar, koymalıdırlar.

Bu kayıt ve koşulların başında, söz konusu hareketlerin, komünistlerin bağımsız örgütlenmeleri ve faaliyetleri karşısındaki tutumunun ne olduğu gelir. İkincisi, söz konusu hareketin ulusal-devrimci bir hareket olup olmadığının ölçüsü, ezilen-sömürülen yığınları silahlandırarak emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı bir mücadeleye yöneltip yöneltmediğinde aranmalıdır. Üçüncüsü, söz konusu hareketin kendine dönük ulusal baskıya karşı olmakla birlikte, başka uluslar veya ulusal azınlıklar karşısında ayrıcalıklar peşinde olup olmadığı önemlidir. Bütün bu koşulların varlığı durumunda dahi, komünistlerin bu harekete destek sunuşu, o zeminde faaliyet gösteren komünistlerin bağımsız örgütlenmesi ve mücadeleleri vasıtasıyla olmalıdır; ya da asıl anlamını ancak bu takdirde bulur.

 Burada söz konusu olan sadece örgütlenme hakkının savunulmasıdır. Komünistler Ulusal temele dayanarak işçi sınıfının parti örgütlenmesini ayrı ayrı yapmasına karşı koyarlar. UKKTH savunmak ulusal mücadelenin zorunlu sonucu ayrı parti Örgütlemek değildir. Ezilen ulusun, her düzeyde ulusal örgüt kurma hakkı vardır. Ayrı devlet kurma bunun en üst politik biçimidir. Komünistler bu tür örgütlenmelerin zorla engellenmesine karşı çıkar ve bunları bir hak olarak savunur. Ulusal mücadeleye sahip çıkmak ve savunmak Komünistlerin sınıf mücadelesine destek olabilecek  her politik görüşe destek vermesi kendi parti ve sınıf örgütlenmesinden vazgeçmesi demek değildir.

Komünistler için ulusal ayrımları yok sayarak tüm işçi sınıfını ayrım yapmadan tek bir parti etrafında birleşmek, onun tüm mücadelesinin başarısının ön koşuludur. Komünistler ulusların ayrılmasının propagandasını yapmazlar ve bunu ön plana çıkarmazlar. Aynı zamanda Türkiye komünistleri, Kürt ulusunun Kendi Kaderini Tayin hakkını kullanmasını hiç bir şoven davranışa meyil vermeden savunurlar. Aynı zamanda işçi sınıfını ve Türk halkını böyle bir bilinç etrafında örgütleyip mücadele etmek zorundadır.

Marksistlerin bağımsız Kürdistan diye bir sorunu hiçbir zaman da olmadı. Ayrılmayı ve ayrı devlet olarak var olmayı savunmak, tarihin şu veya bu zamanda ve biçimde birleştirdiği, içiçe geçirdiği ulusları ayırmak komünistlerin işi değildir. Bilakis, komünistler birlikten yana olmak durumundadır. Sınıf mücadelesi tarihinin öğrettiği gerçeklik uluslar birlikten yana tercih kullandıkları zaman da, pekala birer bağımsız cumhuriyet olabildikleridir.

Partimizin Kürt, Türk ulusundan ve azınlıklardan oluşan işçilerin sınıf birliğinden ve onların tek partisinden yanadır. Türk ve Kürt halklarının sadece ortak mücadelesini değil, aynı zamanda birliğini savunur. Partimizin Türk ve Kürt halkının birliğinden yana olması, Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce belirlemesini dıştalamaz; aksine iki ulusun eşitliğini, Türk halkı ile birlik ya da ayrılığa karar verme hakkının Kürt ulusuna ait olduğunu kabul ve onun bu hakkını kayıtsız şartsız kullanabilmesinin koşullarını yaratmak için gerçekleştirdiği mücadele ile ortaya koyar.

Ulusal sorunda söz konusu olan ezilen bir ulus ise, bu durumda sorun tümüyle tümüyle bir siyasal sorundur. Yapısı gereği.Ulusların ezen ve ezilen konumda oldukları yerde, eşitsiz konumda tutulan ulusun özgürlük ve eşitlik istemi tümüyle meşru bir siyasal istemdir. Bu öznel tercih değil nesnel bir durumdur. Ezilen konumdaki ulusların, doğal bir biçimde, eşit olma, özgür olma, kendi kaderini tayin etme hakları vardır. Eğer arzu ediyorlarsa ayrılma, ayrı bir bağımsız devlet olarak var olma hakları vardır. Kimse bu hakları yok sayamaz, herhangi bir ulusu bundan men edemez. Ezilen bir ulusun özgür koşullara ulaştığında bu hakkı ayrılma doğrultusunda kullanıp kullanmaması ya da bunun ezen ve ezilen ulusların emekçilerinin çıkarına olup olmadığı, tümüyle ayrı bir sorundur.

Komünist partisinin tutu­mu da Kürt ulusunun kaderini belirleme (ayrılma) hakkının koşulsuz savunusu temelinde şekillenir. Kürt ulusunun eşitlik ve özgürlük haklarını kayıt koymadan savunmak ve Kürt ulusunun ulusal mücadelesini baltalayan ve ona yönelik bastırma hareketlerine karşı çıkmak, komünistlerin ulusal sorunla ilgili çizgisinin en temel özelliğidir. Bir hakkı kullanmak demek, bu hakkı birlikte yaşamak doğrultusunda da kullanabilmek anlamına gelir. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, yalnızca özgür bir seçim hakkıdır, her iki yönde de kullanılabilir. Bu özgürlük tanındığı ölçüde, halkların özgürce birlikte yaşama arzusunu ve tercihini güçlendirir.Onun ulusal sorunla ilgili çalışma ve eyleminin ana yönünü; Kürt ulusal haklarının Türk işçi ve emekçileri arasında en geniş ölçüde tanınması, desteklenmesi ve Türk işçi ve emekçilerinin en geniş tabakalarının enternasyonalist bir tutuma geçmesi görevi oluşturur.

Kürt ulusunun silah zoruyla “ortak vatan” teraneleriyle bir arada tutulduğu bugünkü koşullarda, iki halktan işçi sınıfının birliği için yapılabilir en iyi şey, partimizin merkezi çağrı ve girişimlerinin ve çalışmasının her koşul altında burada belirtilen çizgiye uygun olarak şekillenmesidir. Kürt ulusal isteklerinin, işçi sınıfının gündelik mücadelesinin ve demokrasi mücadelesinin konusu haline gelerek yaygınlaşması gerekir. Kürdistan işçi ve emekçilerinin, ulusal haklarına sahip çıkarken, yaşam koşulları ile ilgili mücadeleyi giderek geliş­tirmeleri, her iki sınıfın ortak mücadelesi ile gerçekleşebilir.

Ortak mücadele her zaman ve her durumda işçi sınıfının birliğini savunan bir merkeze oturmalıdır. Hiçbir durumda Kürt ulusal taleplerine ve kaderini tayin  hakkına "koşul" yaratılmamalıdır. Zira Kürt sorununun inkarcı, milliyetçi ve sınıf dışı görüş açısıyla ele alınışının örgütsel alandaki yansımaları; her iki ulustan devrimci örgüt ve kişilerin karakter şekillenişini ve her iki halkın anlayış ve enerjisini tahrip eden en önemli etkenlerin başında yer almaktadır. Türkiye’de her zaman bir takım küçük-burjuva devrimci akımlar, devrimci-demokrat programlar olacak ve bunlar sınıfın kafasını karıştıracaktır. Marksistler, küçük-burjuva sosyalizmini aşmak durumundalar. Bu anlamada  birleşik mücadele  tanımından da örgütsel birleşik mücadeleyi değil sınıfların birlikteliğine dayanan mücadeleden söz ediyoruz. Kürt halkının kurtuluşunu kendi içinde gerçekleştirmeyi amaçlayacak başka akımlar yeni dönemde de çıkacaktır. Kürdistan’da da ayrı örgütlenme, ayrı devlet için mücadele eden akımlar her zaman var olacaktır. işçi sınıfı enternasyonalizmi içinde bulunduğu coğrafyada ulusal sorunu bir  parçaya sığdıramaz. Ulusal meseleyi sadece Kürdistan coğrafyasından tanımlama, küçük-burjuvaziye ve o ulusun burjuvazisine özgü bir tutumdur.

Türkiye'deki işçi sınıfı ve işçi hareketi Kürdistan'daki işçi sınıfı ve işçi hareketine göre önce gelişmiş bir sınıf ve hareket olmuştur. Bu durumun, Kürt sorununu göz önüne alsalar da, Marksist-Leninist'ler işçi hareketini çoğunlukla "Türk işçi hareketi" olarak belirtmişlerdir. Bu bir anlamda  Kürt ulusunu, dolayısıyla dilini, kültürünü olduğu gibi, işçisini de inkar etmenin başka bir biçimiydi. Bu ülkedeki sınıf hareketi ve aydın birikiminin “Kemalist” bakış açısının göstergesiydi. Sosyalizm adına hareket eden bütün akımlar, Kürt ulusundan, Kürt sorunu'ndan ve Kürt işçi sınıfından söz etseler de, bu dönemde oluşmuş olan teorik, siyasal ve örgütsel anlayış düşmekten kaçamadılar. Kürt ulusal hareketinin Marksist harekete “Kemalist ve “misak-ı millici olarak saldırmasının temelinde bu yatmaktadır.

Bu geleneğin en önemli belirtilerinden birinin, Kürt işçi veya gencinin daha devrimcileşme sürecinde Kürt olmaktan çıkarak "Türkleşme"si; mensubu bulunduğu halktan koparak, onu anlama yeteneğini, onun tarafından anlaşılır olma özelliğini kaybetmesi olarak şekillenmesi olmuştur. Kürt sosyalistlerinin bakış açısı "Türk" biçimlenişe tepki temelinde şekillendi. Gerek uluslararası revizyonizmin güçlü etkisi, Kürdistan'ın değişik bölgelerinde ortaya çıkan hareketler, Kürdistan işçi sınıfı hareketine değil, Kürt burjuva ve kentli-köylü küçük burjuva sınıflara yöneldi. Sonuçta ortaya çıkan durum tarihsel, teorik temel ve bölgedeki geçmiş mücadele geleneklerin güçlü baskısı kendini modern revizyonizmin üst sınıf "devrimi" teorisi ve Doğu'lu "solcu" üst tabakanın siyasal­ örgütsel geleneğine tabi olmasına yol açtı. Bu durumda Kürt ulusal hareketinin kendi içindeki “Kemalistleşmesi”dir.

Türkiye tarihinde tanımlanan 70 yıllık inkar ve imha ne olursa olsun, Türkiye’de yaşanmış bir süreç var. Bu süreç sadece “Kemalizm” olarak tanımlanamaz. Kapitalizm bu 70 yılda önemli bir gelişmeler göstermiştir. Ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmeler Türk ve Kürt ve diğer azınlıkları ekonomik olarak kaynaştırmış, birbirine yakınlaştırmıştır. bu sorunu çözmek için Türkiye’deki sınıflar mücadelesinin, Türkiye’deki güçler dengesinin genel platformuna geçmeniz gerekiyor.

Parti, Kürt sorunu ve Kürdistan'la ilgili tarihi, teorik, siyasal ve örgütsel görevlerini, işçilerin sınıf mücadelesinin her günkü ihtiyaçlarıyla bağlantılı siyasal ve örgütsel sorunlara genişletmek zorundadır. Bunlardan birincisi, Kürdistan'da gelişen işçi sınıfına ve olanakları artan işçi emekçi hareketine dayanmak; ikincisi ise, kaynağını bir yanıyla Kürt halkının inkarından, öte yanıyla bu inkar tarafından da tahrik edilen Kürt milliyetçiliğinden alan sınıfsal ve siyasal mücadele anlayışına ve (sınıf dışı) çalışma ve örgütlenme "okulu" geleneklerine karşı mücadele hattı ortaya koymak durumundadır.

Türkiye, Kürdis­tan da dahil olmak üzere, geniş işçi, gençlik ve halk  hareketine sahne olmuş bir bölge olmasına rağmen, bir çok "sosyalist" akım bu mücadelelerinin bir çok durumda içinde, önünde yer almış olmasına karşın; bunlardan hiçbiri, bu hare­ketlerle gerçek anlamda istikrarlı, kitlesel bir birleşmeyi başaramamış; sistematik bir Marksist teorik birikimin yanı sıra, devrimci ama aynı zamanda siyasal-örgütsel bir tavır ve gelenek yaratamamıştır. İşçi ve halk hareketinin Türkiye ve Kürdistan'da o güne kadar görülmedik geliş­mesinin; uluslararası modern revizyonizm, küçük burjuva sosyalizmi ve Ortadoğu "kurtuluşçuları"nın üst tabakacı teorik ve örgütsel etkisine karşı bir şey yapamamışlardır.

Unutulmamalıdır: İşçilerin sınıf mücadelesi ve onun açtığı olanaklar olmadan hiçbir şey yapılamaz. Ancak, gerek geniş ölçekte sınıflar mücadelesinin ihti­yaçları, örgütün yeniden inşası açısından gündelik sınıf mücadeleleri kazanımlarının kendi başına yetmeyeceği de ortadadır. Sınıf mücadelesine bağlanmış geniş ölçekli ideolojik ve örgütsel mücadeleler ve ulusal sorunla ve sınıf mücadelesinin öteki sorunlarıyla ilgili çok yönlü görevler olmadan, partimizin çizgisinin Kürdistan'da gerçek bir başarı kazanmasının olanaksız olacaktır.

İşçiler, ezen uluslar karşısında ezilen ulusları her durumda destekler. İşçilerin ezilen uluslar karşısındaki bu olumlu tavrı ezen ve ezilen ulus işçileri açısından bakıldığında ulusal farklılık onları ayrı örgütlenmeye ve ayrı davranmaya itmez. Ezen ulus burjuvazisinin ezilen ulus üzerindeki baskısı işçi sınıfına yönelen sömürü ve saldırıdan ayrı tutulamaz. Her iki ulusun biraradalığına dayanak oluşturan temel payda her iki ulusun burjuvazisine karşı mücadelede ki başarının her ikisini de özgürleştireceğidir. çok uluslu devletlerde, birden fazla ulusu bünyesinde barındıran toplumlarda, devrimler başarı sağladıkları ölçüde, bu ilkenin uygulanması ulusların gönüllü birliğiyle sonuçlanmıştır. Bugün gelinen nokta ulusal meselenin nasıl çözülemeyececeği açığa çıkmış bulunuyor. Tarihsel pratik olarak ortaya çıkan; Kürt ulusal mücadelesinin 20 yıllık deneyiminin ortaya koyduğu gerçekliğin gösterdiği; ayrı örgütlenme ve ayrı devlet idealine dayalı bir ulusal mücadele bir çözüm olamadığıdır.

Türk burjuvazisinin Kürt burjuvazisinden ayrı kılan hiç bir ekonomik ve politik gösterge olamaz. Burjuvazisinin yaptıklarından o ülkedeki işçiler sorumludurlar. Emperyalizme karşı savaşmak sadece emperyalist tahakküm altındaki ülke işçilerinin değil aynı zamanda emperyalist ülke işçilerinin de sorunudur. Kendi ülkesinin burjuvazisini yaptıklarına karşı duramayan bir işçi sınıfı burjuvazinin baskı ve sömürüsünün bir parçası olarak kalmış demektir. İşçi sınıfı enternasyonalist bir sınıf olarak nerde olursa olsun sınıfa ve ezilenlere karşı yöneltilen her türlü baskı ve şiddete karşı çıkmak ve engellemek için mücadele etmek zorundadırlar. Yani Türk ulusundan işçiler, Kürt ulusu ve Kürt emekçisi karşısında; herhangi bir ulusun ezdiği bir ulusu ve emekçisini destekleme ve o ulusun işçileriyle kardeşleşme gibi bir görevden çok daha farklı bir sorumluluk ve görevle yüz yüze olduklarını bilmektedirler. Bu bilinçtir ki her iki ulusun işçilerinin tek bir çatı altında ve bir bütün olarak kendi egemen sınıflarına karşı savaşı gerektirir.

Emperyalizmin bu coğrafyadaki etkinliğinin kırılması ve kurulu düzenin yıkılmasıyla olanaklıdır. Emperyalist egemenliğe son veriniz, düzeni yıkmak, Kürt halkı Kürt halkının eşitliği ve özgürlüğü sorununun tam çözümü proleter devrimdir. Onların özgürlükleri işçi sınıflarının birleşik ve ortak  başarılarından geçmektedir.

Marksistler hedefledikleri birliğe rağmen, ulusların kendi kaderini tayin hakkını ilkeleştirmeden saygılı davranır ve bunun gerçekleşmesi için kararlılıkla mücadele eder. Eğer bir halk özgürleşmeyi başarabilecek tarihsel mücadele ve gücü ortaya koyabilirse, böylece bağımsız bir ulus olarak yaşama kapasitesini de pekala ortaya koymayı başarır.

Birleşik mücadeleyi seçmeye karşı Kürt burjuvazisi ve Türk burjuvazisi ortak tavır koymakta ve önüne geçmeye çalışmaktadır.Kürt burjuvazisine göre birleşme Türkleşme ile ifade edilir. Bu da gerçek anlamda Türkiye coğrafyasında  birleşik bir devrimci politik mücadele zemininin varlığının burjuvazi tarafından ifade edilmesidir.

Soruna bu noktadan bakıldığında Ulusal sorun, sınıfsal sorunun bir bileşeni, bir uzantısı, bir parçası haline gelir.

Kürt burjuvazisi için bu davranış biçimi, Kürt orta sınıflarını kaybetmektir. Bu durumun komünistler için bir kayıp olduğu düşünülemez. ama Türkiye işçi sınıfını ve emekçilerini kazanmak oldukça önemlidir. Komünistlerin, Kürt burjuvazisini mi? yoksa Türkiyeli işçi ve emekçilerini kazanmak arasındaki tercihi çok açıktır. Türkiye coğrafyasında Türk, Kürt ve azınlıklara mensup işçi ve emekçileri ile ortak paydada birleşme yolu tutturduğunda. Kürt burjuvazisi kendi ulusal davasına sırt çevirecektir. Birleşik işçi, emekçi mücadelesi mülkiyete yöneldiğinde uzak durmanın da ötesinde kendi Kürtlerine bile düşman kesilecek, Türk burjuvazisinin nasıl ortağı olduğunu da ortaya koyacaktır.

Türk milliyetinden işçiler, ezilen ulus ve azınlık halkların işçileri ile ortaklaşıp mücadele etmedikçe ezilmekten, köle olarak kalmaktan kurtulamayacaklarını öğrenmek zorundadırlar. İşçi sınıfının birliğinin koşulu, Türk, Kürt ve azınlık milliyetlerden işçilerin, Kürt ulusunun kaderini özgürce belirleme hakkını koşulsuz savunusunda yatmaktadır. Marksizm, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, tam da ezen ulusla ezilen ulusun emekçilerinin sınıfsal birliğini, tam da ulusların eşitliğe dayalı özgür ve gönüllü birliğini sağlayabilmek amacı çerçevesinde savunur. Ezilen ulusa güven vermek, tarihten gelen güvensizliği gidermek, böylece birlikte mücadele edip, birlikte kurtuluşa ulaşıp, yeni toplumu birlikte inşa etmeyi gerçekleştirebilmek için, bunu başarabilmek için, Marksizm bu ilkeyi savunur.

Ayrıca, Türk milliyetinden işçiler sadece, Kürt ulusu ve taleplerini tanımakla yetinemezler; bunun bir gereği de olarak, onun bu taleplerini kendi her günkü mücadelesinin vazgeçilemez konusu haline getirmek ve bunun için mücadele  etmek de zorundadırlar. Sınıf mücadelesinin gündelik talepleri haline getirilmesi için, olanakları değerlendiren ısrarlı bir tutumla mücadele edilmediği sürece, Kürt sorununda siyasal bakımdan doğru gö­rüşleri savunuyor olmasının hiçbir anlamı yoktur.

Ser­maye ve gericiliğin on yılları alan gerici şoven propa­gandasının, Türk halkı arasında gerileti­ci ciddi bir tahribat yarattığı yadsınamaz. Bu tahribata karşı Ulusal sorunu geniş kitle­lerin kabullenmesi için yoğun bir propaganda ve ajitasyon ge­rektirir. Sermaye ve gericiliğin yıllardan bu yana Kürt halkını sürekli olarak terör ve terörizmle birlikte göstermesi; Türk halkı saflarındaki önyargıların çoğalması ve Kürtleri "tanımama" tutumunun güçlenmesinin en önemli etkenlerinden biri olmuştur. Oysa gerek kürdistan da gerek batıda büyük kentlerde yoğunlaşmış, çok büyük çoğunluğu işçi olan Kürt nüfusla birleşme ve Türk ve Kürt kökenden gelen kent işçilerini birleştirme ve örgütlemenin yolu komünistlerce açıktır.

Kürt sorunu ve taleplerinin günlük sınıf mücadelelerinin parçası haline gelmesi için gerekli çalışmanın yenilenmesi ve güçlendirilmesi, Türk emekçilerinin Kürt halkına desteğinin açık mücadelede görünür hale gelmesi için oldukça önemlidir. Bu aynı zamanda Türk halkı ile Kürt halkı arasındaki duygu ve ilişkileri yenileme ve yeniden inşa etmenin tek olanağıdır.

Ulusların kendi kaderini tayin hakkı söz konusu olduğunda, özellikle ezilen ulusun komünistleri özel bir sorumlulukla yüz yüzedir. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının pratikte nasıl kullanılacağına karar verecek olan, ne ezen ulusun kendisidir, ne de ezen ulusun komünistlerinin kendisidir. Bu hak ezilen ulusun hakkı olduğuna göre, bu hakkın nasıl kullanılacağına karar verecek olan da, ezilen ulusun politik eylemi ve bu politik eylem üzerinde şekillenen iradesidir. Lenin’in, ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunduğunu söyleyen, ama bu hakkın merkezi parlamentodaki oylamayla sonuçlanacağını savunanlara yanıt olarak söylediği gibi; “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, bay likidatör, bu sorunun merkezi parlamentoda değil, ayrılan azınlığın parlamentosunda, meclisinde ya da referandumunda kararlara bağlandığı anlamını taşır.” [331]

Öncelikle altı çizilmelidir ki, ulusların kendi kaderini tayin hakkı, bir ulusal hareketin, egemen ulusun iktidarına karşı bir politik savaşım olarak gelişir ve ayrı bir ulusal devlet kurma talebini gündeme getirir. Kısacası, ulusların kendi kaderini tayin hakkı, ayrı devlet kurma talebidir. Bu hak, ya bu içeriği ile tanınır, ya da gerçekte ulusların kendi kaderini tayin hakkından bahsedilemez.

“O halde, ulusların kendi kaderini tayininin anlamını kavramak istiyorsak ve hukuksal tanımlamalarla oynamayıp, soyut tarifler ‘uydurmayıp’, bilakis ulusal hareketlerin tarihsel-ekonomik temellerini incelersek, o zaman kaçınılmaz olarak şu sonuca varırız: ulusların kendi kaderini tayininden, onların başka ulusal topluluklardan devlet olarak ayrılması anlaşılır, bağımsız bir ulusal devletin kurulması anlaşılır.” [332]

Burada Kürt hareketinin proletarya öncülüğünde yürütülüş koşullarını irdelerken, onun ulusal niteliği ile sınıfsal niteliği arasındaki zorunlu birleşmeyi ortaya koymak kaçınılmazdır. Bugün kavranılması gereken en önemli halka budur. Bu açıdan demokratik halk devrimi sorununun anti-feodal ve anti-kapitalist yönünü belirginleştirmek gerekmektedir. "Ulusçuluk kültürel düzeyde örgütleyici ilke olarak başarısız olmamıştır. İktidar savaşımının üstünde ortaya çıkmamıştır ve bu beklenemez. Bu kavga sonuçlandırılabilse, ulus belirli sınırlar içerisinde, Marx'ın düşündüğü gibi, örgütleyici ilke olarak varlığını gene sürdürecektir."[333]

Bu nedenle, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını elde etmesi, proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilecek bir devrimle olanaklıdır. Böyle bir devrimin anti-emperyalist ve anti-kapitalist niteliği, kaçınılmaz olarak bölgedeki tüm halk güçlerinin aynı yöndeki hareketiyle bütünleşmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu bağdan hareket eden Türk-sol Hareketi ulusal mücadeleleri sosyalizm mücadelesinin kuyruğuna bağlayarak her ulusal mücadelede sosyalist karakter aramaktadır.

“Burjuva devrimi tarafından henüz çözülmemiş sorunların kalıntıları varolduğu ölçüde, bunların çözümünden yanayız. Ayrılıkçı hareket karşısında kayıtsız, tarafsız bir tutumumuz var. Finlandiya, Polonya ya da Ukrayna Rusya’dan ayrılırsa bunda bir kötülük yoktur. Bunda ne kötülük var? Bunda kötülük olduğunu söyleyen şovenisttir. Çar Nikola’nın politikasını sürdürmek istemek için insan aklını yitirmiş olmalı.” [334]
Ulusların kendi kaderini tayin hakkının bu şekilde tanımlanması, sanıldığı gibi, komünistlerin ezilen ulusa karşı bir ahlaki yükümlülüğünün, genel olarak demokrat olmanın gereği değil, proletaryanın enternasyonalist eğitimini sağlamanın, değişik ulusların özgür koşullarda birliğini komünist dünya hedefinde birleştirme amacının bir gereğidir.
Marks’ın İrlanda sorunu konusunda, doğru olarak söylediği gibi;
“İngiltere, sermayenin metropolü, şimdiye dek dünya pazarını yöneten güç, günümüzde işçi devrimi açısından en önemli ülkedir; dahası, bu devrimin maddi koşullarının belli bir olgunluk derecesine eriştiği tek ülkedir. Dolayısıyla, Uluslararası Emekçiler Derneği, her şeyden önce İngiltere’deki toplumsal devrimi çabuklaştırmayı amaçlar. Çabuklaştırmanın tek aracı da İrlanda’yı bağımsız yapmaktır. Öyleyse, Enternasyonal’in ödevi İngiltere ile İrlanda arasındaki çatışmayı her yerde öne çıkarmak ve her yerde, açıkça İrlanda’dan yana olmaktır. Londra’daki Merkez Konsey’in özel görevi İngiliz işçi sınıfında, İrlanda’nın ulusal kurtuluşunun onlar için soyut adalet ya da insancıl duygular sorunu olmadığı ama kendi toplumsal kurtuluşunun ilk koşulu olduğu bilincini yaratmaktır[335]

Bugün devrimci bir ulusal hareketin başarısı her zamankinden daha zordur ve yaşadığımız topraklardaki Kürt hareketi bunun en son örneğidir. Komünistler için ulusların kendi kaderini tayin hakkı bir amaç değil de, proleter hareketin birliği ve savaşımı için zorunlu koşul olduğuna ve bugün ezilen ve ezen ulusun proletaryası arasında bir ulusal güvensizlik, hatta şovenizmle zehirlenmiş bir düşmanlık olduğuna göre, tam da bu nedenle bu hakkın savunulması, yaşadığımız topraklardaki devrimin başarısının zorunlu koşuludur.

Emperyalizm ekonomik bir sistem olarak kapitalizmin bugünkü en üst biçimidir. “emperyalizm bütün kapitalist ülkeler için dışsal bir olgu olmayıp, bizzat bu ülkelerin kapitalist işleyişlerinde  içselleşmiştir.  Emperyalizmi dışsal bir olgu olarak görüp ulusal kapitalizme yamanan milliyetçi bir politika, işçi sınıfının politikası olamaz. Emperyalizm bir dünya sistemidir; bu sistem içinde yer alanların hepsi, hiyerarşinin en üstündeki emperyalist devletler de, en altında yer tutan kapitalist devletler de, sistemin doğasına uygun olarak yeni pazarlara yönelmek, nüfuz alanları oluşturmak isterler. Kapitalizm eşitsiz ve bileşik gelişir. Bu gelişim yasasıyla bağıntılı olarak, elbette ki emperyalist hiyerarşide yer değiştirmeler ve pazarların bu yer değiştirmelere uygun biçimde yeniden düzenlenişi gündeme gelecektir.

Sınıflar arasındaki savaş, sınıfın kendiliğinden tepkileri üzerinden değil, bağımsız sınıf çıkarları temelinde politik düzlemde bir savaş olarak gerçekleştiğinde gerçek bir sınıf savaşı niteliğini kazanır. Bağımsız sınıf çıkarlarını formüle eden ise, sınıfın kendisi ve onun tek tek bireyleri değil, sınıfın tarihsel misyonunun bilincinde olan, sınıf hareketine organik olarak bağlanmış, bağımsız bir örgütsel varoluşu sağlamış öncü örgütlenmenin kendisi, sınıfın devrimci partisidir. Sınıf böyle bir öncüye sahipse, bağımsız bir politik güçtür, değilse, politik savaşımda bir taraf değildir. Politika salt ilkelerle, salt teoriyle yapılan bir iş değil, politik ve örgütsel güçle yapılan bir iştir.

Genel belirleme olarak ortaya konan tavır şöyle ifade edilebilinir: Bugünkü koşullarda “bağımsız ve demokratik bir Kürdistan” sorunu, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının önüne geçecek biçimde ortaya konamaz. Ulusun kendi kaderini belirli bir tarzda tayinini ön koşullayan böyle bir tutum, kaçınılmaz olarak devrim dışı çözüm yollarının aranmasını getirecektir. Kürt ulusunun parçalanmışlığı ve bölgedeki eşitsiz gelişim koşullarında, proletarya ve partisinin her bir ulusal-devlet sınırları içinde demokratik halk devriminin gerçekleştirilmesi için yaptığı mücadeleler, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını ve “bağımsız ve demokratik Kürdistan”ın kurulabilmesinin koşullarını yaratabilecektir. Bu açıdan Kürt ulusundan gelen devrimcilere bulundukları ülke sınırları içinde proletaryanın birleşik ve merkezi örgütlenmesi içinde yer almak ve demokratik halk devriminin gerçekleştirilmesi için mücadele etmek durumundadırlar.

Ulusların kendi kaderini tayin hakkından söz edildiği, ama bunun somut yaşamda ne anlama geldiği konusunda bir pratik deneyimin olmadığı koşullarda, Lenin bile, “proletaryanın kaderini tayin :hakkın”dan bahsedebiliyordu. Proletaryanın partisi olarak sosyal-demokrat parti, halkların ya da ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı yerine, her ulus içindeki proletaryanın kendi kaderini tayin hakkına geçerlik kazandırmayı kesin temelli ödevi sayar”[336]

Ancak proletaryanın öncülüğünde demokratik halk devrimi mücadelesinin gelişmediği yerlerde ortaya çıkan ya da çıkacak olan ulusal hareketler karşısında, proletaryanın tutumu da belirlenmek zorundadır. Bu tutum, doğrudan, ulusların kaderlerini tayin hakkı ile ilintilidir ve bu temelde olacaktır. Ancak bu hareketlerin desteklenmesi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını ilke haline getirmeksizin sınıf mücadelesi içinde belirlenen koşullara bağlıdır. Bu koşullamaları, şöyle sıralayabiliriz:

a) Tutarlı bir demokratik hareket olmalıdır. Bir başka deyişle, hareketin anti-feodal niteliğinin bulunması gerekir;

b) Emperyalizme, özellikle onun yeni-sömürgeciliğine karşı olmalıdır;

c) Ulusal bir hareket olarak, kendine komünist ya da sosyalist bir görünüş verme çabalarında bulunmamalıdır;

d) Komünistlerin kendi özgül amaçları doğrultusunda, özellikle işçi ve köylü kitlelerini bilinçlendirme, örgütlendirme faaliyetlerini ve mücadelelerini engellememelidir.

Bu koşullarla, salt Kürt ulusal devrimci hareketini değil, dünyanın her yerindeki ulusal hareketleri desteklemek söz konusudur.(*)

Ulusların kaderlerini tayin hakkı hiçbir zaman sınıf mücadelesinin kendisi olarak kavranamamalı ve birbirlerinin yerine geçirilmemelidir. Her iki tehlikeli yaklaşım devrimci hareketlerin kolaylıkla tuzağa düştükleri noktalardır. Ulusal mücadeleyi ret edip yerine bir bütün olarak sınıf mücadelesi koymak sığ anlayışına karşı da durmak gerekmektedir. “Ulusların kendi kaderini tayin hakkından vazgeçmek ve bunun yerine emekçilerin kendi kaderini tayin hakkını koymak tamamen yanlıştır, çünkü bu değerlendirme tek tek uluslar içinde ayrışmanın dolambaçlı yollarını dikkate almaz... “...Ülkemizde bu yolda çok fazla zikzaklar yaşandı. Bütün uluslar, kendi kaderini tayin hakkına sahip olmalıdır. Bu, emekçilerin kendi kaderini tayin hakkına katkıda bulunur.[337]

Bu ilişkiler altında Türkiye’deki proleter devrimci hareket, her şeyden önce Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına sahip olmadığı koşullarda, meydana gelmiş sınıfsal ayrışmayı göz önüne almak zorundadır. Küçük-burjuvazi, bu sınıfsal ayrışma koşullarında tek güvenilir müttefikin proletarya olduğunu görmüştür. Ancak kırsal alanlarda, küçük köylüler, özel ilişkiler ve “kişisel bağımlılık” nedeniyle, gerek kent küçük-burjuvazisine, gerekse proletaryaya iyi gözle bakmamaktadır. Bu kesimin devrimci harekete sokulabilmesinin yolu, sınıfsal durumunun ortaya konulması ve özel ilişki ve bağımlılıklarının kırılması ile olanaklıdır. Bu ise, anti-feodal mücadele demektir.


İŞÇİ SINIFI

İnsanın insanla ilişkisi ise kendi ihtiyaçlarını karşılamada diğer insanlarla ister istemez girdiği ilişkiler ekonomik ilişkilere tekabül eder. İlk basit meta değişimi biçiminden başlayarak, sınıflı toplumlarda “çalışan” ve “çalıştıran” olarak insanın aynı üretim sürecinde karşılıklı olarak girdiği ilişkilere doğru gelişmiştir.

“İnsanlar toplumsal üretimlerinde son derece gerekli ve kendi iradelerinden bağımsız olan belirli ilişkilere girerler; bu üretim ilişkileri maddi üretici güçlerin belirli gelişme aşamalarına tekabül eder. Üretim ilişkilerinin bütünü toplumun ekonomik yapısını meydana getirir.”[338]

Emek, insanın ve toplumların oluşumunda maddi yaşamın üretilmesinde belirleyici olan bir faaliyettir. İnsanları diğer canlılardan ayıran bilinçli faaliyet olarak emek, insanlara özgüdür. Toplumsal ilişkileri belirleyen üretim ilişkisidir, ve üretim ilişkisi de bir toplumsal ilişkidir. Toplumsal ilişki -dar anlamında- bireylerin belli maddi ilişkilerini kucaklar ve bunun içine siyasal ilişkiler ile ideolojik ilişkiler de dahil edilirse, sözcüğün geniş anlamına ulaşılır. “Tüm” maddi ilişkiler, bu ikinci biçimdeki durumu karşılar.*

Marksistler, toplumları (ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalist, komünist) bir bütün olarak sosyo-ekonomik formasyon (toplumsal ekonomik oluşum ve örgütlenme) kavramı ile ifade ederler. Bu toplumsal oluşum, temel (alt-yapı) ve üstyapı olarak iki bölümde irdelenir. Bir bütün olarak, toplumsal ilişkiler kavramı, her iki düzeyi de içermekle birlikte, temel olan “sosyo-ekonomik formasyon” düzeyidir; dar anlamda toplumsal ilişkiler ise, üretim tarzı tarafından belirlenen tüm ilişkileri (üretim ilişkileriyle birlikte) kapsar.

 “Her üretim biçimi, sadece diğer yüzü olan mülk edinmenin ve mülkiyetin tarihsel bir biçimi demektir. Ve sonuç olarak  işbölümünün farklı statülerden, işbirliklerinden, düzenlerden veya durumlardan geçerek, ilkel topluluktan sınıflara kadar gittikçe daha geniş ve gittikçe daha az 'doğal' toplumsal grupların dağılması ve kurulmasının kuralıdır.”[339]

Marksizm’in bir toplumsal örgütlenme ve mücadelede, ekonomik ve politik yapılardan bağımsız (ya da görece bağımsız) bir sivil toplum anlayışına dayanan örgütlenme anlayışını yıkmıştır. Toplumların evriminde (gelişmesinde), üretim ilişkilerinden ve devletten uzak ve gerektiğinde onlara karşı bağımsız hareket edebilecek bir insan topluluğunun varsayılması dönemini kapamıştır. Bu da sınıflı toplumlarda örgütlenme ve mücadele sınıf kavramıyla belirginleşmesidir.

Marx-Engels, kendilerine kadar gelen ve o güne kadar toplumsal tahlillerde kullanılan genel kategorileri ve kavramları, sınıfların oluşumu ve gelişimine bağlayarak yeni bir dönem başlatmışlardır. Böylece tarih, sınıf mücadelelerinin tarihi olarak gerçek yerine oturtulmuştur. Artık belirsiz, genel ve soyut idea olarak bir aile, ya da sivil toplum (genel olarak toplum) ve devlet (politik ilişkiler) kavrayışı yıkılmıştır. Aile tek bir tip değildir, onun belli bir toplumda belli bir sınıfsal özü ve buna uygun bir biçimlenişi vardır. Sınıfsal çıkarların ve çelişkilerin ortadan kalktığı ya da önemli ölçüde kaynaştığı bir alan olarak sivil toplum ile, bu kaynaşmanın en üst boyutu olan devlet kavrayışı tümüyle yıkılmıştır. Özellikle devleti “bireysel irade ile genel iradenin” “tam ve mükemmel kaynaşması” olarak ele alan Hegelci anlayış, yani devletin sınıf karşıtlıklarının ve uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin giderildiği alan olarak alınması aşılmıştır.

Sınıfsal açıdan, en gelişmiş sınıflı toplum olarak kapitalist toplumu Kapital’de ayrıntılı olarak tahlil eden Marx, bir toplumun temelini ve onun belirleyiciliğini (genel olarak) net biçimde sergilemiştir. Bu yapıtında Marx, üretim ilişkileri ile bunun belirlediği diğer ilişkileri ifade ederken gelinen noktayı açıkça ortaya koyuyordu:

“Ödenmemiş emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alınmasının özel ekonomik biçimi, doğrudan üreticinin kendisinden doğan ve kendisi de belirleyici öğe olarak onu etkileyen, yöneten ile yönetilen ilişkisini belirler. Ama bunun üzerine de, üretim ilişkilerinin kendisinden doğan iktisadi topluluğun tüm oluşumu, böylece de aynı zamanda onun özel siyasal biçimi yerleşmiştir. Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, kısacası buna uygun düşen özel devlet biçiminin, en içteki sırrını, gizli temelini açığa vuran şey, her zaman üretim koşullarına sahip olanlar ile doğrudan üreticiler arasındaki ilişkidir.”[340]

Ekonomik yapının karakteri ve bu karakterin değişikliğe uğrama doğrultusu, insan iradesine değil, üretici güçlerin durumuna ve üretim ilişkilerinde meydana gelen ve üretim güçlerinin sürekli gelişimi dolayısıyla toplum için zorunlu olan değişikliklerin doğasına bağlıdır. “Marksizm’e göre ekonomik ve toplumsal sistemlerin her biri, toplumsal bir gerçeklik demek olan insanın tikel ve özgün bir belirimidir.”[341]

Toplumsal yapı içerisinde insanların karşılıklı olarak birbirleri üzerinde meydana getirdikleri etkiler, yalnızca bilinçsiz ve kör etmenlerdir ve genel yasa bu etmenlerin değişken oyunları içinde belirir. sınıflı toplumlarda, toplumsal ilişki olarak sömüren ve sömürüleni birleştiren ana etken emektir. Kapitalist toplumdaki emeğe dayalı ilişki biçimi, iş gücünü meta olarak pazarlayan işçi ile alıcı kılığındaki sermaye arasındadır. Dolayısıyla bu ilişki sonucu, üretim süreci içinde iki sınıfın varlığı söz konusudur. İşçinin, iş gücünü özgür pazarlayan olarak üretim sürecine katılmasını sağlayan, sermaye için üretimin koşulu olan işçi değil işgücüdür. Sermaye işçiyi değil onun işgücünün yanında emeğini de kendine mal etmeye çalışır ve bu mal etmeyi dolaysız olarak değil değiş tokuş yoluyla sağlar. Marx, toplumsal yaşamda insanların kendi iradelerinden bağımsız ve zorunlu olarak kurdukları ilişkilerin; üretim ilişkileri ve üretici güçlerin belirli bir gelişim düzeyine denk düştüğünü söylemesi bundandır.

Her tarih döneminde egemen olan iktisadi üretim ve değişim biçimi, o dönemin üzerine oturduğu temeli oluşturur, ondan zorunlu olarak doğan toplumsal örgütlenme biçimleri ortaya çıkar. Toplumsal gelişim “her biri kendinden önce gelen kuşaklar tarafından kendisine aktarılmış olan üretici güçleri kullanan farklı kuşakların artarda gelişinden başka bir şey değildir.”[342] Bu gelişim içerisinde ortaya çıkan İşbölümü zorunlu olarak daha büyük işbölümlerine, makine kullanımı daha geniş bir biçimde makineler kullanımına, büyük çapta bir iş daha da büyük çapta bir işbölümüne yol açar.

İşbölümünün karşı karşıya getirdiği sınıfların mücadelesinde, “tek tek bireyler, ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir savaşım yürütmek zorunda oldukça bir sınıf meydana getirirler; bunun dışında rekabet içinde birbirine düşmandırlar. Bundan başka sınıf kendisi içinde bireylerden bağımsız hale gelir. Öyle ki bireyler kendi yaşam koşullarını önceden hazırlanmış olarak bulurlar, yaşamdaki durumlarını ve bunun yanında kendi kişisel gelişimlerini, tüm çizdiği yolu kendi sınıflarından alırlar; kendi sınıflarına bağımlıdırlar.”[343] Toplumsal olarak sınıf, üretim ilişkileri içerisinde, işbölümü içerisinde, farklı farklı konumlarda yer alan iki toplumsal yapının gerçekleşmesidir.

“… bu sınıflar nasıl oluşmuştu? (…) iki büyük sınıfın kökeni ve gelişmesi, açık ve elle tutulabilir bir biçimde, salt ekonomik nedenlerden ileri gelmiş olarak görünüyordu. Ve toprak mülkiyeti ile burjuvazi arasındaki savaşımda, bir o kadar burjuvazi ile proletarya arasındaki savaşımda da, en başta ekonomik çıkarların söz konusu olduğu da besbelliydi”[344]

Marksizm için, sınıf içindeki bireylerin hizmetlerini arz etme biçimleri ya da bu arz sonunda kazandıklarını nasıl kullandıkları üzerinde durmak sadece bireyin kendisini yeniden üretmesi noktasında olmuştur; ama bu sınıfı belirlemede veya sınıflar arası ilişkilerde bir etken olarak sayılmamıştır.” Marx'ta, “...gruplar, kastlar ve kurulmak üzere olan sınıflar ile kutuplaştırıcı ve kurulmuş sınıflar, hiç bir zaman birbirine karıştırmamıştır.”[345]

Marx’ın, ekonominin en önemli olgusu olarak ele aldığı sınıf kavramında, diğer ekonomistlere göre ayrıldığı en önemli noktalardan biri, sınıflar arası işbölümü sonucu ayrışmanın yanında, emek ve “emeğin” yarattığı değere başkalarının el koyması üzerine saptamalarında olmuştur. Artı-değere el koymak; sınıfları tanımlamanın ve sınıflar arası ilişkileri tanımlamanın ana kaynağıdır. Kapitalizmde özel mülkiyet ilişkisi, emek olarak özel mülkiyet ilişkisini olduğu gibi, sermaye olarak özel mülkiyet ilişkisi ile bunların karşılıklı ilişkisini de gizli bir biçimde içerir.

İşçi, canlı, gereksinmeleri olan, ve çalışmadığı her an, varoluşunu yitiren bir “sermaye” durumundadır. İşçinin değeri arz ve talebe göre yükselir. Onun varoluşu, yaşamı herhangi bir meta arzına benzer bir meta arzı gibidir. “İşçi sermayeyi üretir, sermaye işçiyi; öyleyse o kendi kendini üretir, ve insan, işçi olarak, meta olarak, tüm hareketin ürünüdür.”[346] Marksizm’e göre, sınıflar nesnel bir gelişmenin ürünü olarak ortaya konulurken, “Weber nesnellikten asla ‘sözde’ ve tırnak içinde olmasının dışında bahsetmez. Yalnızca ve yalnızca bilgimizin önkoşulunu meydana getirmeleri ve ampirik bilginin bize verebileceği bu özel doğruluk değerinin ön varsayımı koşuluna bağlı olmaları durumunda  öznel olan gerçekliğin, kategorilerde düzenlenmesi olgusuna dayanır.”[347]

Kapitalist veya işçi olmak, üretimde yalnızca salt kişisel değil, toplumsal bir konuma da sahip olmaktır. Sermaye kapitalistin dışında kolektif bir üründür ve ancak toplum üyelerinin genel eylemiyle, harekete geçirilebilir. Demek ki, sermaye kişisel değil, toplumsal bir güçtür. Sermayenin varoluşu işçinin varoluşunun ön koşuludur. Bu aşamada, işçi, kendisi için vardır ve sermaye onun karşısına çıktığı zaman sermaye olarak vardır ve sermaye işçinin yaşamını ona bağlı olmaksızın belirler. “Ekonomi politik, işsiz işçiyi, emek adamını, o bu emek ilişkileri küresi dışında bulunduğu ölçüde tanımaz.”[348] Bu, sınıf konumları gereği kapitalistlerin, işçiyi çalışma süresince yaşatma ve sadece işçiler soyunun tükenmesini engelleyecek biçimde yaşatma gereksinmesinden başka bir şey değildir. Öyleyse ücret, başka herhangi bir üretken aletin bakımı, çalışma durumunda tutulması ile, sermayenin kendini yeniden üretmek için gereksinme duyduğu sermaye tüketimi ile, dönmelerini sağlamak için çarkların yağlanması ile tamamen aynı anlamı taşır.

Burjuvazinin artık sosyalizmden çok sosyal devrimlere saldırmasının önünü açmada kullanacağı ana argüman işçi sınıfının değiştiği ve artık iktidar kuramayacağını ispat etmek olmuştur. Bu Marksizm’in işçi sınıfına biçtiği tarihsel rolün artık nesnel olarak ortadan kalktığını iddia etmekti. Burjuvazinin ideologları için bugüne kadar işçi ve üretici kavramlarından anlaşılması gereken şey genel beden gücüdür. Kapitalizmin ulaştığı bu gelişme düzeyinde (post-modern dönemde) üretimin değişimi ve gelişme ile birlikte “genel zekanın açığa çıkışıyla emek gücünde radikal değişiklikler olmuştur. Emek gücünün radikal dönüşümü ve bilim, iletişim ve dilin üretici güce katılması bütün bir emek fenomonolojisini ve üretimin bütün bir dünya ufkunu yeniden tanımlamaktadır.”[349]

 Emek gücünün radikal dönüşümünde üretim dönüştü, emek gücü dönüştü değer yasası dönüştü iddiası sürdürülmektedir. Bu kadar dönüşümün yaşanmasının yanında artı-değer ve sömürüye  ilişkin dönüşen nedir bir türlü tanımlanamamaktadır. Buna ısrarla cevap verilmekten kaçınılmaktadır. Bu sadece burjuva ideologları için değil işçi sınıfını sadece kol ve kas gücü gören ve meta üretmekten başka bir şey yapmadığını zanneden sol kesim içinde söyleyebiliriz. Sadece kas gücü olan işçinin nasıl iktidar olacağını işçi fetişizmi içindeki hareketler kendilerine bile anlatmakta zorlanmaktadırlar. Bundan dolayıdır ki işçi sınıfı içindeki bağları durmadan erimekte ve kendi örgütleri içine kapanan militan toplulukları olarak kalmaya mahkum olmaktadırlar.

Hakim üretim sürecinde bir dönüşüm gerçekleşiyor. Fabrika emeği ki buradan kastedilen kol gücüne dayanan (-ki sanayi emeği sadece kol gücüne dayanmamaktadır.) azalması ile birlikte yine servet (birikim) yaratımı olmaktadır.   “bu yeni küresel akış yolları ve sınırları hakim üretim süreçlerindeki bir dönüşüm eşliğinde kuruluyor ve sonuçta endüstriyel fabrika emeğinin rolü azalırken öncelikli iletişimsel duygulanımsal, ortak emeğe veriliyor. Küresel ekonominin post modernleşme sürecinde, servet yaratımı giderek daha fazla bizim bio-politik üretim dediğimiz üretim tarzı (ekonomik, politik ve kültürel alanların giderek örtüştüğü ve birbirini sardığı, bizatihi toplumsal hayatın üretimi) içinde gerçekleşiyor.”[350]

Burjuvazinin sıkı teorisyenleri için, modern kapitalizmde üretim işinin, artık özerkliği ve teknik gücü olmayan atomlaşmış bir işçi kitlesi tarafından sağlanmaktadır. Bu görüş proletaryaya veda etmenin gerekçesi olarak ileri sürüyor.  Kapitalizmin manifaktür döneminde vasıflı işçilerin ya da eski işçi aristokrasinin bilinçlenme ve iktidar olabilmesinin maddi temeli vardı; ama daha sonra modern fabrika üretiminde sıradan binlerce işçinin bilinçlenme ve iktidar olabilme olanağı ortadan kalkmıştır.

 Artık işçi fabrikada egemen olamaz. zira fabrika ekonomik birim olmaktan çıkmış olduğundan; bu nedenle de “fabrikalar işçilerindir” düşüncesi ya da “işçi konseyleri iktidarı” bir hayal olmuştur. [351] Marksizm’e karşı çıkan herkes, büyük ölçekli fabrikalara baktığında yalnızca kışla disiplinini ve bunun içinde debelenen işçi sınıfını görmek istemekte, kapitalist gelişmenin binlerce işçiyi sıradanlaştırarak büyük işletmelerde bir araya getirmesini Marksizm’in boşa çıktığının bir kanıtıymış gibi göstermektedir.

Her egemenlik ve bağımlılık ilişkisi, doğrudan doğruya üretim ilişkisi içerisinde doğar, gelişir ve üretim süreci üzerinde belirleyici etmen olarak etki yaptığı yöntemi belirler. Üretim sürecinden doğan ekonomik topluluğun, özgül siyasal yapısı da bu temel üzerinde kurulur. Üretim araçları sahipleri ile gerçek üretici arasındaki doğrudan ve dolaysız ilişkinin belli bir zamandaki biçimi, emek tiplerinin ve tekniklerinin,  dolayısı ile emeğin toplumsal üretim gücünün gelişim sürecinde belli bir aşamaya tekabül eder.

Üretim ilişkileri, bütün toplumsal yapının, egemenlik bağımlılık ilişkilerinin siyasal biçimini,  kısacası devletin özgül biçimini açığa vurur. Aynı ekonomik temelin, başlıca koşulları her yerde aynı olsa bile, sayısız biçimsel koşulun, doğal çevrenin, ırk kompozisyonunun, dış tarihsel etkilerin altında egemenlik ve bağımlılık ilişkileri sayısız farklılıklar gösterirler. Oysa yazarların belirledikleri biçimde imparatorluk dünya üzerindeki tek hakimiyet biçimi, kendini her yerde aynı belirlemekte.

Marksistler ısrarla her dönem içinde sosyalist devrim için savaşılabileceğini ve her dönem içinde devrimci olunabileceğini ve mücadelenin olanaklarını kaçınılmaz olarak belirlemelidirler. Çünkü onlar için  “Bu devrim kaçınılmazdır, sadece egemen sınıf başka hiçbir biçimde devrilemeyeceği için değil, aynı zamanda onu deviren sınıf, tüm çağların pisliklerinden kurtulmayı ve yen toplum kurmayı bir devrimle başarabileceği için de kaçınılmazdır.”[352]

Bu saptama egemen sınıfın mücadelesinin egemenlik için mücadele, devlet gücüne karşı onu yıkarak- yoğunlaşır. Ancak ve ancak devlet egemenliğine son verilip yeni bir devletin kurulmasına kadar süren ve kendi kendini yok etmeye kadar varan bir süreçtir bu.

Belirli bir otorite, ve öte yanda da, belirli bir boyun eğme — bunlar her türlü toplumsal örgütlenmeden bağımsız olarak, içinde yaşadığımız dünyada maddi koşullarla birlikte bize dayatılan şeylerdir.  Demek ki, disiplin ve kontrol denilen ve otorite ile direk ilişki içindeki yapılanmalara mutlak olarak kötü, ve disipline karşılık kontrol de mutlak olarak iyi bir şey diye söz etmek anlamsızlaşmaktadır. Disiplin, kontrol,  Otoritenin birer parçaları olarak, kapsamları toplum gelişmesinin çeşitli evreleriyle birlikte değişen göreli şeylerdir.

Bugün geçmişe oranla geçici işçilerin sayısı çok daha fazladır. Bugün geçmişe oranla kayıt dışı emek pazarında (günümüzde informel sektör olarak adlandırılan) çalıştırılan işçi sayısı da çok artmıştır. Kayıt dışı sömürü sorunu, kapitalizmi “dönüştüren” bir şey değildir: Bu, daha çok on dokuzuncu yüzyıl emek sömürü biçimlerine bir geri dönüştür.

Bize dayatılan tartışma, Marksizm ve toplumsal devrimlerin sonu (sosyalist) geldi. Artık sınıflar arası mücadeleden,  sınıfların çatışmasının getirdiği, egemen sınıf iktidarından iktidarın bireylere yönelik bir yapı tartışmasına geçiyoruz. Devlet artık ezen ve ezilen ilişkisi içinde değil sınıflar üstü ve bireyler arası ilişkileri denetleyen bir üst yapılanmadır. Böylelikle devlet,  kapitalist toplumda bireye yönelik bir disiplinci bir yapılanmadır..  “Disiplin toplumundan, kontrol toplumuna geçişte, yani modern toplumdan post-modern topluma geçişte”  toplumsal ilişkilerin farklılaşmasının anlatımıdır bio politik yapılanma. Böylece toplum sınıflar ve bölüşüm ilişkileri ve iş bölümü ilişkileri temelinde değil bireylerin ihtiyaçlarına yönelik örgütlenen bir toplum yapısına kavuşmuştur.

 Modern toplumu anlatan disiplin toplumunda birey ve iktidar ilişkisi içinde disiplincilik bireyleri kurumlar aracılığıyla denetlemekte, iktidarın disiplinci yayılması bireyin direnci ile karşılaşmasına neden olduğundan ”[353] denildiğinde söz konusu olan toplumun değil bireylerin denetimidir. Bu söylem iki şeyi beraberinde getirir: Disipline boyun eğilmemelidir. Kim hangi disipline uyacak tartışması değildir bu sadece toplumda bireyler disiplinli olan her şeye direnç gösteririler, bu dirençte iktidarın yapısı ve hangi sınıfın aracı olduğunun önemi yoktur. Aslında burada önemli olan birey değil bireyin üzerinden giderek iktidarın kime ait olduğu ve kimin hangi iktidara karşı direnç gösterdiğinin veya göstereceğinin gizlenmesi ve sınıfların reddinin başka bir biçimidir.

Örneğin işçiler, Üretici güçlerin ortak ve planlı olarak işletilmesi amacıyla toplumun bütün üyelerinin genel birlikteliği; üretimin herkesin gereksinmelerini karşılayacak ölçüde genişletilmesi; kimilerinin gereksinmelerinin başkalarının pahasına karşılanması durumunun son bulmasını sağlayacak bir disipline karşı çıkacaklar mıdır? Ezilenler, sınıfların ve bunların karşıtlıklarının tamamıyla yok edilmesine; mevcut olan işbölümünün kaldırılmasıyla, eğitimle, iş alanının değiştirilmesiyle, herkesçe sağlanan zevklerden herkesin yararlanmasıyla, kent ile kırın kaynaşmasıyla toplumun bütün üyelerinin yeteneklerinin her bakımdan gelişmesine temelde ise özel mülkiyetin kaldırılmasını sağlayacak olan iktidarın disiplinine direnç göstermeli midirler?

İktidarlar, bireylere karşı değil toplumsal yapı içindeki sınıflara karşı oluşturulur. Bireyler böylelikle iktidarın baskılarına karşı değil disiplinci yaklaşımına direnç gösterirler söylemi ise: Ey işçi sınıf denilenler sanmayın ki sosyalist toplum sizin iktidarınız olacaktır orada da bir disiplin vardır ve bu disiplin siz bireylere karşı yaptırım uygulayacağından direncinizle karşılayın. Diğer yandan kapitalist toplumun devleti iktidar olarak siz işçi sınıfına karşı değil bireylere karşıdır siz asla üstünüze alınmayın demektir.

Bugünkü mücadele sadece fabrikalardaki sınıf mücadelesi değildir; mücadele devlet ile çalıştıkları işlerinden çıkarılarak toplumsal üretimin bedellerini taşımaya, satmaya ve üretmeye zorlanan sokaktaki ve kapitalist pazardaki sınıflar arasındadır. Sömürü zinciri daha dolambaçlıdır ancak hala son tahlilde sermaye-emek ilişkisi çerçevesindedir.Pazarın ulusal veya uluslararası bağlantılı olması emek pazarının sınıfsal çözümlemeleri sermaye ile uzlaşmazlığa dayandırılmalıdır.

İşçi sınıfı dendiğinde, pek çoklarının aklına önce, büyük fabrikalardaki yüzlerle binlerle sayılan mavi tulumlu işçiler gelmektedir. İşçi sınıfını fabrikalarda çalışanlar olarak kavrayıp değerlendirirler.  Yaşadığımız topraklarda, işçi sınıfına sendikacı gözlükleriyle bakanlar için en çetrefilli sorunlardan biri, 657 sayılı Memur Kanunu'na bağlı olarak çalışan işçilerin nereye konacağı konusuydu. Sendikal yasalara ve işkolları tüzüğüne göre nereye konacağı kestirilemeyen kamu işçileri, kendi gayretleriyle yollarını açtılar; 1990 da başlayıp süren mücadelede sendikalarını kurdular, toplu sözleşme yapma hakkı için mücadele ederek kendilerini işçilerin arasına kabul ettirme yolunda epeyi mesafe katettiler. Bugün gelinen yerde, hala memurların hangi sınıfa mensup oldukları konusunda kafa karışıklığı devam etse de, (daha doğrusu bu konuda genel olarak net bir fikir açıklamak yerine “kamu emekçileri” gibi ucube bir kavramın arkasına sığınarak zevahiri kurtarma çabasında)  bu kamu işçileri, en azından sendikaların ve sendikalist gözlüklere sahip olanların muhatapları olmayı başardılar. Üstelik, «hizmet üretiminden gelen güçleri»ni kullandıkları ölçüde, onları işçi sınıfı içinde saymayanlar bile kamu işçilerini, işçi sınıfının en önemli müttefikleri arasına katmak zorunda kaldı.

Buna karşılık, işsizler ve özellikle küçük iş birimlerinde ve özellikle de hizmet sektöründe çalışan işçiler kamu işçileri kadar şanslı değiller. Onları işçi sınıfının içinde sayanlar hala pek azdır. Sendikacı bakış açısı içinde hareket edenlerin işçi sınıfının bu parçasına yaklaşımları şöyledir: “bunları sınıf mücadelesine çekmek bile mümkün değildir; çünkü indirecek bir şalterden mahrumdurlar; çalıştıkları sektörler gereği üretimden gelen bir güce sahip değillerdir ve bunun farkında da değiller! Diğer yandan işsizleri de bunlar gibi değerlendirerek işçi kavramının içine bir türlü sokamayarak, işsizleri sınıf dışına düşmüş unsurlar olarak görmektedirler. Bu «sınıfın dışına düşmüş unsurlar» eğer gerçekten proleter iseler, yani yaşamak için çalışmak zorundaysalar, sendikalistlerce her an sınıf değiştirme durumuyla yüzyüzedirler. örneğin metal işkolundaki bir büyük fabrikada çalışan bir işçi; işten atılırsa veya emekli olup da yine çalışmak zorunda kalırsa ve kazara yapacağı iş pazarcılık olursa, birden bire sosyal statü (gelir düzeyi) bakımından aşağı düşmüş, sınıfsal konumu bakımından küçük burjuvazi saflarına terfi olmuş olacaktır.

Ne var ki, memurlardan ve işsizlerden daha kötü durumda olanlar vardır. Küçük işyerlerinde, veya birbirinden kopuk birimler halinde parçalanmış büyük işyerlerinde (örneğin Mc Donalds zincirlerinde vb.), geçici işlerde, sigortasız olarak çalışan işçiler; sürekli iş bulsa bile, işi gereği sık sık işverenleri değişen işçiler (örneğin inşaat işçileri vb.); veya büyük bir fabrikada o fabrikanın işçileriyle birlikte, sürekli çalıştığı halde, o fabrikanın işvereninden değil bir taşeron firmadan ücret alan işçiler; evinde veya kendi evinden biraz daha iyi olan bir fasoncunun atölyesinde belki dünyanın en ünlü tekstil firmalarından birinin pazarlayacağı malları üreten veya büyük bir otomotiv firmasına dünya çapında kullanılabilecek küçük bir parça üreterek ömrünü tüketen işçiler; mevsimlik tarım işçileri vb. Türkiye'nin en büyük ihracat kalemleri arasında yer alan pamuk, fındık, tütün gibi tarım ürünlerinin toplanıp işlenmesinde çalışan tarım işçilerini işçiden sayıp greve çıkarmayı düşünen pek azdır. Tofaş'a fason üretim yapan bir atölyeyi küçük işyeri diye küçümseyen ise çoktur. Halbuki, bu atölye, dünyanın en büyük otomotiv devlerinden birinin dişlisi durumundadır. Bu dar görüşlü yaklaşıma göre büyük tekellere fason iş yapan ve onların uzantısı konumundaki küçük işletmelerde çalışan  işçilerin küçük iş yaptığı sanılır.Bu nedenle, geleneksel sendikalar bu kesimleri örgütlemekten kaçınmaktadırlar; onlar bu kesimlerden uzak durdukça gözlerini sendikalara ve sendikalı işçilere dikmiş olan devrimciler de bu kesimleri işçi sınıfı içinde görmemekte, veya nereye koyacaklarını bilmemektedirler.

Dünya ölçeğinde küçük ara işlerde ve hizmet sektörünün ara birimlerinde çalışan milyonlarca işçi, işçi sınıfının en büyük bölümünü oluşturmaktadır; Diğer yandan, işçi sınıfı kütlesinin en önemli bölüğü olan işsizlerle içiçe ve sürekli bir rotasyon halindedirler. Burjuvazinin bugün için «esnek üretim» örgütlenmesinin bir sonucu olarak, büyük fabrikalarda çalışan işçilerin sayısı her geçen gün ve dünyanın her yerinde azalmakta, ara sektörlerin safları her geçen gün kalabalıklaşmaktadır. Aynı zamanda da bu kesimler sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin anahtarı olan artı değer üretiminin en büyük bölümünü üretmektedir veya bu noktaya doğru evrilen bir süreç işlemektedir. Kapitalizmin şu anki geldiği noktada Mekanik-evrimci bir tarih anlayışıyla küçük işletmelerin, atölyelerin zaman içerisinde büyük fabrikalara doğru evrileceğini sananlar, bugünün küçük işletmelerini süreç içerisinde ortadan kalkacak olgular olarak görüp, öncelikle geleceğin sanayi birimlerine yönelmek gerektiği fikrini yaymaktadırlar. Bu hem geçmiş tarihsel sürecin yanlış kavranışını, hem de bugün gelişen sürecin yanlış kavranışını yansıtır.

Kapitalizmin gelişmesinde ev sanayiinden manifaktüre, oradan fabrikaya ve giderek büyük ölçekli sanayi birimlerine doğru geçiş, sadece kapitalist üretim ilişkilerinin iktisadi evrimiyle, bu evrimin ihtiyaçlarının belirlediği ve düz bir çizgide gelişmiş bir süreç değildir. Her şeyden önce, küçük ölçekli üretimle büyük ölçekli üretimin uzun yıllar boyu yan yana olduğu bir tarihsel kesit vardır. Hiç değilse küçük atölyelerde tekstil üretimi vb. yapılırken, aynı zaman diliminde on binlerce işçinin girip çıktığı madenlerin olduğu unutulmamalıdır. Öte yandan ve en önemlisi, küçük ölçekli kapitalist üretim birimlerinden büyük olanlara doğru geçiş, sadece ekonomik süreçlerin sonucunda gerçekleşmemiştir. Bu sürecin ardında, en ilkel biçimleriyle de olsa sınıf mücadelesinin hatırı sayılır bir rolü vardır.

Bugün dünya çapında ve yaşadığımız topraklarda görülen süreç de, bir bakıma böyle bir gelişme sürecidir. Dolayısıyla, işçi sınıfının küçük birimlerde ve özellikle hizmet alanında çalışan kesimlerinin örgütlenmesinin ve mücadelesinin yükseltilmesi gereklidir. Küçük ölçekli ve «esnek üretim»in yerini otomatik olarak büyük ölçekli üretime bırakacağı beklentisi hayaldir. Zira burjuvazi merkezileşmek kaydı ile işletmeleri küçük birimlere ayırmada bu gün için ısrarlı davranmaktadır. Bugün yoğun bir baskı ve sömürü altında çalıştırılan işçi sınıfının bu küçük çaplı işyerlerinde çalışan kesimlerinin mücadelelerinin örgütlenmesi gerçekleştirmek komünist devrimciler için  vazgeçilmez bir görevdir.

“İşçi ve köylülerin büyük çoğunluğunun gitgide daha çok yoksullaşması ve homojenleşmesi emek pazarı içersinde birleşik devrimci eylem için muazzam bir objektif potansiyeli hala barındırmaktadır ve kapitalizmin yasaları işledikçe de var olacaktır. Marksistlerin önündeki görev sınıf mücadelesinin örgütlenmesi için ortak bir sınıf kimliği alanı oluşmaktadır. Post-Marksist iddianın tersine, kapitalizmin dönüşümleri sınıf çözümlemelerini daha önce hiç olmadığı kadar açıklayıcı hale getirmiştir.”[354]

Teknolojinin gelişmesi sınıf farklıklılarını ortadan kaldırmak yerine daha da derinleştirmiştir. Mikroçip sanayideki gelişmeler işçi sınıfını özgürleştirmemiştir. Bunun yerine, sömürü etkinliklerinin alanını ve sömürü sürecindeki üretimin yapısını değiştirmiştir. Göründüğü kadarıyla bu yeni yapı, yeni teknolojilerle geliştirilen daha sıkı kontrol mekanizmalarının sömürüsünü birleştirmektedir. Bazı sektörlerdeki otomasyon, iş sürecindeki çalışma temposunu arttırmaktadır; işçiler iş süreçlerinde kapitalist veya denetçileri tarafından teknolojik olarak  gözetlenirken, gözlemci idari personel sayısını azaltarak kapitaliste kar ettirmektedir. Teknolojik iş bölümü ve iş süreci İşçilerin işçileri ezdiği “kalifiye işçi grupları” ücret ya da söz hakkı bakımından bir avantaj sağlamazken bireysel sömürüyü arttırmaktadır. Bu durum işçi üzerindeki yoğunlaşmış emek aracılığıyla artı emek sömürüsünü daha da arttırmaktadır. Sonuçta “teknolojik devrim” karşı devrimci burjuva sınıf yapısı tarafından şekillendirilmektedir. Bilgisayarlar iş sürecini kısaltmayı değil denetim sürecini kısaltmasına olanak sağlamaktadır. Teknolojik değişimden etkilenenler düşük ücretli geçici ve vasıfsız işçilerdir. Genelde vasıfsız ortalama emek sahibi işçiler kötü ve düşük ücretli çalışma koşullarına ve genellikle tekstil, ayakkabı, vb. üretimine dayalı ev işlerine (kayıt dışı ekonomi) bağlanmaktadırlar. 

 

KOMÜNİST PARTİ  ve ÇALIŞMA TARZI

Ülkemizde Leninist parti teorisi Türkiye devrimcilerince üzerinde şu yada bu biçimde anlaşılan konuların başında gelir. Partinin biçimi ve nasıl olması gerektiği konusunda leninist yaklaşım katı bir biçimde uygulanmıştır.  Dünyayı yorumlamak tarzı değişik olanların elbette ki değiştirme tarzları da değişik olacaktır. Parti teorisindeki kavrayış tek başına ele alınamaz, temelde daima devrim teorisindeki anlaşmazlık yatar. Parti teorisi daima devrim teorisinden çıkar.  RSDİP'nin II. kongresinde partinin Bolşevik ve Menşevik hiziplerine bölünmesine yol açan tartışma ve anlaşmazlık Parti tüzüğünün birinci maddesindeki parti üyelerinin tanımı üzerinedir. Bolşeviklere göre: "Parti üyesi, onun programını kabul eden ve partiye hem maddi yönden, hem de parti örgütlerinden birine kişisel katılmasıyla destekleyen kişidir."[355] Menşeviklere göre ise, parti üyesi olmak için parti örgütlerinden birinde çalışmak zorunlu değildir ve üyeler kendi kendilerini partiye kaydederler, dolayısıyla belirli bir disiplin yoktur, devrimci geçinen herkes nitelikleri ne olursa olsun parti üyesi olabilirler. Bu iki değişik örgüt görüşünün altında aslında apayrı iki devrim görüşü yatmaktadır.

DEVRİM NEDİR?

Lenin'in bir devrimin için gerekli koşullara ilişkin belirlemesi, "Sol" Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı adlı yapıtında şöyle tanımlamaktadır:

 "Devrimin temel yasası, bütün devrimler tarafından, özellikle 20. yüzyıldaki üç Rus devrimi tarafından doğrulanan temel yasası şudur: Devrimin olabilmesi için, sömürülen ve ezilen yığınların eskiden olduğu gibi yaşamanın olanaksız olduğunun bilincine varmaları ve değişiklik istemeleri yetmez. Devrimin olabilmesi için, sömürücülerin de eskiden olduğu gibi yaşayamaz ve hükümeti yürütemez duruma düşmeleri gerekir. Ancak aşağıdakilerin eski tarzda yaşamak istemedikleri ve yukarıdakilerin de eski tarzda yaşayamadıkları durumdadır ki devrim başarıya ulaşabilir.(abc) Bu gerçeği bir başka biçimde şöyle ifade edebiliriz: Ezeni de, ezileni de etkileyen bir milli kriz olmadan devrim olanaksızdır. Böylece bir devrimin olabilmesi için, ilkin işçilerin çoğunluğunun (hiç değilse bilinçlenmiş ve aklı eren, siyasal bakımdan etkin işçilerin çoğunluğunun) devrimin gereğini tam olarak anlamış olmaları ve devrim uğruna yaşamlarını feda etmeye hazır olmaları gerekir; bundan başka, egemen sınıfların, en gerici yığınları bile siyasal yaşama sürükleyen, hükümeti zayıf düşüren ve devrimcilerin onu devirmesini olanaklı kılan bir hükümet bunalımından geçmekte olması şarttır." [356]

Bu demektir ki devrim için öncelikli olarak gerekli koşullar sıralandığında

 -toplumu etkileyen Milli krizin ortaya çıkması,

-sınıf bilinçli işçilerden oluşan Öncü partinin  varlığı

-Kitlelerin bilinçli ve örgütlü olmaları gerekmektedir.

Emperyalizm, ulusal sınırları aşan mali sermayenin dünya üzerindeki egemenliğidir. Bu dönemde ulusal ekonomiler ve devletler; bir bütün olarak dünya emperyalist sistemin parçaları ve onun yerli ajanları olarak işlev görmektedirler. Proleter devrimleri tek tek ülkeler bir yana dünyadaki hakim ekonomik yapının tahlilinde gündeme getirmek gereklidir. “…çünkü ülkeler ve milli ekonomiler kendi kendilerine yeterli birimler olmaktan çıkmışlar, dünya ekonomisi denilen bir zincirin halkaları haline gelmişlerdir."[357]

Emperyalizmin ülkeler üzerindeki baskısı ve hakimiyeti devrimleri, ülkeler ölçeğinden çıkararak dünya devrimi haline getirmiştir. Proletarya iktidarı tek başına bir ülkenin değil dünya işçi sınıfının iktidarının bir parçası olmasını sağlamıştır. Kapitalizme karşı mücadele ve devrimler geçmişte ülke koşullarının ve bu koşulların tahlili, genellikle ayrı olarak ele alınan şu veya bu ülkenin ekonomik durumuna bakılarak yapılırdı. Günümüzde sorunun bu tarzda incelenmesi yetersizdir. Şimdi sorunu, bütün ülkelerin veya ülkelerin çoğunluğunun ekonomik durumu açısından, dünya ekonomik durumu bakımından incelemek gerekmektedir.

 "Eskiden ayrı ayrı ülkelerde veya daha doğrusu gelişmiş şu veya bu ülkede, proletarya devrimi için objektif şartların varlığından veya yokluğundan söz etmek adetti. Şimdi artık bu görüş yetersizdir. Şimdi devrim için objektif şartların, dünya emperyalist ekonomi sisteminin tamamında bir bütün olarak mevcut olup olmadığından söz etmek gerekir; çünkü, sistemin, tümü ile eğer devrim için olgunlaşmamışsa veya daha doğrusu olgunlaştığı için bu sistemin içinde sanayi yönünden yeter derecede gelişmemiş bazı ülkelerin bulunması, devrim için aşılmaz bir engel teşkil edemez.[358]

Emperyalist dönemde kapitalizm sürekli kriz içindedir bu krizler onun ekonomik yasalarının bir parçasıdır. Bu dönemde ekonomiler bağımsız birimler olmaktan çıkmışlardır. Sistemin krizleri, tekel öncesi dönemdeki gibi, bir veya birkaç ülkede sınırlı kalamaz, sistemin tümüne yayılır ve bütün ülkeleri etkiler. Zaman zaman ağırlaşan bu sürekli kriz işçi sınıfına, daha önce mevcut olmayan, iktidarı ele geçirme olanağını verir. Emperyalist dönemde devrim için gerekli objektif şartlar sistemin bütünü açısından olgunlaşmıştır.

Dünyada kapitalist üretim ilişkilerinin kesin hakimiyeti söz konusudur. Emperyalizm öncesi dönemin de kapitalizmin “uygarlaştırıcı etkisi” ve geri ülkelerde proletaryanın gelişimine olan katkıları ve uluslaşma süreci ilerici bir adım olarak değerlendirmek pek ala mümkündür. Ama kapitalizm artık gelişme içerisinde ekonomik olarak ilerletici rol oynasa bile üretici güçlerin gelişiminin önünde engeldir. Engel olmayı her türden gericilikle işbirliği yaparak sürdürdüğünden, politik olarak gericidir. Emperyalist dönemde ise üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişimini frenlemektedir, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişki keskinlik kazanmıştır. Ekonomik gelişme üretici güçlerin kısmi de olsa gelişmesi ile toplumsal uyanış arasında paralellik şeklinde yansır. Bu yansımanın temelinde yatan kapitalizmin gelişmesinin yarattığı ekonomik ve toplumsal dönüşümdür.

"Bir Marksist için, devrimci bir durum olmadıkça devrimin olanaksız olduğu kuşkusuzdur, ama her devrimci durum da devrime yol açmaz.

Devrimci bir durumun göstergeleri, genel olarak nelerdir? Başlıca şu üç göstergeyi ileri sürerken yanılmadığımıza inanıyoruz:

1) Egemen sınıflar için egemenliklerini değişmez bir biçim altında sürdürme olanaksızlığı, 'doruk' bunalımı, egemen sınıf siyasasında, ve ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve öfkesinin kendisine yol açacağı bir çatlak oluşturan bir bunalım. Devrimin patlaması için, genellikle 'taban'ın eskisi gibi yaşamayı 'istememesi' yetmez, ama 'doruğun artık bunu yapamaması' da gerekir.

2) Ezilen sınıfların yoksulluğu ve sıkıntılarının, her zamankinden çok kötüleşmesi.

3) 'Barışçıl' dönemlerde kendini ses çıkarmadan soyduran, ama çalkantılı dönemde genel olarak bunalım tarafından olduğu denli, 'doruk'un kendisi tarafından da bağımsız bir tarihsel eyleme doğru itilen yığınların etkinliğinde, yukarda belirtilen nedenlerden ötürü görülen artış.

Yalnızca şu ya da bu grup ve partinin değil, ama şu ya da bu sınıfın iradesinden de bağımsız bu nesnel değişiklikler olmadıkça, devrim, genel kural olarak, olanaksızdır. Devrimci bir durumu, işte bu nesnel değişikliklerin tümü oluşturur. Rusya'da 1905'de ve Batıdaki bütün devrimler çağında bu durum görüldü, ama bu durum, o sıralarda devrimler olmamasına karşın, geçen yüzyılın 60'lı yollarında Almanya'da, ve 1859-1861 ile 1879-1880'de Rusya'da da vardı. Neden o sıralarda devrim olmadı? Çünkü devrim her devrimci durumdan değil, ama yalnız yukarda sayılan temel değişikliklere öznel bir değişikliğin, yani devrimci sınıfa ilişkin olarak, hatta bunalımlar çağında bile, eğer 'düşürülemezse, hiçbir zaman 'düşmeyecek' olan eski hükümeti tamamen (ya da kısmen) yıkacak denli güçlü yığınsal devrimci eylemler yürütme yeteneğinin de gelip eklendiği durumdan doğar."[359]

Ekonomik gelimin toplumsal gelişme olarak yansımasında devrim için toplumsal mücadele, ekonomik ve kendiliğindenci mücadeleyi aşması şarttır. Sınıflar mücadelesi tarihi, ekonomik ve kendiliğindenci mücadelelerin egemen sınıflara, ezilen sınıfların uyanışını bastıracak veya saptıracak olanakları da verir. Toplumsal mücadelenin gelişimi de tek başına, ekonomik mücadeleyi aşması da toplumsal devrim için yeterli değildir. İşçi sınıfına sosyalist bilinç dışarıdan götürülür. Bu açıdan özellikle öncü parti teorisinin oldukça önem taşır.

Temel görev bu şekilde, yani kitlelerin bilinçlendirilmesi olarak ortaya konulduğunda, bu bilincin onlara nasıl verileceği sorusu gündeme gelir.

Yine Lenin'in açık bir biçimde ifade ettiği gibi, böyle bir bilinç için gerekli bilgi, teorik olarak değil, pratik bilgi olarak kitlelere verilebilir. Bu bilgiyi, işçiler, "bir kitaptan edinemezler. İşçi, bunu, ancak canlı örneklerden, belirli bir anda çevremizde olup bitenlerin, herkesin üzerinde konuştuğu ya da birisinin fısıldadığı şu ya da bu olayda, rakamlarda, mahkeme kararlarında vb. belirenin sıcağı sıcağına teşhirinden edinebilir. Bu kapsamlı siyasal teşhirler, yığınları devrimci eylem bakımından eğitmenin zorunlu ve temel bir koşuludur."[360]

İşte siyasi gerçekleri açıklama kampanyası olarak adlandırılan faaliyet, tümüyle kitlelerin bilinçlendirilmesi ve örgütlendirilmesi faaliyeti olmaktadır.

      "Siyasal ajitasyonun zorunlu olarak genişlemesinin temel bir koşulu, siyasal teşhirlerin kapsamlı bir biçimde örgütlendirilmesidir. Ancak böyle bir teşhirler aracılığıyladır ki, yığınlar siyasal bilinç ve devrimci eylemi eğitebilirler."[361]

      Ajitasyon ve propaganda faaliyetleri bütünselliği olarak siyasi gerçeklerin teşhir edilmesi, yaşamdan örneklerle gerçekleştirilir. Bu örnekler ele alınarak, bunların ortaya koyduğu gerçekler kitlelere anlatılır. Örneğin, meclisten çıkartılan herhangi bir yasanın, hangi sınıfların çıkarlarına uygun olduğu, bu yolla o sınıfların ya da kesimlerin nasıl bir çıkar elde edeceği açık bir biçimde ortaya konularak siyasal teşhir gerçekleştirilir. Ancak bu teşhir ve propaganda kitleleri düzenden uzaklaştıracak onlara yöneltecektir.

Devrim kitlelerin eseri olacaktır, bu da şu demektir: devrim yapacak kitlenin devrimin gerekliliğine inanmaları ve onun olduğunu kavramış olmaları gerekir. Devrimin gerekliliği bilinci, ister istemez içinde yaşanılan toplumsal yapının tüm ilişkilerinin bir bütün olarak kavranılması demektir. Böylece, proletarya, bir yandan, mevcut düzenin her türlü baskı, zor, yolsuzluk vb. uygulamalarına karşı, hangi kesimleri etkiliyor olursa olsun tepki gösterirken, diğer yandan tüm toplum kesimlerinin, egemen sınıflarından ezilen sınıflarına kadar tüm sınıf ve tabakaların niteliklerini bildiği ve kavradığı oranda kendi sınıf bilincine sahip olabilecektir. Ve ancak böyle bir sınıf bilincine sahip proletarya, devrimin öncüsü olabilir ve devrimi gerçekleştirebilir.

Mevcut devletin ele geçirilip parçalanmasında rol alan, ezilen sınıfların durumunun da değerlendirilmesi, yani onların durumunu, hoşnutsuzluklarını, memnuniyetsizliklerini ve tepkilerini de tahlil etmek gerekir. Bu tahlillerin genel süreç olarak yapılması, dünyanın genel olarak değerlendirilmesini, yani emperyalizm tahlilini kaçınılmaz kılar. Bu yapıldığı koşullarda, ülkenin emperyalist zincirin bir parçası olduğunun  belirlenmesi ile de, ülkenin iç koşullarının gelişim dinamiklerini belirlemek olanaklı olur.  Böylece, dünyanın ve ülkenin ayrıntılı bir tahlili, devrim koşulları ve hedefleri belirlenir. İşte bu devrim stratejisini ortaya çıkarır.

Devrim stratejisi, devrimci mücadelenin hedeflerini, bu hedefe yönelik mücadelelerin biçimlerini ortaya koyarak, çalışma biçimlerini belirler. Bu tespitler olmaksızın, devrimci pratik, kendiliğindenci bir tarzda yürür ve olayların seyrine göre rota düzenlemeye çalışır. Egemen sınıfların propaganda ve depolitizasyon yöntemlerinin gelmiş olduğu boyutlar dikkate alındığında, böyle bir pratiğin nasıl yolunu şaşıracağı kolayca anlaşılır.

Ekonomik gelişme ve toplumsal gelişme arasındaki farklılıklar devrim mücadelesinde ve özellikle iktidara yönelmede tartışmalara yol açmıştır. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmişliği işçi sınıfının örgütlenmesinin gelişmişliği anlamına gelmez. Yani işçi sınıfının nicel anlamda gelişmiş olması örgütlenmesinin de gelişmişliğini göstermez. Aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerinin hakim olduğu alanlarda işçi sınıfının nicel olarak az olması da devrime öncülük etmesine engel oluşturmaz. Bolşevik ve Menşevikler arasındaki tartışmalar ve II. Enternasyonal’in Bolşevik devrime karşı çıkışı buna örnek oluşturur.

"Oportünistler, proletaryanın, ülkenin çoğunluğunu teşkil etmeden, iktidarı ele geçiremeyeceği ve geçirmemesi gerektiğini temin ederler. Bu iddianın ispatı, delili yoktur; çünkü bu tezi, ne teorik olarak, ne de pratik de haklı göstertmek imkansızdır. Lenin, bu II. Enternasyonal baylarına pekâlâ dediğinizi kabul edelim diyor, fakat nüfusun azınlığını teşkil eden proletarya, emekçi kitlelerin büyük çoğunluğunu kendi etrafında toplayabildiği (savaş, tarım buhranı vb.) bir tarihi durum meydana gelince niçin iktidara geçmesin? Proletarya, sermayenin cephesini yarmak ve genel gelişmeyi hızlandırmak için elverişli uluslararası ve iç durumdan niçin faydalanmasın?"[362]

Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin keskiliği, emperyalizm ve tekeller döneminde, ekonomik gelişmenin yarattığı sosyal bilince bağlı olarak devrimlerin ortaya çıkması gibi bir mekanik anlayışa karşı, herhangi bir ülkede işçi sınıfı iktidarının üretici güçlerin gelişimine direkt olarak bağımlı olmadığı sonucu çıkar. Ekonomik olarak kapitalizmin dünyada üretim ilişkisi olarak hakimiyeti işçi sınıfının nicel yapısına değil nitel durumuna ve örgütlü öncü olarak devrime öncülük edip edemeyeceğine bakılmalıdır. Aksi durumda gelişmiş tüm kapitalist ülkelerde devrimci durumun varlığını savunmak gerektir.

Zira sonuç bizi, sanayinin en gelişmiş olduğu yerde, proletaryanın çoğunluğu teşkil ettiği yerde, daha yüksek kültür, daha çok demokrasi olan yerde devrimler olur başka yerde mümkün değildir gibi bir mutlaklığa varır.

“Devrimin mutlaka sanayinin vb. en gelişmiş olduğu yerde başlaması şart değildir. Emperyalizm zincirinin en zayıf olduğu yerde sermayenin cephesi yarılacaktır; çünkü proletarya devrimi dünya emperyalist zincirinin kırılmasının sonucudur ve devrime başlayan ülkenin kapitalist anlamda daha gelişmiş ülkelere oranla az gelişmiş olması, bununla beraber kapitalizmin çerçevesi içinde bulunması pekâlâ mümkündür.”[363]

Kapitalizmin gelişmesi işçilerin sayısını artırır, onların büyük işletmelerde toplanmasını sağlar; böylece işçi sınıfı hem nicelik, hem de nitelik bakımından gelişir. işçi sınıfı iktidarını temel olarak bu gelişime bağlamak Leninizm’i ve Sovyet devrimini kavramamak; emperyalizmden devrim beklemek ve devrimi sonsuza dek ertelemek demektir.

Kapitalist sistemin yıkılabilmesi her şeyden önce sistemin bünyesindeki çelişkilere dayanır. Eğer kapitalist sistemin bünyesindeki çelişkiler güçlenip sistemi yok etme durumuna getirmezse, devrimcilerin iradesi bu sistemi yıkamaz. Komünist parti sınıfın en aktif ve bilinçli kesimini örgütleyerek oluşan koşullar içerisinde işçi sınıfını kendi talepleri doğrulusunda diğer ezilenleri de içine katarak mücadeleye çağırır ve onlara gerekliliğini anlatır. Herhangi bir ülkede işçi sınıfı iktidarı emperyalist sistemin krizlerine, bu krizin o ülkeyi etkileme derecesine, kitlelerin bilinç ve örgüt düzeyine, ülkenin devrimci geçmişine, öncü partinin yığınlar içindeki gücüne ve partinin doğru önderliğine bağlıdır.

Eğer nesnel koşullar mevcutsa, yani devrim durumu ortaya çıkmışsa, devrimci görev, kitlelerin harekete geçirilmesi olmaktadır. Ancak böyle bir eylem için, kitlelerin bilinçlendirilmiş olması zorunlu önkoşuldur. Bu nedenden dolayı, ister devrim durumu ortaya çıkmış olsun, ister çıkmamış olsun, devrimci görev, kitleleri bilinçlendirmek ve örgütlemek olmaktadır. Bu yüzden, her zaman ve her yerde, devrimci mücadele, kitlelerin bilinçlendirilmesi ve örgütlenmesi mücadelesi olarak somutlaşmaktadır. Kitlelerin bilinçlenmesi ne demektir? Kitleler nasıl bilinçlendirilir? Nasıl örgütlenir? İşte devrimci mücadelenin pratik soruları bunlardır.

Eğer işçiler, zorbalık, baskı ve şiddetin her türlüsüne karşı devrimci tepki gösterme konusunda eğitilmelidirler. Eğer bu gerçekleştirilemezse işçi sınıfının bilinci, gerçek bir siyasal bilinç olamaz. Öncü işçiler, güncel siyasal olgular ve olaylardan yararlanarak toplumun diğer sınıfların siyasal yaşamlarını gözlemlemek, toplumun ezilen sınıf ve tabakalarının yaşam ve eylemlerinin bütüne devrimci tepkileri sindirmeli ve öğretmelidirler.  İşçi sınıfının dikkatinin sadece kendi eylemlerine yoğunlaştırılması onun devrimci bir sınıf olarak kısırlaştırılması demektir. İşçi sınıfının, modern toplumun bütün sınıfları arasında karşılıklı ilişkiler konusunda tam bir teorik bilgisi ve pratikte siyasal yaşam deneyimine dayanan bilgisi olması gerekir. Bu da proletaryanın sınıf bilincinin kendiliğinden bir sınıf bilincine değil siyasal bir bilince sahip olması demektir. Böyle bir bilincin oluşumunu Lenin şöyle ortaya koyar:

"Bir sosyal-demokrat (sosyalist) haline gelebilmesi için, işçi, toprakbeyi ile papazın, yüksek memur ile köylünün, öğrenci ile serserinin iktisadi niteliği ve toplumsal ve siyasal özellikleri konusunda açık-seçik bir fikre sahip olmalıdır; onların güçlü ve zayıf yanlarını bilmelidir; her sınıf ve tabakanın kendi bencil özlemlerini, kendi gerçek 'iç yapısını' gizlemek için kullandığı bütün parlak sözlerin ve safsataların anlamını kavramalıdır; belirli kurumların ve yasaların yansıttığı şu ya da bu çıkarların neler olduğunu ve bu yansıtmanın nasıl olduğunu anlamalıdır." [364]

Kapitalizmin dünya üzerindeki genel egemenliğini fark edemeyen ve genel çelişkiyi emek ve sermaye arasında ararken takıldıkları yer geniş işçi yığınları ile acımasız kapitalistler aramaktır. Günümüzde geri-bıraktırılmış ülkeler için bunu bulamayanlarda buralarda devrimleri devrimcilerin iradesine bağlamak zorunda kalıyorlar. Geri-bıraktırılmış ülkelerde kapitalizm iç dinamikle değil de, yukardan aşağıya, emperyalizmin kontrolü altında geliştirildiğinden buradaki işçi sınıfı ekonomik olarak da geri olduğundan devrim yapma olasılığı yoktur. Tarihte özneye misyon yükleyen anlayış için sosyal uyanışı temel olarak ekonomik gelişmeye bağlamak, kitlelerin bilinçlenmesini emperyalizmden beklemek anlamına gelir. 

"Kısaca, genel kural olarak, emperyalist cephenin zinciri halkaların en zayıf olduğu noktada kırılmalıdır; ve bu noktanın kapitalizmin en gelişmiş olduğu, proletaryanın şu, köylülerin bu kadar bulunduğu bir ülkede olması şart değildir. Bu sebeple, ayrı olarak ele alınan şu veya bu ülkenin proletaryasının genel nüfusa nispeti hakkında istatistik hesaplarına, emperyalizmin ne olduğunu anlamamış olan ve vebadan korkar gibi devrimden korkan II. Enternasyonal yorumcularının verdikleri özel önem tamamen büyütülmüştür."[365]

Emperyalist dönemde burjuvazi devrimci niteliğini yitirmiştir, kendi devrimini yapamaz. Burjuvazinin güçlenen proletaryaya karşı feodal düzenin baskı güçlerine ihtiyacı vardır, onun için, feodalizme karşı kararlı hareket edemez, uzlaşır. Demokratik devrim feodalizm yıkılarak -aşağıdan yukarı- değil, yukardan aşağıya feodallerle uzlaşılarak uzun ve ızdıraplı bir yoldan kaldırılır. Feodalizm devrimci yoldan kaldırılmaz, bunun yerine feodallerle uzlaşılarak uzun ve zahmetli yoldan tasfiye edilmeye çalışılır. Emperyalist dönemde devrimciliğini yitiren burjuvazi demokratik devrimde geçmişte onun müttefiki olan, demokratik devrimden en büyük yararı sağlayacak olan köylülere ihanet eder.

Emperyalist dönemde ulusal sınırları aşan ve özellikle kapitalizme geri ülkelerde yatırım olanakları bulan sermaye, bu ülkelerde bir önceki var olan üretim tarzları ile uzlaşarak yukardan aşağıya kapitalizmin gelişimini sağlar. Emperyalist dönemde demokratik devrim ancak işçi sınıfının önderliğinde sonuna kadar yapılabilir. Devrimde öncü sınıfın mutlaka nüfus içinde çoğunluğu meydana getirmesini beklemek ve nicel birikimin abartılması gerekmez. Burjuvazinin önderliğinde yapılan burjuva demokratik devriminde de burjuvazi azınlıktadır.

'"İşçi sınıfı idareci rolünü kuvvetle ve bol bol göstermiştir. Aynı zamanda tarihi hareket içindeki kuvvetinin halkın tümü içindeki payından daha büyük olduğu da iyice belli olmuştur."[366]

İşçi sınıfı, mücadeledeki kararlılığı ve diğer ezilen sınıfların taleplerine de sahip çıkarak onları yanına çekebilir ve böylece nüfusun çoğunluğunu meydana getirebilir. Proleter devrimi gerçekleştirecek "proleter kimdir? Ya da proleter kimdir?, bunlar saf proleter midir? İşportacı da proleter sayılabilir mi? burjuvazi gelişsin proleter sayısı artsın devrim gerçekleşir" gibi devrimi erteleyen ve birsizleştiren anlayışlara karşı savaşmak gerekir.

Ancak günümüz koşullarında, ülkemizde devrim sorunu, sadece devrim durumunun veya devrimin ne olduğunun Marksist-Leninist belirlemesi ve ifade edilmesi değildir. Bunlara ilişkin devrime ilişkin düşünce ifade eden her türden revizyonist ve oportünist tahrifatların sergilenmesi gereklidir. Özellikle 12 Eylül sonrasının yarattığı tahribat ve onun getirdiği tasfiyecilik ve depolitizasyon politikalarının yaratmış olduğu ortamın, kaçınılmaz olarak, genel olarak devrim ve devrimin nasıl gerçekleştirileceğini gündeme getirmektedir.

 Yani, Marksist-Leninistler için devrimin ne olduğu ve nasıl yapılacağının bilinmediği koşullarda, devrim soyut bir değerlendirme olarak kalmaktadır. Devrimin üzerinde yükseldiği nesnel koşulların açıklanması ve tartışılması oldukça önem taşımaktadır. Böyle bir tartışma ya da değerlendirme, yeni yetişen devrimci kuşaklar için "soyut" bir tartışma ya da değerlendirme olarak değil ne yapılması gerektiğinin açıklanmasıdır.  Doğal olarak, böyle bir ortamda, plansız, programsız, devrimin nesnel yasalarını hiçe sayan eylemler ve değinmeler devrimci faaliyet olarak sunulabilmektedir.

Devrimin ne olduğunun kavranmadığı durumda, devrim adına yapılan mücadelelerin de değerlendirmeleri de söz konusu olamamaktadır. Devrim, somut mücadele hedefi olarak iktidarı hedefler ve onu ele geçirmenin biçimlerini tanımlar ve bu amaca ulaşmak için yürütülecek mücadeleler, onun araçları olmak durumundadır. Amaç ile araç arasındaki ilişki ve uygunluk, ancak amacın açık ve net olarak ortaya konulabildiği koşullarda belirginleşir ve belirlenebilir.

Öncelikle, devrim mücadelesine katılan her bireyin ve örgütün, devrime ilişkin olarak açık ve net bir programı ve kavrayışı olması şarttır. Devrimi, bir hükümet değişikliği ya da herhangi bir konuda alınmış yeni bir karar ya da uygulama olarak kavrayan bir bireyin ya da örgütün, devrim mücadelesinden anladığı çok farklı bir şey olacaktır.

PARTİ DÜŞÜNCESİ

Kapitalizmin gelişme tarihi göstermiştir ki, işçi sınıfının sayıca artması ve büyük işletmelerde toplanması sosyalist bilince ulaşması için yeterli değildir. Fabrika işçisi olmak sosyalist olmak için yeterli değildir. Burjuvazi tarafından sadece üretim sürecinin gerektirdiği kadar eğitilen işçi sınıfının kendiliğinden derin ekonomi, felsefe, bilim ve tarih temelleri olan sosyalist ideolojiye ulaşması beklenemez. Bu bilinç ona dışardan iletilmelidir. Zira “kapitalizmin mezar kazıyıcısı” olan işçi sınıfı bile kendiliğinden sendikalizmin ötesine geçemez.. Onun içindir ki, parti, işçi sınıfının iktidar mücadelesindeki en güçlü silahıdır.

"İktidar mücadelesinde proletaryanın örgütten başka silahı yoktur. Burjuva dünyasındaki anarşistçe rekabet altında ayrı düşmüş, sürekli olarak yoksulluğun, köleliğin ve dejenerasyonun 'derin çukurlarına', gerilere itilmiş olan proletarya, ancak Marksizm prensipleri üzerinde ideolojik birliğe ulaşarak ve çalışan milyonlarca insanı işçi sınıfı ordusu halinde kaynaştıran maddi örgüt birliğinin yardımıyla, kaçınılmaz biçimde yenilmez bir güç haline gelebilir ve gelecektir."[367]

İşçi sınıfı partisinin her ülkedeki yapılanması ve örgütlenme tarzı farklılıklar içerir. Kapitalizmin gösterdiği farklı gelişme çizgileri her ülkedeki sosyal yapılanmayı da farklı hale getirir. Bu temel üzerinde yükselen parti ve parti mücadelesi kendi içinde farklılıklar taşımak durumundadır.Dünya sınıflar mücadelesi ve buradaki partilere bakarak aynı prototipin yaratılmaya çalışılması her zaman hüsranla sonuçlanmıştır. Her ülkenin kendine özgü ekonomik yapısı ve toplumsal şekillenmesindeki farklılıklar parti örgütlenmesine şu yada bu biçimde yansır.

İşçi sınıfının içinde bulunduğu toplumsal durum ve bilinci yarından ötesini düşünecek durumda değildir. Bu yüzden öncü olarak parti işçi sınıfı ideolojisini kabul etmiş kişiler onlara dışarıdan bilinç götürürler, onu örgütlerler. Başlangıçta çoğunluğu işçi olmayan ve genellikle küçük-burjuva olan bu kişiler işçi sınıfı partisini oluştururlar.

Parti zorunluluk sonucu oluşan nesnel bir yapıdır. Parti, Sınıf mücadelesi içinde yönetenlerin yönetemez duruma geldiği noktada, mücadeleyi sürdürenlerin birbirinden oldukça bağımsız grup çalışmasının çıkmaza girdiği, devrimci hareketin dar ve oldukça bağımsız çalışmalarla artık ilerleyemez durumda olduğu durumda gerekli hale gelir. Partinin kurulabilmesi için devrimci hareketin daha üst düzeyde bir örgütlenmeye ihtiyaç duyması gerekir.

Komünistler, burjuvazi tarafından gelişmeleri çeşitli yollardan engellenen işçi sınıfının homojen bir kitle olması beklenemez. İşçi sınıfının tamamı aynı eğitim ve çalışma şartlarına sahip olmadığından aynı ölçüde sosyalist bilince açık değildir. Bu nedenle Parti, işçi sınıfının en ileri, en militan kesimini temsil eder.

"Gerçekten işçi kitlelerinin sürekli sömürüye maruz kaldığı ve insani yeteneklerini geliştiremedikleri kapitalizm çağında, işçi sınıfı siyasi partilerinin en göze çarpan özelliği sınıflarının sadece azınlığını ihtiva etmeleridir. Herhangi bir kapitalist toplumda, gerçekten sınıf bilincine sahip işçiler, nasıl bütün işçilerin sadece bir azınlığını meydana getiriyorlarsa, aynı şekilde bir siyasi parti de, bir sınıfın ancak azınlığını ihtiva edebilir. Bu yüzden, geniş işçi kitlelerini, ancak sınıf bilincine sahip bu azınlığın yönetebileceğini ve liderlik edebileceğini kabul etmek zorundayız."[368]

Tarih göstermiştir ki, işçi sınıfının iktidar mücadelesini yönetecek, sadece devrimin yükselme döneminde değil, geri çekilme döneminde de mücadeleyi sürdürecek olan parti mutlaka seçme üyelere, sıkı disipline ve yüksek bir bilince sahip olmalıdır. Ancak sınıfının önünde, ilerisinde olan parti ona önderlik edebilir, işçi sınıfının içinden gittikçe artan sayıda sosyalist kadrolar çıkartabilir.  Lenin'in deyişiyle: "Tarihte hiçbir sınıf, bir hareketi örgütlemeye ve yönetmeye muktedir, sivrilmiş temsilciler ve politik liderler yetiştirmeksizin iktidara gelmemiştir."[369]


      Sınıfıyla özdeşleşemeyen parti ona önderlik edemez, işçi sınıfının içinden komünist kadrolar çıkartamaz ve öncü görevini yerine getiremez. “işçisiz parti, işçiler nedir? ki her zaman aydınlar parti içinde her dönemde çoğunlukta olmalıdır sözleri ve bu durumu işçici dünya bakışı ve işçi sınıfı fetişizmi gibi görüşlerin altında oportünizm yatar. Lenin’in "...kitleler kavramı hakkında birkaç kelime söylemek istiyorum. Bu, mücadelenin niteliğindeki değişikliklere göre değişen bir kavramdır. Devrimlerimiz sırasında birkaç bin işçinin kitleleri temsil ettiği anlar oldu."[370] sözlerini komünist partisini aydın kulübü haline getirmeye dayanak yapmaya çalışan oportünizmin baktığı nokta devrimden uzaklaşarak ve sosyal devrimlere karşı olmakla sonuçlanmıştır. Euro_komünizmin geldiği nokta hala ortada durmaktadır.

İşçi sınıfı partisi “bir savaş örgütüdür”. Savaşı sonuna kadar götürecek olanda işçi sınıfı ve geleceğini onun geleceğine bağlayanlardır. Burjuvazinin devrilmesi, burjuva devletin yıkılması ancak şiddete dayanan devrim yoluyla mümkündür. Burjuvazi kitleler üzerindeki denetimini ordu, polis ve çeşitli güvenlik örgütleriyle sürdürür ve bu örgütleri kullanarak devrime karşı bütün gücüyle direnir. İşçi sınıfı partilerinin iktidarı ele geçirmek için kısa yada uzun bir askeri savaş vermeleri ve zorunlu olarak savaş örgütü olmasını da beraberinde getirir. Savaşan partinin politik savaşını görmezden gelerek, küçük burjuva maceracı bir bakış açısı ile salt savaş aracı haline getirilmesi de partinin yanlış kavranışına işaret eder. Sınıf mücadelesini dar bir askeri 'savaşçı' müfrezesinin fedakâr çıkışlarına ve intihar atılımlarına indirgedikleri için, bu çizgiler ne denli cesur olurlarsa olsunlar işçi sınıfı ve müttefiklerinin yani geniş kitlelerin dışına düşmüşlerdir.

"... Halkın yüz misli güçlenmiş olan devrimci enerjisine ayak uydurabilmek için tüm parti ve partiye bağlı örgütlerin üyelerini çoğaltmalıyız. Söylemeye gerek yoktur ki bu, Marksist doğrularda tutarlı ve sistematik bir eğitim ve öğretimin bir tarafa bırakılacağı anlamına gelemez. Kesinlikle ve tamamıyla 'bizim' anladığımız anlamda 'öğretecek' olan, askeri harekâtların çok büyük önemi vardır."[371]

"Böylece Sosyal-Demokratik titizliğimizi ve uzlaşmazlığımızı gevşetmek söz konusu olmayıp, ikisini de yeni yollarla ve yeni eğitim metotlarıyla kuvvetlendirmek söz konusudur. Savaş sırasında acemiler eğitimleri için gerekli dersleri doğrudan doğruya askeri harekâtlardan almalıdırlar.[372]

İşçi sınıfı partisi politik mücadelede karşılaşacağı yegane güç kapitalizmin polisi, askeri gibi silahlı güçlerdir. Bu silahlı güçlere karşı direniş ise askeri bir meseledir. Parti gerçekten kitlelere bu askeri müdahalelere karşı mücadelede de önderlik etmek ve kitleleri eğitmek durumundadır.

Teori pratik ikilemi

Emperyalist tahakküm altında tüm toplumsal devrimler emperyalizme karşı olmak durumundadır. Emperyalist zincir parçalanmadan kapitalizme karşı mücadele başarıya ulaşmaz. Kapitalist sisteme karşı mücadele ve vurulan darbeler dünya çapında emperyalizme vurulmuş bir darbe olarak görülmeli ve buna göre hareket edilmelidir. Kapitalizme yönelen mücadele ve savaşlarda yerel devrim ve mücadelelerin önemi kalmamıştır önemli olan dünya devrimidir, ancak kapitalizm böyle yenilir; günümüzde sorun dünya devrimi sorunudur gibi anlayışlar reddedilmelidir. Bu anlayış emperyalizmin ve sermayenin karakterini kavranmadığının göstergesidir. Karakteri gereği emperyalist sistemin politik dünyadaki bütünlüğü mücadelenin bu karakterde olmasını zorunlu kılmaktadır. Parça bütün anlayışında ulusal mücadelelerin anlamsız olduğu ve dünya devrimi gibi olası devrim ve kazanımları sürekli ileri öteleyen anlayışlar Troçkizmle malul olup Leninist anlamda sınıf mücadelesinin ve devrimlerin reddini gerektirir. Bu anlamıyla Lenin’in dünya proletaryası ile birlikte ezilen halkların ayaklanmasına işaret etmesi önem kazanmaktadır.

Devrimci komünist örgütlenmenin işçi sınıfının kendi talepleri için sürekli mücadeleye davet eder ve politik olarak onun önünü açar. Bu mücadelenin sosyalizm mücadelesinin bir parçası olduğu ve iktidar perspektifi bir an göz ardı edilmeden,  sürekli ve günün gereğine uygun bir mücadele hattı İçinde olmak, sisteme ve rejime karşı örgütlenmek ve var­lığını ortaya koymayı gerektirir.

Teori-pratik ikilemi yaratarak, devrimci komünistler günlük teoriler üretmezler. Marksizm bir bilim olarak da politik ve felsefi olarak da kendisini ispatlamış durumdadır. Bu anlamda Marksist teorinin yeniden  pratik içinde sınanmasına gerek yoktur. Devrimci komünistlere düşen görev günlük mücadele içinde diyalektik düşünme biçiminin harekete geçirmek ve diyalektik düşünebilmektir. Zira günlük mücadelede teori olarak adlandırılan ve üretilen şeyin bir sonraki gün anlamını yitirmesi teori dediğimiz yapıya zarar vermekte düşünsel anlamda tutarsızlık başlamaktadır. Bu tutarsızlık politik alanda da farklı biçimlerde yaşama yansımaktadır.

Bütün devrimciler ille de teoriyi günlük yaşamın mihenk taşına vurmak gayretindeler. Günlük yaşama oturmayan teori anlamsız kılınmaktadır (burada dikkat edilmesi gereken anlamsızlığı veya yanlışlığı belirleyenin yaşam değil günü değerlendiren öznenin belirlemesidir). Oysaki teori günlük yaşamda kullanıldığında zaten teori olmaktan çıkar günlük bir düşünce tarzına döner. Günlük yaşama biçimi teorileştirilemez. Değişen günlük yaşamın gerekliğine uygun “teori” üretmek de tutarsızlığı ve sınıf mücadelesinde güvensizliği davet etmek demektir. Örneğin Leninist parti anlayışının bir ülkede günlük mücadele içinde bazı noktalarda oturmaması ve zaafa uğraması leninist parti teorisinin anlamsız veya yanlış olduğu anlamına(mı) gelir... Marksizmin sığ sularında kulaç atmak ve bunu bir bütün olarak Marksizmin tüm gövdesine yaymak devrimci komünistlerin işi değildir.  Teoriye  ille de yaşamda şu yada bu biçimde hayat bulması­nı zorlamak diyalektik düşünme biçimini reddiye anlamına gelir. (Teori neden günlük mücadele ye endexli kılınmamalıdır. Günlük bir taktik teorileştirilebilri mi)

Devrimci komünistler için mücadelenin önkoşulu teorik birikim ve diyalektik düşünme biçimidir. Bu biçim örgütlenmeyi, sosyalizm ve komünizm için mücadele için ona uygun mevzilenmeyi gerektirir. Ama bu teorinin sınanması anlamına gelmez. Kendi dönemi içinde en iyi ve ileri Marksist olarak bilinen Kaustky’nin düşüncelerinin tümünün özellikle Marx’a dayandırdığını bilmeyen yoktur. Ama politik mücadele içinde marksizmi dogmatik alan ve politik mücadeleyi tersten Marksizmin mihenk taşına vuran Kaustky’e karşı çıkan da Lenin olmuştur.

Şimdi iki noktadan da bakalım Marksizmi günlük mücadelenin içinde bir yere oturtmaya çalışanların uymadığında bu geçersidir demeleri – ki post Marksizmin yaklaşımı budur – yanında gelişen mücadelede ortaya çıkan duruşu ille de marksizmin ölçütlerine uydurmaya çalışan mantık mı? Her iki duruşun da tehlikeli yanı Marksizm kulvarında duruşu sergiler... Post Marksist olmakla, Kaustkyci olmak arasındaki fark çok incedir. Devrimci komünistlerin bu noktadaki duruşları onları her ikisinden de ayırt eden Marksist ve devrimci yapar. Kaba bir tarzda dillendirmek gerekirse Marksizmin belirleyiciliğinin ve ayırt edici özelliğinin sınıf mücadelelerinin sınıfsız toplumla sonuçlanacağı göz önüne alındığında Marksistler gerek günlük politikalarında gerek uzun vadeli politikalarında bu hedefi gözden kaçırmadan ve tutarsızlığa düşmeden bu gerçekliği yerine getirmek zorundalar. Politika anda yapılır gibi anı anlatan “teori” veya anı “teori”leştirmek bir başka anda tutarsızlığa düşmeyi göze almak demektir. Bunu da çok iyi beceren Doğu Perincek gibi İP gibi iyi bir örnekle yüz yüzeyiz.

Devrimci komünist kadro ve amacımız

Düşü­nün ki; üretimin içinde bulunan ileri düzeyde bir kad­ronun iyi bir örgütçü olması teorik bilgi olarak ileri düzeyde olmasını gerektirmeyebilir. İyi bir örgütçü için ileri derecede Marksizm bilmek  o kadar da önemli olmayabilir. Buradan ters bir sonuca gidip o zaman kadro için teorik bilginin önemi yok mudur? Gibi bir sonuca varmak ve bu anlamda bir soru sorulması anlamsızlığı içeriğindeki samimiyetsizlikle ret edilmelidir. Zira her kadronun her ileri militanın ve taraftarın sisteme ve onun yozlaştırıcı etkisine karşı eğitilmesi ve ideolojik olarak donanması olmazsa olmaz bir koşuldur.

Yaşamın içerisinde hiç bir şey dayatılarak veya kendisini dayatarak yaşamını sürdüremez. Mücadelede bir bütün olarak ele alındığında mücadele içerisinde de gereklilikler kendini dayatır. Zira mücadele soyut bir kavram değildir; uygun araçla­rı olduğunda ve gerçek zemininde somut hale gelir ve gerçek anlamına kavuşur. Mücadelenin gerekliliklerine uygun devrimci çalışmada amaca uygun araçlarda ortaya çıkar ve kendini dayatır. Yanlış araçla doğru amaca ulaşılamayacağı gibi, doğru araç da amaçtaki belirsizlikten dolayı araca sahip olanın yaşamdaki tutarsızlıklarından dolayı bir yere varamaz. Ortaya çıkan durumunda diyalektik bütünlük bozulur, oluşan anarşi ortamında çatışma kaçınılmaz olur. Bizler mücadele biçim ve araçla­rının hiçbirini reddetmeme esasını benimsemeliyiz

Ağaçlan görüp ormanı görmemek kadar, ormanın tek tek ağaçlardan oluştuğunu kavramamak da ciddi bir hata­dır. Devrimci komünistler, önümüzdeki çalış­manın sorunlarını ele alırken örgütlenmenin, tek tek sınıf öncüleriyle ilişkilerden ve genel olarak sınıf savaşımının tek tek muharebelerinin bileşiminden sentezlendiğini ve si­yasi örgütün, bireylerden meydana geldiğini ama bireyle­rin toplam sayısal gücünden daha güçlü canlı bir organiz­ma oluşturduğunu unutuyorlar.

Hareketin bütününü kavramayıp, günlük mücadele içinde kaybolmak da hatalı bir eğilimdir. Bugün devrimci komünist hareketin yeterli bir güce sahip olduğunu, sınıf hareke­tini yönlendirebildiğinî söyleyemediğimiz gibi; henüz ye­terli sayıda profesyonel önder kadrolara sahip olamadığı­mızı ve militan bir yaşama biçimine ulaşamadığımızı da görmeliyiz. Ancak bu gerçekliği görmek, bu niteliklere sa­hip örgüt oluşuncaya kadar beklememizi değil; devrimci komünist çalışmanın içerisine daha büyük bir kararlılıkla atılmamızı gerektiren bir durumdur.

Kendimizi; yetenek­siz, yalnızca söyleneni yapan, iradi gücü ve yaratıcı yanı zayıf bireyler olarak nitelemek duygusundan arınmamız gerekiyor: Geçmiş parti faaliyeti içerisindeki militan öze sahip birçok unsur, oportünist tahribatların etkisiyle özgü­ven yitimine uğramış, devrimci çalışmada yaratıcı yönleri törpülenmiştir. Diğer yandan geçmiş parti/örgütlerinin po­litika ve programlan, örgüt ve mücadele biçimleri işçi sını­fının siyasal savaşımına yön vermekten uzaktır. Bu duru­mu benimsemediğimiz açıktır, çalışmalarımızın önünde duran böyle bir engeli faaliyet sürecinde aşmak görevi ise önümüzdedir. Yeteneğin % 90’nı çalışmaktan geçer zira yetenek, edinilebilir ve geliştirilebilir bir şeydir. Gerekliliğin önemim kavrayarak kararlı olalım ve gerçekten istediğimize uygun azimli bir çaba sarf ede­lim. Bu çalışmada ısrarlı olduğumuz tak­dirde başarıya ulaşmamak için hiçbir neden yoktur.

Proletaryanın genel çıkarlarının savunucusu Devrimci komünist­ler olarak "Çalışmamı­zın amacı, sadece siyasi bir örgüt mü yaratmak? Yok­sa bu örgüt aracılığıyla siyasi iktidarı mı al­mak?" Böyle bir soru genel bir ikilem gibi ortaya konulmaktadır.

Devrimci komünistler için siyasi örgütün, işçi sını­fının bilinçli öncülerinden oluşan öncü müfrezenin, sınıf savaşımındaki birleştirici ve sevk edici önemi inkar edilemez bir gerçekliktir. İçinde bulunulan duruma bakıldığında bir öncü müfrezeye acil gereksi­nim vardır. Burada belirtmek istediğimiz, devrimci çalış­manın tek tek komünistlerin faaliyetlerinin ürünleri üzerinden meydana geldiği ve devrimci bir örgütün de ancak ve ancak bu komünistlerin devrimci çalışmalarıyla yara­tılacağıdır. Bu çalışmada komünistlerin sınıf içerisinde olmalarına ve onun öncülerine ulaşmaları ile gerçekleşebilir. Aksi halde, her şeye kadir siyasi örgüt ve bu örgütün kurulup yaşatılmasının amaçlanması sınıf mücadelesi perspektifinin daraltılması ve yok edilmesidir. Lenin'in belirttiği gibi; "Bizim başlı­ca ve temel görevimiz işçi sınıfının politik örgütlenmesi ve gelişmesini kolaylaştırmaktır." Parti bir araç olarak amacına ulaştığında yok edilecektir. Aracın yaşamının süresi ve alacağı biçimler bu gerçekliği asla karartmamalıdır.

Şu anda dev­rimci komünist bir müfrezenin çalışmalarını sürdürecek yapımızın dışında, bizim gibi düşünen bağımsız komünist­ kişi ve grupların olduğunu biliyor ve inanıyoruz. Bu inancın gerekliliğine bağlı olarak belli bir program etrafında bir araya gelmek ve örgütlülüğü yaratmak için elimizden geleni esirgemeyeceğiz. Pro­letaryanın çıkarlarını savunmayı önümüze önemli bir gö­rev ve İlke olarak koyduk ve bu ilkeyi sonuna kadar savun­makta kararlıyız. Bu ilkeleri savunan tüm komünist ve devrimcilerle birlikte davranmaya da hazır ve açığız.

Tasfiyeci reformcu tahribattan kurtularak, devrimci komünist bir hatta yeniden inşa etme çabalarımız girmemizin ar­dından kısa bir süre geçti. Bu kısa süre içerisinde bile  oportünizmin üzerimiz­deki tahribatlarının ne kadar derinlere kadar işlediğini ve bu arınmanın ne kadar acil bir zorunluluk olduğunu yakın­dan gördük. Kuşkusuz ki her dönem sağ ve sol sapmalar, sınıf mücadelesinin önünde tehlikeli birer hastalık olarak durmuşlardır. Ancak kendi gerçekliğimizde, sağ oportüniz­min iki yüzlülüğü, eylemsizliği, korkaklığı ve hainliği bizi içten içi kemiren bir kurt gibi hala kemirmekte ve tehdit etmektedir. Nesnel koşulların her gün yeniden ürettiği ideolojik ve pratik sapmalarla mücadele, kurum­laşmış güçlü bir komünist yapılanmayı gerektirir.

Emperyalist-kapitalist sistemin, sosyalizmin geçici yenilgiye uğratılmasının ardından "Yeni Dünya Düzeni" saldırıları ve kuşatması ile oportünist tasfiyeci akımların hızlı ivme kazandığı bir dö­nemden geçiyoruz. Bu nedenle oportünist tasfiyeciliğe kar­şı mücadele sosyalizm mücadelesinin bir parçası konumun­dadır ve saflarda ona karşı barikat oluşturma, devrimci ko­münist uyanıklığı elden bırakmama, proleter sınıf savaşımı­nı sapmadan yürütebilmenin önkoşullarıdır.

Önümüzde düne göre daha zor ve daha karmaşık so­runlar duruyor. Bu sorunlar çözümlenmeksizin doğru bir perspektifle yol almamız olanaksız görünüyor. Ve kuşku­suz şu anda kadro ve maddi olanaklarımız de geçmişe na­zaran daha az. Yalnızca yadsınamayacak devrimci komü­nist enerjimiz ve sınıf kinimizle ça­lışma isteğimiz ve geleceğe olan güvenimiz var. Proletaryanın devrimci komü­nist öncülüğüne aday yoldaşların bu kadarla yetinmeleri mümkün olamaz. Sınıflar mücadelesinin ulaşacağı boyut­ların, varacağı aşamaların karşısında, güçlüklerin üstesin­den gelebilmek için; uygun araçlara ve iradi inisiyatife sa­hip, disiplinli, yetenekli siyasal önder kadrolara ihtiyaç var.

Siyasi bir oluşum ve örgütün her şeyden önce ve birin­cil derecede devrimci bir politikaya ulaşmasının gerektiği göz önüne alınırsa; bugün doğru devrimci politikayı, teoriyi saptamamız ve teoriyi yaygınlaştırma araçlarına ulaşma­mız kadar bu politikaların kitlelerin kendi deneyimleriyle doğrulanarak maddi bir güce dönüşmesi de can alıcı bir önemdedir. Bu birdenbire olabilecek bir şey değildir, uzun kararlı bir çalışmayı gerektirir. Ama bütün sorunlar karşı­sında atılacak ilk adımın önemini kimse inkar edemez. Öy­leyse görevimiz, geleceğe olan sorumluluklarımız gereği, tüm kuşatma ve sapmalara karşı devrimci siyasal uyanıklı­lığımızla üzerimizde yaratılan tüm tahribatlarla mücadele ederek komünist kişiliğimizi devrimci komünist tarzda yeniden donatmaktır.

Leninist örgüt ve Leninist kadro anlayışı tektir. Bu an­layış komünist bir parti için sıradan bir öğe değil; her dö­nem ve her koşulda savunulması ve uygulama alanına so­kulması gereken, olmazsa olmaz bir önkoşuldur.

Bir devrimci komünist hareketin Marksist-Leninist ol­masının ilk kıstası teoride proletarya diktatörlüğünü hedef alan sosyalist bir programa sahip olması ve pratikte bu he­defe uygun konumlanmasıdır. Bu iki şart kopmaz bir şekil­de birbirine bağlıdır. Devrimci bir programa kağıt üzerin­de sahip olan bir hareket, Leninist örgüt ve Leninist Önder kadrodan yoksun ise güçsüzleşir ve programı da işçi sınıfı nezdinde bir avuntu belgesi olarak kalır. Programa hayat verecek, örgütün iç normlarım düzenleyecek araç ve meka­nizmalarını çalıştıracak bir organizasyon yaratılmazsa, program zaten pratik faaliyete artık yön veremez, ihtiyaç­lara uygun demokratik bir tarzda yeniden düzenlenemez ve ortaya kastlaşmış bürokratik bir üst yapı ve tabanda da et­kisiz, şekilsiz, iş yapmayan bir kütle kalır.

Proletaryayı gerçek bir sınıf savaşımına hazırlayarak sıcak savaşı ayakta karşılayacak olan işçi sınıfının devrim­ci ordusunun siyasi ve ideolojik kurmayları, proletarya diktatörlüğüne uzanan yolda devrimci sürece katkıda bu­lunmak isteyen komünistler olarak; ancak ve ancak dev­rimci savaşta birbirine sıkıca sarılmış siper yoldaşlarıyla arasındaki ilişkiyi daha da güçlendirerek basarı elde edebi­lirler. Ve devrimin ajanları profesyonel devrimci komünist İşçiler; proletaryanın devrimci eylemini örgütlemeyi, mü­cadelenin yolunu açmayı, İşçi sınıfının siyasal şekillenişini organize etmeyi başardıkları an, sosyalist devrim bir "ha­yal" olmaktan çıkacak, düş denilen şey Leninist örgüt mo­deliyle gerçeğe dönüşecektir.

Demokratik merkeziyetçilik

Parti içinde demokratik merkeziyetçilik, yani astın üste uyması, bütün parti üyelerini merkez komitesi kararlarına uyması, illegal dönemde eğer gerekiyorsa çeşitli parti organlarının seçimle değil de yukarıdan atanarak kurulması gelinen noktada parti üzerine tartışmaların merkezine oturmuştur. Merkez komitesinin bu yapılanma içinde "MK. diktatörlüğü" kurmasına yol açmakta ve bürokratlaşmaktadır tartışmaları sonu gelmez bir biçimde sürmektedir.

"Oportünist sosyal demokrasinin örgütlenme prensipleri aşağıdan yukarıya doğru örgütlenme usulünü izler ve bu yüzden mümkün olduğu kadar, (aşırı bir şevkle) anarşizm noktasına varan özerkliği ve demokrasiyi yeğ tutar. Devrimci sosyal-demokrasinin örgütlenme prensipleri ise, yukardan aşağı örgütlenme usulünü izler, bu yüzden de parçalarla ilişkide merkezin gücünün ve haklarının genişletilmesinden yanadır. Düzensizlik ve ayrı ayrı gruplar döneminde, tepede kaçınılmaz olarak, gruplardan biri vardır. Bu grup eylemi ve devrimci istikrarı dolayısıyla en etkili olanıydı. Devrimci sosyal demokrasi bu tepedeki gruptan örgütlenmeye gitmiştir."[373]

Lenin parti içindeki ve parti ile sınıf arasındaki ilişkileri en özlü biçimde şöyle belirtmiştir: "Tüzük, bütünün parçaya, öncünün geri kalana organize güvensizliğidir."[374] Parti içindeki merkez komite dahil bütün parçalar bütünün denetimine tabidir. Parti içinde her kademede alınan kararlar harekete geçilmeden önce şartların imkan verdiği ölçüde parti üyeleri arasında tartışılır, kararın lehinde ve aleyhinde olan bütün görüşler söylenir. Karar kesinleştikten sonra azınlık çoğunluğa uyar, harekete geçildikten sonra da karara karşı muhalefet yürütmek bölücülüktür.

Alınan kararın yanlışlığı ileride ortaya çıkarsa eleştiri ve özeleştiriyle durum yeniden gözden geçirilir ve hata düzeltilir. İşçi sınıfı partisini ayakta tutan, birliğini koruyan en önemli etkenlerden biri olan eleştiri-özeleştiri uygulamasında şunlara dikkat edilmesi gerekir: Parti içindeki hiçbir kişi veya organ eleştiri-özeleştiri uygulamasının dışında tutulamaz. İşçi sınıfı partisinin uyumlu bir bütün halinde çalışması ancak parti içinde yukardan aşağıya olduğu gibi aşağıdan yukarıya doğru da kontrol ve eleştiri-özeleştiri mekanizmasının kurulmasıyla mümkündür.

PROLETARYA VE İTTİFAKLARI

Proletarya, diğer ezilen sınıfları da yanına alarak uygun zamanda yapacağı atılımla iktidarı alabilir ve almalıdır. Bundan sosyalistlerin sadece işçi sınıfı içinde değil, toplumun bütün sınıf ve tabakaları arasında çalışmaları gerektiği sonucu çıkar. İşçi sınıfı partisi ancak bu şekilde mevcut iktidara karşı olan her tepkiyi birleştirebilir ve yönlendirebilir. Ancak sadece toplumun bütün sınıf ve tabakaları arasında çalışmak yetmez. Düzene karşı mevcut potansiyelin işçi sınıfının önderliğinde ve yönetiminde kullanılması gerekir.

İşçi sınıfının, mevcut düzene karşı toplumsal potansiyelin, yönlendirici gücü olabilmesi için -devrimde öncü olabilmesi için işçi sınıfı ve partisinin karşılıklı ilişkisi  öncelikle İşçi sınıfının kendi talepleri için mücadeleye çağrılması ve İşçi sınıfının siyasi eğitimi, İşçi sınıfının dikkati sadece kendi sorunları üzerine değil, bütün ezilenlere çekilmelidir.

"Onun için, işçilere siyasi bilgi iletmek için ne yapmalıdır sorusuna cevap, pratik çalışanların ve özellikle ekonomizme eğilim gösterenlerin çoğunlukla yeterli buldukları, 'işçiler arasına gidilmelidir' cevabı olamaz. İşçilere siyasi bilgiyi iletmek için, sosyal-demokratlar toplumun bütün sınıfları arasına gitmek zorundadırlar; onlar mücadele birliklerini bütün doğrultulara sevk etmek zorundadırlar."[375]

 "Kim, işçi sınıfının dikkatini, gözlem imkanlarını ve bilincini, yalnız işçi sınıfı üzerine, hatta başlıca işçi sınıfı üzerine çekiyorsa, böylesi, sosyal-demokrat değildir; çünkü kendini iyi tanıyabilmesi için, işçi sınıfının çağdaş toplumun bütün sınıfları arasında karşılıklı ilişkiler hakkında tam bir bilgisi, sadece teorik değil ... hatta daha doğru olarak ifade edelim: Teorik olmaktan çok, siyasi hayatın tecrübesine dayanan bilgisi olması gerekir."[376]

İşçi sınıfı diğer bütün sınıf ve tabakaların sistemle olan sorunlarına sahip çıkarak ve bu çelişkileri keskinleştirerek, ezilenlerin taleplerini aktif ve etkili biçimde savunarak kendi mücadelesine katarak devrimde öncü olabilir. İşçi sınıfı öncülüğünü diğer sınıflara kabul ettirir. Köylülüğün Ağalık ve tefecilikle mücadelesi aynı zamanda işçi sınıfının da meselesidir. İşçi sınıfı ve onun öncüsü parti, demokrasi taleplerine ve bu doğrultuda mücadeleye karşı ilgisiz kalamaz.

"Eğer işçiler, hangi sınıflar kadre uğrarsa uğrasın, her türlü suiistimale karşı, keyfi davranışlara karşı, zulüm ve zorbalığın bütün davranışlarına karşı tepki göstermeye alışık değillerse; ve işçiler, bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal-demokrat açıdan tepki göstermeye alışık değillerse; işçi sınıfının bilinci, gerçek siyasi bilinç olamaz."[377]

Şüphesiz işçi sınıfı diğer sınıf ve tabakaların taleplerine sisteme karşı olan yanlarını daha da keskinleştirerek sahip çıkar ve onları kendi etrafında hareket etmelerini sağlar. Bu davranış, şu ya da bu biçimde sistemle bağı olan sınıfların devrim mücadelesi içine çekilmeleri için gereklidir. Dikkat edilmesi gereken ana unsur işçi sınıfı örgütlülüğünün bağımsızlığından ödün verilmemesidir. İşçi sınıfı her zaman bağımsız örgütlenmesini korumak durumundadır. Lenin bunu örneğin devrimde köylülere karşı tutum konusunda şöyle anlatıyor:

"Başka bir deyişle: Köylüleri, bu köylüler devrimci demokratik oldukları ölçüde, ne kadar 'kutsal' olursa olsun her türlü derebeyi 'mülkiyetinin müsaderesi dahil, ileri atılımlarında onları desteklemek ve onları ileriye doğru itmek ve, köylülerden, gerici yahut proletaryanın hasmı olarak hareket ettikleri ölçüde sakınmak, onlardan ayrı olarak örgütlenmek ve onlara karşı mücadeleye hazır olmak."[378]

   Sistemle aralarındaki çelişkinin keskinleştiği noktalarda ara tabakalar her zaman çıkış yolu bulmakta zorlanırlar. Gericilik baskısını cesaretle karşılayamayabilirler, öncelikle sisteme boyun eğip çekilmeyi tercih ettiklerinden çelişki içten içe keskinliğini korur. İşçi sınıf bu çelişkileri kullanarak devrim mücadelesinde yanına aldığı müttefikleri ile sınıf mücadelesini daha da güçlendirmeyi hedefler. Önemli olan her dönemde toplumda mevcut potansiyeli birleştirmek ve bunu mevcut rejime karşı kanalize etmektir. Marksist bir partiyi popülist bir partiden ayıran onun kitlelere önderlik etmek, kitleyi eğitmek özelliğidir. Marksist partiler kitlelerin sarhoşluğuna kapılmazlar, onun peşinden sürüklenmez ona önderlik ederler.

"...çünkü yeni akımlar acil bir çıkış noktası aramaktadır ve eğer bunlar sosyal-demokratik bir kanal bulamazlarsa sosyal-demokratik olmayan bir kanala akacaklardır."[379]
      "Bugün binlerce çevre bizim yardımımız olmadan, kesin bir program ve amaç saptamadan sadece olayların etkisiyle her yerde ortaya çıkmaktadır. Sosyal-demokratlar bu çevrelerin mümkün olduğu kadar çoğuyla doğrudan ilişki kurmayı ve güçlendirmeyi, bunlara yardım etmeyi, kendi bilgi ve deneylerinden onları yararlandırmaya ve kendi devrimci insiyatifleri ile onları harekete geçirmeyi görev edinmelidir. Açıkça anti-Sosyal-Demokrat olanlar hariç, böyle çevrelerin ya doğrudan doğruya partiye katılmalarını, yada kendilerini parti ile aynı çizgiye getirmelerini sağlayın. İkinci durumda olanlardan, programımızı kabul etmelerini veya bizimle mutlaka örgütsel ilişkilere girmelerini istememeliyiz."[380]

DEVLET

Devlet, düşünce tarihinde,  üzerinde çok tartışılan bir kavram olmak yanında, devlete bakış, sosyalistleri değerlendirmede bir mihenk taşı oluşturur. Hegel’in ileri sürdüğü gibi, “ahlak düşünün gerçekliği”, “aklın imgesi ve gerçekliği” mi? yoksa Lenin’in deyimi ile varlığıyla “sınıf çelişkililerinin uzlaşmaz olmaları olgusunun ürünü ve belirtisi” mi?

 Burjuva ideologları devleti toplumun ortak çıkarı için gerekli bir yönetim aygıtı ve insanların kollektif iradelerini cisimleştiren ve onların birleşik iktidarlarını uygulayan bir kurum olarak betimlerler. Bize varolan yasaların  devlet güvencesinde ve devlet tarafından uygulanan, herkes tarafından kabul edilen, apaçık doğal ilkeler toplamı olduğu  söylenmektedir. Devleti çatışan sınıf çıkarlarının üstünde özerk bir organ olarak gösterme burjuva ideolojisinin köşe taşıdır. Bu düşünce daha kararlı parlamenter sistemlere sahip olan gelişmiş Batı ülkelerinde daha fazla yerleşmiştir. Ancak daha az gelişmiş ülkelerde bile otokratik ve polis devletlerinin varlığına ve halkın varolan devletlere güvensizliğine rağmen devletin gerekliliği sorgulanmamıştır ve  devletin toplumun yönetiminden sorumlu bir kurum olarak görülmesi köklü bir geleneğe dönüşmüştür. Devletin ekonomik rolünün genişlemesi ve özellikle kamusal hizmetlere, ekonominin yönetimine ve kontrolüne devletin karışması bu yanılsamaları güçlendirmiştir.

Bu konuda Althusser “Marx her toplum yapısını özgül bir belirlemeyle, eklemlenmiş “düzey” ya da “kertelerden” oluşmuş bir biçimde tasarlanmıştır. Altyapı ya da ekonomik temel (üretici güçler ile üretim ilişkilerinin birliği) ile kendiside iki “düzey” ya da “kerte” : Hukuki, siyasal  (hukuk ve devlet) ve ideoloji (çeşitli ideolojiler; ahlaki, dini, hukuki, siyasal vb.) içeren üstyapı.”[381] olarak yaklaşmaktadır.

Klasik argümanla “üstyapının” organik bir biçim aldığı devlet, kendi başına sınıf çatışmalarının bir ürünü olmak üzere; iktidar organı olarak görmenin dışında, özellikle, politik bir üstyapı, işlevlerine göre yapılar bütünü olarak konumlandırmak durumundayız. Gerçekte devlet  egemen sınıfın  sömürülenlere hükmetmesinin en önemli aracıdır. Tarihsel olarak devletin doğuşu sömürünün ortaya çıkışının ve toplumun sömüren ve sömürülen sınıflara bölünmesinin sonucudur. Günümüz devletlerinin tüm karmaşıklığına rağmen devlet geçmişte olduğu gibi bugün de temellerini ordunun, mahkemelerin, hapishanelerin oluşturduğu bir baskı aygıtıdır. Devlet egemen sınıfın örgütlü baskı gücüdür. Sınıf iktidarının bir aracıdır. Her devlet biçimi ne olursa olsun, monarşi ya da cumhuriyet, parlamenter ya da despotik, egemen sınıf ya da sınıfların diktatörlüğüdür.

Yoksa bu tanımlamaların dışında göreceli olarak duran devlet, Hegel’de olduğu gibi, kendi kendine varolan, bireyin hak ve hukukundan hareket eden, burjuva ideolojisinde “Toplum Sözleşmesi” üzerinde kurulan, birliği ve “nesnel ahlak” ilkesinin kendinde belirginleştiren, ya da “…objektif ahlak idesinin edim halindeki realitesi... Kendi kendisine açıkça görülen, kendi kendini bilen ve düşünen ve bildiği için yapan, cevhersel irade…  örf ve adetlerde dolaysız olarak; bireyin kendilik bilincinde, bilgisinde ve faaliyetinde dolaylı olarak varolan”[382] biricik unsur olarak tanımlanan devlet gibi bizi devlet ve devleti oluşturan organların karıştırılmasına götürür.

Oysa Marksizm’e göre, devletin tarihsel rolü ve anlamı üzerindeki temel düşünüş; devlet, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olmaları olgusunun ürünü ve belirtisidir. Nerede sınıflar arasındaki çelişmelerin uzlaşması nesnel olarak olanaklı değilse orada devlet ortaya çıkar. Tersinden söylersek devletin varlığı sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduğunu kanıtlar. Devletin kendisi sermayenin yoğunlaşmış bir biçimi ve sermaye adına zorba olarak dikilir.

Hegel’in devlet tanımında ve burjuvazinin “Toplum Sözleşmesi” kavramında, Toplumsal ve siyasal kategori,  birbiri içerisinde kaybolurken, toplumsal düzeyin ilerde gitmesi karşısında, siyasal düzey geriden onu kendisine çekmektedir.[383] Her iki yaklaşımda, bizi, siyasal (iktidar-yürütmenin) yanın daha ilerde olduğu yanılsamasına götürür. Marx, Hegel’e karşı çıkarak “İnsanın özünün siyasal değil, toplumsal olduğunu ortaya koymuştur.”[384]  Marksist literatürde, en genel anlamıyla devlet; bir sınıf egemenliği organı, bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki baskı aygıtı olarak tanımlanır. “Uzlaşmaz karşıtlıkları artık yeni baştan uzlaştıramamakla kalmayan tersine onları sonuna kadar geliştirmek zorunda bulunan… işbölümü ile diğer örgütlenme şekilleri paramparça olurken” [385] bunların yerini devlet aldı. Devlet, bir “düzenleme organı” olarak, dışardan dayatılan güç olmaktan çok, toplumsal gelişmenin belli bir aşamasındaki zorunlu bir ürün olarak ortaya çıkar.

Tarihsel bakış açısına göre oy hakkı ve parlamento emekçilerin sivil haklarını ilerletme mücadelelerinin önemli bir kazanımıdır. Açıktır ki liberal burjuva sistemde yaşam militarist ya da otokratik bir rejimde yaşamaktan daha dayanılırdır. Ancak  bunlar modern devletin sınıfsal doğasını gizleyemez. En ileri, kararlı ve özgür parlamenter sistemlerde dahi emekçilerin devlet politikalarını ve eylemlerini etkileme şansları çok azdır. Parlamenter sistem göreli olarak daha az açık şiddet  uygulamakta ve dönemsel genel seçimlerle egemen sınıfın farklı kesimleri arasında hükümetin değişimine olanak sağlamaktadır. Böylece bütün olarak burjuvazinin toplumun ekonomik ve politik yaşamındaki tartışılmaz iktidarını güvence altına almaktadır. Parlamenter demokrasi halkın politik iktidara katılımı için bir mekanizma değildir. Burjuva sınıfın iktidarını ve diktatörlüğünü meşrulaştırmasının aracıdır. 

Marx, bireye yönelen siyasal düzey ile toplumsal düzey arasındaki ilişkiyi ayakları üstüne oturtarak, temele toplumsal düzeyi koyar ve buradan hareket eder. Çünkü tarih anlayışı olarak insanın, toplumsal varlık olması mutlak, siyasal bir varlık olarak varolması ancak tarihsel bir zaman birimine tekabül eder ve burada mutlaklaşır. Her iki düzey arasındaki kopukluk bu anlamada mutlak değil tarihsel dönemlere tekabül eder. Tarihsel bir durum olarak devletin varoluşu ve yok oluşu (komünist toplumun kurulması) bireyin istenci ve keyfiyeti değil, tarihsel bir zorunluluktur.

Zor Aygıtı Olarak Devlet

Marksızım dışında tarih felsefesi, devletin insanlar arası ilişkileri düzenleyip, anlaşmazlıkları çözmesini ön plana çıkartıyor.*[386]  Böylece devlet, çıkışı ile “insanlar” arasındaki toplumsal ilişkileri düzenlerken; sınıflar arasındaki ilişkileri çözemiyor. İnsanlar arası çatışmayı epistemolojik düzlemde aile içi çatışma olarak gösterip, “baba devlet” olarak kardeş kavgasını önlemek gerekliliği ile harekete geçiyor. Düzenleyici güç olarak burada devlete kesin ihtiyaç vardır. Marksizm ise, Engels’in tanımlamalarında olduğu gibi sınıflar savaşımını ilerlemenin itici gücü olarak belirtirken “devlet sınıfsal politik çatışmayı önlemede köktenci bir yaklaşım göstermez; yapının bütünlüğüne yansıyıp, onu sarsacak derecede olmasına meydan vermez. Devlet ‘toplum’ ve sınıfların yok olmasını önler, yani tek kelime ile toplumsal oluşumun patlamasını engeller.”[387]*

Zor (baskı) aygıtı olarak devlet, Marksist terminolojinin temel vurgusudur. Bu vurgu, sınıflı toplumların ortaya çıkışı ile “sınıf karşıtlıklarının uzlaşmazlığının” ürünü ve ifadesidir. Nerede ve ne zaman sınıf karşıtlıkları uzlaştırılamazsa orada devlet ortaya çıkar. Engels, “Öyleyse devlet, topluma dışardan dayatılmış bir güç değildir; Hegel’in ileri sürdüğü gibi ‘aklı ahlak fikrinin gerçekliği, aklın simgesi ve gerçekliği’ de değildir. Devlet daha çok toplumun gerçekleşmesinin belirli bir aşamasındaki ürünüdür; bu toplumun önlemekte yetersiz bulunduğu uzlaşmaz-karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülemez bir ilişki içine girdiğinin itirafıdır… görünüşte toplumun üstünde yer alan çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir güç gereksinmesi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç, devlettir.”[388]

Her toplumda egemen düşünceler egemen sınıfın düşünceleridir. Ancak burjuvazinin toplumun yaşamı üzerindeki entelektüel, kültürel ve ahlaki egemenliği ve kontrolü tarihte görülmemiş boyutlardadır. Geçmiş iki yüzyıldaki bilimsel, teknik ve endüstriyel devrimler ve bütün ulusal, politik, kültürel engelleri aşan güçlü pazar mekanizması burjuvaziye dünya çapında yayılma ve ideolojik iktidarını koruma olanaklarını sağlamıştır.

Bütün sistemlerde, hatta devletin sınıf karakterinin açık olduğu eski zamanlardaki zalim köle toplumlarında dahi, egemen sınıfın devletine  meşruiyet sağlaması gerekmektedir. Monarşi ve hanedan iktidarı, aristokrasi, ilahi iktidar ve teokrasi meşruiyetin gözlenebileceği biçimlerdir. İşçi ve kapitalistin gönüllü ve eşit sözleşmeye giren özgür bireyler olarak tasvir edildiği pazara dayanan kapitalist toplumda oy hakkı, parlamento ve seçim sistemi burjuvazinin sınıf iktidarına meşruiyet sağlayan ana biçimlerdir. Yüzeyde, devlet halkın doğrudan oyuyla oluşturulan politik iktidarının aracıdır.

Böylece devletin asli görevinin, geçmişten günümüze bütün sınıf çatışmalarını durdurmaya çalışması ve sisteme yönelen tüm şiddetli karşı çıkışları bastırması anlaşılır bir durum olmaktadır. Sınıf karşıtlıklarının denetim altına alınması gereksinimi zoru (baskıyı) gerektirir, çünkü, devlet, sınıf çatışmasının ortasında ortaya çıkmıştır. Kural olarak o, en güçlü, ekonomik bakımından egemen sınıf haline gelen ve egemenlik altında tutulan sınıfı, denetim altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar elde eden ve üreten sınıfın devletidir. Zor gücü olarak devletin uygulama farlılıkları sınıf mücadelesinin durumundaki farklılıklara göre değişir.

Bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki baskıcı egemenliği ile devlet, her şeyden önce, pratiğinin gereklerine ilişkin olarak, zorunluluğunu ve varlığını tanıdığımız, dar anlamıyla özelleşmiş aygıt… sınıf çatışmalarıyla başa çıkamadıklarında ek bir baskı gücü olarak doğrudan doğruya müdahale eden ordu ve bütünün üzerinde, devlet başkanı, hükümet ve yönetim egemen sınıfın isteklerini gerçekleştiren baskı aygıtı ve yönetme erki olarak devlet demek olan devlet aygıtı işlevini tanımlar.

Sınıf kavramı sömürü kavramından ayrılmaz. Eğer sömürü varsa sınıflarda vardır. “Üretim araçları üzerindeki mülkiyet hakkının, kendilerine başkalarının emeğinin ürünlerine el koyma olanağını verdiği bireyler grubu sömüren bir sınıftır.”[389] Somut gelişimleri boyunca sınıflı toplumlar, büyük yapısal değişiklikler gösterirler. Toplumların yapısal değişikliklerinde devlet tipi somut örneklerinin gösterilebileceği politik üstyapı farklılıkları, temel ekonomi yapısının gösterdiği sınıfsal yapının karmaşıklığıyla bağlantılıdır.

Ekonominin belirleyici yanı devlet ve iktidar tartışmalarında özellikle iktidar uygulamaları üzerinde kaba bir biçimde günlük ekonomik ilişkilerinin yaptırım gücü olarak görüldüğünden ortaya çıkan sonuç anlamsızlık ve belirsizliktir. Bu anlamada ekonominin belirleyici yanını Engels, Joseph Bloch’a yazdığı mektupta şöyle dile getirmektedir. “… Materyalist tarih anlayışına göre tarihte belirleyici etken, son kertede gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Marx da bende bundan daha çoğunu hiçbir zaman ileri sürmedik. Bundan ötürü, herhangi bir kimse ekonomik etken biricik belirleyicidir dedirmek üzere bu önermenin anlamını zorlarsa, onu, boş, soyut, anlamsız bir söz haline getirmiş olur. Ekonomik durum temeldir, ama çeşitli üstyapı öğeleri - sınıf savaşımının politik biçimleri ve sonuçları- savaş bir kez kazanıldıktan sonra kazanan sınıf tarafından hazırlanan anayasaları vb. -Hukuksal biçimler, hatta bütün bu gerçek savaşımların onlara katılanların beyinlerindeki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve daha sonra bunların dogmatik sistemlere gelişmeleri- hepsi de tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etki yapar ve birçok durumda özellikle onların biçimini belirler. Bütün bu öğeler arasında bir etkileşim vardır; bu etkileşimde bütün sonsuz ilinekler (yani aralarındaki iç bağıntı o kadar uzak ya da ortaya konulması o kadar olanaksız olduğundan var-değil sayıp göz ardı edebileceğimiz şeyler ve olaylar) çokluğu ortasında, ekonomik devinim kendisini olurlamak zorundadır.Yoksa teorinin herhangi bir döneme uygulanması, birinci dereceden basit bir denklemin çözümünden daha kolay olurdu.”[390] Engels’in ifadesi, Marx tarafından sıkça kullanılan, ekonomik durumun temel olması, sınıfsal uygulamalarda devletlerin biçimi ve politik ideolojik iktidarların arasındaki uygulama farklılıklarına, ekonomist yaklaşım açısından gidilecek sonuca karşı kalın bir çizgi çekilmektir. Belirli bir tarihsel dönemi kapsayan iktidar ilişkileri ve uygulamaları sadece anlık ekonomik ilişkiler çerçevesinde anlamaya çalışmak devlet ve iktidar uygulamaları arasındaki farklılıkların ve bunların sınıf ilişkileri arasındaki diğer bağlarını anlamsızlaştırır.

 Sınıf egemenliğinin anahtarı, bu egemenliğinin dayandığı sömürü biçimini anlamaktır. Her egemenlik ve bağımlılık ilişkisi, doğrudan doğruya üretim ilişkisi içerisinde doğar gelişir ve üretim süreci üzerinde belirleyici etmen olarak etki yaptığı yöntemi belirler. Üretim sürecinden doğan ekonomik topluluğun bütün yapısı ve onunla birlikte özgül siyasal yapısı da bu temel üzerinde kurulur. Üretim araçları sahipleri ile gerçek üretici arasındaki doğrudan ve dolaysız ilişki belli bir zamandaki biçimi emek tiplerinin ve tekniklerinin  dolayısı ile emeğin toplumsal üretim gücünün gelişim sürecinde belli bir aşamaya tekabül eden bu ilişki daima, egemenlik bağımlık arasındaki ilişkilerin siyasal biçimini içeren, bütün toplumsal yapının ulaşılmaz sırrını,  kısacası devletin özgül biçimini açığa vurur. Aynı ekonomik temelin, başlıca koşulları her yerde aynı olsa bile sayısız görüngül koşulun, doğal çevrenin, ırk kompozisyonunun, dış tarihsel etkilerin altında egemenlik ve bağımlılık ilişkileri sayısız farklılıklar gösterirler.

      

Basite indirgersek toplum dış ve iç saldırılara karşı  ortak çıkarları savunmak üzere kendi kendine bir organizma yaratır; bu organizma devlet iktidarıdır. Devlet daha doğar doğmaz kendini toplumdan bağımsız kılar, ve belli bir sınıfın organizması hâline geldiği ölçüde ve bu sınıfın egemenliğini üstün kıldığı ölçüde daha da bağımsızlaşır.

Toplumdan çıkan ama toplumun üstünde ona yabancılaşan  devlet denilen “güç”, başlangıçta  silahlı güç olarak örgütlenen halkla artık aynı şey olmayan bir “kamu kuruluşu”na dönüşür. Bu kamu gücü her devlette vardır. Yalnızca baskıyı içeren kurumlar halinde değil -hükümet, ordu, yönetim, polis, mahkemeler vb.- birçok özelleşmiş kurumuyla doğrudan halkın karşısına çıkan birbirinden ayrı kamusal kurumlar halinde örgütlenir. Oysa “yönetici sınıfın devleti olan devlet, ne kamusal ne özeldir. Tam tersine her türlü kamusal ve özel ayrımın ön koşuludur. Devletin ideolojik aygıtlarını oluşturan kurumların özel yada kamusal olması pek önemli değildir, önemli olan işleyişleridir.”[391]

Komünist Manifesto’da, devlet ve demokrasi arasındaki bağıntıda iki kavram yan yana kullanılmaktadır. “proletaryayı egemen konuma“ yükseltmek ve “demokrasi savaşını kazanmak” bu görüşle prolertaya diktatörlüğü dahil her  devlet tipinde demokrasi her zaman egemen sınıfın dar egemenlik sınırları içerisinde kuşatılmıştır. Bunun sonucu olarak demokrasi her zaman hangi sınıf adına demokrasi sorunsalı ile karşı karşıyadır.

İktidar ilişkilerinin, sınıfsal ilişkiler olduğunun belirleyici yanı, her sınıfın mevcut iktidara karşı alternatif iktidar olarak örgütlenip hareket etmeleridir. Bu her durumda sınıfın (politik güç olarak) en geniş anlamda iktidara alternatif olma eşiğinin var olmasını gerektirir. “Kendisi için sınıf” (politik bir güç) olma özelliğidir. Marx’ın, “…kuşkusuz işçi sınıfının siyasal hareketinin sonal amacı siyasal iktidarı ele geçirmesidir.” vurgusu toplumsal bir güç ya da ayrı bir sınıf olarak iktidara yönelmeyi, temelde iktidar öngörüsü ile örgütlenmenin gerekliliğinin altının çizmektir. Lenin bu vurguyu, özellikle  sınıfsal örgütlenme ve iktidar kuramında, toplumsal bir güç olma koşulu yanında, “sınıf iktidarı” koşullarını sağlamaya yönelik yani sınıfı iktidara götürecek bir örgütlenme ve sınıfsal güçle pekiştirir.

İktidarı ele geçirmek için örgütlenmek temel koşuldur. Ancak devleti ele geçirmek, “iktidar olarak örgütlenmenin” ön koşuludur. “İktidar olarak örgütlenmek”, yönetme erkinin,  toplumsal yapıların ve onların etkinliklerin sınırlarına bağlıdır. İktidar uygulamaları, çeşitli sınıfsal mücadele ilişkileri içerisindeki etkinlikleri yapısal sınırlar oluşturacak biçimde kendine göre özgül biçimler alır. Devlet otoritesi altında yapısal sınırlar içindeki iktidar uygulamaları “hukuk bakımından işçinin, küçük burjuvanın ya da köylünün seçim hakkı fabrikatörün seçim hakkına eşittir… niçin? Çünkü, bugünün tarihsel etkinlikleri parlamentolar dışında bulunuyor; bunlar ekonomik guruplaşmalar ve gelişmeler ve uluslar arası olaylardır. Örneğin, bugün hepimiz oyumuzu kullandık ama hiçte hükümet bizi temsil etmiyor.”[392]  diyen Sartre, iktidar yapıları tarafından belirlenmiş ilişkilerinin farklılıklarını belirtiyor. Bu olgu, “… baskıcı devlet aygıtında varolan sınıf devleti olarak tanımlaması, hangi alanda olursa olsun değişik baskı düzenlerinde gözlemlenen olguların tümünü… aydınlatıyor… Marx’tan sonra Lenin’in burjuva diktatörlüğü adını verdiği politik demokrasi biçimlerinin gerisinden gözümüze çarpan o ince gündelik egemenliğinde aydınlatır.”[393] Diyen Althusser, devlet gücünün altında sınıf ilişkilerine tekabül eden iktidar (yönetme) erkinin yapısal durumunu ortaya koyuyor. Çünkü  iktidar olgusu bu alanda sınıflar arasındaki çatışmanın durumunu ve sınıf güçlerinin bir birine orantısına göre, egemen sınıfın çıkarlarını gerçekleştirmek erki ve uygulamalarıdır.

Sınıfların gücünün karşılıklı etkileşimleri, iktidarın yapısal değişikliklerini ve uygulamalardaki farklıkların politik iktidarın gücünden çok sınıfsal mücadele alanı içinde bulunan sınıflardan egemen güç olana göre belirleyen Lenin, 1917 Nisan’ında “Proletaryanın köylüğünün devrimci demokratik diktatörlüğü şimdiden gerçekleşmiş bulunuyor. Ama olağanüstü özgün bir biçimde ve çok önemli birçok değişikliklerle… Gerçek yaşamda şimdiden bambaşka bir şey görüyoruz; bu ikisinin, birinin ve ötekinin, son derece özgün, şimdiye kadar hiç görülmemiş bir biçimde birbirine geçişini. Önümüzde,  yan yana, bir arada, aynı zamanda, hem burjuvazinin egemenliği (Lvov-Guçkov Hükümeti), hem de kendi isteğiyle iktidarı burjuvaziye bırakan ve isteyerek burjuvazinin kuyruğuna takılan proletaryanın ve köylülüğün devrimci diktatörlüğünü görüyoruz.”

Bütün çelişkileri yok eden, uzlaşmanın merkezi, Gordion düğümlerini çözen İskender’in kılıcı olan demokrasi her egemen sınıfın istediğidir. Her sınıf demokrasi için savaşır ve ondan kaçınmaz , çünkü demokrasi egemenlere aittir. Sorun, demokrasi kim için olmalıdır.

Korkunç boyutlarda ve gün gibi ortada olan sömürü, ayrımcılık ve kölelik  kurbanlar bunlara boyun eğmeden ve zihinlerinde rasyonalize etmeden süremez. Bunları meşru, doğal ve ölümsüz göstermek ve insanlara boyun eğdirmek toplumdaki entellektuel, kültürel ve ahlaki üstyapının görevidir. Burjuvazinin eşitlik ve özgürlüğe karşı güçlü bir silahlanması vardır. Bu kısmen antik çağdan miras alınmıştır ve burjuva toplumun ihtiyaçlarına göre cilalanmış ve adapte edilmiştir.  Din, önyargı, kabilecilik, ırkçılık ve erkek şovenizmi tarih boyunca egemen sınıfların ellerinde entelektüel ve kültürel silahlar olarak emekçileri susturmaya ve özgürlüklerini sınırlamaya hizmet etmiştir. Günümüzde bütün bunlar  burjuva mülkiyetini ve burjuva iktidarını emekçilerin bilinçli tehdidinden korumak üzere yeni biçimlerde birleşmişlerdir.

 Burjuvazi eski toplumun yerel ve dar düzenini kırarak kendi gelişiminin önünü açan ulus-devletleri örgütlemiştir. Kabilecilik ve yerelcilik, yerini insanların omuzlarına konmuş en ağır ideolojik boyunduruk olan modern burjuva ulusçuluk ve yurtseverliğe bırakmıştır. Ulusçuluk burjuvazi ve sermaye için önem taşımazken ve kendisi buna bağlı kalmazken ezilen sınıflara ulusçuluk ve milliyetçiliğin savunulması dayatılır. İşçi sınıfının da sermaye gibi, ulus ve  sınır tanımazlığının önüne geçmek için burjuvazi için onun önüne ulusal duvarlar örer. Burjuva toplumun bu konuya entelektüel ve kültürel silahlara katkısı daha etkindir.

En yetkin en gelişmiş devlet tipi parlamenter demokratik cumhuriyet sınırlarını aşamamaktadır. Bu devlet tiplerinde iktidar, parlamentoya aittir. Devlet aygıtı, yönetim aygıtı ve organları her zamankilerdir. Örneğin sürekli ordu, polis pratik olarak görevinden alınamaz. Ayıracalıklı, halkın “üstüne” konmuş memurlar topluluğudur. Ekonomik maddi özgürlük sömürü ve sınıf ilişkisini gizlemeye çalışan bir örtü durumundadır. Demokrasi; hangi sınıf kim için sorununu bağrında sürekli olarak taşır.

Bu soruya Marksistler proletarya için ve sınıfsız topluma kadar diyerek cevap vermişlerdir. Demokrasi de bir devlet biçimi olduğundan, belirli bir tarih durumunda en elverişli olan sınıf diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Demokrasi hangi biçim altında olursa olsun , hukuk düzenine göre eşitlik ve herkese özgürlük belirli bir sınıfın egemenliği altında göreceli bir özgürlüktür. Kapitalist toplumda burjuvazinin "ekonomik ya da maddi özgürlüğü"[394]  sosyalizmde ezilen halkların ekonomik ve siyasal özgürlüğüdür.bu devlet biçimi de kaçınılmaz olarak, sınıfsız toplumun kurulması ile yok olacaktır.  Yok oluş Marksizmde sönme kavramı altında kullanılmıştır.  Devleti” tarihsel evrimde yok oluşa doğru giderken, aniden birden bire değil yavaş yavaş sönerek kendi işlevini kaybedip yok olacağını belirtmektir. 

Marx’ın  Wedemeyer’e yazdığı 5 Mart 1852 tarihini taşıyan mektubunda “…benim yaptığım, sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını, bu  diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur.”[395]

Bu sözleri ile Marx, ilk olarak kendi devlet teorisiyle diğer devlet teorileri ile arasındaki başta gelen köklü farklılıkların, ikincil olarak kendi devlet teorisinin özünü açıklamıştır. Engels, Marx’ın devlet teorisini onaylarken devleti öncelikle yalnızca karşıtları kuvvet zoruyla bastırmak için kullanılan bir geçiş kurumu olduğuna göre proletarya, devlete, devlete gereksinim duyduğu sürece özgürlük olsun diye değil, karşıtlarını bastırmak için kullandığını belirterek devletin sönmesini “özgürlük olanaklı olduğu anda da devlet, devlet olarak var olmaktan çıkar.”[396] Özgürlük kavramının bu anlamda sınıflar kavramı ile bağdaşmadığını belirten Engels “gerçek anlamda” özgürlük sözcüğünden sınıfsızlığı kastettiği açıktır. Proletarya burjuvaziye karşı kazandığı savaşta onu yok etmeyi dolayısıyla kendisi yok etmeyi hedeflemektedir. Ancak sınıf kendisini ve devleti yok ettiği zaman özgürlükten söz etme olanağı doğar. Tüm sınıfsal ilişkilerin yok edilmesi “kapitalizmden sosyalizme” geçiş ve sınıfsız toplum devletin yok edilmesiyle son bulur.

Kadın sorunu

Kadın özgürlüğünün derecesi, tabii ki genel özgürlüğü tayin eder.” der Marx. Zira genel özgürlük ancak ve ancak sınıfsız toplumla gerçekleşeceğinin bilinciyle kadın sorunu bu genel çerçevede Marksistler için oldukça önemlidir. Kadının özgürlük sorunu da sınıflar mücadelesinin ayrılmaz bir bileşenidir.

Sınıfların ortaya çıktığı andan itibaren, egemen sınıfların sömürülenlere, ezilenlere biçtiği tüm toplumsal roller, her zaman kadına ayrı biçimde ve daha da ağır biçimde yansımıştır. Kadın sınıflı toplumlarda, taşıdığı cinsel kimlik özelliği ile ezilmiş ve boyun eğdirilmiştir. Oysa egemen sınıfların amaçları, emek-gücünü en ucuza mal etmek ve onu sonuna kadar sömürmektedir. Daha düne kadar, erkek işçiye, bakmakla yükümlü olduğu ailesini en alt düzeyde geçindirecek kadar ücret vermek durumunda olan kapitalist, ailenin her ferdini ücretli-emek unsuru haline getirerek, ücretleri azaltmanın yolunu bulmuştur. Kadın emeği ve çocuk emeği kapitalistin en son göz diktiği emek olarak devreye sokulmuştur. Çalışan kadın işyerinde artı değer sömürüsüne tabi tutulurken aynı kadın evinde, hiçbir ücret ödenmeksizin, emekçi erkeğin sömürücü sınıflara daha ucuza mal olmasını sağlayan bir araç haline getirilmiştir. Kadın erkeğini yeniden üretime hazırlamada ve kapitalistlere işgücü yetiştirmektedir aynı zamanda. Ev kadınlarının durumu buradan bakıldığında artı değer sömürüsüne tabi oldukları açıktır.

Burada söz konusu olan erkek egemenliğinin üstünün kapatılmaya çalışılması değildir. Direk olarak üretim içinde yer almayan kadının evde sokakta ve genel olarak yaşamda karşılaştığı sorunlar, kadın ve erkeğin karşılıklı olarak birbirlerine bağımlılığının bir eseridir. Kadın “ev işleri” ile uğraşırken erkek çalışmanın yükü altında ezilmektedir. Genel toplumsal kanı kadını bir sömüren gibi ortaya koyar “evde oturan, çalışmayan hazır yiyici” gibi. Oysa erkek de evde bir kadının olması ile ev işlerinden kurtulmuş gibi görünmektedir. Oysa kadın sorunu aynı zamanda erkeklerin de sorunudur. Erkek dışarıda çalışan olarak daha çok çalışmak, daha çabuk yıpranıp, ve daha erken ölmekle yüz yüzedir ve ev  işlerinde kadına bağımlı kalmaktadır. Bu kadın ve erkeğin karşılıklı bağımlılıkla sömürülmesinin bir biçimidir.

Burada karşılıklı bağımlılıktan faydalanan ise genel olarak kapitalistlerdir. “Ev kadınları potansiyel işsizler ordusunun bir parçası olarak da yedeklenirken hem kadı hem erkek kapitalist için çalışırlar aslında ve kapitalist erkeğin iş gücünü sömürürken kadının evdeki emek gücünü sömürmektedir. Onları sömüren kapitalistlerdir.

Kadınların köleleştirilmesi sömürüye dayanan sınıflı toplumların en belirgin özelliklerinden biridir ve onun kur­tuluşu da başta proletarya olmak üzere emekçi sınıfların sermayenin boyunduruğundan kurtuluşu ile mümkündür. Burjuvazi ve uşakları tarafından piyasaya sürülen sayısız teori bu gerçeği karartmaya ve kadının kurtuluşu davasını devrimin zaferi davasından ayırmaya hizmet edi­yor. Bunlar kadını feodal geleneklerin zinciriyle bağlama­ya, 'feminizm' vb. akımlar aracılığıyla kadının ezilmişliği­ne karşı duyulan tepkiyi saptırmaya, revizyonizmin aldatmacalarıyla uyutmaya çalışıyorlar.

Türkiye devrimci hareketi içinde Kadın sorunu konusunda yapılan çeşitli çalışmalar bugüne kadar sorunu teorik düzeyde bile ortaya koymakta zayıf kalmıştır.Yapılan çalışmalar ve kurulan bir takım Örgütlenmeler   de; bugüne   kadar sınıfsal bir çerçevede, gerçek kitle örgütleri niteliğine kavuşamadılar. Teorik olarak feminizmden bulaşıklıklar taşıyan teorik duruşlar diğer yandan burjuva kadın hareketinin belirlediği gündem peşinden sürüklendi.  Kadın sorunu alanında yürütülen propaganda ve ajitasyon faaliyeti de doğru, nitelikli, sistemli bir faaliyet olmadı. Elbette bunlar, konunun teorik planda, Marksizm-Leninizm’e uygun olarak net bir şekilde çözümlenmemiş, açıklanmamış olmasının doğrudan ve kaçınılmaz bir so­nucuydu.

Mücadelenin her alanında olduğu gibi, bu alanda da revizyonizmi ve reformizmi yere sermek, kitleleri Marksizm-Leninizm’in gösterdiği doğrultuda eğitmek, seferber etmek ve kadınların kurtuluşu davasını, işçi sınıfının ön­derliğine ve işçi sınıfının büyük davasına bağlamak bize, partimize düşen ve ancak onun başarabileceği bir görev­dir.

Kadınların ezilmişliği çifte ezilmişliktir. Çünkü evde kadınlık, annelik görevlerini yerine getirmek, evdeki işlerin sorumluluğunu almak zorunda olan kadınlar bir işçi olarak da eziliyor. Bu da yetmezmiş gibi, kadınların bu çifte yükü sanki olması gereken bir şeymiş gibi sunuluyor. Halbuki bizlere doğalmış gibi gelen bu durum, sınıflı toplumlara özgü bir şeydir. O yüzden kadınların mücadelesi sınıf mücadelesinden bağımsız düşünülemez.

Marksistlere göre, her çeşit baskının temel nedeni toplumun sınıflara bölünmesidir. Eğer kadın sorunu feministlerin dedikleri gibi kadının ezilmesi, erkeğin doğasından kaynaklansa idi kadınlar erkekler tarafından her zaman ezilmişlerdir ve bu nedenle ezilmeye devam edeceklerdir. Oysa Burjuva ailenin de, tıpkı sınıflı toplum, özel mülkiyet ve devlet gibi her zaman var olmadığını, kadınların ezilmesinin toplumun sınıflara bölünmesi kadar eski olduğunu gösterir. 

Sanayinin gelişmeye başladığı yıllara kadar erkeğin özel mülkiyetindeki kadın, yukarıda bahsedilen nedenlerden dolayı yüzyıllarca ev içerisine hapsoldu; iyi bir eş, soyun devamını sağlayan doğurgan kadın, anne ve ev hizmetkarı olmak gibi ona verilen “yüce” görevlerle uğraştı; çocuk bakımı, ev işleri vb. süreklilik içeren işler onu hem toplumdan uzaklaştırarak erkeğe bağımlı kıldı, hem de tüm üretim becerilerinin ev içerisinde kısıtlamasına neden oldu. Yani Engels'in deyişiyle, “Kadın cinsinin dünya üzerindeki tarihsel yenilgisi” bu şekilde başlar. Bu da gösteriyor ki Clara Zetkin’in söylemiyle “Kadının durumu belli bir dönemdeki üretim ilişkileri üzerinde yükselen toplumsal durumların sonucudur.”[397]

Feminizmin bir kadın hareketi olarak ortaya çıkışı ise kapitalizmin gelişmesine paralel olarak işgücüne ihtiyaç duyduğu kadın, evinden çıkıp toplumsal üretimde yer almaya başlamasıyla birlikte, Dünya erkeğin evi, ev kadının dünyası olmalı.”[398] önyargısı hakim olmaya başlamıştır.Kadın evden çıkarak katıldığı toplumsal üretimle birlikte Bu yargının yaşatıldığı binlerce yıllık ezilmişliğe, aşağılanmaya, toplum içindeki eşitsizliğe kitlesel bir şekilde başkaldırmaya başladı.

Kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olma mücadelesi uzun zaman burjuva toplumu çerçevesi içerisinde eşitlenebilme talepleri olarak şekillendi. Burjuva kadın hareketi olarak feminizm, asıl olarak şu taleplerle kadınlar içerisinde taban buldu:

-Evliliğin kurulması, biçimlendirilmesi ve sona erdirilmesinde eşit hak.

-Kadın ve erkeğin çocuklar üzerinde eşit söz hakkı.

-Her iki cins için bir tek cinsel ahlak.

-Kadının kendi mülkiyeti, geliri ve kazancı üzerinde özgürce kullanma hakkı.

-Kadının meslek öğrenimi ve mesleki çalışma özgürlüğünün garantilenmesi.

-Toplumsal yaşamın tüm alanlarında kadına erkekle eşit hareket ve çalışma özgürlüğü-hakkı.

Feminizmin, ortaya çıktığı dönemde, tıpkı temsil ettiği burjuva sınıfı gibi ilerici ve demokratik bir muhteva taşıyordu. Ancak insanlar arasındaki eşitsizliğin temel kaynağı olan sınıf farklılıklarım dikkate almadığından ve özünde burjuva bir akım olduğundan, tıpkı tekelci asamaya varan kapitalizmin gericileşmesi gibi onunla birlikte gericileşti.

Egemen sistem bunu her ne kadar görmezden gelse de, insanları bu gerçeklikten uzaklaştırmaya çalışsa da şu gerçektir ki; her insan yaşadığı gibi düşünür ve toplumsal ilişkileri, bireyin bilincini, davranışlarını, kültür, ahlak, gelenek gibi hayatımızı şekillendiren birçok şeyi, üretim ilişkileri ve ekonomik koşullar belirler. Üretim ilişkileri üzerinde olan değişimler, kadını hem topluma katarak üretim faaliyetine girmesini sağlamış hem de erkeğe olan ekonomik bağımlılığı azaltmıştır. Kadının yaşam koşullarındaki bu değişim, çalışması yönündeki önyargıları büyük ölçüde yok etmiş, kısmen de olsa kendisiyle ilgili kararlar almaya hak kazandırmıştır. Böylece ev köleliğinden kurtulan kadın, değişimin, sistemin ihtiyacına göre şekillenmesiyle ücretli köle durumuna düşmüştür

Ortaya çıkan her iyileştirme, zayıf kadının çalıştırılmasını kolaylaştırdı. Öte yandan insan işgücünü gereksiz kıldı, işsizlerden oluşan sanayi yedek ordusunu oluşturdu ve böylece ücretleri gittikçe daha fazla düşürdü, erkeğin ücreti ailenin geçimini sağlamaya artık yetmiyordu. Çoğu durumda bekar erkeğin gereksinimi bile karşılanmıyordu, çok geçmeden ailenin geçimi kadının kazancıyla tamamlanmasını talep etti, kadının faaliyeti tasarruf amacıyla olmaktan çıkıp, kazanç amacına dönüştü, ama kadın bununla erkeksiz de yaşama olanağı kazandı; bu kadına ilk kez tamamıyla bağımsız bir yaşam sürdürme yeteneği verdi.”[399]

Kadın üretim içindeki yerini almasıyla birlikte sınıfsal konumunu daha da netleştirmiştir. Bu nedenle sınıflardan bağımsız olarak ele alınabilecek bir sorun değildir. Marksizm, kadın sorununun da, tıpkı sınıflı toplum, özel mülkiyet ve devlet gibi her zaman var olmadığını, kadınların ezilmesinin toplumun sınıflara bölünmesine bağlı olduğunu gösterir. Bundan ötürü, kadın sorununun ortadan kalkması da, sınıfların ortadan kalkmasıyla, mümkün olacaktır.

İşgücü pazarına yeni giren, işgücü olarak bile kadın işgücü arz fazlası yarattığından ücretler düşürülmeliydi, ama kadın işgücü çoğu zaman ta baştan daha düşük fiyata satın alınır olduğundan kadınların ücretleri rekabet süreci içinde iki kat, üç kat düşürüldü... Sanayinin neresine kadın emeği girerse orada erkeğin ücretini düşürmekte hatta ilgili iş dalından erkeği kovmaktadır, kadın emeğinin kendisi de çocuk emeğinin rekabetini tatmakta ve tüm insan emeği de makinaya karşı korkunç mücadeleye dayanmak zorunda... Üretim koşulları duygusal, kişisel hesaplar tanımaz, yalnızca doğa kanunları gibi kaçınılmaz olan ekonomik gerekleri tanır.... Ücretlerin düşmesi ne kadın emeğinden ne de makinanın icadından doğmaktadır, bu sadece ve sadece, içinde bulunulan anda, özel mülkiyet ayakta tutularak süren üretim sisteminin bir sonucudur.”[400]

Kapitalizm, iş emeğin sömürüsüne geldiğinde, kadınla erkeği hemen her alanda aynı çalışma ortamının içine sürüklemekten geri durmamıştır. Dolayısıyla zekâ, yetenek, beceri gibi konularda, kadınla erkek arasında var olduğu iddia edilen adeta genetik eşitsizliğin hiç de olmadığını bizzat kapitalizm kanıtlamıştır.  kapitalizmin emekçi sınıfları bölmeye ve sınıf mücadelesinden uzaklaştırmaya çalışırken en sık başvurduğu yollardan birisi kafaları karıştırmaktır. Kadın-erkek eşitliği dendiğinde anlaşılması gereken, kadınlarla erkeklerin her açıdan bir ve aynı olması değildir. Erkek ve kadını, yaşamın her alanında eşit haklar ve sorumluluklar yüklenen bireyler haline getirmektir. Böylelikle toplumsal yaşamı ortaklaşa sürdüren kadın ve erkek arasında, anlamsız çekişmeler, kıskançlıklar ve yarışlar da olmayacaktır.

Kadın sorunu sınıfsal bir sorundur ve insanlığın bir parçası olan kadınlar da sınıflara bölünmüşlerdir. Her sınıfın kadını kendi sınıfının sorunlarını kadın olarak da taşır. Ezen sınıfın kadını toplumda ezen iken kendi sınıfı içinde ezilen olabilmektedir. Ezilen sınıfların kadınları ezilmişliği ve çift kat sömürüyü had safhada yaşarken, ezen sınıfın kadını ise cinsiyet bir yana insani duygulardan azade ezme ve sömürme ilişkisinde sınıfsal konumuna uygun davranmaktadır. İşçi sınıfının kadınları en kötü koşullarda ve en düşük ücretlerle ağır bir sömürüye tâbi tutulurken, her türlü eşitsizliğe maruz bırakılırken, işin yanı sıra bir de evin yükünü sırtlanırken, burjuva kadınlar bütün bunlardan uzakta, işçilerin el koyulan artı-değerini kocalarıyla paylaşmakla meşguldürler. Yani kendi başına bir kadın sorunu  bütün  kadınların sorunu iken, sömürüden en çok nasibini alan ise emekçi sınıfın kadınlarıdır.

Bu, kadınların ezilmesinin, işçi sınıfı iktidarı aldığı zaman otomatik olarak ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Erkekle kadın arasında gerçek insani ilişkilerin kurulması için gereken toplumsal koşullar yaratıldığı zaman, sınıfsal barbarlığın psikolojik mirasının üstesinden de nihai olarak gelinecektir. Fakat işçi sınıfı kapitalizmi yıkıp, sınıfsız toplum için gereken koşulları hazırlamadıkça, kadınların gerçek kurtuluşu mümkün değildir.

Kadının Örgütlenmedeki yeri

 "Kadınlar katılmaksızın gerçek kitle hareketi olamaz". Bu söz,  mevcut toplumsal ilişkiler içersinde kadının sürekli olarak ikinci planda tutulmasına karşı duyulan bir karşı duruşun ifadesidir. Devrimci mücadelenin, aynı zamanda, kadınların toplumsal ilişkiler alanındaki ikincil tutulmasına karşı bir başkaldırıyı ifade etmesi, her zaman kadın sorunlarına yaklaşımların "sol" bir görünüme sahip olmasını ettirmiştir.

Toplumumuzda kadın konu­sundaki burjuva feodal ideoloji ve gelenekler çok güçlü­dür. Öyle ki, bunların etkileri komünistler ve onların yakın çeperi içinde dahi görülmektedir.  Devrimci yapılarda kadın yoldaşların oranı çok dü­şüktür ve bu oran yönetici organlara gelindikçe daha da azalmaktadır.

Buna karşılık mücadelemizin pratiği, ülkemizde geniş emekçi kadın kitlesinin mevcut burjuva-feodal düzenden nefret ettiğini, berrak bir şekilde olmasa da emekçi ve kadın olarak kurtuluşunun yolunun bu düzenin yıkılmasın­dan geçtiğini gittikçe daha fazla kavradığını ve devrimci mücadeleye büyük istekle katılarak, ona paha biçilmez katkılarda bulunduğunu gösteriyor. Bu durum, partimizin bu konudaki teorik ve pratik geriliğiyle, kadınların devri­me gittikçe kitlesel bir şekilde katılmaları olgusu arasında keskin bir çelişki yaratmıştır Bu da partimizin önüne en kısa zamanda kadın ve örgütlenmesi sorununun çözümlen­mesi gerektiğini koymaktadır.

Kadınların gerçek kurtuluşu söz konusu olduğunda, bu gerçek kurtuluşun, sınıfların ortadan kaldırılması ile olanaklı olduğu bilimsel bir gerçektir.

 Ancak sınıflar mücadelesinin uzun vadeli olması ve bunun karşısında kadın sorunu gibi pek çok toplumsal sorunun güncel mücadele ve yaşam içerisindeki yakıcılığının yarattığı farklılık, kaçınılmaz olarak, güncelin öncelikle ele alınmasını ve güncel olarak çözümlenmesi gerektiğini bilince çıkararak dayatmaktadır. Devrim süreci ile toplumsal sorunların güncelliği arasında çatışma doğururken, aynı zamanda çeşitli kadın örgütlenmelerinin devrim mücadelesi dışında ortaya çıkmasının nedeni olmaktadır.

Devrim mücadelesi, ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel her alanda toplumsal eleştirinin yaygınlaştırılması demektir. Kapitalist sistemin yarattığı sorunlar karşı güncel mücadeleler gibi uyuşturucu, fuhuş, çevre sorunu gibi sorunlar için  mücadele gibi, kadın sorunu da, güncelleşebilmekte ve kendi çözüm olanaklarını somutlaştırabilmektedir.

Devrimci mücadele, sözcüğün gerçek anlamıyla, kadın ile erkek arasındaki eşitsizliğin ve ayrımcılığın mevcut olmadığı bir ilişki üzerinde sürdürülür. Bu durum proletaryaya ve onun komünist partisine, Marksizm-Leninizm’in öğretileri ışığında, kadının kurtulu­şu konusundaki her türden burjuva revizyonist teoriye ve akıma karşı dişe diş mücadele süreci içinde, parti tara­fından yönlendirilen ve ulusal ve sosyal kurtuluş uğruna mücadele eden militan, devrimci bir kadın hareketi ya­ratmak görevini yüklüyor. Bu devrimin başarısının can alı­cı sorunlarından bir diğeridir. Ve diyebiliriz ki, örgütümü­zün bu Ölçüde hayati önem taşıdığı halde, ele alıp çözüm­lemede bu kadar geç kaldığı ve pratikte bu kadar az şey yaptığı başka bir sorun yoktur.

Bu nedenle, kısa ömürlü kadın hareketlerinin yerinin uzun soluklu bir örgütlülüğe dönüştürülebilmenin ön koşulu, devrim mücadelesinin yükseltilmesi olmaktadır. İşte bu gerçeklik de, kadınların devrim mücadelesine katılımının gerekliliğini bir kez daha ortaya koyar. Lenin, bu durumu  Kadınlar için tam bir özgürlük elde edilmezse, proletarya tam bir kurtuluşa ulaşamayacaktır.” Olarak belirler. Bütün bunlara rağmen içersinde hiçbir ayrım ve ayrımcılık taşımayan bir Marksist-Leninist örgütlenmede, kadın kadroların belirli toplantılar ve ilişkiler dışında, sürekli olarak ikincil, yardımcı unsur olarak faaliyette bulunmalarını ve o şekilde görülmelerini getirmektedir.

Yaşamın tüm zorluklarına kadınların, erkeklere göre çok daha uzun süre karşı durabildikleri ve direnebildikleri bilinen bir gerçektir. Çifte sömürüye tabi olan kadınların, bu özellikleri, devrimci mücadelede olumlu bir işleve dönüştürebilmektedir. Sınıfsal konumlarının eşitliği koşullarında, bir kadın devrimcinin, erkeğe göre daha kararlı, disiplinli ve özverili olabilmesi en açık olgulardandır. Bu, aynı zamanda, devrim mücadelesinde, kadının, kendisini aşağılayan toplumsal ilişkilere karşı kendini kanıtlamasının da bir ifadesidir.

Kadın yoldaşların, kendi varlık koşullarıyla sahip oldukları kararlılık, disiplin ve özveri, bu mücadelede başarının en önemli unsurlarından olduğu asla unutulmamalıdır. Çünkü onlar, devrim mücadelesine etkin bir biçimde katılma kararı verdiklerinde, karşı durmak zorunda oldukları şeyler, herhangi bir erkek kadronun tasarlayamayacağı kadar çoktur. Onlar sadece mevcut düzenle bağlarını koparmakla, belli bir yaşam tarzını terk etmekle yetinmek durumunda değillerdir. Onlar için, mevcut düzene geri dönüş çok daha az olanaklıdır. Bir kadın yoldaşın önündeki cinsiyet ayrımcılığına dayalı engel kaldırılmadığı sürece, devrimci bir örgüt haline gelebilmek olanaksızdır.

Devrimci mücadele içersinde genel olarak erkek kadroların "yanında", ikincil, yardımcı, "kamufle edici" unsur olarak bulunan kadın kadrolar, bu faaliyet sınırlılığı içersinde gerekli deneyime de sahip olamamaktadırlar. Salt örgüt birimleri arasındaki haberleşmede etkin olabilen kadın kadrolar, örgütsel faaliyetin diğer alanlarına ilişkin olarak daha geniş bilgiye sahip olmalarına karşın, gerekli deneyime sahip olamamaları, kimi durumlarda çarpıklıklar yaratabilmektedir.

Evlilik ilişkisi içersinde belirleyici olanın erkek olması, kadını ataerkil bağımlılık ilişkisi içersine sokmaktadır. Kadını bir "mülk" olarak görülmesi, kadının "korunması" gerekliliği gibi düşüncelerin ardına gizlenebildiği gibi, kendilerini "koruyamayacakları" şeklinde fiziki eşitsizliğin öne çıkartılmasıyla da gizlenebilmektedir.

Kapitalist toplumun kadına karşı yozlaştırma ve onu sınıfsal bağlarından kopartıp, mücadelenin dışında tutma çabalarına karşı, kadınlar,  tüm toplumsal ilişkiler alanında olduğu gibi, devrimci mücadelede de, kadınların, en olumsuz koşullar altında bile, kendi kimliklerini, kendi kişiliklerini ve onurlarını koruyabildikleri ve koruma yeteneğine sahiptirler ve bunu devrim mücadelesi tarihi içinde işkencelerden cezaevlerine kadar varan süreçlerde defalarca ispatlamışlardır.

Devrimci mücadele  bu mücadele içindeki tüm kadroların göğüsleyeceği zorluklarla doludur. Ancak kadın kadroların bu süreçten etkilenişleri ve gördükleri olumsuzluklar, erkek kadroların karşılaşabileceği durumlarla kıyaslanamaz. Örgütlenmede, "korumaya muhtaç kadın" kavrayışının hakim yıkılması için daha  çok, devrimci mücadele içersinde kendini geliştirememiş erkek kadroların eğitimi esas alınmak durumundadır. Bu nedenle, her yerde ve her koşulda, kadın kadrolara karşı gösterilen tüm davranışlar sorgulanmalı ve değerlendirilmelidir. Bu konuda hiç kimse kendisini dışta bırakması söz konusu olamaz.

Yeni toplumsal ilişkilerin belli bir ölçekte gerçekliğine denk düşen Marksist-Leninist örgüt, kadın erkek ayrımının ortadan kaldırılmışlığı temelinde mücadelesini sürdürür. Bu mücadelede, kadroların cinsiyetleri değil, yerine getirdikleri görevler ve kadro olarak nitelikleri önemlidir. Ancak mevcut toplumsal ilişkilerin ideolojik ve pratik etkisi, hemen her zaman somutta kendini ortaya çıkarabilmektedir. Bu da, yapılması gerekenler ile yapılanlar arasında bir çelişki yaratmaktadır. Bunu ortadan kaldırmak, her devrimcinin üzerine düşen bir görevdir. Bu sınıf mücadelesidir. Bu mücadelede yer alanlar, her zaman mevcut düzene karşı tutumlarıyla belirlenirler.

Yüzyıllardır egemen sınıfların, ezilen sınıfların erkeklerinin emek-güçlerini en ucuza mal edebilmek için, kadınlar üzerinde uyguladığı toplumsal zor ile birlikte ideolojik olarak oluşturulan erkek-egemen bakış açısının ürünleri de kullanılmıştır. Özellikle kadınların cinsel meta olarak kullanımı ve kullanılabileceği imgesinin yarattığı sorunlar ve suçlar, kadının salt kendine yönelmesi ve kadın sorununu toplumsal düzenden ayrı olarak değerlendirilmesi için birer araç olarak kullanılmaktadır. Amaç tektir: Kadın, sınıfsal konumuna bakılmaksızın, her yerde kadın olduğu şeklindeki yanılsamanın her ne pahasına olursa olsun sürdürülmesi ve sürekli var edilmesidir. Ve böylece emekçi kadınların burjuva kadın hareketine yedeklenmesi sağlanabilmektedir.

Feminizm olarak feminizm, işte bu noktada kapitalizmin can simidi olmuştur. Feminist hareketin tarihsel köklerinin ezilen sınıf hareketinde olmasına rağmen, burjuva feminist hareketin burjuva devrimleri döneminden gelen kökleriyle birleştirilerek bugünkü durumuna gelmiştir. Doğal olarak yalın bir feminist hareketin içerebileceği tüm burjuva özellikler bu hareket içinde kendisini yeniden biçimlendirmiştir. Sonuç ise, küçük-burjuva hayallerdir.

Feminist hareket özünde kadın sorununu sınıf mücadelesinden ayrı bir sorun olarak ele almak ve kadının mücadelesini sınıf mücadelesinden ayırmak, ayrı tutmaya çalışmaktır. Böylece gerek feministler, gerekse de "sol" veya “Marksist” feministler mücadeleyi erkeklere karşı bir düşmanlık ve onlara karşı bir mücadele düzeyine indirgemektedirler.

Feministler bütün bunları yaparken mevcut ekonomik ve toplumsal düzenin değişmezliğinden hareket etmektedirler. Mevcut toplumsal ve ekonomik düzen içersinde alınacak bir dizi toplumsal, ekonomik, hukuki, sosyal ve siyasi tedbirlerle kadınların evde, işte, bulundukları her alanda yaşam koşullarını göreceli olarak iyileştirmek mümkündür. Nitekim tarihsel olarak bakıldığında kadın haklarında gerçekleşen ilerleme burjuva anlamda oldukça ileridir. Fakat tüm bu ilerlemelerin göreceli bir kazanım olacağının bilinciyle, hayatın her alanında başta emekçi kadınlar olmak üzere tüm kadınların durumunun iyileştirilmesi için mücadele edilmeli, kazanımların sınırlarını genişletmek için çalışılmalıdır.

Kadın sorununun gerçek anlamıyla çözümü ve kadının nihai olarak kurtuluşu, ancak ve ancak kapitalizm yıkılıp yerine sosyalist düzeninin kurulmasıyla mümkün olacaktır. Dolayısıyla kadının ve erkeğin kurtuluşu tüm toplumun kurtuluşuyla beraber gerçekleşecektir.

Marksizm-Leninizm ve Gençlik

Gençlik “14-15 yaşları ile 28-30 yaşları arasındaki dönemdir.” Gençlik tanımı yapılırken öncelikle genel bir belirleme ile başlanır. “Belli bir yaş dilimi arasında olan ve kendi başına sınıf olmayan, var olan sınıfların içerisinde bir alt katman olarak yer alan bir toplumsal tabakadır.”Gençlik “Türdeş olmayan, toplumun çıkarları birbirlerinden ayrı ve birbirine düşman olan sınıflardan gelen, karma bir yapıdır”. Gençlik, toplumun en dinamik, yeniliğe en açık, mücadeleci, gelecek kaygısını en derinden  hisseden kesimdir. Gençlik sorunu, devrim için hayati önemde bir sorundur, Marksizm-Leninizm bize, gençliği kazanmanın gele­ceği kazanmak demek olduğunu öğretir. Adı üzerinde, gençlik toplumun genç kuşağıdır ve gelecek ona aittir. Onu kazanan ise, geleceği kazanır.

Sömürücü egemen sınıflar da bu gerçeğin  bilincin.dedirler. Bundan dolayıdır ki. gençliği kazanmak  her man  için sömürücü sınıflarla İşçi  sınıfının  kıyasıya, mücadele ettiği bir alan olagelmiştir.

Sömürücü sınıfların gençliğe verebileceği hiçbir şey yoktur. Aksine onlar, gençliğe ait her şeyi kendi tekelle­rine almışlardır. Onu ağır sömürüye, dayanılmaz maddi ve manevi baskılara mahkum etmişlerdir. Onu her türlü haktan ve gelecekten yoksun bırakmış, bugününü ve ge­leceğini karartmışlardır.

İşçi sınıfı ise sömürücü egemen sınıfların aksine, gençliğin her türlü maddi ve manevi çıkarlarının, haklı özlemlerinin biricik gerçek savunucusudur. İşçi sınıfı, gençlik üzerindeki her türlü maddi ve manevi baskıya ve ağır sömürüye karşı mücadele eder. İşçi sınıfı, gençliğe gerçek kurtuluşunun, aydınlık geleceğinin yolunu göste­rir. İşçi sınıfı gençliği her türlü baskı ve sömürüden kur­tarır, ona iyi bir hayat, güvenli ve parlak bir gelecek hazırlar. İşçi sınıfı geleceği gençliğe verir. Devrimler tarihi bütün bu gerçeklerin kanıtıdır. Şanlı Ekim Devrimi'yle başlayan sosyalizm deneyi bunun kanıtıdır.

Gençliğin devrim için taşıdığı hayati önem, yalnız­ca onun geleceğin sahibi olmasından gelmez. Başka bir deyişle gençlik, sadece devrimin geleceğini ilgilendirmez. Gençlik, .devrimin bugünü için de, onun ilerletilmesi ve başarıya ulaştırılması için de büyük önem taşır. Bu ger­çek, Marksist-Leninistler tarafından «Gençlik Devrimin Büyük Bir Yedek Gücüdür» şeklinde belirtilmiştir. Bütün devrimlerin tarihi tecrübesi, geniş gençlik kitleleri aktif bir şekilde katılmazsa, hiçbir devrimin başarıyla yürütülmediğini göstermiştir ve göstermektedir. Bu neden böy­ledir? Çünkü gençlik toplumun en canlı, en dinamik, en enerjik, en fedakâr ve yeniliğe açık kesimidir. Gençlik her devrimin İtici dinamik güçlerinden biridir. Gençlik devrim için bitmez tükenmez bir enerji kaynağıdır. Dev­rim için en taze, en faal güçler gençlikten çıkar.

Gençliğin canlılığı, dinamizmi, bitmez tükenmez ener­jisi, derin fedakârlık ve feragat ruhu, İşçi sınıfı için çok şey ifade eder. İşçi sınıfı gençliğin bütün bu olumlu özel­liklerini korumaya ve geliştirmeye çalışır. Sömürücü ege­men sınıflar için ise bunun tersi doğrudur. Onlar için gençliğin taşıdığı bütün bu olumlu özellikler, birer tehli­ke ifade eder. Bundan dolayıdır ki; sömürücü egemen sı­nıflar, burjuvazi, gençliği boş, düzensiz ve amaçsız bir hayata yöneltmeye, onu yozlaştırmaya, çürümeye ve su­ça itmeye, umutsuzluğa, güvensizliğe ve hayalciliğe it­meye çalışır. Onu baskı altında tutarak, insiyatifini ve canlılığını kırmaya devrimci enerjisini eritmeye çalışır. Burjuvazinin  işçi sınıfının zaaflarından yararlanarak, zaman zaman gençliğin bu olumlu özelliklerini kendi aşağı­lık sınıf çıkarları için kullandığı da görülmüştür. Özellik­le 1930'larda bir çok ülkede başarıya ulaşan faşizm, genç­likten, onun dinamizminden büyük ölçüde yararlanmıştır. Fakat sömürücü sınıfların tutumunu, çoğu kere birincisi belirlemiştir.

Gençlik hakkında yukarıda özetlenen ve bütün dev­rimlerin tarihi tecrübesiyle doğrulanan Marksist-Leninist kavrayış, bizim tarihi tecrübemizle de doğrulanmıştır, bu­gün de doğrulanmaktadır. Gençliğimizin, yıllardan beri verdiği zorlu mücadele, gösterdiği yiğitlik, katlandığı fe­dakârlıklar, genel devrim mücadelesi içinde tuttuğu yer bunun kanıtıdır.

Bizzat ülkemizde yaşanan tarihi tecrübenin de yar­dımıyla gençlik hak­kında, Marksist-Leninist kavrayışı edinmek durumundayız. Gençliğe gereken önemi vermek, ona güvenmek, onun sınıfa ve sınıf mücadelesine ait tüm maddi, manevi çı­karlarını ve özlemlerini savunmak gerekmektedir. Gençliğin mücadelesinin önünde olmak, ona doğru yolu göstermek, burjuvazinin, revizyonizmin ve her türden oportünizmin aldatıcı, saptırıcı ideolojisine ve propagandasına karşı uzlaşmaz bir mücadele yürütmek zorunludur.

Gençliğin Şanlı Bir Mücadele Tarihi Vardır

Türkiye’de gençlik mücadelesi her zaman mücadelenin merkezinde yer alan ve en hızlı gelişen mücadeledir.  Gençlik mücadelesi tarihi  Türkiye'nin dört bir yanında zorlu, yiğit bir mücadelenin tarihidir. Bu anlamada  Gençliğin bugünkü mücadelesi geçmiş mücadelesi­nin ileri düzeyde bir devamıdır. Onun mücadelesinin kök­leri geçmişin derinliklerindedir. Bugünkü mücadele, geç­mişteki mücadelenin, özellikle 1960'larda yükselen mü­cadelenin temelleri üzerinde, onun güçlü devrimci mirası üzerinde yükselmektedir.

Özellikle  1965'lerden itibaren gençlik saflarında hızlı bir siyasileşme ve devrimcileşme görüldü. Gençlik geniş kitleler halinde düzenden koptu ve ona karşı mücadeleye girişti. İlk dönemler öğrenci, daha çok yüksek Öğrenim kesiminde görülen bu hızlı devrimcileş­me, sonraki yıllarda işçi ve emekçi gençliğe de yansıdı. Siyasileşen   ve devrimcileşen gençlik  yalnızca,  gündelik ekonomik, akademik talepler İçin değil, genel siyasi ta­lepler için de mücadele ediyordu, Gençlik iş, toprak; pa­rasız, eşit ve demokratik bir eğitim istiyordu. Faşist bas­kı ve zulmün son bulmasını, geniş siyasal özgürlüklerin tanınmasını  istiyordu.  Demokrasi ve  bağımsızlık istiyor­du. Kısacası gençlik devrim istiyordu. Egemen sınıflar ilk yıllarda gençliğin bu devrimci silkinmesini küçümsemeye kalktılar. Her yolla bu devrimci uyanışın derin sınıfsal -siyasi muhtevasını gizlemeye, onu “genç kuşağın buhranı”, “dış  kışkırtmaların  ürünü”,  “Batı  gençliğine  özenti”  vb. şekillerde karalamaya çalıştılar.  Fakat  kısa zamanda bu mücadelenin kendileri  için büyük  tehlike oluşturduğunu görünce, onun üzerine acımasız bir baskı ve terörle yü­rüdüler. Gençlik, faşist  diktatörlüğün baskı ve terörüne direnerek mücadelesini  devam ettirdi.  Bir çok devrimci mevzi kazandı, çeşitli kısmi hak ve taleplerini söke söke elde etti. Bu mücadele, sayısız yiğit gençlik önderi çıkar­dı.  Bugün  halkımızın ve gençliğimizin kalbinde yaşayan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya  gibi yiğit onlarca devrimci bu mücadelenin ateşi içerisin­de yetiştiler. Onlar mücadelenin ileriye götürülmesine bü­yük katkılarda bulundular.

1965'lerde yükselen gençlik mücadelesi Marksist-Le­ninist bir Önderlikten yoksundu. İşçi sınıfımız bu müca­deleye önderlik edecek, ona yol gösterecek, istikrar ka­zandıracak ve kalıcı başarılara yöneltecek öncü partisine sahip değildi. İşçi sınıfı ve Marksizm adına boy gösteren her türlü revizyonist, oportünist   akım ise, bu mücadele­nin Önünü almak ve onu kendi reformcu, darbeci ve parlamenterist hayalleri için kullanmak istiyordu. O dönemde TKP ve TİP içerisinde kendini ifade eden modern revizyonistler ve reformistler, genç­lik  mücadelesinin    önüne   sürekli   barikatlar   kuruyor; «aman faşizm gelir» korkuluğuyla, “provokasyon” teorile­riyle onu durdurmaya çalışıyorlardı. 1968’lerde yükselen gençlik eylemini «Anayasanın meşru sınırları dışına taşmakla» suçlayan ve onu   “küçük-burjuva   anarşizmi”  diye  karalamaya  çalış­an değişik   revizyonist   mihrakların   o  yıllardaki   bu  açık ihaneti devrimci gençliğin bilincinde yer etti.

1960'larda yükselen mücadeleye katılan gençlik kit­leleri içerisinde Marksizm-Leninizm’e ve sosyalizme büyük bir sempati vardı. Bu derin sempati gençliğimizin işçi sı­nıfına yakınlık göstermesinin ve onun mücadelesine omuz vermesinin bir başka nedenini oluşturuyordu. Bu en açık ve en çarpıcı biçimde şanlı 15 16 Haziran işçi eylemi kar­şısında gençliğin gösterdiği tutumda görüldü. Gençliğin Marksizm-Leninizm’e ve sosyalizme duyduğu sempati ve işçi sınıfına gösterdiği yakınlık, bugünün devrimci genç­liğine önemli bir miras olarak kaldı.

12   Mart  yarı-askeri  faşist  diktatörlüğü  döneminde geçici  bir durgunluk ve gerileme gösteren  gençlik  mücadelesi, bu dönemin ardından yeniden yükseldi. Genç­lik mücadelesindeki bu yükseliş, 1965'lerde olduğu gibi önce yüksek Öğrenim gençliği kesiminde başladı. Kısa zaman sonra hızlı bir şekilde liseli gençliğe yayıldı. Bu­nun yanında işçi ve köylü gençlik, mücadelenin tama­men dışında değildi. Fakat öğrenci gençlikle karşılaştırıl­dığında, bu kesimde mücadele daha geri ve zayıftı. Bu durum yakın zamana kadar devam etti.

Gençlik mücadelesindeki bu yükselme devrimci bir önderlikten ve tutarlı bir örgütlenmeden yoksundu. Dev­rimci gençlik hareketinin bu zaafını değerlendirmeye ve içine sızmaya çalışan her türden gerici ve revizyonistler, niyetlerin­de başarılı olamadılar. Çünkü devrimci gençlik revizyonizme ve reformizme karşı bir tepkici bir geleneğe sahipti. Üstelik bu revizyonist mih­rakları, geçmişten tanıyordu. Di­ğer yandan yükselen gençlik mücadelesi içinde etkin ol­mak, onun önünde, en azından içinde olmakla mümkün­dü. Oysa revizyonistler, reformistler ve her türden gericilik  bu eylemin dışındaydılar ve her yolu ve yöntemi kullanarak gençliği devrimci eylemden alıkoymaya çalışıyorlardı.

Yükselen Öğrenci gençlik mücadelesinin ileri unsur­ları arasında, 1971 küçük-burjuva ihtilalciliğine büyük bir sempati vardı. «1971 Hareketinin izleyicisi iddiasındaki küçük-burjuva akımlar, bu sempatiyi yoğun bir şekilde istismar ettiler. Bu sayede bu ileri unsurların büyük bir bölümünü kendi çevrelerinde topladılar. Buna paralel ola­rak öğrenci gençlik hareketinin geri siyasi düzeyi ile bir­leştiler. Bu temelde öğrenci gençlik hareketi üzerinde önemli bir etkinlik kazandılar.

Gençlik  İçindeki  Faaliyetlerimiz

Gençliğin devrimci mücadelesini güçlendirmek, yay­mak, onu daha da İleriye götürmek ve Marksist-Leninist bir önderlik altında birleştirmek bütün bu engellerin asıl­masıyla mümkündür. Bu gençlik içerisinde ideolojik-siya­si ve pratik alanlarda çok yönlü karmaşık bir mücadele yürütmek demektir.

70 gençlik hareketinin devamı niteliğindeki hareketlerin geliştirdiği mücadele ve örgütlenme süreci 1980 Cuntası ile büyük bir darbe yedi. 1980 cuntası sadece devrimci örgütleri değil aynı zamanda ideolojik olarak bir gençlik kuşağının da yok edilmesini amaçlıyordu.

Türkiye sınıf mücadele tarihinde 12Eylül cuntasının başarısı bugünkü gençliği yozlaştırmada ve onların yönünü şaşırtmada oldukça büyük başarılar elde ettiği bir gerçektir. Burjuvazinin elde ettiği başarılara rağmen hala gençliğin yeniyi arama ve  en iyiye ulaşma duygularını tümden yok edemedi. Komünist hareket bu temelden kalkarak gençliğe yönelmede bir an bile düşünmeden harekete geçmek durumundadır.

Türkiye gençliğinin yeniye, güzele, ve insanca bir yaşama olan inancı ve arayışı Marksist-Leninist bir temelde yeniden örgütlenmek durumunda. Geçmişte TGKB’nin başardığı yaygın ve güçlü örgütlenmeyi zaaflarından  arındırarak yeniden kurma görevi ile karşı karşıyayız.

Türkiye Genç Komünistler Birliği

Türkiye Genç Komünistler Birliği'nin örgütlenmesine 1975 yılı sonlarında başlandı. Önce bazı büyük illerde İl Komitelerimiz kendilerine bağlı TGKB İl Örgütleri kurdu­lar. Ardından 1976 Türkiye Genç Komünistler Birliği, Türkiye çapında merkezileştirildi. Bir süre sonra diğer bazı iller­de de TGKB örgütleri kuruldu TGKB örgütlemesi doğru ve ye­rinde bir karardı.

TGKB neden gerekliydi? Çünkü geçmişte gençlik, özellikle öğ­renci gençlik içinde hızla ortan etkinliğimiz ve gelişme potansiyelimiz böyle bir örgütü ihtiyaç haline getirmişti. Bu günde Küçük burjuva sosyalizminden, revizyonizm ve reformizmden gençliği koparmak ve Marksist-Leninist çerçevede örgütlemek durumundayız. Hala gençlik içinde ileri sempatizanımız var. Bu unsurlar, devrime, siyasi çiz­gimize ve komünizme büyük sempati duyuyorlar.  Marksizmin-Leninizm’in gösterdiği doğrultuda,  Sayıları sürekli artan genç devrimcileri örgütlemek, devrimci istek ve enerjilerin­den gençliği kazanma faaliyetimizde en iyi şekilde yarar­lanmak, ideolojik siyasi ve örgütsel olarak eğitmek ve örgütümüze hazırlamak için en iyi, en uygun araç yine Türki­ye Genç Komünistler Birliğidir.

Türkiye Genç Komünistler Birliği işte bundan dolayı bir gereklilik, bir ihtiyaçtır. Fakat sorun böyle bir aracın gerekliliğini saptamanın Öte­sinde bir önem taşıyordu. Her şeyden önce Türkiye Genç Komünistler Birliği gibi geçmişte başarılı eylemlere imza atmış ve kapitalizme karşı mücadelede ciddi görevler üstlenmiş ve bunu tarihte defalarca ispatlamış bir geçmişimiz ve örgütlü deneyimimiz var. Yinede önümüzdeki görev,  Marksist-Leninist öğreti, çeşitli ülkelerde geçmiş gençlik mücadelesi ve örgütlenmeleri  bu­günkü tecrübeleri dikkatle ele alınmalı, doğru yorumlanmalı ve somutlaştırılmalıdır.

TGKB Türkiye’de komünist partinin “bir hazırlık okuludur “. Gençlik sorunu tek başına gençlik örgütünün sorunu değil özellikle partinin bir sorunudur. Zira gençliği kazanamayan geleceği kazanamaz.  TGKB gençlik içindeki gücü ne olursa olsun o partiye bağlı ve onun direktiflerini yerine getiren ve gençliği bu doğrultuda harekete geçiren yegane parti gücüdür. Bu anlamada gençliğin kazanılması ve eğitilmesi ve parti militanlarının bu okulda eğitilmesi görevi tek başına TGKB'ye bırakılamaz.

Gençlik sorununu kısmen de olsa TGKB'ye bırakmak, Onu üstlenemeyeceği, sorunlarını çözemeyeceği ağır görevlerle karşı karşıya bırakmak demektir. Geçmişte parti içinde böylesi bir hata yaşandı ve bu durum bir yandan geniş gençlik kitlelerini kazanma faaliyetini diğer yandan partinin gençlik içindeki çalışmasını zayıflattı.

Parti her aşamada gençliğin önderi ve yöneticisidir. Partinin yap­ması gereken önderliğinin ve yönetimin gençliğe devredilmesi ile yaşanan zaaf gençlik sorununun TGKB' nin sorunu olarak görülmesi, beraberinde getirmiştir. Bu durum gençlik örgütü içinde  par­ti taklitçiliğini beraberinde getirmiştir. Bu zaafın aşılması için atılan adımlarda  TGKB’ye yöneltilen eleştirilerde dar kadrocu davranış ve bu davranışın kırılması yönündeki adımlarda her önüne gelenin Komsomol gençliğe dahil edilmesine yol açtı. TGKB dar bir kadro örgütüne dönüşmekten kaçarken ne yazık ki her önüne gelenin örgüte kabul edilmesine  ve bunun da gençlik örgütünün partinin zaaflarına da bağlı olarak sürekli düşmandan darbeler yemesine ve düşman karşısında ciddi direniş zaafları göstermesine neden oldu.

TGKB'nin, sempatizan fakat devrimci enerji ve gönüllü çalışma isteği ile dolu, genç unsurların ideolojik-siyasi ve örgütsel olarak eğitilip, geliştirildikleri bir komünizm oku­lu olduğu gerçeği bir kez daha hatırlanmalıdır. Genç sempatizanlar­da örgüte giriş için asgari bir ideolojik-siyasi ve örgütsel düzey  aranması ve bu konuda katı davranılması gerekmez Bu  kötü bir parti taklitçiliğidir. Parti taklitçiliği yapmayalım derken de her gencin örgütlenebileceği ve örgüte girebileceği gibi sakat bir anlayışa düşmeden parti okulu olmanın kıstasına uygun davranarak  gençlik tabakası içinde savaşabilecek unsurlara yönelmek onları sistemden koparmak ve komünizme kazanmak diye bir hedefimiz vardır.

Komünist partisinin sosyalizm ve sınıfsız toplum hedeflerine, komünizme sem­pati duyan gençliği ayrı örgütlemek Marksist-Leninistler için evrensel bir uygulamadır. Geçmişte ve bugün ko­münist partileri, parti ve komünizme sempatizan gençlik kitlesini, Genç Komünistler Birliği veya  Komünist Gençlik Birliği şeklinde adlandırılan örgütlerde örgütlemişler­dir.

Bu tip örgütlerin, somut olarak Türkiye Genç Komü­nistler Birliği'nin işlevi nedir? Biz bu soruya; TGKB, partiye yeni üyelerin hazırlandığı, eğitildi­ği, bir parti okulu ve parti önderliğinin gençlik içinde sağ­lamlaşmasının aracı bir örgüttür. Diyerek cevap veriyoruz.

TGKB yukarıda formüle edilen işlevi ancak Partinin her kademedeki ve her alandaki doğrudan ve yakın önderliğiyle yerine getirebilir. Partinin doğrudan ve yakın önderliği olmadan TGKB, yeni, sağlam, canlı kadroların yetiştirildiği bir  örgüt, bir parti okulu, bir komü­nizm okulu olamaz. Partinin doğrudan ve yakın önderli­ği olmadan, TGKB, parti önderliğinin gençlik içinde sağlamlaştırılmasının aracı; gençliği devrime kazanmada, devrim ve komünizm için eğitmede partinin aktif, militan, inisiyatifli bir yardımcısı olamaz. Partinin doğrudan ve ya­kın önderliği olmadan TGKB parti için bir yedek güç ola­maz. Partinin doğrudan ve yakın önderliği olmadan, TGKB güçlü, canlı ve sağlam olamaz. Son olarak parti­nin her kademedeki ve her alandaki doğrudan ve yakın önderliği olmadan TGKB yolunu bulamaz.

Partinin TGKB'ye önderliği ilkesi: İdeolojik siyasi planda tam bağımlı­lık, örgütsel planda bağımsızlık şeklindeki formüle edilmiştir. TGKB'nin programda ve genel siyasi taktiklerde bağımlılığı, fakat somut gündelik siyasi faaliyetlerde ser­bestliği vardır. Dikkat edilmesi gereken temel yan;  TGKB, hiçbir zaman partinin program ve siyaset ve taktik­leri temel alan, fakat gençlik içinde faaliyet sürdüren bir “parti” değildir bu duruma durumuna düşmekten kaçınmalıdır. Parti ve Gençlik örgütü arasında karşı­lıklı demokratik danışma partinin önderliğini ret etme anlamına gelmez. TGKB'nin gücü, partinin yakın ve somut önderliğin­de yatar.  TGKB bundan çoğu kere önemli ölçüde yoksun kalması gençliğin yönünü şaşırmasına yol açar.

Partinin bir yan örgütü olan TGKB, siyasi bakım­dan partiye bağlıdır, örgütsel olarak bağımsızlığa sahip­tir. Siyasi bağımlılık, sadece program ve tezlerin ka­bulü ve savunulmasından ibaret değildir, aynı zamanda partinin ülke çapında sürdürdüğü mücadeleye bağımlılık­tır.

Örgütsel bağımsızlık kendi İç örgütsel faaliyetinde ve parti kararlarının, parti organlarının önderliğinde inisiyatifli bir şekilde hayata geçirilmesinde, örgütlenmesin­de bağımsızlıktır. Bu durum Partinin, TGKB'nin iç örgütsel faaliyetine müdahale şeklinde anlaşılmaması ve buna dönüşmeme­si kaydıyla, TGKB'nin her kademede partiye örgütsel ola­rak da bağımlı olmasıdır.

2) TGKB'nin gençliğin öncü müfrezesi, deyim uy­gunsa “gençlik partisi” olarak görülmesi yan­lış eğilimdir. Gençlik sorunu TGKB'nin değil partinin sorunudur. TGKB, gençliğin öncü müfrezesi değildir. Türkiye proletaryasının ve emekçi halkının ve onun gençliğinin öncüsü, Partidir.

Gençliği devrime kazanarak devrim İçin Örgütleyecek ve devrim yolunda seferber ede­bilecek biricik güç partidir. Partinin somut ilgisi, sürekli cabası ve önderliği olmadan gençlik kazanılamaz, eğitilemez, örgütlenemez ve mücadeleye yöneltilemez. İşçi sı­nıfı ve emekçi halkın olduğu gibi gençliğin de biricik ön­cüsü, önderi Partidir. Partinin çeşitli halk sınıf ve tabaka­larına siyasi önderliği bölünemez, şu veya bu örgüte bı­rakılamaz.

TGKB'ye gelince; O, sadece, gençliği kazanma, eğit­me, örgütleme ve seferber etme faaliyetinde partinin ya­rarlandığı bir araç, bir yardımcı örgüt, bir yedek güçtür.

TGKB, parti önderliğinde komünizm için verilen mücadeleye katılan gençliğin kitle örgütüdür.» TGKB'ye üye alırken ideolojik-siyasi, örgütsel tecrübe ve olgunluk aranmaz. TGKB'ye katılanlar bunu partinin ya­kın önderliğinde, bizzat TGKB içinde ve TGKB faaliyetin­de kazanacaklardır. Onlar bu yolla gelişip serpilecekler ve partiye hazırlanacaklardır. TGKB'ye katılmak için, komünizme sempati duymak, partinin devrim ve komünizm için verdiği mücadeleye gö­nüllü ve istekli olarak katılmak, denetime ve disipline açık olmak yeterlidir.

TGKB konusunda saflarımızda ortaya çıkan ve bir dönem gençlik içindeki faaliyetimizi ciddi olarak etkile­yen, zaaflara karşın Genç Komünistler, faşist diktatörlüğün ağır baskı ve terörüne hedef olmalarına, ölmelerine, işkencelere, zin­danlara karşın örgütümüzün gösterdiği doğrultuda genç­lik içinde faal olarak çalıştılar. Gençlik alanındaki başa­rılarımızda önemli rol oynadılar. Örgütü çizgisine, onun önderliğine karşı, ciddi zaafla­ra karşın herhangi bir gerici tutum ve davranış gös­termediler. TGKB'nin saflarından örgütümüze önemli mik­tarda kadro kazanıldı.

Geçmişte TGKB'de ideolojik-siyasi eğitimin noksanlığı ve bunun sonucu olarak TGKB safla­rında ki ideolojik-siyasi gerilik kendisini oldukça sık ortaya koyardı. Bu gün için geniş gençlik yığınları içinde apolitiklik düzenin ideolojik etkisine kapılmak  TGKB için çok önemli bir so­rundur. Genç komünistlerin büyük çoğunluğunun ideolo­jik-siyasi düzeyi çok düşüklüğü bu gençliği kazanmada başlıca engellerden birisidir.

 Oysa TGKB'nin tanımla­dığımız temel işlevi bu durumla çelişir. İdeolojik-siyasi düzeyi düşük oldukça TGKB, partinin önüne koyduğu gö­revleri zamanında, tam, faal ve sağlıklı bir şekilde yeri­ne getiremez. Gerekli canlılığı ve insiyatifi gösteremez. Aynı şekilde ideolojik-siyasi düzeyi düşük oldukça, TGKB partimiz için sürekli olarak çok sayıda kadronun yetişti­rildiği bir örgüt olamaz. Bundan dolayı TGKB'de ideolojik-siyasi eğitime gerekli önem verilmeli, parti buna doğ­rudan önderlik etmelidir.

Geçmişin  TGKB'nin önemli eksikliklerinden birisi de; büyük ölçüde öğrenci gençlik  alanında  sıkışıp kalmasıdır.  Bugün bu zaaf aşılmalı başta işçi gençlik olmak üzere diğer gençlik kesimlerini de kapsayacak şekilde TGKB'­nin örgütlenme ve faaliyet alanını genişletmeliyiz.

TGKB üyelerinin büyük çoğunluğu öğrenci değil işçi kökenli olması hedeflenmelidir. TGKB'nin sınıf bileşimini başta işçi kökenli unsurlar ol­mak üzere emekçi kökenli unsurlarla adım adım güçlen­dirmeliyiz. TGKB İşçi ve köylü gençliğin sosyalizme ve komünizme sem­pati duyan parti programını kabul eden unsurlarını kapsamalıdır. Bu ancak TGKB' nin partimizin somut çalışmasıyla, işçi ve köylü gençlik alanında örgütlenmesiyle mümkündür.  TGKB'nin fonksiyonu, Stalin'in de belirttiği gibi Genç Komünistler Birliğinin çekir­değinin işçi kökenli, çoğunluğunun ise emekçi kökenli unsurlardan oluşması bizim için de bir hedef olmalıdır.

Sonuç olarak; TGKB bir yandan gençlik alanındaki zorlu görevlerimizi başarmada, gerçekleştirmede; sadık, militan, faal bir yardımcımız ve partimizin önderliğinin gençlik alanında sağlamlaşmasının en uygun aracı; diğer yandan ise partimize yeni üyelerin hazırlandığı, eğitilip geliştirildiği bir okul olmalıdır. TGKB ancak partimizin her alandaki ve her kademedeki doğrudan ve somut önder­liği altında böyle bir örgüt olabilir.

Gençlik Çalışmasının Gelişimi

 Komünist gençliğin hedefi Birincisi: İki ulustan ve çeşitli milliyetlerden İşçi-köylü-öğrenci gençliğin siyasal örgütlenmesi. İkincisi ise; farklı gençlik kesimle­rinin bulunduğu birimlerde veya alanlarda kurulacak ve bu alanlarda veya birimlerdeki tüm kitleyi kapsayacak mesleki örgütlenmeleri yaratmak...

Fakat gençliğin mesleki örgütlenmesi alanında aynı başarılı faaliyet gösterilemedi. Bunun nedenlerinden biri, birimleri temel olan çalışmamızda düşülen zaaftı. Birim­ler düzeyinde sistemli ve çok yönlü faaliyet örgütlemede yetersiz kalındı. İkinci neden —birincinin de sonucu ola­rak— mesleki örgütlenmelerin taşıdığı büyük önemin kavranmaması, dikkatin tek yönlü olarak birleşik siyasi ör­gütlenmede yoğunlaştırılmasıdır. Oysa birleşik siyasi ör­gütlenmenin gelişip güçlenmesi birimleri temel alan sis­temli faaliyeti ve mesleki birim örgütlenmesindeki başarı­lı faaliyete sıkı sıkıya bağlıdır. Bir üçüncü neden olarak da, mesleki örgütlenme konusundaki görüşlerimizin ye­terli somutluktan yoksun olmasını ve uygulamada deği­şik birimlerin somut durumunun gözetilmemesini göste­rebiliriz. Bu olumsuzluk liseli gençlik kesimi için bugün aşılmaktadır ve bunun sonucu olarak bu alanda olumlu bir gelişme görülmektedir.

Gençliğin devrimci birliğinden anlaşılması gereken şeyin milyonlarca işçi-köylü-öğrenci gencin, yani tüm halk genç­liğinin parti önderliğinde, devrim yolunda birliği olduğu­nu unutulmamalıdır. Fakat gençliğin birliği alanında, uzun za­man bu doğru siyasi perspektife uygun bir faaliyet sürdürmek zorunluluğu ile karşı karşıyayız. Devrimci-demokrat siyasi hareketlerin etkilediği gençlik kesimlerinin devrimci birliğini sağlama görevi, geniş gençlik kesimlerini birleştirme görevinin önü­ne çıkarılmamalıdır. Bu aynı zamanda geçmiş zaaflarımızdan birisi olmuştur.

Kendisi bugün içinde Türk, Kürt ve çeşitli milliyetlerden komünist gençliğin örgütlü birliğinin ifadesi olan TGKB, ör­gütümüzün yardımı ve yol göstericiliğinde dünya komü­nist ve devrimci gençliği ile enternasyonalist birlik ve da­yanışmaya Önem vermeliyiz.

 Bugünkü Durum ve Partimizin Gençlik Alanındaki Görevleri

Bugün gençlik üzerindeki baskı ve sömürü artarak sürmektedir. İşsizlik, yoksulluk, faşist baskı ve terör, ha­yatı gençlik için de çekilmez bir duruma getirmiştir. Bu durum gençlik kesimindeki devrimci uyanışı hızlandıracaktır. Ekonomik ve siyasi krizin ağır sonuçlan en çok işçi ve emekçi gençlik  kesi­mlerini etkilemektedir ve ezmektedir.

Bugün geniş gençlik kitleleri, özellikle emekçi genç­lik kitleleri burjuva-feodal düzenin çürümüşlüğü ile yüz yüze gelmekte ve ona karşı mücadeleye girişmektedir. İş­çi sınıfı ve emekçi halk saflarındaki devrimci kaynaşma gençlik kesiminde daha belirgin ve daha derindir.

Egemen sınıflar, onların faşist   diktatörlüğü, gençliğin uyanışı, düzenden ve düzen partilerinden kopuşunu, siyasileşmesini, kısaca devrimcileşmesini engellemek ve halk mücadelesini bastırmak için, başta baskı ve terör olmak üzere çeşitli taktiklere ve yöntemlere başvurmak­tadırlar. Fakat şu kesin olarak bilinmelidir ki, bütün bu açık ve sinsi çabalar belirli bir etki yapmakla birlikte genç­liğin bugünkü devrimci yönelişini durduramayacaktır.

Bugün gençlik kesiminde durum özet olarak böyledir. Gençliği kazanmak için çok uygun koşullarla karşı karşıyayız. Partimizin Önünde bu uygun objektif koşullan en iyi bir şekilde değerlendirme, gençliği devrime kazanma, kendi önderliğimizde birleştirip örgütleme görevi durmak­tadır.

Önümüzdeki dönemde gençlik içindeki çalışmamızı güçlendirmeli ve yaygınlaştırmalıyız. Buhranın etkisiyle burjuva-feodal düzenden ve faşist, reformist partilerden kopan gençliğe doğru yolu, kurtuluşun gerçek yolu olan devrim ve sosyalizmin yolunu göstermeliyiz. Gençliğin gerçek kurtuluşu faşist diktatörlüğü yıkma, devrimi ger­çekleştirme mücadelesine aktif bir şekilde katılmaktan geçmektedir. Partimiz bütün gücüyle gençliğe bunu gös­termeli, ona bu yolda önderlik etmelidir.

Gençliğin burjuva ideologlar, revizyonistler ve başka bir kılık altında or­taya çıkabilecek reformistler ve her türden gericilik tarafından aldatılmasına izin vermemeliyiz. Çalışmalarımızı gençliğin ileri, nispeten bi­linçli kesimleriyle sınırlandırmamalı, onun geri kesimleri­ne de gitmeliyiz. Gençliğin geri kesimleri siyasileşmekle birlikte, devri­me yönelişten henüz çok uzaktırlar. Milliyetçi ve dini ön­yargılar gençliğin bu kesimini faşizmin demagojisine açık bir duruma getirmektedir. Faşist partilerin gençliğin  bu kesimini aldatmalarına, onun çıkarlarına sahip çıkıyor gö­zükerek karşı-devrimin aleti yapmasına izin vermemeliyiz.

Yeni dönemde çalışmalarımızı daha geniş ölçüde emekçi gençliğe, özellikle işçi gençliğe yöneltmeliyiz. Bu­gün işçi gençlik içindeki çalışmamız henüz ye­terli, değildir. Bunu hızla gidermeliyiz. Yıllardan beri sa­vunduğumuz «Gençlik hareketinin temelini işçi gençlik oluşturmalıdır» düşüncesinin gereklerini yerine getirmeliyiz. Gençlik hareketinin öncüsü ve temeli işçi gençlik içinde çalışmaya ve onu kazanmaya ayrı bir önem vermeliyiz. Bu sadece gençliğin geleceğini değil, partimi­zin de geleceğini ilgilendiren bir sorundur. Çünkü biz işçi sınıfının, geleceğin partisiyiz. İşçi sınıfının geleceğinin sa­hibi ise onun genç kesimi olacaktır. Lenin : «Biz daima ile­rici sınıfın gençliğinin partisi olacağız» diye yazmıştır. Bu söz işçi gençliğe vermemiz gereken ayrı önemi vurgula­maktadır.

Önümüzdeki dönemde en önemli görevlerimizden biriside silah altına alınmış işçi ve köy­lü gençlerden oluşan asker gençlik içinde çalışmayı da gündeme getirmemizdir. Bu faşist orduyu içten zayıflatma ve çökertme görevimizin en önemli unsurudur. Bugün faşist diktatörlük büyük çoğunluğunu genç işçi ve köylülerin oluşturduğu bir milyonu aşkın bir ordu bes­lemektedir. Bu yüz binlerce genç tam bir faşist denetim ve disiplin altında tutulmakta, en koyu bir ırkçı, faşist ve mi­litarist propagandayla eğitilmekte ve bunlar devrim mü­cadelesini engellemekte, emekçi halka boyun eğdirmede kullanılmaktadır. Diğer yandan yüz binlerce genç, asker­lik süresi boyunca, subay takımı tarafından en iğrenç maddi ve manevi baskılara tabi tutulmakta, aşağılanmak­ta, sık sık cezalandırılmaktadır Kapalı kışla hayatıyla on­lar normal hayattan ve halktan koparılmaktadır. Bu fa­şist diktatörlüğün bilinçli bir tutumudur, Amaç asker genç­liği halka yabancılaştırmaktır. Asker gençlik en doğal insani haklardan yoksundur. Yaşama koşulları çok kötüdür. Önümüzde asker gençliği devrime kazanma görevi vardır. Aslında gençliğin bu kesimi içinde gizli bir devrimci biri­kim mevcuttur. Uygun yol ve yöntemlerini bularak bunu canlandırmalıyız. Asker gençlik içindeki çalışmada, asker­lik öncesi eğitimin önemi büyüktür. Askerlik çağına gelmiş, askere alınacak olan gençleri, militarizm ve faşist ordu­nun yapısı konusunda ve askerlik döneminde kendilerini bekleyen görevler konusunda eğitmeliyiz.

Çocuklar henüz hiç el atmadığımız bir alandır. Gele­ceğin neslini şimdiden devrimci değerlerle, devrimci bir bilinç ve ahlakla eğitmek partimizin görevidir. Egemen sı­nıflar çocukları kendi ideolojileri ile zehirlemeye özel bir önem veriyorlar. Onlar bugünün genç neslinin devrimci şahlanışını gördükçe, çocuklara yönelik demagojik pro­pagandaya daha çok hız veriyorlar ve bunun içirt radyo, televizyon ve basın olmak üzere her türlü aracı kullanı­yorlar. Oysa bu aşağılık düzen çocuklar için açlık, hasta­lık, ölüm, sefalet, ezilme, daha 8-10 yaşlarında iken en iğrenç şekilde sömürülme demektir. Bu sömürü düzeni çocuklara çocukluğu bile yaşatmamaktadır. Çocuklara mutlu bir yaşantıyı ve güvenli bir geleceği ancak partimiz, onun izlediği devrim ve sosyalizm davası verebilir. Bu gerçek şimdiden çocuklara kavratıl malıdır. Türkiye Genç Komünistler Birliği aracılığıyla çocukların eğitimini ve ör­gütlenmesini gündeme getirmeliyiz.

En az gençliği kazanmak kadar önem taşıyan bir baş­ka sorun gençliği örgütlemektir. Gençlik örgütlendiği ve örgütlü olarak seferber edildiği ölçüde devrim mücadele­sinin etkin, militan bir gücü haline gelebilir. Bu gün gençlik alanında yaygın bir örgütlenmeye sahip olmak zorundayız. Her gençlik örgütü devrime akan yeni güçleri kazanabilecek bir örgütsel yapıya, iç işlerliğe ve çalışma tarzına sahip olmalıdır. Bugünkü durumunda bile gençlik örgütleri, örgütleyebildiklerinden daha geniş bir gençlik kesimini etkileyebilmektedirler. Fa­kat buralarda buna uygun bir yapı ve çalışma tarzı ege­men kılınmadıkça, gençlik örgütlerimiz etkiledikleri genç­lik kitlesinin tümünü kucaklayamaz ve seferber edemezler.

Gençlik Örgütlenmesi kendisini yasal sınırlara hapsetmeyen, her koşul al­tında yaşayabilecek ve faaliyetlerini aksatmadan sürdü­rebilecek örgütlenmeler yaratmak zorundadır. Bugüne kadarki tecrübelerimiz bunu doğru­ladı. Bugün gelinen yerde illegal kitleyi gençlik örgütlenmesi uygulama­sında oldukça önemli bir yol almış ve belirli bir tecrübe kazanmış durumdayız. Bu uygulamayı geliştirmeli, yeni örgütlenmeleri bu anlayış temelinde yaratmalıyız.

Gençliğin mesleki örgütlenmesi alanında daha önce belirtilen zaafları bir an önce gidermeliyiz. Mesleki örgüt­ler, en geniş gençlik kitlelerinin birleştirilmesinde ve ha­rekete geçirilmesinde özel bir öneme sahiptirler.

Milyonlarca yeni genci devrime kazanabilmek, devrim­ci gençlik kesiminde var olan zaafları yenmeye ve onun devrimci birliğini gerçekleştirmeye sıkı sıkıya bağlıdır. Güçlü bir devrimci gençlik hareketi, düzenden kopan, siyasileşen yeni gençlik kesimlerini devrime çekecek olan önemli bir etkendir.

Devrimci  gençlik  kesiminde  bugün  hâlâ önemli görev, devrimci gençlik güçlerinin devrimci bir platformda güç ve eylem birliğini gerçekleştirmektir. Bunu başarmak her türlü gericiliğin ve burjuva ideolojisinin devrimci gençlik saflarından atıl­ması anlamına gelir. Bu­gün devrimci gençlik safları eskisi kadar bölünmüş ve da­ğınık durumdadır. Bu alanda da hâlâ önemli görevler vardır. Sürekli ve istikrarlı bir ey­lem birliği henüz gerçekleşmiş değildir. Bu mücadele amansızca sürdürülmelidir.

Ülkemiz çok uluslu bir ülkedir. Bu durum önümüze Türk, Kürt ve çeşitli azınlık milliyetlerden gençliğin dev­rim yolunda birliğini gerçekleştirmek görevini koymakta­dır. Ulusal sorun konusundaki düşüncelerimiz bu birliği sağla­manın temelini ve yolunu göstermektedir.

Bugün  faşistler,   reformistler,  revizyonistler,   burjuva milliyetçisi akımlar;  her biri kendi konumuna  uygun  bir şekilde iki ulustan ve çeşitli azınlık milliyetlerden oluşan gençliğimizi bölmeye,' onun devrimci birliğinin oluşmasını engellemeye çalışıyorlar. Bu çabaları boşa çıkarılmalı, iki ulustan ve çeşitli milliyetlerden gençliği partimiz Önderli­ğinde birleştirmeliyiz. Gençliğin gerçek çıkarları bunu ge­rektirmektedir.   Bunu  gerçekleştirme, şovenizme  ve  mil­liyetçiliğe karşı sürekli bir mücadeleyi de gerekli kılmak­tadır.

 YENİDEN YAPILANMAK NEDEN GEREKLİ?

 Solun ve toplumsal mücadelenin bugün geldiği noktanın  anlaşılması için, aldığı son biçimi koşullandıran belli başlı faktörleri ortaya koymak ve onların kökenine inmek gerekir. Bu da, tarihsel gelişimi yakalamak; içsel gelişmenin seyrini ve bu gelişim seyrini koşullandıran faktörleri bilince çıkarmak gerekir.

Her özne, dünyasındaki olgu  ve gelişmelere  kendi ideolojik dünyasına uygun bir biçimde yaklaşır. Gelişmelere karşı bazı yaklaşımların ideolojik olması yadırganamaz. Bütün gelişmeleri ideolojinin penceresinden değerlendirmek de gelişmeyi kısır döngüye hapsetmeye çalışmaktır.  Bu yaklaşım genel ifadesi  uluslararası sistemde kapitalizm krizlerini kendisini yenilemeye  çalışmanın ön adımı olarak kullanırken, kapitalizme karşı mücadele eden güçler için aynı şey söz konusu olmamaktadır.

Toplumsal mücadele her yönüyle iktidar hedefine yönelik, sınıflar arası bir mücadeledir. her sınıf karşıtıyla birlikte var olur, her yeni sınıf kendisine bağlı olan sınıfı toplumsal olarak yaratır. İdeolojik olarak sınıf mücadelesi, iki karşı sınıfın çatışmasından kaynaklanan savaşın içinde iktidar olma mücadelesi veren yığınların kendilerini iktidar olarak gerçekleştirme çabalarına dayanır.

Bu çaba Marksizme göre sınıf savaşımının zorunlu sonucu, sınıfsız toplum içindir.  Bütün bunları yapan, bütün bunlara sahip olan ve bütün savaşımlara girişen, insandır, gerçek ve yaşayan insan,  tarih, kendi öz erekleri ardından koşan insanın etkinliğinden başka bir şey değildir.(Marx)  Bu erek her aşamada iktidar olmayı hedeflemelidir.

 TÜRKİYE’DE SOLUN GENEL DURUMU

 Gelinen yerde Türkiye solu, geleneksel açıdan iktidara talip olmayı değil, “muhalif” olarak rüştünü ispat çabası içinde, yürütülen politikalara bağlı olarak, devlete kendisini muhatap olarak kanıtlama temelinde oluşan kişiliği; bunu örgütüne ve mücadele anlayışına yansıtması bugüne ulaşan temel özelliği olagelmiştir. *

Muhalif olmak mı? alternatif olmak mı? sorularının yarattığı kafa karışıklığı solun kadro olarak gıdasını yoksul ve ezilen kitlelerde ve bunların mekanı varoşlarda  bulurken; Klasik anlamda proleter sözcüğünden anladığı “bilinçli”, “örgütlü” işçi için öncü kavramı ile hareket ettiğinden ve ancak öncünün bu kesimden çıkacağını düşündüğünden genel olarak politik olarak seslendiği kesim ise fabrikalarda çalışan ve sendikalarda örgütlenmiş işçiler olmaktadır. Bu alanların (fabrika ve işçi sendikalarının) dışında  kalan kesimler, işçi sınıfı içinde dahi sayılamayacakları gibi örgütlülük için uygun değillerdir.

Türkiye sınıf  hareketi, dünya sınıf hareketindeki gerileme ile birlikte  pratik ve teorik alanda en tıkanık  dönemini yaşıyor.  Bu durum, sorunun neresinden tutulacağı, nasıl bir yöntemle yapılacağı konusunda kafa karışıklığıyla ilgilidir. Mevcut yaklaşımlar sorgulandığında veya benimsediği geleneğe eleştirel baktığında, mevcut devrimci konumun ve mevzilerinden de uzaklaşacağı, savrulmalardan kurtulamayacağı gibi devrimci kaygılar da, sorunda kısırlığın en başta gelen nedenleri arasında yer alıyor.

Türkiye devrimci hareketi, devrimci pratik için gerekli, teorik derinlikli ilgilenmeyi birlikte gerçekleştirme olgunluğuna henüz ulaşamamıştır. Hangi konuya yönelse savrulmalardan kurtulamamaktadır. Oysa bu birlikteliği başarmak, komünistler için yaşamsal önem taşıyor. Çünkü korkularla, önyargılarla yol alınmadığı yaşanarak görülen bir gerçektir. Kaldı ki, devrimci hareket politik ve örgütsel olarak da gerileyebileceği en geri noktaya da yaklaşmıştır; mevcut konumda ısrar, artık bir çürümedir.

Özellikle yasal olarak örgütlenenlerde bariz bir şekilde görülen, kendisini işçi emekçi örgütü olarak tanımlayanların, devlete doğru “beni de görün” feryatları içinde örgüt olarak rüştlerini ispat çabası, devlete kendisini muhatap olarak kanıtlama temelinde oluşan kişiliği; bunu örgütüne ve mücadele anlayışına yansıtması örgütlenmelerin  temel bir özelliği olagelmiştir. Bu iddianın temelinde yatan gerçek şudur: Osmanlı’dan bu yana ilk muhalefet hareketlerinden başlayarak günümüz örgütlerine kadar “Marksist” veya “sosyalist aydınlar”, sadece politik muhalefet görevini üstlenen örgütler içerisinden çıkarak gelmişlerdir.

Devrimci arenada varolan hareketler, bir yandan kapitalizmin egemenliğini kabul ederek sosyalist devrim perspektifi ile devrim tahlilleri; diğer yandan kapitalizmin aşırılıklarının ön plana çıkarılmasına dayanan ve bunları yok etmeye yönelik reform programları yapmaktadırlar. Mücadele alanında ön plana alınan ise ne devrim ne sosyalizm hedefidir. Önemli olan varlığını sürdürebilmenin ve bu söylemler üzerinden rant koparabilmenin araçlarını yaratmaktır. Açıktan savunulan ise sistemin aşırılıklarının törpülenmesi ve sistemle ortak bir arada yaşamın sürdürülebilmesi çabasıdır.

Düzene muhalefet eden hareketlerin programlarda yazılan “iktidara gelince yapacaklarımız” bölümüne sayılan işler (hareketlerin hiçbir zaman yönetmek üzere örgütlenme anlayışının bulunmamasına rağmen) kendini muhalif olarak ispatlamaya çalışmanın bir ürünüdür. Çünkü bu ifade, “Yapılacakları devrimle (ancak) biz başarabiliriz, bu koşullarda  başka türlü olamaz"ın anlatımıdır. Bu, Leninist anlamda “talepler için mücadele etme”ye çağrıda bulunmak değil, öncelikle kendilerini kitlelerin yerine koyma ve kitleye rağmen kitle politikası izlemek ve savunulan düşüncelerin düzen içinde çözülemeyecek sorunlar olarak gösterilmesidir. Oysa savunulan taleplerin niteliğinin burjuva demokratik taleplerden öteye geçememesi, onların elindeki (teorik gibi görünen) silahları da almaktadır.

Diğer yandan; yasalcı, küçük burjuva örgütsel yapılar, Marksist teoriyi kendi sınıfsal gerçeklerine göre değerlendirdiğinden. Hiç bir bilimsel araştırma dayanağı olmadan öne sürülen  programatik düşüncelere dayanak arama girişimi, araştırmada olguları ‘amaca uygun bir biçimde irdeleme’ tek yanlılığını getirmiştir. Her sınıfsal yapı bir örgütlenme aracılığı ile kendisini ortaya koyarken söylemlerin sol ve Marksist tandanslı olması bu gerçeğin üstünü örtmemektedir.

Sol hareketin ortaya koyduğu teorik siyasal programlar, gelişmenin yarattığı yeni koşulların farklılığını gözetmek yerine onları yapay bir biçimde ya ideolojik davranarak yok saymaya çalışmakta ya da bu yeni gelişmeleri tümden kabullenip gelinen yerin en iyi nokta olduğu savunuları ile sistemler bir çeşit uzlaşma alanları yaratılmaktadır. Diğer yandan yasal olarak kurulan partiler ise bir çeşit orta yolculuk tavrı ile hem ideolojik söylemlere baş vururken diğer yandan uzlaşımların çabaları, yöntemdeki idealizmi ortaya koyucu niteliktedir.

Marksist olmaya Marx’ın eserlerinin okunması nasıl yetmiyorsa, Lenin'in Ne Yapmalısının bir bölümünün okunması da “devrimci Marksist örgüt yaratmaya” yetmiyor. Söyleme “bahane bulma” tarzı okumalar, ideolojik olarak doktrinarizmi,örgütlenmede de dar örgütçü ve sekter kast tipi örgütleri ortaya çıkarmıştır. Marksist örgüt olmakla yetinmeyip yasla alanlara yelken açan yapılarda ise teorik alanda hiç bir şey söylemeye gerek görmeden pratik alanda kendi varlıklarını her koşulda sürdürebilmek için sistemle uzlaşmak dahil her türlü yönteme başvurmaktan çekinmemektedirler. Sınıf mücadelesini “baltalamaya” çalışan en tehlikeli sol oportünist unsurları haline gelmektedirler.

Onlara göre sınıf mücadelesinde sosyalizm ve iktidar demek; tutarsızlık, dünyayı bilmemek gelişmeleri yorumlayamamak demektir. İşçi ve ezilen mücadelesi ve sosyalizm demek ; marjinal olmakla suçlanmak, sınıf içerisinde kuşku ve moral bozukluğu yaratmak demektir. Hele hele yasal partilerin kendilerini koruma çabalarını eleştirmek “ kitlelerde sola ilişkin kuşku”  yaymak isteyen, “art niyetli” “inançsız” kişiler olmak  anlamına gelmektedir.

Bu gün var olan örgütler için devrimci, sosyalist, Marksist olmak sadece onların icazetinden geçmektedir. Bu icazeti almayanların, kazara eleştirenlerin bu örgütlerden çıktığı göz önüne alınırsa ne olduklarını tartışmaya bile gerek yoktur. Kitlelerden söz edenlerin kitleleri görmediği apaçık ortada iken muhalif örgütler olarak, kitleselleşmek adına ya legalizme yönelmekte, ya da kendilerini korumaya aldıkları kale duvarları ardında küçük gruplar olarak kalmaktadırlar.

Bugünkü mücadele platformunda mücadele içerisinde örgüt hegemonyalarına karşı da mücadele etmek durumunda kalan devrimciler; ilk başlarda içinde bulundukları örgütler içerisinden sınıf mücadelesini savunurlarken, içinde bulundukları örgütlerden zorla uzaklaştırılmakta ve ya önlerine konan engellerle dolayı bulundukları örgütleri terk etmeye zorlanmaktadırlar.

Tasfiye edilen “sahte solcuların” tasfiye edildikleri alan dışlarında bir araya gelmelerine  ve  örgütlenmelerinde yönelik eleştiri, sınıf mücadelesini bölmek, sınıf birliğine karşı çıkmak” sınıf mücadelesi içinde bölücülük olmaktadır. Yıllardır içinde bulundukları teorik iflası,  pratik alanla kapatmaya çalışıp onun yerine ısrarla pratiği ikame etmeye çalışanlar, Marksist devrimcileri teorisizlikle ve ideolojik-politik, örgütsel farklılıklarını ortaya koymamakla suçlarlarken bu farkı ortaya koymaya çalışanlara da yaşam hakkı tanımamaya çalışmaktadırlar.

Mücadeleyi kendi icazetleri altında tutmaya çalışanların devrimcilere yaklaşımı “anlayışları” ve “eylemleri” ile sınıf mücadelesine zarar verenler olarak “kötü niyetli kişiler”  olarak lanse edilirlerken, kitleler içine sızan “sahte solcular” olarak suçlanmaktadırlar. Dünya sınıf mücadelesi  tarihinde bu tür suçlamaları kullanan II. Enternasyonalcilerin durdukları yer herkes tarafından bilinmektedir.

Marksizmdeki pratik, nesnel bir zorunluluk olarak değişimin olmazsa olmaz koşuludur. Bu pratik, nesnenin gerçek hareketinin yarattığı pratiğin kendisi olan çelişkide yatar. Marx'ın, tarihi ve toplumu yaratanların gerçek ve somut insanlar olduğu görüşü, meşruiyetini buradan alır.

Örgütlenmelerin tümünde görülen, kendi gelişim süreçlerine, varılması gereken sonuç olarak bakan “nirvana”ya ulaşmış insanların yaklaşımı:  ermek için bu aşamalardan geçtik, sonra şu kadar süre ideolojik tartışma ve netlik aranışıyla geçti ve sonunda ‘erdik. ‘Ermişliğin’ dayandığı temellerden biri,  herkesin (bütün devrimcilerin) eninde sonunda kendi çevrelerinde toparlanacağına olan inanç”tır. Bu durum Türkiye devrim hareketini zayıflatan ve Komünistlerin kendi içlerinde birlik olma düşüncesini baştan kesen bir anlayışı beraberinde getirmektedir. Zira “olgunlaşmanın” ikinci aşaması zorunlu olarak çürümeyi getirmektedir. Gelişen ama dönüşemeyen yapılar belli bir gelişmeden sonra kendi içlerine dönüp katılaşmaktadırlar.

Bu tarzdan uzaklaşamayan devrimci örgütler, kendi sınıfsal konumlarını, Marksizm adına üretilen ideolojilerle teorize etmektedirler. Marksizm de buna kılıf olarak geçirilmektedir. Marksizmin yorumlarını, ideoloji adına politik destek olarak almak bir dönem örgütün hareketliliği için yetebiliyor. Fakat Türkiye solunda her yeni dönemlerinin sonrasında yapılan değerlendirmeler, nedense yapamamanın, bilememenin ve dönemi değerlendirememenin özeleştirisi olmaktayken. Alınan bir takım doğru kararların ise kadroların eksikliğine bağlı olarak hayata geçirilemediği, kadroların bu işlere yetmediği ve yeterince çalışmadığı eleştirisi üzerine kurulu değerlendirmeler kadroları örgütte tutmanın telaşıyla üretilmeye çalışılan teoriler, gerek örgütsel yapıyı gerek kadroları, zenginliğin bulunabileceği kaynaklardan da büsbütün uzak tutuyor.

Bu konuda en belirgin olan 1980 cuntasının yaşanabileceğini, Türkiye’de istisnasız tespit etmeyen ve bu konuda yazı yamayan örgüt hemen hemen hiç yok gibidir. Ama ne acıdır ki Bu tespitleri yapanların bunun gereklerine uygun davranmadıkları da gün gibi ortada zira 12 Eylül bir kasırga etkisi göstermiş ve tüm çadırları altüst ederek dağıtmaya yetmiştir.

Böylece her özeleştiri dönemi sol hareketler içinde yeni yapıların çıkmasının nedenlerinden birisi olmaktadır. Ayrışmalarda yeni grupların ifadeleri genel olarak “ben daha iyi yaparım" olurken, bireylerde ise örgütsüz kalma . Bir dönem büyüyen ve gelişen yapılar zaman içinde katılaşmakta ve örgütsel bütünlüğü koruma çabasına girmektedirler.

Gelinen yerde sınıf mücadelesine şu ya da bu şekilde destek veren, onu omuzlarında taşıyan ve ezilenler mücadelesinin herhangi bir yerinde yer alan tüm devrimci ve mücadelecilerin yapması gereken şey; sınıf mücadelesinde sınıfsız toplum mücadelesinde ezilenleri asgari bir program etrafında örgütleyecek onlara güven verecek ve bu uğurda onları mücadeleye çağıracak olan yeni örgütlenmeyi yaratmaktır. Bugün temel sorun mücadelenin dar alanlara sıkışmış, yasalcı düzen içi örgüt ve organlarda sönümlendirilmeye çalışılan bir faaliyet olmaktan çıkarılmasıdır. Dolayısıyla devrimciler toplumsal muhalefetin en dinamik güçlerinden birisi olma ve toplumsal mücadeleyi, düzen dışına çıkarma görevlerini bir arada ele almalıdırlar. Bunun için ilk adımda yapılması gereken açıktır: Bugün devrimciler toplumsal muhalefeti her yerde, her alanda  örmek ve yaymak sorumluluğuyla karşı karşıyalar.

Ezilenlerin en küçük bir hak arayışını bile düzene karşı genel bir karşı duruşun simgesi haline getirmek, eylemin biçimini ve politik içeriğini de önemsemek ayırıcı bir çaba ve eforu gerektirmektedir. Bu çaba aynı zamanda  egemenlerin karşısında işçi sınıfı ve ezilenlerin taleplerini öne çıkartmak, ezilenlerin önemli taleplerini birleştiren bağımsız bir politik eylem sürecini ve örgütlülük  yaratmaktır. Bunun için en önce devrimciler, örgütledikleri tüm mücadele biçimlerinin,  genel mücadele süreçleri içindeki anlamını iyi kavramalı ve sınıfı ve ezilenleri sadece eyleme değil, politik bir duruşa çağırmayı da hedeflemelidirler. Aksi halde ne mücadeleyi militanlaştırmak ne de birçok  mücadele süreçlerini birleştirebilmek mümkündür.

Böyle bir çalışma tarzının net bir politik kavrayış ve bilinç gerektirdiği ise açıktır. Ama önümüzdeki sürecin sorunları da ancak inisiyatifini ve enerjisini kollektif ve örgütlü bir devrimci politik gelişmenin sağlanması için harcayan, kendi devrimci politik gelişimini politik faaliyetin gelişiminin önkoşulu ve tamamlayıcısı haline getiren ve yaşamını bu temelde örgütleyen devrimci bireyler tarafından çözümlenebilir niteliktedir. Çünkü devrimciler bir yandan toplumsal mücadeleyi örgütleme konusunda öncü bir tutumu yaygınlaştırırken, diğer yandan da toplumsal mücadelenin devrimci bir akışın parçası haline getirilmesine ilişkin kapsamlı politik sorunlara çözüm üretme görevini üstlenmelidirler. İçinde yaşadığımız coğrafyada ve tarihsel kesitte, devrimin genel sorunlarına çözüm bulmaksa ancak bir mücadele örgütünün gerekli kıldığı kollektif bilinç ve sorumlulukla, gelişkin bir politik kavrayışla hareket eden devrimciler tarafından başarılabilir.

Muhakkak ki devrimciler sınıf örgütünün bulunduğu bir yerde yeni bir sınıf örgütü kurmaya kalkmazlar.  Türkiye’de kendisine sınıf örgütü diyen örgütlerin hiç birisi sınıf içerisinde yer almadıkları gibi, sadece sınıfı değil ezilenleri ve onların mücadelesini dahi görmemektedirler. Varolan örgütlenmelerin yarattığı ideolojik kaos içerisinde  yer almayan ya da onlardan ayrılan ve kendi başına duran devrimcilerin toplam sayısı bugün için Türkiye’deki toplam örgütlerin barındırdığı insan sayısını kat be kat aşar bir durumdadır.

Türkiye devrimci hareketinin mirasının içerdiği devrimci dinamiğin önemi, bütün sorunlarına rağmen, gözden kaçırılmamalıdır. Devrimci hareketin tarihi, her yanıyla sorgulanması ve iyi-kötü, doğru-yanlış yönleriyle ayıklanması gereken bir süreçtir. Bulundukları alan itibarı ile şu yada bu şekilde sınıf mücadelesi içinde yer alan bu devrimcilere düşen temel görev bulundukları alandan aktif bir biçimde yeniden yapılanarak mücadeleye daha aktif katılmak durumundadırlar.

Türkiye’de devrimciler bulundukları her alanda, , duyarlı, sorgulayıcı olmak ve gelişmeleri asgari düzeyde de olsa takip etmeyi başarmak zorundadır.  Kuşkusuz hiçbir hareketin diğer bir harekete “sen mücadele edemezsin” şeklinde bir dayatması olamaz. Fakat yapılan işlerin (olumlu ya da olumsuz), ortaya atılan iddiaların, söylenen hiçbir sözün hesabı tutulmamış ve gerektiğinde sorulmamıştır.

 Bugün toplumsal muhalefetin genel koşulları ve devrimci politik faaliyetlerin iç kültürü bu tür bir bilincin yeniden üretimi ve örgütlü politik ilişkilerin gelişimi bakımından son derece olumsuz bir genel atmosfer oluşturmaktadır. Toplumsal muhalefetin yaşadığı kriz örgütlü politik faaliyetle kurulan güven ilişkilerini zedelemekte, krizin ancak devrimci mücadele süreçleri içinde bulunabilecek olan çözüm olanakları görmezlikten gelinerek, öznel sorunlar temelinde kısır tartışmalar yaratma eğilimleri boy vermektedir. Toplumsal mücadelenin hemen hemen her kırılma döneminde solun ya sosyalizm ya da sosyalist demokrasi tartışmalarına dalarak devrimin güncel sorunlarından uzaklaşmasına neden olan bu eğilimin şimdiye dek hiçbir devrimci sürecin önünü açtığı görülmüş değildir. Örgütlü politik faaliyete ilişkin genel yaklaşım tarzı da politik nitelikleri oldukça geri kitle çalışmalarının normları, sol örgütlere egemen olan örgütlenme tarzlarına duyulan tepkiler ve geçmiş devrimci hareketlerin örgütsel anlayışlarına ilişkin genel kanıların etkisi altında oluşmaktadır. Her biri genel bir politik çerçeveye olumlu katkılarda bulunabilecek olan bu temeller, sağlıklı bir politik bakış açısıyla ele alınmadığında devrimci bir politik faaliyetin temel ilkeleri bakımından dağıtıcı ve yozlaştırıcı bir özellik kazanmaktadır..

Ancak bu olumsuz koşullar hayata müdahale etmek isteyen devrimciler için örgütlü politik ilişkileri ve bütünsel bir politik çalışmayı geliştirmenin gerekçesidir. Çünkü devrimcilik hayatın geri eğilimleri ile uzlaşmayı değil, bu eğilimlerle mücadele etmeyi; nesnel koşulların yarattığı olumsuzlukların şeklini almayı değil, bu koşullara şekil vermeyi amaçlayan bir yaşama biçimidir. Toplumsal muhalefetin bireyselleştirilmesi ve düzen tarafından giderek hapsedilmesine karşı bağımsız, militan ve bütünsel bir politik hattı yaygınlaştırmak da, içinde yaşadığımız toplumun yozlaştırıcı ve bozucu etkilerine karşı devrimci iyimserliği yeşertmek de, bugünkü sol kültüre egemen olan kasvetli güvensizlik havasını mücadelenin ve hayatın geliştiriciliğiyle silkip atmak da devrimcilerin varlık nedenidir. Bugünün görevi yüzümüzü geriye çevirerek kararsızlık üretmek değil, devrime doğru yürüme kararlılığını yaratmaktır.

 NEDEN BİR PROGRAM

İşçi sınıfı örgütlenmedikçe kendi başına bir bireyler topluluğundan öteye bir şey değildir. Dünya sınıfsal mücadeleler tarihinin Marksistlere öğrettiği şeylerden biriside örgütsüz olunmayacağıdır. “İşçi sınıfı her zamankinden daha fazla, sıkı bir örgüte ihtiyaç duyuyor. Şimdi o, bir saniye bile kaybetmeksizin kendisini bu mücadelelere hazırlamak için yorulmak bilmeden çalışmalıdır.”[401]

Marksizm’in ustalarının Komünist Manifestoda belirledikleri Komünist Parti, işçi sınıfının en ileri, en bilinçli en devrimci kesimi ve onun bir parçasıdır;  Devrimci komünist parti , bilinçli, adanmış ve uzak görüşlü işçilerden oluşur. Komünist Parti, bir bütün olarak işçi sınıfının çıkarlarından başka hiçbir çıkarı yoktur. Komünist Parti Manifestosu, Komünist Birliğin programı olarak ortaya sunulmasının temel nedeni devrimci bir parti siyaset sahnesine her şeyden önce bilimsel temellere oturan devrimci bir programla çıkması gerekliliğinin belirlenmesidir. “Komünist Parti, bir bütün olarak işçi sınıfından, işçi sınıfının tüm tarihsel yolunun net bir kavranışına bütünüyle sahip olması olgusuyla ayrılır ve bu yoldaki her dönemeçte, işçi sınıfının çeşitli gruplarının veya mesleklerinin değil bütününün çıkarlarını savunmakla yükümlüdür. Komünist Parti, işçi sınıfının en ileri kesiminin, tüm proleter ve yarı-proleter kitleleri doğru yola yöneltmekte kullanacağı örgütsel ve politik manivelasıdır.” [402]

Program, her şeyden önce Partinin ilkelerini, temel amaçlarını, bu amaçlara ulaşmanın yol ve yöntemlerini ve gerekçelerini ortaya koyacak, bunu ilan edecektir. Devrimci Komünist parti programı  kadrolarının sınıf mücadelesi içindeki en güçlü tutanaklarından biri olacağından, dostun düşmanın gözü önünde göndere bir bayrak olarak çekilmelidir. İşçi sınıfının öncüleri, işçi sınıfı, ezilenler gönderdeki bu bayrağa bakarak devrimci parti hakkında bir karar vereceklerdir.

Programın diğer bir amacı da Devrimci Komünist partisinin, kendisini işçi sınıfının geri kesimlerine uyarlamasına engel olmaktır. Diğer yandan tüm işçi sınıfını komünist öncü seviyesine yükseltmektir. Parti, proletaryanın tarihsel çıkarlarını savunarak, sınıf içindeki sosyalizme ve komünizme olan önyargılara karşı savaşım vermek zorundadır.

Her sınıf mücadelesi bir politik mücadeledir. Bu mücadelenin hedefi,  kaçınılmaz politik iktidarın alınmasıdır. Bir politik parti olmaksızın, politik iktidar ele geçirilemez, örgütlenemez ve sürdürülemez. Politik iktidarın alınması için Proletarya, net bir şekilde tanımlanmış amaçlara,  hem iç hem de dış politika için acil önlemlerin pratik programına sahip, örgütlü ve deneyimli bir partiye sahip olmalıdır. 

Proletarya, iktidar için zora başvurmak zorundadır.. Devrimci komünist parti programı, iktidar mücadelesinde, egemen sınıfa karşı bir savaş ilanıdır. Ortaya konulan program devrimci komünist örgütün önünü aydınlatan bir meşaledir. Kapitalist toplumun çözümsüzlüklerine karşı devrimci bir çözüm sunmak ve bu temel üzerinde bir savaş ilan etmek demektir. Bunu kavrayan herkes şunu da anlamalıdır ki, devrimci bir programa sahip tutarlı ve sınıf içinde bu programı ile örgütlü bir politik parti zorunludur.

”İşçi sınıfının gerçekten kararlı bir azınlığı, komünist olan, faaliyet göstermek isteyen, bir programa sahip olan, kitlelerin mücadelesini örgütlemek için yola çıkan bir azınlık; işte komünist parti de tastamam budur.”[403]

Bir bayrağın göndere çekilmesi güçler arasında savaşın ilanı demektir. Savaşın ilan edilmesi ile düşmana karşı bu bayrak altında savaşılacak, belirlenmiş temel hedeflere bu bayrak altında yürünecektir.

Devrimci parti, programı itibarıyla hiçbir şekilde, sınıf içinde belli bir kesime yönelmez. Apolitik karakterde, ve hatta gerici bir karakterde olduklarında dahi, kitlesel işçi örgütlerinden uzak durmazlar; onların içinde yer almaktan, kendi programlarını ve sosyalizm mücadelesinin gereklerini onlara anlatmaktan kaçınmazlar. Komünist parti bu örgütler içinde propagandasını aralıksız olarak sürdürür. Burjuvazinin yozlaştırıcı örgütsüzlüğe götürmeye çalışan çabalarına  karşı , işçileri yorulmaksızın ikna etmeye çalışır.

 DEVRİMCİ KOMÜNİST PARTİ PROGRAMI NEDEN GEREKLİDİR.

1-Komünist partinin irade ve eylem birliğini ifade ettikleri ve birlikte hareket etmenin olanaklarını oluşturup güçlendirdikleri dayanaktır. Parti bu dayanak sayesinde kadro ve sınıf ile bütünleşecektir. Komünistler, bu tip daha geniş işçi örgütleri içinde örgütlenme ve eğitim çalışmasını sistematik bir tarzda gerçekleştirmeyi en önemli görev olarak kabul ederler.

Devrimci komünist parti, sınıf savaşımını iktidar perspektifinden saptırmadan yönetir ve yönlendirir.  Devrimci proletaryanın düşmanlarının, bu geniş işçi örgütlerini ele geçirmelerini engellemek için mücadele eder. Bunun için ileri komünist işçiler, her zaman örgütlü davranmak zorundadır. Hareket hangi biçimi alırsa alsın komünizmin genel çıkarlarını gözetebilecek kendi bağımsız komünist partilerini oluşturmalıdırlar.

Program, kadroların sınıf ve örgüt arasında ki karşılıklı bağlılığın ve birliğin temeli olarak, aralarında kuvvetli bir bağ olacaktır.  Gerçek bir komünist partinin en önemli görevi, proletaryanın en geniş kitlesi ile her zaman en yakın temas halinde bulunmaktır.

Program, kendi başına yazı yığınından başka bir şey ifade etmez. Ama Devrimci bir parti için program karanlıkta yolunu aydınlatan bir meşaledir. Komünist propaganda ve ajitasyon proletaryanın ta merkezine kök salmayı hedeflemelidir. Bunun içindir ki program, işçi sınıfının ortak çıkar ve beklentileriyle ve özellikle de ortak mücadeleleriyle bütünleşmelidir.

Devrimci Komünist parti programının en önemli yönü, onun devrimci içeriğidir. Bu bakış açısından hareketle farklı durumlardaki somut sorunlar üzerine sloganlar ve tutumlar en dikkatli şekilde sınanmalıdır. Bu, sadece profesyonel kadrolar için değil, aynı zamanda tüm diğer parti üyeleri için de sürekli ve detaylı eğitimi gerektirir.

Devrimci Komünist Parti Programı, proletarya arasında öyle bir komünist tarzda savunulmalı ve kavratılmalıdır ki; komünist örgütümüz, savaşan proletarya tarafından bizzat kendi hareketinin cesur, uzak görüşlü, sadık ve enerjik önderi olarak kavranabilsin.

“Devrimci bir partinin ancak devrimci sınıfın hareketine fiilen rehberlik ettiği zaman adına layık olabileceğini akıldan çıkarmamalıyız. Gene, herhangi bir halk hareketinin sayısız biçimlere büründüğünü, durmadan yeni biçimler geliştirdiğini ve eski biçimleri ıskartaya çıkardığını, değişiklikler getirdiğini ya da eski ve yeni biçimlerin yeni bileşimlerini yarattığını hiç unutmamalıyız. Mücadelenin araçlarının ve metotlarının oluşturulması sürecine faal olarak katılmak, görevimizdir. “[404]

Ancak bu bütünlüklü, ayrıntılı çalışmayla, proletaryanın mücadelelerine sürekli adanmış katılım ile parti, Devrimci komünist bir parti haline gelebilir. Sadece bu yolla kendisini, üye toplamaktan başka hiçbir faaliyeti olmayan, reformlar hakkında konuşan ve parlamenter olanakları kullanan köhnemiş düzen ve sosyalist partilerden ayırabilir.

Devrimci Komünist partisi, devrimci Marksizm’in çalışan bir okulu olmalıdır. Çeşitli parçalar arasında ve üyeler arasındaki organik bağlar, parti örgütü içinde günlük ortak program etrafında çalışma aracılığıyla yaratılacaktır.

Evet, yoldaşlar, biz güçlü ve köklü bir geleneğin temsilcileriyiz. Biz, geçmişte yapılmış başarıya ulaşmış veya mahkum edilmiş şeylerin "kolay" bir tekrarını değil, gelecek vadeden uzun ve çetin bir çalışmayı tercih ediyoruz. Geçmiş başarılarımız yaptığımız iyi şeylerin örnekleri oldukları kadar, başarısızlık ve ,hatalarımız da önümüzü aydınlatan deney yığını olarak kabul edilmelidir.

Biz, kapitalizme karşı sözde savaş açan, ama gerçeklikte burjuvaziye  güç aktaran, kapitalizme karşı mücadele de,  büyük iş, küçük iş ayırımı yapan ve, kapitalist ve onun ideologları ile tek tek çarpışmalar düzenleyen, teorileri gibi küflenmiş ve sınıfa ve onun mücadelesine zarar veren  zararlı görüşleri savunan her türden revizyonist , oportünist ve reformistleri her zaman mahkum edeceğiz.

Sömürülenlerin sömürenlere karşı kavgası ve günlük mücadeleler okuluna parti üyelerinin tümünün adanmış katılımı zorunludur. Parti, yalnızca iktidarın ele geçirilmesi için değil, proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirebilmek için vazgeçilemezdir. Komünist partisinin işçi sınıfının öncüsü olmasını mümkün kılacak olan şey; pratik mücadele içinde proletaryaya nasıl önderlik edeceğini öğrenmektir. Burjuvazinin saf dışı edilmesi için dikkatli hazırlık yapabilme yeteneğini kazanarak, sermayenin saldırılarına karşı koymalıdır. Öğrenmenin yöntemi de, yaşamın her alanında ortaya çıkan küçük çaplı bitmeyen savaşlar içinde çalışan kitlelere önderlik etmektir.

Devrimci Komünist parti çalışması, pratik ya da teorik mücadeleden veya mücadeleye hazırlıktan oluşur. Şimdiye kadar bu çalışmada uzmanlaşma, genellikle kusurluydu. Partili yoldaşların eğitimi yalnızca gelişigüzel ve rasgele gerçekleşmekteydi. üstelik o kadar yarım yamalak yapılmaktaydı ki, partinin en önemli teorik kararlarının büyük bir bölümünden, ― parti programı ve kararlarından dahi ― parti üyelerinin geniş kesimleri tamamen habersiz bulunmaktaydı. Eğitim çalışması parti örgütünün her yanında ve partinin çalışma gruplarının tümünde sistematik olarak örgütlenmelidir ve sürekli olarak uygulanmalıdır; bu, aynı zamanda partinin uzmanlaşmasında daha bir üst seviyeye ulaşmasına olanak tanıyacaktır.

      Komünistler, burjuvazinin,  proletaryanın ve onun başarısından çıkarı olan sınıf ve tabakaların, acil ve doğrudan talebinin yerine getirilmeden öylece durduğunu çok iyi bilir, görür ve hisseder. Bilir ki, birçok yerde, geniş alanlarda, işçi sınıfının eyleme geçmek için elinden geleni yapmaktadır. Yayınların ve önderliğin yetersizliği ve devrimci örgütlerin güç ve araçlardan yoksun oluşu yüzünden sınıfın bu çabası boşa gitmektedir. “Bir yandan yeterince aydınlatılmamış ve örgütlendirilmemiş kalabalığın devrimci şevki boşa giderken, öte yandan da düzenli bir şekilde ilerleme ve kitlelerle el ele çalışma imkanına olan inancını kaybeden kıvrak bireylerin ateşlediği silahlardan yükselen dumanlar havada kaybolur gider.”[405]

DEVRİMCİ KOMÜNİST PARTİ NASIL OLMALIDIR?

1-      Parti örgütü koşullara ve faaliyetinin amaçlarına uygun yapılanmalıdır.

2-      Türkiye devrimci komünist Partisi’nin, Türkiye işçi sınıfının Emperyalizmin ve onların işbirlikçisi Türkiye burjuvazisinin boyunduruğundan kurtarılması için komünistler olarak mücadelenin bize yüklediği siyasal ve örgütsel görevleri yerine getirmek zorundayız. Şu noktada, yalnızca, öncü savaşçı rolünün ancak en ileri teorinin kılavuzluk ettiği bir parti ile yerine getirilebileceğini hepimiz biliyoruz.

3-      Partimiz şu günlerde yeniden oluşum sürecindedir. Yeniden yapılanmanın biçimleri belirlenmeye başlanmıştır. Bugün  hareketi doğru yolundan saptırma tehdidinde bulunan devrimci düşüncenin öteki eğilimleriyle henüz hesaplaşmadan uzağız. Gelinen yer,  işçi sınıfının mücadele alanının, Marksist  olmayan veya Marksizmi belirli noktalardan kavrayan ve kavradıklarını, Marksizm’in tümü olarak gören devrimci eğilimlere kalmış olmasıdır.

4-      İşçi sınıfının mücadelesinin geri oluşu ve örgütlülüğümüzün göreceli zayıflığı, ilk bakışta "önemsiz" gibi görünen bir yanılgı kötü sonuçlara yol açabilir. Burnunun ötesini göremeyenler, hizip, legal illegal, yasalcı ve proleter devrimci  tartışmalarını ve görüş ayrılıkları arasındaki en basit farklılıkları zamansız ya da gereksiz sayabilir. Oysa Türkiye Devrimci Komünist Partisinin yazgısı gelecek birçok yıllar boyunca şu ya da bu "ayrılığın" güçlenmesine bağlıdır.

5-      Komünist hareket, uluslararası bir harekettir. Bu, sadece ulusal şovenizmle, yerel burjuvazi, ve onun yerel ve ulusal ittifakları ile savaşmak zorunda olduğumuz demek değildir. Bir ülkede yeni bir hareketin ancak öteki ülkelerin işçi sınıfı mücadele deneyimlerinden yararlanacak olursa başarılı olabileceği demektir de. Bu deneyimlerden yararlanmak için bunları salt tanımak ya da yalnızca en son kararlarını kopya etmek değildir. Gerekli olan, bu deneyimleri eleştirici bir tutumla ele almak ve bunları bağımsız olarak sınamadan geçirmektir. 

6-      Komünist partileri için örgütlenmenin hiçbir mutlak ve değiştirilemez biçimi olamaz. Proletaryanın sınıf savaşımının koşulları, sürekli bir dönüşüm içinde değişime tabidir. Proletaryanın öncü örgütü bu değişimlere karşılık gelen uygun biçimleri her zaman araştırmak zorundadır. Benzer şekilde, farklı ülkelerdeki komünist partiler, söz konusu ülkenin tarihsel olarak belirlenmiş somut koşullarına uyarlanmalıdır.

7-      Her birleşik eylem önderlik gerektirir ve bu, dünya tarihindeki bütün mücadelelerde her şeyin önünde gelen bir gerekliliktir. Komünist parti örgütü, proleter devrimde komünist önderliğin örgütüdür...  Önderlik proletarya ile yakın bağları gerektirir. Böylesi bir bağ olmaksızın önderler sınıf veya sınıflara önderlik edemezler. En iyi durumda, sadece onların peşine takılırlar.

8-      Programımızın temel teorik bölümü, kapitalizmin gelişmesini ve karakterini özlü çizgiler halinde vermelidir. Buradan  kapitalizmin yıkılışına ilişkin temel tarihi yön, proletarya devrimi ve sosyalizmi hazırlayan ve olanaklı kılan maddi temeller çıkacaktır. Bu sonuçlar programın teorik bölümünün temel öğeleridir. Programın enternasyonal karakteri de buradan gelir. Uluslararası proletarya hareketinin nihai hedef birliğinin temelleri de buradadır. Mevcut program deneyimi ve pratiği üzerinden bakıldığında, Türkiye'de parti programının teorik bölümünün anlamı, kapsamı ve işlevinin anlaşılmadığı açık olduğuna göre, bu konu çok daha özel bir önem taşıyor...

9-      Program partide hedef ve amaç birliğini ortaya koyar. Tüzük ise, örgütsel yapıya, yaşama ve işleyişe bir düzen getirmek yoluyla, bu hedef ve amaç birliğinin somutlanmasını ve hayata geçirilmesini güvence altına alır. Bunu eylem birliğinin somutlaşması ve güvence altına alınması da sayabiliriz. Programda somutlaşan irade birliği, tüzük sayesinde güvence altına alınan eylem birliği ile tamamlanır. Tüzük, örgütün yapılanmasına, işleyişine, iç yaşamına ilişkin ilkelerin, bir kurallar ya da değerler sistemi olarak somutlaşmasından başka bir şey değildir.

10-   Kuşkusuz ki her şeyin başı teorik temeldir, ideolojik çizgidir, programdır, taktik ilkelerdir. Ama teorinin ortaya koyduğu ve pratiğin de tanıklık ettiği gibi, en sağlam bir teorik temel ve ideolojik çizgi bile, onu hayata geçirebilecek devrimci bir örgüt yoksa, kendi başına herhangi bir değer taşımaz. Örgüt, sadece ideolojik çizginin taşıyıcısı ve uygulayıcısı değil, aynı zamanda onun sağlıklı bir temel üzerinde üretilmesinin, korunmasının ve geliştirilmesinin de güvencesidir.

11-   İşlevsel bir parti tüzüğü ortaya çıkarabilmemiz için üç deneyim alanından yararlanmamız gerekiyor. Bunlardan ilki, uluslararası komünist hareketin tarihsel deneyimleridir. İkincisi, Türkiye sol hareketinin deneyimleridir. Üçüncüsü ise, kendi öz deneyimimizdir. Bu alanlar özel olarak tüzük için değil, genel olarak örgüt sorunu için de çok zengin deneyimler sunmaktadır bize.

12-   Örgütsel güvenlik sorunu devrimci bir örgüt için her zaman en temel sorunlardan biridir. Bu, devrimci bir örgütün karşısına varlık yokluk meselesi olarak çıkabilen bir sorundur. Siyasal mücadelede süreklilik esastır. Süreklilik ise, ancak sürekliliği korunan bir örgütle sağlanabilir. Kurulu düzene karşı mücadele eden illegal bir örgütün sürekliliğini koruması ise, örgütsel güvenliğe ilişkin sorunlarda gösterebildiği başarı ölçüsünde mümkündür.

Örgütsel güvenlik sorunu kuşkusuz teknik değil, temelde siyasal bir sorundur. Temelde kitlelerle birleşme, kitlelerin içinde erime, kitlelerden kendine bir koruma duvarı oluşturma sorunudur. Ama yine siyasal yaşamın kendi gerçekliğinden biliyoruz ki, söz konusu örgüt yeni bir örgütse, hele de devrimci siyasal mücadelenin durgun bir döneminden geçiliyor ve böylesi dönemlerde devrimci bir örgütün kitlelerle birleşmesi kolay olamıyorsa, bu durumda bu meseleyi kitlelerle birleşme temelinde çözmek, ancak bir zaman ve süreç sorunudur. Ama bu genel planda, stratejik bir bakış açısı çerçevesinde böyledir. Tam da bu noktada, karşımıza önemli bir sorun çıkmaktadır. Yeni şekillenmekte olan bir örgütün kitlelerle buluşması, maddi bir güce dönüşmesi ve kitlelerle örtünmesi bir süreç sorunuysa eğer, böyle bir süreçte, böyle bir taktik gelişme evresinde (ki bu taktik gelişme evresi yılları alabilir), örgütsel güvenlik sorunlarında ustalaşmak, ayakta kalabilmenin çok temel, hatta belirleyici bir etkeni haline gelir.

Eleştiri Özeleştiri Yaşamın dönüşmesinin yöntemi

Komünistler ve komünist hareket  açısından eleştiri özeleştiri, işçi hareketini geliştirmede ve onun içinde de kendini ve çalışmasını değiştirme, ileri götürme ve daha ileri bir mevziden yeniden inşa etmede vazgeçilmez bir silahtır. Devrimci işçi partisi, partinin örgütleri ve partili kişiler, kendilerini, yaşam, eylem ve çalışmalarını eleştiri silahını doğru kullanarak geliştirirler. İşçi hareketi ve sosyalizm mücadelesinin gelişmesi ve ileri gitmesi için bu kaçınılmazdır.

Komünistlerin sınıf çalışmalarında organik hareketlerinde kullandığı demokratik merkeziyetçilik ilkesi gereği azınlığın çoğunluğa, alt organın üst organa, bütün örgütün merkez organa uyduğu bir parti yapısına; uyarak işçi eyleminin her günkü görevlerine dayandırılan; hesap verme hesap sorma mekanizması ile güvenceye alınan parti sorumluluğu ve iş disiplini tarafından karakterize edilen bir örgüt yaşamına özellikle dikkat eder. Eleştiri özeleştiri, işte böyle bir parti yapısı ve örgüt yaşamı oluşturmanın; aynı zamanda, partiyi daha ileri götürme ve örgütü daha da sağlamlaştırmanın biricik araçlarından biridir.

Eleştiriyi, devrimci tarzda kullanan Komünist bir parti sadece, yaşantısını devrimcileştirme kalmaz; güçlü bir savaş örgütüne dönüşür. Bu dönüşüm onun, ileri işçi ve gençlerin proleter devrimci militanlar ve yetenekli liderler olarak yetiştikleri ve bizzat yönettikleri bir okul olmasını sağlar.

Sosyalist akımlardaki yozlaşma ve çürüme, liberal bireyleşme ve kişileşme kampanyası, baştan beri vurgulanan örgüt ilkelerini tersyüz etmekle kalmamış, eleştiri ve özeleştiriyi de bozmuş, anlayış ve pratiği ile çürütmüştür. Eleştiri de pervasız ve imhacı ama, özeleştiride kaçkın ve bireyci olma; anlayışı hakim kılınmıştır.

Parti yaşamı ve çalışmasının giderek daha iyileşmesinde, eleştiri özeleştirinin giderek daha etkili, daha iyi kullanılmasının rolü yadsınamaz. Buna karşın, bu silahı örgüt yapısı içinde merkezlere karşı kullanılmasında merkezler tarafından gösterilen tahammülsüzlük, ne yazık ki üyelerin ve iş yapanların eleştirisine gelince takınılan pervasızlıklar bu ilerletici silahın nasıl da kötü niyet ve istismarın aracı olabileceğini de ortaya koymaktadır. Eleştiri özeleştirinin kötü kullanılışının bir biçimi tipik ve dikkate değerdir.

Eleştiri özeleştiri, organın veya kişinin kendini ve çalışmasını denetleme ve ileri götürmesinin düzenli kullanılan bir aracı değil de, genellikle zaaf, sorun ve çözümsüzlükler ortaya çıktıkça yeniden başlamak üzere kullanılıyor. Örgütlerde çalışma yürüten kişi ve organların merkezlerine yönettikleri eleştiriler her nedense merkezlerin özeleştirisi yerine eleştirenlere karşı kendi örgütleri ve kendi yoldaşları değilmiş gibi, önceden yapılmış çalışmayı ve önceki kazanımları mahkum etme anlamına da gelen bir eleştiri türü çıkar. Ki, bu eleştiri nin bireyci, inkarcı ve tasfiye eğilimli bir eleştiri olacağı son derece açıktır. Bu özeleştiri ve eleştiri türleri, birbirinin arka yüzüdür; her ikisi de, ideolojik olduğu kadar ahlaki bir zayıflığı da vurgularlar. Çok sıkışık durumlarda, genellikle pratik bir sonuç vermeyen özeleştiriler yaparlar; ki bu özeleştiriler, çoğunlukla alışkanlıkla yapılan bozucu, çürütücü özeleştirilerin bir türüdür.

Eleştirinin amacı, hata ve zayıflıkların azaltılması, kişilerin kazanılmasıdır. Amaç, eleştirilen kişi veya örgütün eleştiriyi kavrama koşullarının gözetilmesini; eleştiren kişi veya organların bu bakımdan da sorumluluk üstlenmesini, özel görevler yüklenmesini şart koşar. Ne var ki, genelde merkezler tarafından ortaya konulan tavırlar ve hoyratlıklar doğrunun önünü sıkça kesebiliyor. Eleştiri , bazen doğrudan kişiyi yıkmayı, onu sırtına basılacak bir basamak haline getirmeyi hedefleyen bir tarzda; bazen de kişiyi hedeflemediği halde, eleştiriyi anlamasına yardım edecek olgunluktan yoksun, eleştirinin anlaşılması ve özümsemesine olanak tanımayan bir biçimde kullanılabiliyor. Durum böyle olunca, yoldaşların zaaflarını görmesine yardım etme, çalışmadan öğrenme ve örgütü ileri götürme gibi ilkelerin sözde kalması elbette kaçınılamaz olacaktır.

Özeleştiri, ilgilinin kendini, kendi çalışma ve eylemini eleştirmesidir; bir hata ya da bir zaafın ortaya çıktığı sırada değil, işlerin iyi gittiği dönemlerde ve esas olarak yaşamın her anında kullanılması gereken bir silahtır. Eğer ders çıkarılmak isteniliyorsa; bu ders, belli ki zaaf ve hatalardan, fakat bununla birlikte de doğru, devrimci ve başarılı pratikten de çıkarılabilir. Genelde örgüt merkezlerinin alt organlardan gelen eleştirileri anlamsız bulmaları  karşı eleştiri yöneltilen organların kendilerine yapılan karşı eleştirilerle sindirilmeye çalışılması sonucu ortaya çıkan özeleştiri yapma yerine karşı eleştiriye girişmesi veya özeleştirisini karşı bir eleştiriyle güya dengelemesi, bütün sorumlulukları ortada olduğu halde asla özeleştiriye yanaşmaması gibi tavırlar örgütlerde tasfiyeciliğe kadar varan sonuçlara yol açmaktadır.

Eleştiri ve özeleştiri, yaşamı değiştirme ve kendini yenilemenin en etkili silahıdır; bir partinin ve partilinin yaşamında, böylesine etkili bir silahın, yanlış kullanımı, bu silahın o örgütte güvenilir bir silah olarak işlev görmesi olanaksızdır. Eğer, kitle mücadelesine en ileri mevziden katılmayı güvenceye alacak bir örgüt olmayı önüne alacaksa; komünist partisinin ilk görevlerinden biri, eleştiri özeleştiriyi yozlaştıran girişimlere izin vermeyecek bir çizgi ve tutumu benimsemek ve bunu örgütün de pratik olarak egemen kılmak olmalıdır.

Kim tarafından yapılırsa yapılsın, örgütteki eleştiri başka bir şeyi değil, çalışmanın ileri gitmesini; organların, kişilerin zayıflıklarını görmesini ve değiştirici, geliştirici bir özeleştiriye yönelmesini öngörebilir. Özeleştiri ise, ilgili organ ya da kişinin kendini, çalışmasını düzeltme, yenileme, daha ileri bir mevziden yeniden örgütleme yeteneği kazanması anlamına gelir ve ancak, özeleştiri yapanın (aynı zamanda özeleştiriyi alan tarafından) bizzat kendisi tarafından takip edilip derinleştirildiği zaman hedefine ulaşabilir. Piyasa anlayış ve değerleriyle bozuşmuş sözde eleştiri ve özeleştiri .. Bunları, ideolojik, aynı zamanda ahlaki zaaf olarak damgalamak gerekmektedir.

İşçilerin partisinde, eleştiri ve özeleştirinin işlevine giderek daha da yaklaştığı doğrudur. Buna karşın, örgütlerin enerjisini, güvenirliğini ve otoritesini tazelemek açısından; bu silahların kullanımındaki kötü alışkanlıkları, piyasa etkisinden gelen sorumsuzluğu, istismarı yok etmek; içtenlikli kullanımını güçlendirmek için mücadele gereği asla yadsınamaz.

Sorumsuzluk, bireycilik ve rekabetçilik, hiçbir zaman bugün olduğu kadar kutsanamadı; hiçbir zaman bu ölçüde tahrip edici olamadı.. Devrim ve sosyalizm adına kurulmuş, ama devrim ve sosyalizmi değil, onlar adına ikiyüzlülüğü, inançsızlığı, güvensizliği, karaktersizliği yücelten tarikatlar, hiçbir zaman bugün olduğu kadar pervasızlaşmadı. Eleştiri özeleştiri silahı, eğer verimlilikle kullanılamazsa; bir yanda kişiliksizlikle, öte yanda dar kafalı ilkellikle zehirlenmeye, boğulmaya çalışılan genç kuşak, nasıl olgunlaşacak ve ne yoldan karakter kazanacaktır? Son derece açıktır: Genç kuşaklar, sınıfa bağlanmayı, davaya adanmayı; açık yürekliliği, paylaşma ve dayanışma ruhunu, güvenilir karakter ve kişiliği; eleştiri özeleştiriyi devrimci tarzda kullanan bir örgüt ilişkisi içinde ve bu silahı kullanarak kazanacaklardır.

* Neresinden bakılırsa bakılsın, işçilerin partisi ve örgütlerinin, burada eleştirilen türden eleştiri ve özeleştiri den kurtulması gerekmektedir. Bunun başarılması çok zor değildir; zira ideolojik, moral, sınıfsal koşullar, örgüt ve kişilerin karakter şekillenişini olumlu yöne sevk edecek özellikler kazanarak geliştiği gibi; parti, giderek gerileyen bu türden girişimleri ideolojik ve ahlaki bir bozulma belirtisi olarak damgalayacak otoriteye de sahiptir. Ancak, bu yetmez ve başarı için eleştiri özeleştirinin kullanılışı ile ilgili genel inanç ve bilincin temelden değişmesi de gerekmektedir. Yani, eleştiri özeleştiri, açık çözümsüzlük ve başarısızlıktan sonra sığınılan saçak altı olmaktan çıkarılmalı; yaşamın, çalışmanın ve ilişkilerin bütün dönemlerini, esas olarak da zayıflıkların görünmediği iyi dönemleri kucaklayan değiştirici, ders, görev çıkarıcı ve olgunlaştırıcı bir silah olarak ele alan bir bilinçle kullanılmalıdır.

* Öte yandan, bu anlayış ve tutumla hareket ederken; tıpkı hareketin ve çalışmanın gidişatının olduğu gibi, yapılan eleştiri ve özeleştirinin somut sonuçlarını ve sürecin seyrini kesintisiz bir şekilde takip etmeyi gündelik bir görev haline getirmek de gerekmektedir. Eleştiri özeleştiri ile ilgili, her kişi ve her organa; hepsinden önce de yönetici organlara görev düştüğü ve bugünkü görevin de burada açık bir şekilde belirtilen görev olduğu görülemez değildir. Sınıf dışı ve piyasacı hastalıkların, eleştiri özeleştirisiz yenilemeyeceği; o olmadan sorumluluk, disiplin ve merkeziyetçiliğe dayanan devrimci bir parti yaşamının kurulamayacağı elbette bilinecek ve bu sorunla ilgili görevler de elbette sıkıca kavranacaktır. Sorumluluk, iş disiplini, parti karar ve çağrıları karşısındaki parti anlayışının daha da pekişmesi ve partinin iç yaşamındaki birlik ve disiplinin daha da derinleşmesi başka şekilde asla başarılamaz.

* Ayrıca, örgütün her alandaki sorumlu kişi ve organlarının, hem örgütle, kitlelerle ve işleriyle; hem de kendi aralarındaki ilişkilerde eleştiri özeleştiriyi kullanma biçimleri özellikle önem taşımaktadır. Eleştiri özeleştiri, eğer görev sorumluluğu ve iş disiplini çerçevesi içinde; yani eleştirinin artık işe yaramadığı ve sonuç vermediği durumlarda, sonuçsuz özeleştirilerle oyalanma yerine, kararlı merkeziyetçilik ve disiplin kuralları ile hareket edilmesi gerekir. Örgütün görevliler ve yöneticiler kitlesi, eleştiri özeleştiriyi devrimci şekilde kullanmada, genç taze güçlere ve herkese örnek olmalıdır.

Bütün bu vurgulananlardan çıkan şey şudur ki, işçilerin partisinin; sorumluluk ve iş disiplini temeline oturmuş, demokratik merkeziyetçiliğin pratik olarak geçerli olduğu bir parti yapısı oluşturması ve gerçekten örgütlü bir güce dönüşmesinin en önemli araçlarından biri de, değeri örgütte anlaşılan ve devrimci bir şekilde kullanılan eleştiri ve özeleştiridir. Kendi çıkarlarını, işçi sınıfının ve halkın üstüne çıkaran akımın yarattığı geleneğin tasfiyesi ve yeni bir geleneğin yaratılması ancak, belli ilkesel zorunluluklar temelinde kurulan ve eleştiri ve özeleştiriyi kendi yaşamı ve ilişkilerinin gelişmesinin yöntemi yapan bir örgüt sayesinde başarılabilir. Bir tutum ve bilinç değişimi olduğunda, yanlış anlayışa ve istismara dayanan sözde kullanımlar güç kaybedeceği gibi; devrimci eleştiri daha güçlenecek, daha verimli hale gelecek; böylece de zaaf, hata ve hastalıkları kökten tasfiye etmek kolaylaşacaktır.

Bütün örgütün, her yönüyle sınıfa; organların sınıfa olduğu kadar birbirlerine bağlanması ve devrimci sorumluluk ve disiplinin egemen olması zorunludur. Ve bu ancak, eleştirilmekten ve özeleştiriden korkmayan, aksine gerçek eleştiri özeleştiriden kaçmanın örgütteki belirtilerine karşı savaş açan ve bu silahı gelişmenin bir aracı olarak kullanmayı bilen bir tutumla başarılabilir. Örgütsel, moral ve ahlaki değerlerin; aynı şekilde, örgütün ve kişilerin politik örgütsel yeteneklerinin serpilip gelişmesi de, eleştiri özeleştirinin örgüt yaşamı ve ilişkisinin düzenleyici ilkelerinden biri olmasıyla olanaklıdır. Devrimci eleştiri özeleştirinin örgüte egemen olması; örgütün devrimci, aynı zamanda işçi örgütü olarak dönüşmesinin bir zorunluluğudur.

 Parti çalışmasında kadrolar ve görevler*

 Parti sınıf mücadelesinin her dönemine ve dönemin ihtiyaçlarına görev bir takım sorumluluklar ve görevler yüklenir. Hareketin gelişim özellikleri ve ihtiyaçları, parti örgütüne ve parti kadrolarına değişen özellik ve içerikte, politik, örgütsel görevler ve sorumluluklar yükler. Hareketin ihtiyaçlarının doğurduğu görevler ve sorumlular,  parti kadroları ile birlikte mücadelenin ve işçi hareketinin, önüne koyduğu politik, örgütsel görev ve sorumlulukları kavrayıp, yerine getirdiği, getirebildiği ölçüde sınıfla ve sınıfın ileri unsurlarıyla birleşme, kaynaşmayı geliştirebilir. Böylelikle işçi sınıfı mücadelesi üzerindeki etkisini ortaya koyabilir, hareketi yönetme, yönlendirme yeteneğini geliştirip güçlendirebilir.

Dolayısıyla, Marksist-Leninist donanımla güçlenen parti programı, sınıfın mücadele deneyimleri, politika ve taktiklerini kavramış ve bunları her günkü çalışmada hayata geçirebilecek deney, tecrübe ve yeteneği ile kendini donatmış kadrolara sahip olmak gerekmektedir. Partinin  sürekli, yeni kadrolar yetiştirmesi, bağrındaki kadroları da sürekli geliştirmesi yukarıda belirtilen görev ve sorumluluklarından doğan bir gerekliliktir. Parti kadrolarının yetiştirilmesi geliştirilmesi kadar;  varolan kadroların yeteneklerine göre, yerinde ve her bir kadronun çalışmada en verimli olabileceği tarzda ve yerde mevzilendirilmesi de önemlidir.

Komünist Hareketler içerisinde, kadrolar ve kadroların doğru, yerinde mevzilendirilmesi ve görevlendirilmesi; çözülmesi gereken en önemli sorunlardan biridir. Varlığını ve geleceğini , işçi sınıfı ve onun çıkarlarıyla, birleştiren, yaşamını devrim ve sosyalizm davası ile açıklayan partimiz ve kadrolarının bizzat sınıf içinde yer alarak onlara mücadelede yol gösteren ve onları talepleri doğrultusunda mücadeleye çağıran ve eğiten bir yol izlemeleri gerekmektedir. Bugüne kadar komünist hareketin küçük burjuva dünya görüşünden etkilenmesi,  kadroların mevzilendirilmesinde ve görevlendirilmesinde buna uygun bir pratik örgütsel hat izlenememiştir. “Sınıfa bilinç dışardan götürülür” tanımlanması kadrolarda işçi sınıf içinde aydın havası estirilmesine olanak sağlarken kadroların üstlendikleri görevleri yerine getirmedeki, günlük çalışmadaki, sebat kararlılık, çalışkanlık ve fedakarlıkları, havada kalmasına neden olmuştur. Nitekim bugün Marksist hareketlerin sınıf içindeki gerilemelerine neden olan ilişkide bu başrolü oynamaktadır. Parti programlarında, tanımlanan mücadeleden çok yarının ve devrim sonrasının yapılanması mücadele içinde sürdürülen politik çizgisi ve taktiklerin önünü açmadığından. Kadroların mücadeledeki kararlılıkları ve partiye olan  bağlılıkları mücadeleyi yükseltmeye yetmemektedir. Mücadele çizgisindeki tutarlılığın programla sağlanabileceği ve programın kadrolar tarafından kavranması, mücadele içinde sınıfın program taleplerine bağlı olarak mücadeleye çağrılması ve bu doğrultuda örgütlenmesi mücadelenin tüm yönlerindeki başarı ve verimliliği ile sonuçlanacaktır. Mücadele içinde kadroların kişilik ve karakter olarak sağlamlığı, dürüstlüğü, sınıfa ve halka bağlılığı esas alınarak yetenekleri doğrultusunda görevlendirilmelidirler.

Parti, yalnızca en gelişkin en nitelikli kadroların görevlendirilip sorumlandırıldığı alan değil, her partilinin, partiye ve hatta parti çeperindeki her işçinin, yürütebileceği bir iş ile görevlendirildiği yerdir. Bir yandan her parti taraftarının dahi bir yandan sınıf mücadelesi içindeki görevlerini yerine getirirken, bir yandan da parti eğitimi aldığı, bilgi ve yeteneklerini geliştirdiği, mücadele içinde deney ve tecrübe edindiği, sınıfla bağlarını güçlendiren eğitilen ve eğiten birisi olarak sınıf mücadelesi içinde olma olanaklarını bulabildiği bir partidir

Parti kadrolarını görevlendirme ve yetkilendirme konusundaki doğru anlayış Parti kadrolarının çalıştıkları organlarda birbirlerini tanımaları ve birbirlerini eğitmelerinden geçer. Parti organları vasıtasıyla üye ve çeperine hakim olabilir. Bu hakimiyet yerel organların kendi içinde ve merkezle olan iletişimlerinin sağlıklı ve düzenli bir biçimde sağlanması ile gerçekleşir. Parti en alt birimden en üst birime kadar birbirini denetleyen ve bilgilendiren bir biçimde örgütlenmelidir. Aksi durumda görevlendirme ve yetkilendirmede, dün de yanlış ve hatalar yapılabildiği gibi, bugün de gerek kadro seçimi gerekse de mevzilendirmede hatalardan ve sübjektif, değerlendirmelerden yanlışlarından kurtulamayız.

Amaç parti çalışmasının tüm alanlarında olduğu gibi bu alanda da, alınması gereken doğru tutum; hata yapmaktan korkmak değil, merkeziyetçi demokrasinin işlerliğini sağlamak ve oturtmak gerekliliğidir. Merkeziyetçi demokrasinin genelde demokrasi tarafının unutulup merkeziyetçi yanının ön planda olduğu geçmişimizde, yeteneksiz yöneticilerin kendi disiplinsizlikleri beceriksizliklerini örtmede tüm sorumluluğu çalışan kadrolara yıkarak aradan çekilmeleri özellikle disiplin ve çalışkanlıkları kişilik özellikleri tartışılmayacak yoldaşlarımızı mücadelenin dışına itilmesine neden olmaktadır. Yukardan aşağı ve aşağıdan yukarı iyi örgütlenmiş ve denetim mekanizmaları iyi çalışan bir örgütte  tüm üyeler yukardan aşağı ve aşağıdan yukarı, tüzüğe bağlı olarak hesap sorma hakkına kavuşabilirler. Böylelikle parti, görevlendirilen tüm kadrolarını iyi tanıma olanağına kavuşur. Kadroların, yürütmekte oldukları iş ve görevlerini yerine getirmelerinde, deney ve tecrübe aktarımı yoluyla eğitimlerinde ve çok yönlü gelişmelerine yardımcı olmakta zorlanmaz. Bu sadece yakın bir denetimle sağlanırken  hatalardan daha kolay kaçınılabilir.

İşçi sınıfı, sınıf mücadelesini kapitalizm koşullarında mücadeleyi dişe diş sürdüren bir proletarya partisi ile sürdürebilir. Her parti çalışması, mücadele içerisinde giderek, nicelik ve nitelik açıdan artar. İlk elden, ileri işçiler sınıfın azınlığını oluştururlar; mücadele deneyimine sahip gelişkin özelliklere sahip parti militanları da, partinin giderek artan görev ve sorumlulukları karşısında her zaman yetersiz sayıda  ve aranır olacaklardır. Parti her dönemde daha çok, yetişmiş deneyimli ve nitelikli kadrolara ihtiyaç duyacaktır. Bu nedenle parti  böylesi kadrolarını her zaman en doğru ve kadroların en verimli olabilecekleri tarzda ve yetenekleri doğrultusunda görevlendirmek durumundadır. Parti örgütlenmesini iş yerlerine özellikle de sınıf hareketinin, hareketin gücünün merkezleri olan ve hareketin nabzının attığı, büyük fabrikalarda, ve üretimi kontrol eden işyerlerine ve hizmet birimlerinde mevzilendirmek ve konumlandırmak durumundadır.  Bu konuda ortaya çıkabilecek her yanlış, hatalı ve eksik görevlendirme, sınıf hareketinin ilerletilmesi ve parti çalışması açısından, güç ve enerji kaybına yol açacaktır, hiçbir partili yoldaş buna izin vermemelidir..

Sınıf mücadelesi  süreç içerisinde aynı çizgide yürümediğinden, mücadelenin; yükseliş, durgunluk ya da gerileme gibi süreçlerinde partiye, döneme özgü farklı görev ve sorumluluklar yükler. Her dönem, kendine özgü görev ve sorumlulukları yerine getirebilmek için daha verimli, daha enerjik, daha disiplinli ve daha atak bir çalışma sorumluluğu ortaya koyar. Dolayısıyla sınıf mücadelesinin kesintisiz sürdürülebilmesi için parti çalışması, genişlemek, yaygınlaşmak ve hareketin gelişiminin öne çıkardığı, ileri işçileri kazanmak, bünyesinde örgütlemek, daha çok işçiyi kapsamak zorundadır.  Bu zorunluluğun gerçekleştirilebilmesi kadroların tüm bu görev ve sorumlulukları yerine getirebilmesi; her kademede doğru, nitelikli bir yönetim ve denetimin yanı sıra ancak doğru kadro seçimi ve yerinde görevlendirmelerle, verimli ve başarılı bir çalışma ile mümkündür.

Soruna bu genel yaklaşımdan sonra, parti çalışmasında ortaya çıkan sorunlara girecek olursak; parti yönetici organlarının oluşturulmasında ve bu organlara kadro seçiminde düşülen hata ve yanlışlar, yönetici organların parti çalışmasındaki görev ve sorumlulukları ve bu hata ve yanlışların sonuçları nedeniyle de en önemli ve ciddi olandır. Kadroların işçi sınıfına, sınıfın ya­şamına, sorunlarına ve mücadelesine yaklaşımı, benimseme ve katılımıyla, düzey ve kapasiteleriyle, yetenek ve yeteneksizlikleriyle, şimdiye kadarki parti yaşamında gösterdiği gelişim seyriyle, üstlendiği parti görevlerini yerine getirmedeki disiplin ve çalışkanlığı, sebat ve kararlılığıyla, yoldaşlarıyla ilişkileri ve kişilik özellikleriyle tanıma üzerinden yapılmadığı, yapılamadığı anlaşılan ya da eksik bilgi ve ferdi tanımaya dayalı olarak yapılan seçim ve görevlendirmeler; söz konusu yönetici organın sorumluluk alanındaki çalışmada ciddi aksamalara, verimsizliğe, bir çok işin yapılmadan ortada kalmasına, çalışmanın niteliğinde düşüklüğe, genişlik ve kapsayıcılığında daralmaya yol açmakta ve sürekli bir kurma, değiştirme, görevden alma, görevlendirme, dağıtma ve yeniden kurma gibi zorunluluklara ve aşırı ölçüde ve gereksiz zaman kaybına ve kırılıp dökülmelere bile neden olmaktadır. Örneğin; pratik örgütsel çalışmanın dışında kalmış (başka görevler almış), organ çalışmasının pratik deney ve tecrübesine asgari düzeyde sahip olmayan bir kadronun, yönetici organda, il yönetiminde görevlendirilmesi ne kadar doğrudur? Sonra da bu kadrodan, bir il yöneticisinden beklemek gereken performansın, verimliliğin beklenmesi ne kadar doğrudur?

Ya da üyesi olarak görevlendirildiği yönetici organın toplantılarına, geçerli bir nedeni olmaksızın katılmayan, bu asgari disiplinden yoksun bir kadronun seçiminde ve görevlendirilmesinde bir yanlışlık olduğu; bir gerçek değil midir? Bu kadronun sorumluluğunu aldığı birim ya da alandaki çalışmaya katılımı ve katkısının ne ve nasıl olacağı, (daha doğrusu bir katkısının olamayacağı, tersine sürmekte olan çalışma­ya olumsuz etkisi olacağı) herhalde açıktır.

Hakkında, doğruluğu veya yanlışlığından bağımsız olarak kuşkulu iddi­alar bulunan bir kadroyu, titiz bir araştırma soruşturma yapıp, bunun sonuçlarına göre tutum almak gerekirken, (burada elbette, söz konusu iddianın nereden ve kimden geldiği önemlidir ve yıpratma amaçlı olanları kastetmiyoruz) bir netliğe ulaşmaksızın yönetici organlarda görevlendirmek anlaşılabilir bir tutum mudur? Tüm parti organlarında hele de yönetici organlarda yer alan ve alacak olan kadroların bu açıdan pürüzsüz olması gerektiği ve bunun partinin ve parti çalışmasının güvenliği açısından önemi açık değil midir?

Üstlendiği işi yapmaksızın, (en azından yapma çabası içine girmeyen) eleştiriyi, yapılan yapılmaya çalışılan işleri eleştirmeyi, her şeyden hoşnutsuzluğu huy edinmiş, umutsuz ve güvensiz bir ruh haline sahip, daha başlarken "bu iş yürümez"le başlayan bir kadronun yönetici organa, bu organın çalışmasına ne katkısı olabilir, karamsarlık taşımaktan başka?

Tüm bunlar önlenemez, yapılması zorunlu sıkıntı ve sorunlar mıdır? Elbette ki, hayır. Daha iyi ve tüm yönleriyle ve özellikle de kadroların örgüt çalışmasındaki tutum ve gelişmelerine ilişkin en geniş organ bilgisinin; toplantılar, raporlar ve ilgili alandaki çalışmanın gelişim seyrinin somut veriler üzerinden izlenmesi, denetlenmesiyle toparlanması biriktirilmesi ve paylaşılması sayesinde kadrolar hakkında, her açıdan daha iyi bir tanıma düzeyine ulaşılabilir ve görevlendirme, özellikle de yönetici organların oluşturulmasında daha doğru kararlar verebiliriz.

Bunun yanı sıra görev ve sorumluluklarını daha verimli ve gelişkin bir tarzda yerine getiren, alanındaki çalışmayı her yönüyle geliştirip güçlendirebilen yönetici organlara sahip olabileceğimiz gibi; yanlış görevlendirmelerin yol açtığı, açabileceği zaman, güç ve enerji kaybının çalışmada kesinti durağanlaşmanın, yanlış ya da zamanı gelmeden görevlendirilen kadrolarda, daha sonra görevden alınmanın yaratacağı kırgınlık, moral bozukluğu ya da kendisine haksızlık yapıldığı (böylesi duygulara kapılmak elbette doğru değil ancak, karşılaşıldığı, karşılaşılabileceği de bir gerçek) ya da kendine güvensizlik gibi olumsuz etkilenmelerin de önüne geçebiliriz.

Yine parti çalışmasında yaşanan sorunlardan biri de; sıkça yapılan ve zorunlu olmayan görev değişiklikleridir ki; bu değişiklikler (zorunluluk haline gelmiş, verimsizlik, görevin üstesinden gelememe, uyumsuzluk ya da kadronun uygun olmayan özellikleri, diğer bir alanda duyulan ihtiyaç vb. nedenlerle yapılan, yapılması gereken, görevden alma ve değişikliklerini dışta tutuyoruz) o alandaki çalışmayı olumsuz etkilemekte, çalışmada kesintiye yol açmaktadır.

Zorunlu olmadığı halde yapılan görev değiştirmeler; hem söz konusu birimdeki çalışmayı, hem de başka bir birim ya da alanda görevlendirilen kadro açısından olmak üzere, iki yönlü olumsuz etki yaratmaktadır. Şöyle ki; bir fabrika, işyeri ya da başka bir bi­rimde yürütülen çalışmanın süreklilik ve bir düzey kazanması; o birim hakkında olabildiğince, çok yönlü bilgilenme ve tanıma sürecini gereksinir. Yani, bir birimle görevlendirilen her kadro; başlarken sahip olduğu genel düzeydeki bilgilerinin yanı sıra, o fabrikanın, birimin özgün sorunlarının bilgisini edinme ve öğrenme süreci yaşar ve bu bilgilenme ve tanıma ne kadar geniş ve kapsamlı olursa, yürütülen çalışma da o kadar verimli olacak, işyerindeki çalışma ve örgütlenmemiz; yaygınlık ve nitelik açısından gelişip güçlenme olanağı bulacaktır.

Diyelim ki; belli bir süredir; bir işyerinde çalışmadan sorumlu bir kadro, bu fabrikayı sorunlarıyla, işçi kitlesinin özellikleriyle, ileri işçileriyle bir tanıma sürecinden sonra belli bir birikim sağladı, çalışma çeşitli yönleriyle az ya da çok bir gelişme kaydetti, genel olarak işçilerle özel olarak da ileri işçilerle bir ilişki düzeyi tutturuldu ve biz bir gün yeni bir düzenleme yaparak, bu işyerinden sorumlu kadroyu buradan alarak başka bir birimde, bu işyerine de bir başka parti kadrosunu görevlendirdik, bunun sonuçları ne olacaktır? Bu işyerindeki çalışmayı yürütmek üzere yeni görevlendirilen kadro (tüm bilgi aktarımına rağmen) zorunlu olarak fabrikayı tanımak, işçilerle ve ileri işçilerle tanışmak ve bunu belli bir düzeye ilerletmek için epeyce bir zaman uğraşacak ve bu süreçte çalışma tümüyle olmasa bile bazı yönleriyle en azından, rölantide sürmek durumunda kalacak, işçiler de bu değişimden olumsuz etkilenecek, partimiz ve görevlileri hakkında olumsuz yargılara yol açabilecektir. Ve benzer bir süreç ve sorunlar başka bir birime görevlendirilen kadro ve o işyeri açısından da yaşanacaktır, yaşanmaktadır. Bu durum; bir zaman ve enerji kaybı değilse nedir?

Birimlerde, özellikle de fabrikalarda, kadroların görevleri zorunlu olmadıkça değiştirilmemelidir. Eğer bir değişim zorunlu ise; hiç olmazsa bir süre ayrılan ve yeni görevlendirilen kadroların birlikte çalışması sağlanarak yapılmalıdır ki; değişimin yaratacağı, çalışmada kesinti ve durgunluğun zaman ve enerji kaybının önüne geçilebilsin.

Parti çalışmasında yaşanan ve özellikle yönetici kadroların, düzey ve birikiminden beklenenin aksine, verimsiz bir çalışmaya yol açan başka bir sorun da; üstlenilen görev ve sorumluluğun gereği işlere yoğunlaşmak yerine, verimsiz deyim uygunsa kötü pratik içinde boğulma, asli görevlerine zaman bulamama biçiminde ortaya çıkmaktadır. Örneğin; her parti militanının, her gencin yapabileceği işlerle parti yöneticileri uğraşmak ve yapmak durumunda kalınıyorsa, parti yöneticisinin üstlendiği işleri ve görevleri kim yapacak, bu işler sahipsiz, yapılmaksızın ortada mı kalacak? Çoğunlukla, parti yöneticileri, bir çok parti üyemizin ya da gene militanlarımızın da yapabileceği işlerle uğraşırken, büyük fabrika ve işletmelerdeki çalışmanın görev ve sorumluluğu da, o işyerindeki veya bölgedeki, çalışmaya yeni katılmış ya da yeterli deney ve tecrübeden yoksun, daha geriden gelen unsurlara kalmaktadır. Sonuçta; birikim deney, tecrübe ve yetenek açısından gelişkin kadrolarımızın zaman ve enerjilerinin yanlış harcanması, öte yandan, bu açıdan yeterince gelişmemiş (elbette ki verili durumdaki düzeyi kastediyoruz, yoksa bilinir ki parti çalışmasında deney, tecrübe ve birikim parti işlerinin yapılması sürecinde edinilir) partiliye de, çoğunlukla henüz üstesinden gelemeyeceği iş ve sorumluluğun yıkılması durumu ortaya çıkmaktadır.

Buradan çıkarılabilecek en yanlış sonuç; parti çalışmasında gençleri görevlendirmede çekingen ve güvensiz davranmak olacaktır. Tam aksine, hem partinin hem de parti çalışmasının gelişip yaygınlaşmasının, yeni ve genç kadro ihtiyacının zorunlu bir gereği olarak; işçi sınıfı ve halka bağlanma eğilimi gösteren, öğrenme, gelişme ve ilerleme potansiyeli taşıyan yeni ve genç partilileri çalışmanın çeşitli alanlarında giderek artan sayıda, çekinme­den ve güvenle görevlendirmeliyiz. Elbette, gençlere üstlendikleri ya da katıldıkları çalışmada, partiden, birikmiş parti tecrübesinden öğrenmelerini, yürüttükleri iş üzerinden ve işini daha ileriden yapabilmeleri için iyi bir parti eğitimi almalarını gözeterek, çalışmadan, çalışmanın değerlendirilmesi ve eleştirisinden öğrenerek gelişme ve ilerlemelerine yardımcı olmayı da önemli bir görevimiz sayıp, ve bunu en iyi biçimde yapmaya çalışarak.

Parti çalışmasına katılan, çalışma içinde görevlendirilen gençler de, çalışmalarında ve üstlendikleri görevi en iyi biçimde yerine getirme çabalarında, partiden ve yoldaşlarından öğrenmeye çaba göstermeli birikmiş tecrübeyi kavramaya ve özümsemeye çalışmalıdır. Yoldaşlarıyla ilişkileri içinde, daha çok dinlemeye ve anlamaya önem vermeli, yoldaşlarının öneri uyarı ve eleştirilerini dikkate almalı ve yerine getirmeye özen göstermelidir. Genel olarak parti çalışmasının tüm yönlerinde ve tüm parti yaşamında, özel olarak da işçi sınıfı içindeki çalışmada; işçi yaşamına yakın olmaya, işçilerin yaşamına katılmaya, işçi hareketinden hareketin önündeki işçilerden, işçi hareketinin öncülerinden ve liderlerinden öğrenmeye özel bir önem vermelidir. Tüm bunlar, parti çalışmasına yeni adım atmış genç bir parti militanının, iyi bir partili olarak gelişebilmesi, işçi sınıfı ve halka gerçek anlamda bağlanabilmesi, çalışma içinde verimli olabilmesi, partili karakter ve kişilik özelliklerinin sağlam bir gelişimi, kapasite ve yeteneklerini geliştirebilmesi için gereklidir, hatta bir zorunluluktur.

Bu sorunlarla bağlantılı olarak ortaya çıkan sorunlu bir fabrika çalışmasının durumunu tarif (olası değil gerçek bir görünüm) edecek olursak; fabrika gurubumuz düzenli toplanamıyor, son toplantıda yapılmak üzere kararlaştırılmış işler ortada duruyor, kısaca parti gurubumuz çalışmıyor ve işin kötüsü; yönetici organımız bu durumu bir kaç ay sonra tespit ediyor. Benzer bir durum da bir çok fabrikanın bulunduğu bir bölgede çalışma, epeyce bir zamandır gereği gibi yürümüyor hatta aksıyor demek daha doğru olur, ancak yönetici organımız bu durumu görmesine rağmen müdahale etmeden izliyor. Peki, söz konusu fabrika gurubumuzu böyle uzaktan izleyerek, katıldığımız toplantıdan toplantıya durum tespiti yaparak nasıl, işleyen, işini ilerleten, yaşamın ve mücadelenin önüne çıkardığı sorunlar karşısında tutum alabilen işçileri bu tutum etrafında birleştirmeye çalışan, yeni işçilerle genişleyen ve aynı süreçte kendini ve tek tek üyelerini de geliştirebilen ve daha ileri görevler almaya hazırlayan bir fabrika parti gurubu düzeyine ilerletebiliriz? Öte yandan, ilgili bölgedeki çalışmaya müdahale etmek ve çalışmanın aksayan yönlerini belirleyip düzeltmek, sonuçları hakkında gerekeni (işte böylesi durumlarda değişiklik; görevden alma ve uygun bir yeniden görevlendirme zorunludur diyebiliriz) yapmak, çalışmayı gerileme veya durgunluktan çıkarmak için neyi bekliyoruz, ya da ne zamana kadar izleyici kalacağız?

Kadroları düzeylerine, deney ve tecrübelerine, kapasite ve yeteneklerine uygun olabildiğince doğru ve yerinde görevlendirmek kadar; günlük çalışmaları içinde, işlerini gereği gibi yapabilip yapamadıklarını, çalışmanın aksayan yönlerini, nedenlerini, kimin ya da kimlerin çalışmayı ilerletmek çabası içinde işe sarıldığını, kimin ya da kimlerin "öyle de gidiyor böyle de" tutumu içinde işi savsakladığını günlük olarak izlemek, şu veya bu yoldan çalışmanın tüm yönlerinin bilgisini edinmek, ve bunların değerlendirmesi üzerinden gerekli müdahalede bulunmak da parti çalışmasının olmazsa olmazlarındandır. Bir yönetici organ sorumluluk alanındaki çalışmaya, çalışmanın tüm yönlerine ancak böyle bir tutum ve tarzla hakim olabilir ve bunun sayesinde nereye nasıl müdahale edeceğine, kime ya da kimlere işlerini daha iyi yapma çabasında nasıl yardımcı olabileceğine, kimlerin üstlendiği ya da verilen görevden alınıp, yürütebileceği daha uygun bir alan ya da birimde görevlendirilmesine, kimin ya da kimlere işlerini daha iyi yapma çabasında nasıl yardımcı olabileceğine, kimlerin üstlendiği ya da verilen görevden alınıp yürütebileceği daha uygun bir alan ya da birimde görevlendirilmesine, kimin ya da kimlerin daha ileri görev ve sorumlulukları üstlenmeye doğru geliştiğine, kimlerin görev ve sorumluluk düzeyinin yükseltilmesine karar vererek, buna uygun adımları atabilir. Ve ancak böylece, çalışmada, çalışmanın ilerleyip gelişmesinde, kadro, aynı anlama gelmek üzere insan kaynakları ve kadroların doğru ve yerli yerinde görevlendirilmesiyle ilgili sorunların, sıkıntı ve aksaklıkların önüne geçilebilir, parti çalışmasının, tüm yönleriyle gelişip güç­lenmesinin önü açılabilir.

Buna bağlı olarak ele alınması gereken sorunlarımızdan biri de şudur ki; uzunca bir zamandır yeni bir görevlendirme söz konusu olduğunda ilk ak­la gelen ya da üzerinde tartışılan gençler, henüz tüm yönleriyle hazır olmasa bile, işini yapan, daha iyi yapmaya çalışan, gelişme yolunda ve sağlam karakterli gençler olması gerekirken, belli yetişkin, eski, kadrolar üzerinde ve bunlar arasından bir görevlendirme (çoğunlukla da, daha önce görev almış kadroları adeta yeniden keşfederek) yapmaya çalışıyoruz, yapıyoruz. Yetişkin, eski kadrolarımızı, elbette görevlendirecek ve sorumlandıracağız; ama özellikleri, kapasiteleri, olumlu ve olumsuz yanlarıyla, yetenekleri ve yeteneksizlikleriyle tanıdığımız kadroları yeniden aynı ya da benzer işlerde görevlendirmenin gereği ve anlamı nedir? Bu şu anlamlara gelebilir ya da şu sonuçlar çıkarılabilir. Ya sadece belli sayıda kadroya sahibiz, genç ve yeni kadro yetişmiyor ya da yetiştiremiyoruz (böyleyse bu vahim bir durumdur), bu nedenle görevlendirme gündemimize geldiğinde aynı kadrolar arasında değişiklik yaparak sorunu çözmeye çalışıyoruz, çözmüş gibi yapıyoruz. Ya da gençleri ve yeni gelişmekte olan kadroları görevlendirmekte ürkek ve hem gençlere hem de kendimize güvensiz davranıyoruz.

Yeni ve genç kadrolar, gençlikten kadrolar kazanmakta ve yetiştirmekte sıkıntılarımız olduğu bir gerçek, ama buna rağmen, sınırlı da olsa, hemen yakınımızda belli görevleri üstlenmeye aday gençler olduğu da bir gerçek. Öyleyse, genç ve yeni kadrolara özelikle gençlere, görev verme konusunda daha cesur ve güvenli davranmalı, bu tutumuzla yeni gençleri de hazırlamalı ve teşvik etmeliyiz. Gençleri yaşam ve geleceği hakkında bir karara varmış olmaları, eğilim ve yönelimlerini esas alarak ama zamanında ve gecikmeden görevlendirmeli, parti görevi almayı beklerken, görevsiz haftalar, aylar geçmesine ve bu arada dökülmelere yol açmamalıyız. Gençleri görevlendirme sorunu; günlük parti çalışmasına katılımları üzerinden zamanı geldikçe ve gecikmeksizin, üstlenebileceği, yararlı olacağı ve aynı zamanda gelişebileceği en uygun alanda görevlendirmektir. Yoksa; bekleyip, biriktirip onar, yirmişer görevlendirmek değildir. Böylesi bir görevlendirme, hem geldikleri alanda boşluk ve sıkıntılara yol açmakta, hem de yeni görevlendirildikleri alanda çalışma içinde izleme, yardım ve teşvik etme açısından sorunlar ya­ratmaktadır, buna izin vermemeliyiz. Yeni ve genç partililerin eksiklikleri ve yetersizlikleri olabilir; bu noktada da iş bize yönetici organların, çalışma içinde izleme, önlerini açma ve yardımcı olma görevlerini yapabilmelerine kalır. Yetişmiş insan ve kadro ihtiyacını çözmenin başkaca da yolu yoktur.

Kadrolarımızı, her günkü çalışma içinde, çalışkanlık, verimlilik, kişilik ve karakter olarak sağlamlık, yaşamını işçi sınıfı ve halka bağlama ve adama, partiye bağlılık, parti programı ve çizgisine bağlılık, üstlendiği işe sarılma ve görevini yerine getirmede kararlılık ve tüm özellikleriyle tanıyarak, parti çalışmasının gereksindiği görevlerle sorumluluklar verilmeli, gençleri parti çalışmasının çeşitli yönlerinde görevlendirmeli; daha ileri görevlere hazırlamalı ve teşvik etmeli, parti çalışmasında görev almış tüm kadrolara ve partililere işlerini daha verimli yürütebilmeleri ve geliştirebilmeleri için her açıdan des­tek ve yardımcı olmalıyız. Parti çalışmasını işçi sınıfı, emekçi halk ve genç­lik içinde tüm yönleriyle geliştirip güçlendirebilmemizin, parti olarak görev ve sorumluluklarımızı yerine getirebilmemizin yolu buradan geçiyor.

Demokratik merkeziyetçilik, sorumluluk ve disiplin

Uygulama koşullarında farklılıklar olsa bile; ister yasadışı dar bir komünist partisi, isterse geniş bir kitle partisi biçiminde olsun işçi partisi, salt merkeziyetçi değil, demokratik merkeziyetçi bir partidir. Merkeziyetçilik, özet olarak söylersek, görev alma ve bir işten sorumlu olmanın gerektirdiği disiplin temeli üzerinde, alt organın üst organa (ve azınlığın çoğunluğa) ve bütün örgütün (bilginin ve her şeyin merkezleşmesi yolundan) merkez organa uyması, tabi olmasıdır. Peki, örgütlerimizde bu bakımdan durum nedir? Örgütlerimizde, merkeziyetçiliğe karşı açık bir tutum ve kendini savunan bir gönülsüzlük kuşkusuz yoktur; ama ne var ki, burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi piyasasının, örgüt ve çevrelerimizdeki anlayış ve ilişkileri merkeziyetçilik ve disiplin açısından bozucu bir rol oynadığı da yadsınamaz.

Demokrasi, bilgi ve tecrübeleri paylaşma, ortak iradeyi oluşturmanın; sorumluluk ve disiplinin gönüllülük temelini güçlendirmenin bir aracı iken; sorumluluk ve disiplinin aşılanması ve merkeziyetçiliğin zedelenmesi, piyasa sosyalizmi demokrasisi tavırlarının örgütümüzde ilgi alanı haline gelmesine yol da açmaktadır. Paylaşmayı reddeden bireyci sorumsuzluk, hiçbir şeye karşı hiçbir şekilde sorumlu olmama ve iş disiplini, üst organa uyma gibi değerleri asla tanımama vs.. Örgüt, demokrasi ve bu tavırlarla  bir örgüt asla bir arada olamaz.

Demokratik merkeziyetçilik ve merkeziyetçi örgüt yapısı, işçi sınıfının mücadele ve savaş yeteneğinin örgütsel güvencesidir. Merkezileşme, örgütlenmek için bir zorunluluktur; ama bu, asla demokrasinin inkarı değildir; aksine, hareketin çıkarına ve partinin yaşamına bağlıyarak ona sınıf temeli kazandıran ve alan yaratan bir olanaktır. Merkezileşmenin, bir örgütte zaman zaman sertleşmesi ve merkezden yönetmenin gündeme gelmesi ancak olağan üstü düşman saldırıları karşısında örgütü korumak ve varlığını tehlikeye atmamak için kullanılabilinir.; bu aslında sınıf mücadelesinin koşulları ile ilgili ve geçici bir süredir.

Çalışma ve işlerle ilgili olarak söz verip yerine getirmeme; yaptığı işten daha çok konuşma; iş yapma yerine sızlanma, mızmızlanma; parti üst organlarının çağrıları karşısında gerekli ciddiyet ve enerjiyle hareket etmeme; örgütün olanaklarını, araçlarını ve daha çok da basın organlarını işlevine uygun bir sorumluluk ve ciddiyetle ele almama; örgütün ve organların gündemlerini keyfi bir şekilde değiştirme girişimleri içinde olma; örenme tutumunda olunması gerekirken sözde eleştirici tutumda olmayı çizgi haline getirme; dikkatin parti merkezine, basınına, sorumlu organlara ve ileri işçilere çevrilmesi gerekirken, piyasadan örenmeye, parti hayatına oradan örendiği ile katılmaya daha çok eğilim gösterme; veya daha çok görevliler arasında görüldüğü haliyle, çizgiyi egemen kılma, gereklerini yerine getirme yerine, demokrasi adına yerel, geri ve ilkel olana boyun eğme vs.. Görünüş ve biçim itibari ile bunlardan farklı , ama bazen bunlarla iç içe, bazen de ayrı ayrı ortaya çıkan ve genellikle de yukarıdakilerle benzer platformda bulunan (çokça da aynı) örgüt ve kişilerin şahsında somutlaşan anlayış ve eylemler olarak; yapılan işin neye hizmet ettiğine bakmadan, çalışmış olmak için çalışma ; çalışmış olmanın üstünlüğü nü başkalarını dışlamada kullanma; kitleler karşısında yabancı kalma ve ayrı yerde olmada ısrarla direnme; emekçilerin ve alt organların hakları karşısında ilgisiz ve benmerkezci davranırken, üst organlar ve merkezileşme zorunlulukları karşısında liberal ve demokratçı bir mevzide durmaya özel ilgi gösterme vs. vs..

Çünkü açıktır, işçi sınıfı ve bilinçli temsilcileri, merkezileşmeden; sorumluluktan, örgütten ve disiplinden korkmaz . Bunların esin aldığı mihrakların, tüm proleter örgütü ve disiplinini toprak köleliği rejimi gibi  gören döküntü ve marjinal tabakalara dayanan politik mihraklar olduğunu görmemek için herhalde kör olmak gerekir. Merkeziyetçilik ve disiplin ve bu temele balanmış demokrasi, bunlar bir işçi örgü tünü gerçek bir örgüt yapan, bileşimini ve yapısını belirleyen temel örgütsel ilkelerdir.

Bütün bu söylenenlerden yola çıkılarak, gelinen yerde örgütte merkezciliğin kimi deneyimsizlikten, kimi alışkanlıklardan gelen kötü örneklerinin hayata geçirildiğini hepimiz bilmekteyiz.  Komünist Parti yaşamı ve erekleri gereği, her zaman proleter demokrasiden yana olmuştur parti içinde de aynısını uygulamak zorunluluğu ile karşı karşıyadır. Kimse, kadroların kişiliğinin oluşumunun; örgüt kitlesinin ve işçilerin çizgimizin geliştirilmesi ve uygulanmasına girişkenlikle katılışının en iyi aracının demokrasi olduğunu, komünistlerden ve onların partisinden daha iyi anladığını iddia edemez. Merkeziyetçilik ve disiplinin savunusu, örgütte demokrasinin temel bulması ve serpilmesinin de bir güvencesidir. Bizim söylediğimiz ve davasını güttüğümüz şey, örgütümüzün bir tartışma kulübü , bir hobiciler çevresi veya sıradan bir örgüt olmaması; aksine, işçi sınıfının sınıfın mücadelesi ve savaş örgütü olarak varlığı ve mücadelesinden başka bir şey değildir.

Bu nedenledir ki komünist parti, her zaman parti içi demokrasiden yana olmuş; ama hiçbir zaman partimizin merkezleşmesine karşı çıkmamış; aksine, her zaman demokratik merkeziyetçilikten yana çıkma politikası izlemiştir. İster dar yasadışı, isterse geniş, açık bir kitle partisi olsun; eğer gerçek bir sınıf partisi olacaksa partimiz, demokratik merkeziyetçiliğe sıkıca sarılma, demokrasiyi güçlendirme ve demokratik merkeziyetçi yapısını sağlamlaştırma politikasını uygulanan, pratik bir politika haline getirmek zorundadır.

Koşullar ne olursa olsun, devrimci komünist partililer arasında; hareketin omurgasını oluşturan görevliler kitlesi ve gençliğimizin fonksiyonerler topluluğu içinde, bireyci sorumsuzluk ve disiplinsizliklere; demokratçı anlayış, tutum ve eylemlere asla izin verilemez. Herkes kafasına kazımalıdır, örgütümüzün sorunu, merkezileşme ve demokrasinin bastırılması vs.de değil; merkezileşme ve disiplini olduğu gibi, demokrasiyi de tahrip eden ademimerkeziyetçi ve demokratçı eğilim ve eylemlerdedir.

Örneğin, disiplin tanımaz liberal demokratçı bireycililik ile, bu bireyciliğin başka bir tür. olan benmerkezci solcu sorumsuzluğunun şu veya bu şekilde etkili olduğu bir örgütsel ortamda; sınıf mücadelesinin disiplinli bir biçimde sürdürülmeyeceği gibi; sınıfa ve halka karşı sorumlu kadrolar, sınıf mücadelesi deneyiminden geçmiş uzman profesyonel sınıf önderleri de asla yetiştirilemez. Bu ve benzer görevler açık ki, sorumluluk ve disiplinin tartışmasız egemen olduğu; herkesin belli bir işbölümü ve işbirliği içinde işini yaptığı; başta işçiler herkesten öğrendiği, herkesle paylaştığı; demokrasi ve merkeziyetçiliğin örgüt yaşamına yön verdiği ve gerçek temeline doru yönlendirdiği bir ortamı gerektirir.

Çalışmamızdaki zaaf ve eksikliklerin tasfiyesinin ve hareketi güçlü bir sınıf mücadelesi yürüten savaşçı bir örgüte doğru götürmeyi  başarmamızın yolu, saflarımızdaki ademimerkeziyetçi , bireyci, liberal etkiye ve onun her türden görüntüsüne karşı sonuç alıcı bir savaş ilanından geçmektedir. Nereden, nasıl bakılırsa bakılsın, örgütlerimiz bu savaşı, arındırıcı, eğitici bir savaş olarak ilan etmeye ve onu akılla, yetenekle, sorumlulukla ve cesaretle sürdürmeye mahkumdur.

Yoldaşlar

 Revizyonizmin, opürtünüzmin ve yasalcılığın  etkileri genel olarak dünya da   olduğu gibi Türkiye’de komünist hareketler üzerinde de etkili olmaktadır. İşçi sınıfı, kapitalizmin artan saldırılarına karşın geri kalmaktadır. Kapitalizmin ulusal ve uluslararası planda süren egemenliğine son vermek, bugün komünist hareketin, hem ulusal hem de ulusalar arası planda sosyalizm ve proletaryanın toplumsal devriminin gerçekleşmesi yolunda ilerleyip zafere ulaşması bütünüyle Devrimci Marksizm ve Bolşevizmin bütün yönleriyle yeniden canlandırılmasına bağlıdır.

Devrimci-komünist konumlanmanın başlıca özelliği, komünist hareketin tarihsel bir hareket olduğunun bilince çıkartılmasıdır. Tarihsellik, hem onun bir geleneği, devrimci bir varoluşun ve işçi hareketinin en ileri düzeyinin birikimini temsil etmesinde; hem de geleceğe uzanan bir perspektifi taşımasında somutlaşır. Geleneği konusunda açıklığa sahip olmayan bir komünist hareket olamayacağı gibi, kendini yalnızca gelenekle var eden, gelecek perspektifi olmayan bir komünist hareket de düşünülemez. Belli bir zaman dilimi içinde ortaya çıkan komünist hareket, kendinden önceki birikime dayanarak, onu hareket noktası alarak ortaya çıkar; ama öte yandan da, geçmişin olumsuz deneyimlerini, sınıflar savaşının ortaya çıkardığı yeni özellikleri diyalektik materyalist yöntemle süzgeçten geçirerek gelecek perspektifini ortaya koyarak, proletarya hareketine yol gösterir.

Açıkça ortaya konulmalıdır ki, bu geleneğe sahip çıkma iddiasında olanlar bu hareketin süreklilik ve kopuş noktalarını net bir şekilde ortaya koymaktan kaçınmayacaktır. Geçmişi reddetme iddiasında olanlar da, bunun gerekçelerini, , TDKP’yi nostaljik anıların konusu haline getirerek onun gerçek niteliğinin üstünü örtmektedir. TDKP, bu topraklarda komünistlik iddiasıyla varolanların “sahip” çıktığı bir geleneği ifade etmektedir. Ancak bunun dışında kalanların kendilerince “sahiplenme” iddiaları gerçekte neyi “sahiplendikleri” belli değildir.

Uzun zamandır TDKP hareketinin yeniden ayağa kalkmasının zorunluluğunun kendisini dayattığı bir ortamdayız. Ülkemizde işçi sınıfı üzerinde faşist diktatörlüğün saldırılarının artması, sınıf mücadelesini yeni bir ivmelenmeyle karşı karşıya bırakmıştır. Bu ivmelenmede ibre ya işçi sınıfına, ya da faşist diktatörlüğe doğru dönecektir. Bunu belirleyecek olan da işçi sınıfının önderlerinin yeniden sınıf ve sınıf mücadelesindeki yerini almasıyla mümkün olacaktır.

Gerçek anlamda komünist mücadele, dünya çapında gerilemektedir. Yıllardır komünist mücadelenin öncüsü Marksizm burjuva okullarına terkedilmiş ve onların daraltıcı etkisine terk edilmiştir. Marksizm’in kavranışındaki eksiklik ve parçalı algılanışının yol açtığı boşluk post-Marksist, revizyonist, yasalcı ve oportünist kuramlar ve pratiklerle doldurulmuştur. Uluslararası arenada Marksizm’in ve komünizmin resmi temsilciliğini yüklenecek yapılar ve yapılanmalar oluşturulamamıştır. Emperyalizmin ekonomik bağımlılığı ve politik  tahakkümü altındaki ülkelerde, küçük burjuvazinin devrimciliği Marksizm adı altında, genelde popülizm, yasalcılık, milliyetçilik ve küçük burjuva sosyalizmine dayanarak Devrimci Marksist kuramın temel ilkeleri ve pratiğini çarpıtmaktadır. Bu oportünizmi kendi geçmişimizde ve geçmiş programımızda da görebiliriz.

Bütün post-Marksist, revizyonist ve küçük burjuva-sosyalist akımlara karşı, Komünist Parti Programımız bizim kimliğimizi Devrimci Marksizm olarak açıkça tanımlamalıdır. Biz, Komünist Manifestoda belirlenen, Ekim Devrimi ile iktidarını kurabilen, yaşamak için, üretmek için  burjuvaziye ihtiyacı olmayan dünya işçi sınıfının bir parçasıyız. Toplumsal devrimini örgütlemede sürekliliğinin göstergesi olan uluslararası bir sınıfsal hareketin de kurucu yapıcı ve sürükleyen parçası olmak zorundayız..

Biz, ister ulusal ister uluslararası burjuvazi ve küçük burjuvazinin Marksizm’i çarpıtmalarına karşı Devrimci Marksizm’i ve Bolşevik politikaları yeniden canlandırmaya Bolşevizmin yeniden canlandırılması- kararlı bir hareketin parçasıyız. Zira Türkiye işçi sınıfı olası iktidarı dünya işçi sınıfının iktidarı olacak bir sınıfın parçasıdır. Bu amaç, bizi diğer  sınıfsal amaçları olan diğer devrimci akım ve örgütlerle ayrıştıran ana ayraçtır.. Bu amaç bizi bütün revizyonist ve küçük burjuva-sosyalist hareketlerden ayırır. Bugün dünya komünist hareketinin gerilediği mevzilerini kaptırdığı, teorik olarak Marksizm karşıtı düşünce akımlarının at oynattığı ve  egemenlik sağlamaya çalıştıkları bir dönemde Bolşevik savaşçı ruhun canlandırılması uğruna da amansızca savaşmalıyız. Bu savaş olmaksızın sosyalizm mücadelesi verilemez.

Türkiye’de var olan devrimci siyasal örgütler ne yazık ki gelişmeleri ve sınıf içindeki tutumlarıyla, 1978’lerde başlayan gecekonducu mücadele biçimlerinin sınırını aşamadığından hala aynı noktada dönüp durularken işçi sınıfı ile bağ kuramamaktan veya kendilerini aldatmakla meşguller.

Gelinen nokta mücadelenin kendiliğinden salınımının yükseldiği bir dönemdeyiz. Dünya tarihi ispatlamıştır ki kendiliğinden hareket tüm dünyayı bile sarsa toplumsal devrimlere yol açamaz. Öncüsüz devrim olmaz. Uzun zamandır öncüsünden ayrı kalan sınıf hareketi üzerindeki ölü toprağını silkeleyerek yeniden ait olduğu alana dönmelidir. Parti, işçi sınıfının bir en ileri, en bilinçli ve bu nedenle en devrimci kesimi ve onun bir parçasıdır; Devrimci komünist parti en iyi, en bilinçli, en adanmış ve en uzak görüşlü işçilerden oluşur.

Türkiye’de Devrimci Marksizm’in Komünist Parti Programı bayrağı altında örgütlü bir komünist safın belirmesi devrimci proletaryanın tarihsel amacının gerçekleştirmesi ve Bolşevik mücadele ruhunun canlandırması yeni hareketimizin temel görevlerindendir. Ancak bu mücadele sadece pratik bir mücadele değildir. Teorik mücadele ile gerek Marksizm içi anlayışların gerek Marksizm dışında kalan anlayışlarla kesin sınırlar çizilmelidir. Bu mücadele aynı zamanda komünist pratiğin özel yöntemlerinin yeniden elde edilmesi ve yerleştirilmesi için kararlı bir tutum alınmasını gerektirmektedir.

Bu yöntemler Marksizm’in devrimci kuram ve komünistlerin programıyla işçi sınıfı içindeki işçi ve komünist-olmayan öteki parti ve siyasal güçler karşısında ayrı ve bağımsız kimliklerinin tanımlanmasının ayrılmaz bir parçasıdır. Devrimci Marksizm yalnızca kuramları ve erekleriyle değil kendi pratiğine özgü yöntemler ve geleneklerle de tanımlanan ve belirginleşen işçi sınıfı içinde yaşayan ve etkin olan bir eğilimdir. Bu yöntemler ve gelenekler komünizme ve komünistlere özgüdür. Bunlar Marksizm’in devrimci amaçlarına ve programına dayanmaktadır, bu programın ayrılmaz parçasıdır ve hareketimizin pratik kimliğini belirler. İşçi sınıfı örgütlenmedikçe kendi başına bir bireyler topluluğundan öteye bir şey değildir. Dünya sınıfsal mücadeleler tarihinin Marksistlere öğrettiği şeylerden biriside örgütsüz olunmayacağıdır. “İşçi sınıfı her zamankinden daha fazla, sıkı bir örgüte ihtiyaç duyuyor. Şimdi o, bir saniye bile kaybetmeksizin kendisini bu mücadelelere hazırlamak için yorulmak bilmeden çalışmalıdır.”[406]

İşçi sınıfına ve örgütlerine saldırı, ve tasfiye hareketi bir çok yönlü olmaktadır. Saldırı sadece  Marksizm’den sapma ve komünistlerin teorik kimliğinin çarpıtılmasıyla değil, bizzat burjuvazinin desteğinde propaganda, yayılma, örgütlenme, parti içi mücadele, taktiklerin tasarlanıp gerçekleştirilmesi, kısacası bütün bir komünist pratiğin kimliğinin başkalaştırılmasıyla ve yok edilmesiyle sonuçlanmaktadır.

Günümüzde işçi sınıfı mücadelesini canlandırmak  Türkiyeli  Devrimci Komünistler için özel bir anlama bürünmüştür. Bu nedenle, Devrimci Komünist Parti Programı Türkiye Devrimci Marksistlerin revizyonizme ve proletarya sosyalizmi dışında olanlara karşı bütünsel eleştirisinin belirmesi ve Devrimci Marksizm’in yalnızca Küçük burjuva revizyonizmden değil revizyonizmin bütün biçimlerinden siyasal-ideolojik bağımsızlığının bayrağı olmak durumundadır. Bu belirleyicilik  Türkiye Devrimci Komünist Partisini “yeniden yaratma” eşiğine getirmiştir.

Komünist Parti Programı’nın hazırlanması ve önümüzde duran Komünist Partinin yeniden kuruluşu ve yaygın komünist pratiğinin gerçekleştirilmesi gibi acil görevler hareketimizin  pratiğin ilke ve yöntemlerini yeniden canlandırıp uygulanmasına olan gereksinimini göstermektedir. Komünist Parti devrimci proletaryanın teorik ve pratik bağımsızlığının organıdır, bu yüzden partinin kurulması için Komünist Parti Programı güçleri Leninist örgütlenme teorisi ışığında, Bolşevik pratik faaliyetin ilkelerine kavuşmalıdırlar. Bu bizim şimdiki koşullarda pratikte komünist Partiyi yeniden kurmamızın anahtarıdır.

Öte yandan gelinen yer ve sınıf mücadele pratiği, Komünist Parti Programı’na ulaşma ve Küçük burjuva, yasalcı,  revizyonist pratiklerin iflas etmesi hareketimizin Komünist Partiyi kurma yönünde son adımı atması için en iyi koşulları sağlamıştır. Biz, Devrimci Marksizm’in saflarında Küçük burjuva yöntemleri kesinlikle eleştirmeye, bu yöntemlerden bütünsel sınıfsal biçimde kopmaya ve komünist pratiğin yöntemlerini pratik çalışmanın bütün düzeylerinde yaygınlaştırıp güçlendirmeye  kararlıyız.

1-      Leninist örgütlenme anlayışı ile komünist pratiğe özgü gelenekler ve yöntemlerin saflarımızda yeniden elde edilip güçlendirilmesi yalnızca Küçük burjuva ve yasalcı örgütlenme anlayışı ve pratik çalışma yöntemlerinin ilkelerinin bütünsel eleştirisi, bu teori ve yöntemlerin küçük burjuva özelliklerinin kavranmasıyla olanaklıdır.

Marksist teori ile komünist pratiğin ilkeleri, sınıfla birlikte onun önünü açan ve mücadeleye davet eden pratik temellere, her düzlemde Marksist görüşlerin yayılması ve güçlenmesinin yolunu tıkayan Marksizm dışı bakış açılarının sürekli olarak eleştirilmelerine dayanmaktadır. Sınıfsal bir hareket içinde Marksizm’in öğretilmesi ancak bu hareket içindeki sapma ve eylemlere karşı mücadeleyle olanaklıdır. Bu durumda bize yol gösteren, Marksist-Leninist örgütlenme anlayışının hayata geçirilmesidir. Bugüne kadar, başvurulan yöntemler devrimci doğruluklarını göstermiş olsalar bile hareketimizi Marksizm adı altında egemenlikleri altında tutmuş olan örgütlenme anlayışı ile pratik yöntemlerin bütünsel eleştirisiyle olanaklıdır.

Türkiye devrimci Marksist hareketinin kendi eylemliğini genişletmesi, komünist partinin ayağa dikilip sınıf mücadelesi içindeki teorik mücadelesi artık “sınıf içinde sınıfla birlikte reformizmin, yasalcılığın ve popülizmin” eleştirisi ve mücadelenin çeşitli alanlarında komünist örgütün pratik etkinliklerinin ilkelerini sunmasına odaklanmalıdır.

2-      Bütün siyasal örgütlenmeler, belirli sınıfların iktidar hedeflerini gerçekleşmesinin aracıdır. Her örgütün ana özelliği, eylem yöntemleri ve çalışma biçimi son tahlilde bu sınıfsal çıkarlarla örtüşür. Öyleyse Devrimci Marksizm’in Küçük burjuva, yasalcı, oportünist ve revizyonist  örgütlenme kuramı ve pratiğine yönelik eleştirisi teknik değil sınıfsal bir eleştiridir.

Popülizmin ve yasalcılıkla belirginleşen ve her türlü burjuva örgütsel davranış, bilinçli bir tercih veya komünist eylem ilkelerini bilmemesinden kaynaklanmaz. Bu örgütlerin,  eylem ve yöntemleri söz konusu sınıf ve tabakaların, siyasal bakışının, programatik yöntem ve amaçlarının kaçınılmaz sonucu ve cisimleşmesidir.  Marksizm dışı örgütlenme ve eylem biçimlerinin eleştirisinin, bu eleştirinin belirli, somut sorunlarla karşılaşma alanlarına genişletilmesinin gerekli koşulu budur. Eleştiriyi sadece popülizm, yasalcılık veya oportünist eylem biçiminin teknik ve uygulama yönleriyle sınırlamak bu anahtarı bırakmak anlamına gelir.

3-      Taktik politikaların değişmez sosyalist amaç ve temel ilkelere dayanmaması, komünist hareket dışındaki Küçük burjuva örgütleri oportünist taktik-süreç, politikalara ve burjuva politikaların değişimi ölçüsünde sürekli siyasal yalpalamaya itmektedir. Sosyalist programın temel ilkelerinin yokluğu, popülizmin taktik konusunda oportünizm ile anarşizm arasında yalpalamasının, keskin siyasal dönemeçlerde örgütsel dağınıklığı ile örgütsüzlüğü isteyişinin ana kaynağıdır. Komünistlerin burjuvazinin politikaları ve siyasal gelişmeler karşısında çalışma ve örgütsel kararlılıkları komünist program ile taktiklerin ilişkili oluşları, taktiklerin komünist programın erek ve ilkelerine dayanmasından kaynaklanmaktadır.

4-      Küçük burjuvazinin program ve politikadaki devrimciliği, devrimci-demokrat eylemi örgütlemeyle sınırlı kalmak Küçük burjuva örgütlerin propaganda, yaygınlaşma ve örgütleme ana etkinliklerinin nesnesinin özel olarak işçi sınıfı değil toplumun bilumum demokrat kesimleri olmasına yol açar. Popülizmin işçi sınıfı içinde etkinlikte bulunduğu uğraklarda bile kendini sınıfın sosyalist, bağımsız örgütleyicisi olarak değil “sürekli demokrat” bir güç olarak işçi sınıfını harekete geçirecek bir örgüt olarak tanımlar. Bunun altı sürekli olarak çizilmelidir. Küçük burjuvazinin sınıf mücadelesinde kolaycı gelen yöntem ve anlayışları dayatması ve kitleler nezdinde ilk elden kabul görülmesi kitleleri ilk anda bizden uzaklaşmış gibi gösterebilir ama bunlar bizleri yıldırmamalıdır. Yasalcılığın ve kolaycılığın getirdiği sonuçlar işçi sınıfı mücadele tarihindeki örnekleriyle anlatılmalı yasalcı, oportünist ve revizyonist her tür düşünce mahkum edilmelidir..

5-      Popülizm örgütsel görüşünün sınıflar üstü özü gereği işçi sınıfı ile küçük burjuva kesimlerin toplumsal konumlarının nesnel farklılıklarını yadsımak zorundadır. Bundan dolayı kişileri toplumsal-ekonomik konum ve kimliklerinden ayrı toplumdan kopmuş birimler biçiminde kendi örgütü içinde örgütler. Örgütlenmekten, yalnızca kendi teşkilatını örgütleme anlamında kavrar, işçi sınıfını bir sınıf olarak örgütleme becerisini gösteremez. Komünistler için örgütleme nesnel varlığı dolayısıyla mücadeleci olan toplumsal bir sınıf olarak işçi sınıfını örgütlemek anlamına gelir. Komünist örgüt işçi sınıfını yaşam ve üretim ortamında örgütler ve öncüsü olur. Komünist örgüt ve komünist partinin temel örgütlenme birimleri ve hücreleri öncü ve mücadeleci işçilerin ve doğal işçi önderlerinin kendi yaşama, üretim ve etkinlikleri ortamında oluşturduğu birimlerdir.

6-      Komünist örgüt her şeyden önce etkinliğinin ana nesnesini işçi sınıfı olarak belirler, işçi sınıfının, özellikle de öncü işçilerin ve doğal işçi önderlerinin sosyalist örgütlenmelerini, burjuvazi karşısında işçi sınıfının mücadele saflarını sıklaştırmayı sürekli ve temel görevi olarak tanımlar. Demokrasi için mücadelede, özellikle demokratik bir devrimde, komünist örgüt proletaryanın bağımsız safını oluşturmayı, proleter olmayan emekçileri proleter politikalar çevresinde örgütlemeyi ve harekete geçirmeyi, demokratik harekete proleter önderliği dayatmayı önüne amaç olarak koyar.

7-      Bundan Komünist örgütlenme dışındaki örgütlenme biçimleri, siyasal mücadeleyi sınıflar arasındaki nesnel mücadelenin temelinde değil “örgüt” temelinde tanımlayan biri kendinde örgüt yapısındadır. Onlar için mücadele “örgüt” ile bütün sınıfsal belirlenimlerinden soyutlanmış ve “rejim” olarak sınırlanmış düşman arasındaki mücadeleye indirgenir.

Türkiye devrim mücadelesi deneyimi de Küçük burjuva mücadele anlayışını bütünüyle açığa çıkarmıştır. Genelde kendisini gösteren ekonomizm veya onun özgün biçimleri ve ekonomizmin  bir biçimi, ekonomizm ya da kendiliğinden yığınsal eylemlerin arkasından sürüklenmek, Marksistlerin dışındaki etkinliklerinin pratik bir özelliğini açığa vurur. Mutlak bir biçimde ortaya çıkan eylem ve mücadelelerin ister doğrudan ister kendiliğinden olsun peşine takılmak örgütlerin temel anlayışı olmuştur. Mücadelede sürekliliğin yakalanamaması, karasızlıklar veya örgüt iradelerinin başka küçük burjuva ulusallıkla daraltılması, siyasal yüzeyselliklerinin ve küçük burjuva dar görüşlülüklerinin göstergesidir.

8-      Komünistler işçi sınıfının yalnızca kendi gücüyle özgürleşebileceğine inanırlar. [Komünistler] işçi sınıfının bilinçli ve örgütlü kesimi olarak amaçlarını, görevlerini işçi sınıfı yığınlarının burjuvaziye ve burjuva devletlerine karşı doğrudan, devrimci eylemlerini parti sloganları ve taktikleri temelinde, parti örgütünün önderliği altında örgütlemek olarak tanımlarlar. Komünistler İşçi sınıfına toplumsal bir sınıf olarak kendi sloganları ile mücadele yöntemlerini takınmak üzere seslenir, sınıfı örgütlerler.

9-      Son yıllarda güdülen politikalar Türkiye’de, var olan halkçı örgütlerin propaganda ve yaygınlaşma yöntemlerinin ve içeriğinin küçük burjuva özelliklerini bütünüyle ortaya çıkarmıştır. Küçük burjuva örgüt için yaygınlaşma pratikte “örgüt içi yaygınlaşma”dır; bu, “örgütün” son tutumlarını üyeler ile sempatizanların tutum veya davranışları olarak açıklamak ve gerekçelendirmek ötesinde bir anlam taşımamaktadır. Propaganda da “örgütün tutumlarını” yeni siyasal olaylar karşısında tekrar tekrar sloganlar ve klişeleşmiş formülasyonlar biçiminde dile getirip gerekçelendirmeye, burjuva devletinin siyasetçileri ile kurumlarının ahlaki açıdan deşifre edilmelerine, biçimsiz ve örgütsüz yığınları kendiliğinden eylemlerini yoğunlaştırmak ve yaygınlaştırmak için kışkırtmaya indirgenmiştir.

10-   Komünist Devrimci programdan, ilkesel taktiklerden yoksun olduğundan, siyasete ve siyasal mücadeleye soyut yaklaşımından dolayı karalı bir propaganda politikası izleyemez. Siyasal olaylar ile burjuva politikalar komünist hareketin dışındaki yapılanmaların propagandalarının içeriğinin ve özünün belirlenmesinin ana etkenidir. Böylece burjuva anlamda propaganda ve yaygınlaşma bir yandan içerik ve öz olarak karmaşık ve çetin, “teorik” ayrıntılar ve inceliklerle dolu bir olaya dönüşür; öte yandan pratikte, “yığınlar”la ilişkide muhataplarının eğilimleri ve bilinçleri seviyesine değin indirgenir. Örneğin kurulan kültür merkezlerinde “işçi sınıfı bilinci geliştirmek” amacı adı altında Komünizm adına Akademistlik  ve küçük burjuva aydın kuyrukçuluk son dönemin propagandasının ve yaygınlaşmasının ayrılmaz parçasıdır.

11-   Komünist propaganda ve yaygınlaşma çalışma alanı ve muhatap olarak mücadeleci işçiler, işçi ve emekçi yığınları olarak seçer. İşçi sınıfını kendi çıkarları konusunda bilinçlendirmenin ana aygıtı sınıf saflarını örgütlemek, geniş kitleleri devrimci proletaryanın sloganları ve yöntemleri çevresinde mücadeleye katmak, pratik mücadelenin bütün alanlarında işçi sınıfını ve emekçi kitlelerini sürekli olarak yönlendirmektir. Komünist program ve taktik komünist propagandaya dayanıklı, sürekli ve yalpalamayan bir özellik katar; komünist propagandanın değişik düzlemlerde pratik mücadelenin sorunları, muhatapların bilinç seviyeleri ile siyasal bilinçleri düzeyinde çeşitli biçimlere bürünmesine, aynı zamanda partinin biricik ve bütünsel taktik ve politikalarını, devrimci, öncü içeriğini kendinde yansıtmasına olanak sağlar. Komünist işçilerin ve militanların sürekli ve karalı biçimde bu her komünistin görevini yerine getirebilmeleri yalnızca komünist program ile taktiğin propaganda ve yaygınlaşmanın temelini oluşturması yoluyla olanaklıdır.

12-   Küçük burjuva devrimciliği, bireyleri nesnel toplumsal-sınıfsal konum ve ilişkilerden soyutlanmış birimler olarak örgütlemek her şeyden önce küçük burjuvazinin, özellikle küçük burjuva aydınlarının ekonomik-toplumsal konumuyla örtüşmektedir. Bu neden den dolayı bu tarz örgüt özünden dolayı işçi dokusu olan bir örgüte dönüşemez.

13-   Toplumsal-sınıfsal kimlikten yoksun bireylerden oluşan küçük burjuva örgütler zorunlu olarak dar, süreksiz ve amatördürler. K.Burjuva örgütteki örgütsel ilişkilerin kişisel özelliği demokratik merkeziyetçiliği liberalizme, bürokratizme ve dar birimciliğe indirger.

Komünist örgüt sağlam ve bütünsel bir önderliğin altında çeşitli ekonomik üretim alanlarında, bölgelerinde ve birimlerinde etkinlikte bulunan işçi sınıfının pratikteki önderlerinin örgütlerine dayalı, gücünü, etkisini militanlarının birimlerinin işçi sınıfı önderleri ve yığınlarıyla ilişkileri yoluyla elde eden, bu yüzden hareketini çeşitli alanların etkinleri ve militanlarının görüş alış verişi ve demokratik karar mekanizmalarına, bu militanların mücadelelerinin bütünsel olarak tek bir merkez aracılığıyla yönlendirilip uyumlulaştırılmasına dayandıran bir örgüt olarak gerçek anlamda demokratik merkeziyetçiliği gereksinen, aynı zamanda onu uygulayabilen biricik örgüttür.

14-   Örgütsel pratikte Bolşevik yöntemler takınmak Komünist Partinin kuruluşuna bırakılmamalıdır, bu politikaları hayata geçirmek yalnızca Partinin görevi değil her zaman, her koşulda bütün komünist birimler, örgütler ve kuruluşların görevidir.

Komünist Partiyi komünistler kurar, temel olarak komünistler teorik ve pratik kimliklerinin her iki alanında komünist olmak zorundalar. Pratik komünist yöntemler, tıpkı Devrimci Marksizm’in teorik-programatik bakış açıları gibi, bizim komünist kimliğimizin bir parçasıdır. [Bu yüzden] Parti ve işçi sınıfı hareketini örgütlemek için Partinin olmadığı koşullarda mücadele eden bütün komünist örgütler tarafından aynı ölçüde gözetlenmelidir. Saflarımızda komünist pratik yöntemler takınmayı Partinin olmayışı bahanesiyle Partinin kuruluşuna erteleyen, bu yüzden Küçük burjuva pratik etkinlik yöntemlerini sürdüren ve gerekçelendiren eğilimlerle Marksizm’e yabancı teorik bir sapma, Türkiye devrimci proletaryasının tek, bütünsel partisinin kuruluşu yolu üzerinde gerçek bir engel olarak mücadele etmeliyiz. Türkiye Komünist Partisi’nin sözcüğün gerçek ve pratik anlamında kuruluşu yalnızca teorik ve pratik her iki alanında kendilerini işçi olmayan sınıfların siyasal güçlerinden ayırabilen militanların, kadroların ve örgütlerin eseri olabilir.

 

Eski ve Yeni Mücadelesi

Eski ve yeni kendi içinde diyalektik çatışmasını yaşamın her alanında ısrarla ve kavgasından hiç ödün vermeden sürdürür. Zira bu ısrar maddenin hareketinin olmazsa olma koşuludur. Maddenin hareketinden, gerçek yaşama alanına kadar kendisini farklı bir biçimde ortaya koyan hareket, gelişmede eskinin yeniye karşı direnişi biçiminde ortaya çıkar. Yaşayan her şey diyalektik yasalara bağlı olarak gelişir ve yaşamını tamamlayıp ölür. Bu ölüm onun bağrında bir yeninin doğmasının sağlanmasına yol açar ve hareket bu biçimiyle sonsuza dek yürür.

      Eski ve yeni tartışmasın yaparlarken genel olarak eskiyi kıstas almaktadırlar.  “bir tek şeyin esas alınması gerektiğini... o da ; partimizin programını ve tüzüğünü , ideolojik-siyasal çizgisini doğrusu ve yanlışıyla sürecin ardında ikinci bir kongreye kadar savunmak olmalıdır. “ diyor yoldaşlar.  Peşinden hemen ekliyorlar “Kuskusuz 25 yıl önce savunulan günün şartlarında alınan bazı kararların ve zaaf ve yanlışlıkları bugün savunmak zorunda değiliz elbet” peki savunmak zorunda olduğumuz nedir? Zaafları ve yanlışlıkları bir kenara bırakıp savunmayacak isek yerine yenilerini koymak zorunluluğuyla kaşı karşıyayız demektir. Yeni bir şeye karşı da “ideolojik siyasal çizgiyi doğrusu ve yanlışıyla savunalım” deniyor. Sonuçta belirginleşen o dur ki; eskinin yanlış ve zaaflarının yerine yenisini koymak zorunluluğudur. Zaaf ve yanlışlıklar atıldığında geriye kalan ve yenilenen artık eski değildir yenidir. Eskinin bağrından doğan bir yeni...

Marx ve Engels Manifesto’da ele aldıkları, gelişmenin eski ile yeninin savaşının bir biçimi olduğunun vurgulanması ve işin aslıdır. Kapitalizmin kendisinin sonunu hazırlamasındaki savaşın özünü burjuvazinin varlığını sürdürmesinin zorunluluğu olarak tanımlar. Manifesto şunları söylemektedir:

 “Burjuvazi üretim gereçlerini, bu yolla üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte toplumun tüm ilişkilerini sürekli devrimcileştirmeden varolamaz. Eski üretim biçimlerinin aynen korunması, tüm önceki endüstriyel sınıflar için, tam tersine, varlıklarının ilk koşuluydu. Üretimin sürekli devrimcileştirilmesi, tüm toplumsal koşulların aralıksız sarsılması, sonu gelmeyen belirsizlik ve çalkantı, burjuva çağını tüm önceki çağlardan ayırır. Tüm sabit, donmuş ilişkiler, peşlerine takılan çok eski ve saygıdeğer önyargı ve görüşlerle birlikte süpürülüp gider, tüm yeni oluşmuş ilişkiler daha kemikleşmeden eskir. Katı olan her şey uçup gider, kutsal olan her şey aşağılanır ve insan, en sonunda yaşamının gerçek koşullarını ve kendi türü ile olan ilişkilerini sağlam kafayla yüzlemek zorunda kalır.”[407]

 Dikkat etmek zorunda olduğumuz bu açıklamalarda: “Üretici güçlerde sürekli büyüme, toplumsal ilişkilerde sürekli yok olma, düşüncelerde sürekli oluşma hareketi vardır." Burjuva egemenliği altında işte bu üç süreç birlikte işlemektedir. Burjuvazinin devrimciliği, karşı-devrimciliği, gericiliği; proletaryanın devrimci varlığı, komünizm fikrinin oluşması... Hepsi birliktedir. Burada aslolan halka  “Burjuvazi, üretici güçleri devrimci değişime uğratmadan varolamaz... Üretimin sürekli devrimcileştirilmesi, tüm toplumsal koşulların aralıksız sarsılması, sonu gelmeyen belirsizlik ve çalkantı, burjuva çağını tüm önceki çağlardan ayırır.”  Ve bugün, yirmi birinci yüzyılda, burjuvazi üretici güçlerde devrimci değişim yaratma yeteneğine hâlâ sahip midir? Eğer üretici güçler hâlâ devrimci değişime uğratılmaktaysa, bunu günlük yaşamımızda sıcağı sıcağına yaşamaktaysak, o zaman kabul etmeliyiz ki, sahiptir.  Ama bunun onu ilerici kılıp kılmadığı sorusunu politik olarak sormaktan geri durmamalıyız. Zira aldatmaca burada başlamaktadır. Bizler bu aldatmacayı açığa çıkartmak durumundayız. Burjuvazi hala eskiyi temsil eden olarak politik gericiliğiyle varlığını yeni sınıfa karşı korumaya çalışmaktadır. Bizler nasıl ki burada yeninin yanında yer alıyorsak kendimizi de yenilemekle yükümlüyüz.

      Gelişme kendi tarihsel seyri içinde bağlı olduğu yasaların belirleyiciliği altında çalışır. İradenin işin içine girmesi ile gerçekleşen bir takım zorlama atlamalar veya müdahale etmeye çalışan, öznece gereksiz görülen ayrıntılar, kendisini süreç içerisinde ortaya koyar ve dayatır. Her şeyin birbirine bağlı olması yasası gereğidir ki; TDKP de “bu eleştiri ve öz eleştiri süreci devrimci norm ve kurallara uygun olmak” zorundadır. Türkiye sol hareketinin muhalefet olma özelliğinin aşılması, iktidara alternatif olmak, iktidar olmak mantığından uzaklık söylenene muhalefet etmekten geçer. Muhalefet etmekte kolay yoldan diğerinin söylediğinin tersini söylemekten geçiyor. Bu da bizi ilerletmek değil aksine kısmı duraklamamıza neden olmaktadır. Oysa biz yeni gelişmeleri tanımlayan ve bunları işçi sınıfı ile paylaşan ve iktidar mücadelesinde onun önünü açan gücü temsil etmekteyiz.

       İlerleme ve gelişmede yakalanacak halka doğru sorunun sorularak, sorunun kaynağını tespit edip çözümleme çabasıdır. Sadece sorunun tespiti, bir aşamaya kadar ilerlemek anlamına gelir ama sorunun çözümü değildir. Genelde her yeni ilerlemede geriye bakarak ilerlenmesi önerilir. Oysa hep geriye bakmak, öyle ki bu önerme nerdeyse önümüze hiç bakacak fırsatı bize tanımamaktadır. Geriye bakmak sadece belli bir sürecin tahlil edilip yerine yeninin konulması ile aşılan bir andır. Önemli olan yeni sürecin tanımlanması gereğidir.

Hayır! Kimsenin bilimle, bilimsellikle ilgisi yoktur! İsteyen, istediğini istediği gibi ortaya koyabilir ve ortaya koyduklarını isterse bir süre sonra reddedebilir. "Bunu böyle ortaya koyuyorsunuz ama, Marksizmde bu şöyle değil midir?" türünden sorular bile olayların "gizemi" ile bastırılabilir. Oysa Marksizm, kendisini, tek tek ya da tüm olarak Marksistlerin düşünce ve davranışlarında ifade eder.

İlkeler, Marksist-Leninist ilkeler yoktur! Onları savunmak ya da ortaya koymak "karın doyurmaz"! Devrimci teori olmadan devrimci pratiğin nasıl olacağını keşfedenlerin, Marksizmin onlarca yıllık deneyimine, bilgi birikimine "ihtiyaçları yoktur"! "Ben yaptım oldu" anlayışının hemen her yerde egemen olduğu ve uzun yıllardır benimsenir göründüğü bir toplumda, elbette siyasal oluşumlar da farklı olamayacaktır.

Tarih hiç bir zaman düz bir hat izlememektedir. Dünya sınıf mücadele tarihi onlarca yanlışlık hata ve zaafla birlikte bir tarih oluşturuyor. Bize ait olan bu tarih içinde yeniyi ve doğruyu yakalamak ve onu hayata geçirmek bizim emeğimize ve çabamıza bağlıdır. İşte bu emek ve çaba bizi birbirimize benzeyen yanlarımızı ortaya koyarak aynı olduğumuzu iddia edenlere karşı farklılığımızı ifade etmemizi sağlayacak temel kıstası da oluşturmaktadır. TDKP yenilenmek zorundadır; bu ifadeye karşı genel direniş, geleneğin ve tarihin silinmesi kaygısının dillendirmekle başlıyor. Temel yanlışlık burada başlamaktadır. Yeniyi yaratmak zorundayız bu ilke diyalektiğin inkarın inkarına denk gelen gelişme yasasının kendisini dayatmasının zorunlu bir sonucudur.

TDKP Türkiye devrim tarihinde Marksizm-Leninizm’i küçük burjuva dünya görüşü ile savunan ve bu sınıfın bakış açısı ile işçi sınıfına yönelen, kısa bir sürede en güçlü “komünist partisi” olma özelliğini ortaya koydu. Her zaman ilki yapmakla belirginleşen özelliği diğer küçük burjuva hareketlerin de yönelimlerinin belirlenmesinde oldukça etkili oldu. Arkasında bıraktığı artıkların bile Türkiye siyasi arenasında etkileri devam etmektedir. Bugün için geçmişimizin külleri üzerinde geleneğimizi Marksist-Leninist bir temelde her türlü küçük burjuva dünya görüşünden arındırılmış bir biçimde diriltmek uğruna savaşıyoruz. Bu savaş sınıf mücadelesinin bir parçasıdır. Uzun zamandır ertelenen kongrelerini yapmaktan kaçınan ve sınıf mücadelesinin kaçakları naylon konferanslarla fiili olarak tasfiye edilmeye  ve yok sayılmaya çalışılan partimiz geçmiş zaafları ve içindeki küçük burjuva sosyalizm anlayışının da etkisi ile tamamen yok sayıldı.

Bizlere “derdiniz dedir dostlar?” diye soruluyor; İşte bu anlamda geriye bakmaktan çok eski defterlerin derslerini bir kenara yazıp onları, tarihin tozlu raflarına kaldırarak onların üstünde yeniyi yaratmamızı şart koşmaktadır. Bunun için arkamıza fazla bakmamızın bir önemi kalmamıştır. THKO’dan TDKP’ tasfiye sürecine kadar devrim ve sosyalizm mücadelesinde can veren yoldaşlar bir fetiş için değil komünizm uğruna canlarını vermişlerdir. Onların yaşamalarının amacı olan yeniyi savunmak bize kalmıştır bunu da sonuna kadar götürmeye niyetliyiz.

Yeniyi savunmak geçmişi inkar etmek, anlamına gelmediği gibi eskinin savunulmasında ısrar anlamına hiç gelmez. Bizler neyin ve kimlerin devamı olduğumuzun bilincindeyiz. Ama bu bilinci sürekli öne çıkarmaya çalışmak eskinin daimi savunusu ilerlemenin önünde engel olma çabasıdır. Bu çabada politik literatürde “gericilikle” adlandırılır. Başarılar ve yenilgilerle zenginleşen geçmiş deneyimlerimiz bizim avantajımızı oluşturmaktadır. Eski Marksist kuşaklar ve geçmişimiz karşısındaki avantajımız, yalnızca 1980 öncesi değil aynı zamanda 1980 sonrası da dahil olmak üzere sol oportünizmin ülkemizde yarattığı tahribatın devrimcilik adına aşılması ve sonrasında işçi sınıfına yönelme ve Marksizm’e sarılmaya çalışan devrimcilerin bize bıraktığı mücadele geleneğimizin olmasıdır.  Marksizmin ustalarının bize öğrettikleri  Marx’ın deyişi ile "... İnsanlık kendi önüne ancak çözüme bağlayabileceği meseleleri koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, meselenin kendisi ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi şartların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.[408]           Marx'ın bu sözleri bir sorunun öneminin kavranması ve geniş olarak tartışılması yönünden de büyük önem taşır. Teorik bir sorun ancak olaylar onu öne ittiğinde önem kazanır. Bir sorun yıllardır dünya çapında tartışılıyor olsa bile, eğer ülkenin özel şartları henüz bu meseleyi öne çıkarmıyorsa, pratiğin devrimcilerin önüne koyduğu görevlerin bu sorunla ilgisi yoksa veya bu ilgi görülemiyorsa, bu sorunun ortaya konulması o ülke solunda pek az ilgi çeker.

Dünya sınıf mücadelesinin bir parçası olarak bugün dünyada yaşanan gelişmeler ve sıkıntılar bit bütün olarak örgütümüzün önünde de çözülmesi gereken sorunlar olarak durmaktadır.  Kimi yoldaşlar bu sorunların zaafların ana kaynağı olduğunu ifade ederek bunların tümünün çözülmesi gerektiğini söylüyorlar. Pek de haksız sayılmazlar evet dünyanın yaşadığı ve sınıfın mücadelesinin içinde bulunduğu kriz marksizmin bilimsel yeni verilerin ışığında yeniden ayağa kaldırılarak, sınıf mücadelesinin geline noktada aldığı şekli tanımlayarak yapmakla mümkündür. Gelişmeye ayak uyduramamak krizin ana nedenidir. Marx, farklı tarihsel çağları birbirinden nasıl ayırt edeceğimizin anahtarlarını Kapital’de bize şöyle veriyordu:"Farklı ekonomik çağların birbirinden ayırt edilmesini mümkün kılan, üretilen eşyalar değil, fakat bunların nasıl ve hangi araçlarla üretildikleridir. Emek araçları, yalnızca insan emeğinin ulaştığı gelişme derecesinin bir ölçüsünü vermekle kalmıyor, aynı zamanda, emeğin sarf edildiği toplumsal koşulların da göstergesi oluyor."[409]

Örneğin Marx’ın, yaşadığı Birinci Enternasyonal döneminde ve sonra Marksistlerin, İkinci Enternasyonal zamanında işçi sınıfı hareketinin Marksizmi bütünsel olarak ve sonuna kadar kullanma fırsatı var mıydı? Marksizm, eylemde gerçek somutlanmasını bulmuş muydu? Marx, devrimci teorisinin belirleyici tarihsel ana, iktidarın proletarya tarafından fethine uygulanması konusunda kılavuzluk etme fırsatı ve şansına sahip miydi? Bunların hepsi bir araya geldiğinde devrim Avrupa’da gerçekleşir miydi? Bu sorular onlarca ek soru ile arttırılabilinir. Bu krizin nedeni olarak Marksizm’e saldırıları bertaraf etmek de bizim üzerimize kalan bir görev olarak önümüzde duruyor. Burjuva ideologlarının  Marx’ın yalnızca bir teorisyen olduğu şeklinde tanımlamalarına karşı sol cenahtan yükselen; “Hayır, Marksizm, kuşkusuz akademik bir doktrin değil, devrimci eylemin kaldıracıdır; Marx, aynı zamanda bir politikacıydı, teori ve pratik el ele gitmiştir.” Savunularıyla karşı koymaya çabalamaktadırlar.  Marx boşu boşuna “filozoflar dünyayı yeterince açıkladılar, artık onu değiştirmeliyiz” dediğinde tarihte eyleme olan ihtiyacı işaret ederken bizlerde buna sahip çıkmaya çalışıyoruz.

 Gelinen yerde burjuvazi ve onun sözcülüğünü yapan ideologları ve her türden gericilik tarihin sonunu sınıf mücadelelerin eskidiğini savunmaktadır. Başka bir biçimde teorik eksikliği işaret ederek “kazanılacak pek bir şeylerin olacağı gözükmüyor maalesef.” denilmektedir.  Doğrudur teorik eksikliğimizin aşılmasının yoğun çaba ve emek e yenilenmesi gerekmektedir. Burjuvazinin uzun soluklu sınıf  savaşında bu günkü üstünlüğünün mutlaklaştırılması ve sosyalist hareketin parçalanmışlığı “hep parçalanmışlık, hep klikleşme, hep eskisiyle yetinmek” olarak  tanımlanıp umutsuzluk rüzgarı estirmekte. Bu da tarihin düz kavranışının ve sınıf mücadelesinin karmaşık süreçlerinin kavranmamasıdır.

Marx’ın kendisi, teorisinde on yılların ve yüzyılların gelişiminin deneyiminden yararlanabilmesine ve bunu kucaklayabilmesine rağmen, onun öğretisi daha sonraları, gündelik mücadele içinde kısmen dahası çarpıtılmış biçimde özümsenmiş farklı unsurlara parçalandı. Lenin, Marx’ı, ikinci enternasyonal ile belirginleşen tortuları altından, marksizme düşman her türden burjuva ve ideolog ve oportünistin yıkıcı etkilerinden, eklemelerden ve tahrifatlardan arındırarak, gerçek Marksizmin araçlarını büyük tarihsel eyleme tamamıyla ve bütünsel olarak kılavuz olarak kullanmıştır. Bizim amacımız ilk elden öncelimiz olan ve hukuki olarak geleneğimizi temsil eden TDKP’yi gerçek anlamda geçmiş küçük burjuva sosyalist anlayışlarından, oportünist etkilerden  ayıklayarak onun devrimci mirasını Marksist-Leninist bir temele oturtmaktır.

Yeni geçmiş parçalanmışlığın ve küçük burjuva dünya anlayışının yıkılıp yeniden tüm komünistlerin umut kapısı olarak doğuşu önümüze koyduk ilk elden örgütsel anlamda hedefimiz budur. Buradan Tüm komünistlerle yeni bir yapılanmanın kapısını açmayı önümüze koyduk. Dünya sınıf hareketinin bölünmüşlüğüne değil kapitalizme karşı öreceği duvara tuğlalar koymuş olmayı ve diğerleri ile birlikte bu barikatların ardında savaşarak iktidar olmayı hedefliyoruz. Bunun için bölünmeyi değil birliği savunuyoruz.

Bu bizler için ikili bir karakter taşımaktadır. Bir yandan komünistlerin birliğini gerçekleştirmek diğer yandan kendi iç hukukumuzu çalıştırarak ilk elden örgütümüzü ayağa kaldırarak kongreyi gerçekleştirmek. Her ikisini de ancak bir program anlayışı ve kabulü üzerinden yürüyeceğini biliyor ve inanıyoruz.

Bizim amacımız yeni bir halklaşma halkası yakalamak değil işçi sınıfını kendi tarihsel görevi doğrultusunda mücadeleye davet etmektir. Bu davetimiz onun adına iş yapmak ve onun yerine davranmak değil tamda öncü olabilmenin gereklerini yerine getirmektir. Bunun içinde yeni şeyler söylemekte ısrarcı olmak gerekir.

Artık “fakir fukara” edebiyatıyla sosyalizm gelmeyecektir gerçeğini kafamıza koymamız lazım. Sosyalizm bir bilimdir ve biz bu bilimin gerekleri seklinde ideolojik ve örgütsel donanımımızı oluşturmak zorundayız. Biz bir dönemi yasıyoruz bu dönemin araçlarını ve teknolojisini tanımak ve özümlemek zorundayız. Bin bir sorun yaşıyoruz, Önce o sorunun talebini çok iyi tanımalıyız ve talep sahibini örgütlenecek fırsatlarla buluşturmalıyız elbette ki talebi bizim oluşturmamız suni gündemler yaratmamız gerekmemektedir. Kapitalizmin krizinin yaşattığı gerilimler bize yeterince malzeme sağladığı gibi bu krizlerle işçi sınıfını kendisi istemeden de olsa eğitmektedir. Biz mücadele çağrılarımızdaki teorik tutarlılık ve mücadeledeki karalılığımız ve azmimizle öncü olmayı ve iktidara alternatif olduğumuzu

Marx ve Metafizikçiler arasındaki tartışmalarda “dünya var mıdır? sorusuna” Marx sorunun anlamsızlığını işaret ederek yanlış bir soruya cevap verme gereği bile duymayacağını söyler. Dünyanın varlığının gerçekliği bu soruyu nasıl geçersiz kılıyorsa şu anda içinde olduğumuz durumun tespitinin ne kadar önem taşıdığı daha da anlaşılır olacaktır. Sorunun kendi başına bir tek cevabı olsa oldukça kolay olacaktı; oysa cevaplar dünyaya bakma gerekliliğini söyleyen yoldaşlar bize sadece tespit ediyorsunuz diyorlar. Bizler bizim cephemizden görüneni tespit edip sunmaya ve çözümlemeye çalışıyoruz. Size düşen görevde sizin cephenizden bize doğru hareketlenmenizdir. Gerçeklikte yoldaşların yaptıkları da sorunları tespit etmekten öte bir şey değildir. Ama biz bu tespitlerde kendimize çıkış kapıları açacağımıza inanıyoruz. Yoldaşların birbirini anlaması ve eş güdümlü çalışabilmesinin ana koşulu birbirimizi denetlemek ve yönlendirmektir. Bunun ilk koşuluda şu anda yazıların tümünü aksatmadan dikkatlice gerekirse defalarca okumak ve değerlendirmeye tabi tutmaktır. Bu değerlendirmeler birbirimiz arasındaki polemiklerle değil teorik tartışmalar ve eksiklerin ifade edilip tamamlanması ile olacaktır. Yoldaşlarımız bizi genel olarak “mevcut eksikliklerin kimden ve nerden kaynaklandığını adres göstermekle eleştirmektedirler. Sadece soru sorduğumuzu ifade etmektedirler. Haklı oldukları noktalar vardır. İlk elden yapılması gereken doğru soruları sormak olmalıdır.

Genel olarak tespitlerimiz örgütsel alanla sınırlı olduğunda bazı yoldaşlar bu sınırları genelleştirerek bizleri bir çeşit reformcu gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Amiyane deyimle kapısının önünü süpüremeyen mahallenin kirliliğinden şikayet etme hakkına sahip değildir. Böyle bir kibirlilik ve taşkınlık bizden uzak olsun.  Dünya meseleleri ile uğraşırken dünya sorunlarının bir parçası olarak kendini görememek tam bir politik aymazlığa denk düşer. Genel olarak devrimci güçlerde yaşanan temel hastalık uzun dünya tahlilleri yapabilen Türkiye solu ne yazık ki Basit bir Bergama Sorununda bir çözüm dahi üretememiş ve Bergama köylülerinin mücadelenin ve bakış açılarının gerisine düşmüştür. Emperyalizme karşı devasa mücadele afişi basanlar basit bir firma ile mücadele de bile kapitalizmle savaşamamışlardır. Kendi iradelerini bir avuç savaşçı köylüye devreden komünistlerin emperyalizme karşı dev boyutlarda yazıları vardır.

Marksist yöntem, diyalektiktir – diğer bir deyişle, her şeyin bir başlangıcı, gelişme, olgunluk, ölüm, çürüme dönemleri ve yerini başkasının alması söz konusudur. Bir Marksistin bir dizi ampirik ifadeyi tek başına  benimseyemez ve düşünmeden tekrarlayamaz ya da bir çok öngörü ile ilerleyemeyeceği anlamına gelir. Marksist yöntem, Marx’ın yaptığı gibi  en  önemli olanla başlar. Daha önce buna kafa yorup teknik olarak değerlendirmelerin ötesine geçememişleri değerlendirerek, sermayenin toplumsal bir ilişki olduğunu vurgular. O halde, toplumda emek ile sermaye arasında görülen tüm ilişkiler toplumsaldırlar.

 “Genel anlamda dünya devrimin yasadığı ciddi bir sorunla karsı karşıyayız.” Dünya konjonktürel olarak değişmiştir. İşte size baş edebilirseniz edin tarzında bir soru ve bu sorudan çıkacak  tespitler. Eskide ısrar ederek, varolanı içerden değiştirerek revize etmekle yenilenmenin önünü daraltmak kurşunu alınmış namlusuz tüfeklerle savaşmak anlamına gelir. Böyle bir intihara girmek bizim işimiz değildir. Hiç bir zaman TDKP’liler olarak eskinin savunusunu ve onu revize ederek yeniden devam edelim düşüncemiz olmamıştır, olmayacaktır da. Hem eskide ısrarcı olup hem de reformcu olarak eleştirilmemiz hiçte doğru görünmemektedir. Marksizmin yöntemini yani her şey doğar, olgunlaşır, yaşlanır ve çürür. Bu bakış açısını kabul ederseniz, günümüzde burjuvazi çağında bulunduğumuzu belirtip geçemezsiniz. İşler o kadar basit değildir. Örneğin, eskiden içinde binlerce insanın çalıştığı dev fabrikalar vardı, ama şimdi fabrikalar kasıtlı olarak daha küçük ölçekte kuruluyor.veya içten parçalara ayrılarak küçük birimlere bölünüyor. Bunun nedeni, üretimin daha verimli olması değil, burjuvazinin, proletaryanın tek bir yerde yoğunlaştığı zaman ortaya çıkan gücünün farkına varmasıdır. Bu üretimin daha verimsiz olacağı anlamına gelse bile fabrikalar kasıtlı bir kararla dağıtıldı. Bizler bu gelişmeyi görmeli ve mücadeleyi bunun üzerine kuracak esnekliği göstermek zorundayız.

Bizler tek ülkede sosyalizmin olabileceğine inan ve tarihinde bunu ispatlayan bir kuşağın temsilcisiyiz. Kapitalizmin yarattığı ve insanlığın başına bela olan onlarca sorun sıralanabilir. Tek tek şu ya da bu dünya sorununu mücadele merkezine alarak uğraşmak gibi özel bir derdimiz yok... Genel olarak kapitalizme karşı mücadelenin merkezde olması koşuluyla, tek tek sorunları bu mücadeleye tabi kılarak ve özgünlüklerini belirleyerek onlarla da boğuştuğumuz ayan beyan ortada. Yoksa dünya devrimine doğru diyerek enternasyonalizme sırtından bıçak sallayanların savunularını güçlendirmemizin bir anlamı yoktur. “Sadece bizim ülkemizde bir yapının bakış açısından kaynaklanan veya onun pratiğinden dolayı kazanımların geri alındığı bir durum yok.” Gibi bir mutlaklık savunan yoldaşlarımız kendilerini dünya işçi sınıfının bir parçası olarak görmekte zorlanmalarını da anlamak bize zor geliyor. Rusya’da ortaya çıkan Lenin’in bakış açısında tüm dünyada bir kazanım yaratan Marksistler, kendi dersleri ile yeniden TDKP’nin yeniden bakış açısı ile bir şey kazanamayacağını savunmak ne kadar doğrudur. Bu baştan yenilgini kabulüdür. Bu kabul de bizden uzak olsun. Zira aynı yoldaşlar ölen yoldaşlar üzerinden hamasi nutuklar ve mücadele çağrıları yaparken kendilerine olan güvensizliklerini de diğer yoldaşlara pompalamaya çalışmaktadırlar. Bu kötü niyetle yapılan bir eylem değildir. Buna inandığımızdan dolayı yoldaşlarımız diye ısrarla hitap ediyoruz. Zira bu tarz yaklaşım farklı cephelerde farklı dillendirmelere neden olmaktadır.

Marks her zaman komünistlerin proletaryanın öncü rolünü korumasında ve onun iktidarı almasının zorunluluğunda ısrar eder. Proletarya asla herhangi bir altı konumu kabul etmeye boyun eğdirilemez. Komünist Manifesto doğrudan, kapitalizmin proletarya tarafından yıkılmasını talep eder. Kapitalizm devrilmelidir, kesin ve açık. Komünist Manifesto politik bağlaşıklıklardan söz eder, ama diğer sınıflar proletaryaya yardımcıdır. Yeniden vurgulanması gereken nokta, Marks proletaryanın, yalnızca proletaryanın iktidarı almasını öngörür, çünkü proletarya tüm insanlığın yerine ortaya çıkar ve yalnız o tek evrensel sınıftır. Bu Marks’ın yazdıklarında değişmeyen bir öğesidir. Ama Lenin Sovyet devriminde bu bakışı katı ve değişmez olarak görmek yerine daha uygun politikalar hayata geçirmiş ezilenleri de devrime katma becerisini göstermiştir.

Hemen herkes bilmek durumundadır ki, Marksist-Leninistler ister tekil olayları irdelerken, ister tekil süreçleri ele alırken, her zaman ve her yerde bilimsel yöntemlere başvururlar ve bilimsel kurallarla ele alırlar; olayların ve olguların değişimleri ve bağlantılarını sergilerler ve buna bağlı olarak da politik belirlemelerde bulunurlar. “Teorik düşünce, her çağda ve dolayısıyla çağımızda da, çeşitli dönemlerde çok değişik biçim ve bununla birlikte çok değişik bir içerik kazanan tarihsel bir üründür. Bundan dolayı, düşünce bilimi, bütün ötekiler gibi tarihsel bir bilim, insan düşüncesinin tarihsel gelişiminin bilimidir. Bu, düşüncenin görgücü alanlara pratik uygulaması için de önemlidir. Çünkü, önce düşünce yasaları teorisi, dar kafalı nedenlemenin "mantık" sözcüğü ile tasarladığı gibi, yalnız bir kez ve herkes için ortaya konmuş "ölümsüz bir doğru" değildir.” [410]

Tarih bilimi zorunluluğun bir eseridir. Gelişme yasalarına tabiliği ile tarih ortaya konabilir. Buna hiç bir Marksist itiraz edemez. Tutucu Marksistler, gelişmeyi tek yanlı ve salt katı bir zorunlulukla açıklamaya çalışırlar. Mekanik materyalizm olarak adlandırılan sistematik, feodalizmden kapitalizme geçişi yalnız köylülüğün sınıf savaşımı ile açıklarlar. Durum tek başına bu değildir ve olamaz. Türdeş insan emeğinin, yani soyut emeğin ortaya çıkması, işçi sınıfının oluşumuna yol açar. Yoldaşlar diyorlar ki “80’lerden sonra dünya konjonktürel yapıda olan değişiklik, sadece bir örgütün veya herhangi bir siyasi hareketin eksiği ya da fazlalığından kaynaklı olan bir değişimi yasamıyoruz oysaki.”  1980lerin öncesinin kavranması gerekliliğine işaret 1980 lerin de  kavrandığına işaret etmiyor.  1960 lı yıllara kadar yaşanan reel sosyalizm deneyleri ve bu deneylerin yenilmesinin yarattığı etkileri anlamak ve araştırmak işçi sınıfının krizine bir çözüm sunabilir. Bu gerçekliktir. Ama bu durum işçi sınıfının mevzilerinde direnmeyeceği ve bu mevzilerin genişletilemeyeceği anlamını da içermez. Marksizmde ısrar ve yenilenme ve yeni bir yapılanma bu gerçekliğin varolduğundandır.

Yoldaşlar bugun var olan burjuva ideologlarının ifade ettiği “kapitalizmin sosyalleştiği, sosyalizmin propaganda araçlarının tümü sosyal demokrasiye terk edildiğinde” , “sosyal devlet olgusunun kapitalizmce savunulması ile Sovyetlerdeki yıkım için en önemli aracın kaybedildiği, sosyalist enternasyonal, global kapitalizm”  söylemlerini küçük burjuva sosyalistleri bunları bize marksizan soru ve söylemler gibi ifade ediyorlar. Bu sözlerin kullanım ve kabulü baştan yakayı burjuva ideologlara kaptırmayı getirir. İşte bunun için yeniden yapılanmalı ve eskiyi aşmalıyız. “Birinin eksiğini, başka birinin eksikliğiyle çözüme götürmek doğru değil” böyle bir niyet ve amacımız olmamıştır olmazda. Ama biz şunu da yapmıyoruz. Devrimi yapmak için Marksist olmak gerek. Marksist olmak içinde Marx’ı okumak ve anlamak gerek, Marksizmi anlamak içinde aslından okumak gerek. Öyleyse önce Almanca öğrenelim sonra Marx’ı okuyup anlayalım sonra devrim yaparız anlayışına da hiç gelemeyiz. Dünyanın bir parçası olarak bizler onu okuyup anlayacak ve sorunlarını bizler çözerek dünya işçi sınıfının önünü aydınlatacağız. Her ülkede süren sınıf mücadelelerini anlamak ve tahlil etmek deney aktarmak bunun için bize gereklidir. Bu gereklilikle bizler hem savaşacak hem öğreneceğiz.

NASIL YAPILMALI

 Komünistler mümkün olduğu kadar dünyaya bakışlarını geniş tutmak zorundadırlar. Hani derya içinde olup deryayı bilmeyen balık gibi olmak onların dünyasından uzak olmalıdır. Bu tıpkı ağaçları görüp ormanı görmemek kadar, ormanın da tek tek ağaçlardan oluştuğunu kavramamak kadar ciddi bir hatadır.

Sınıf mücadelesi bütün bir hareket olarak kavranmalı ve bütün içindeki her hareketin incelenmesi detaylı “otopsiye” tabi tutulması gerekmektedir. Aşılan mesafelerden, bu sırada bağ kurulan her sınıf öncüsüyle ilişkilerden ve genel olarak sınıf savaşının tek tek çatışmaların birleşmesinden oluştuğunu unutmamak gerek. Bu çatışmayı yönetecek siyasi örgüt bir makineden çok tek tek bireylerden meydana gelmiş canlı toplumsal bir organizmadır. Genelde kadro politikasında ve kadrolarda yaklaşımda bunlar çoğu kez unu­tuyorlar. Bu sık yapılan büyük bir yanlıştır.  Bu eğilim hareketin bütününü unutup, günlük mücadelenin içinde kaybolmak kadar hatalı bir eğilimdir.

Devrimci proletarya partisi düşüncesi vahiylerle gelmez ve peygamberler tarafından kurulmaz. Komünist parti tek tek öncü işçilerin emekleriyle örülen bir ipek kozası gibidir. Bugün komünist hareketin yeterli güce ulaşamadığını, işçi sınıfıyla canlı bağlarının kurulamadığını ve henüz yeterli sayıda profesyonel, yetenekli öndere ve kadrolara sahip olamadığımızı ve henüz militan bir yaşama biçimine ulaşamadığımızı inkâr edemeyiz. Ancak bu gerçeği görmek, bütün bu niteliklere sahip örgüt oluşuncaya kadar beklememize değil; devrimci çalışmanın içerisine daha büyük bir enerji ve kararlılıkla girmemize yol açtığı zaman yararlı olacaktır. Zira Komünistler kendisini; yeteneksiz, yalnızca kendisine söyleneni yapan, iradi gücü ve yaratıcı yanı zayıf bireyler değillerdir.

Deney ve yetenek edinilebilir şeylerdir. Yeter ki isteyelim, yeter ki siyasal deneyimimizi ve yeteneğimizi geliştirmek için gereken azmi ve kararlılığı gösterelim. Yeter ki doğru politikaya sahip olalım. Devrimci politikanın giderek maddi bir gücü yarattığı Bolşevik mücadele tarihinde sık rastlanır bir gerçekliktir. Sınıf mücadelesi sürekli inişler ve çıkışlar gösteren bir savaştır. Devrim­ci hareket içerisindeki birçok unsurun karşı devrim ve ona bağlı her türden gücün saldırısı ile fiziki ve manevi olarak ortadan kaldırıldığını, devrimci çalışmanın büyük ölçüde engellendiğini deneylerimizle ve tarihimizle biliyoruz. Diğer yandan varolan siyasi parti ve örgütlerin politika ve programlarının, örgüt ve savaşım biçimlerinin, işçi sınıfının siyasal savaşına yön vermekten uzak olduğunu söylerken bu durumu benimsemediğimizi de açık ifade edelim. Bizler sınıfa yakın her güçle birlikte yan yana eylemde birlik propaganda ve ajitasyonda serbestlik ilkesi etrafında birlikte mücadele etme koşularını yaratarak birlikte çalışmalarımızın da önünde ciddi bir engel oluşturacak olan böyle küçük burjuva kibir ve duygudan kurtulmak gerekiyor.

Şu anda durumumuz, içinde bulunduğumuz tüm olanaksızlıklara, işçi sınıfının politik faaliyetinin geriliği, eldeki olanakların yetersizliğine rağmen bizim birer komünist olarak, devrimci proletaryanın genel çıkarlarının ısrarlı savunucusu olmamıza, işçi sınıfının mücadelesini örgütlememize, talepleri uğruna mücadeleye çağırmamıza ve öncülerin devrimci bilgisini geliştirici çalışmayı yapmamıza engel değildir.

Şu an için yeterli güce ve yeterli sayıda kadroya sahip olmamamız çalışmalarımızın verimini düşürecektir. Ancak çalışmalarımızın amacı siyasi örgütün kurulması değil; işçi sınıfının siyasal iktidarının kurulması ve nihai hedefimiz sınıfsız topluma ulaşmaktır. Bu uğurda elimizde kullanacağımız yegâne aracımızda işçi sınıfı partisi olacaktır. Nihai amaca uygun aracı yaratmak görevi ile de yüz yüzeyiz. O halde, bugün, işçi sınıfının genel çıkarları için ve işçi sınıfının politik ilerlemesini sağlamak îçin yapılacak devrimci bir çalışma neden boşa gitsin.

Ülkemizde yasalcılığın yaydığı rehavetin enden olduğu, böyle bir eğilim varlığı sonucunda devrimci bireyin ya sabrının tükendiği ya da henüz, sınıf savaşımım yeterince kavramadığını düşünmekteyiz.

Ancak bu, siyasi örgütün, işçi sınıfının bilinçli öncülerinden oluşan öncü müfrezenin, sınıf savaşımındaki, birleştirici ve sevk edici önemini ve kavranacak esas halkalardan bir olduğunun bilincindeyiz. İşçi sınıfının bir öncü müfrezeye acil gerek­sinimi var; bu bir gerçeklik olarak kendisini dayatmaktadır. Ancak tüm komünistlere belirtmek istediğimiz, devrimci çalışmanın, tek tek bireylerin çalışmalarından meydana geldiği ve devrimci bir örgütün de, ancak ve ancak tek tek Öncülerin devrimci çalışmalarıyla yaratılacağıdır. Aksi halde, siyasi örgütü "her şeye kadir bir sihirli değneğe" benzeterek; örgütlü olmayı, yalnızca ödenti vermeğe ya da çıkarılan yayınları okumaya indirgeyen ve örgütün faaliyetlerinin durması ile de "sızlanmaya" başlayan birer insan olmak teh­likesiyle karşı karşıya kalabiliriz.

Devrimci hareketin, daha birleşik ve etkin bir çalışma yapmak için, inancını yitirmemiş, politik bilinçli İşçi Öncülerine gereksinimi var. Bu öncülere ulaşmak için çalışmalarımızı hızlandırmalıyız. Bu hareketimiz için hayati Önem taşıyor. Çünkü önümüzdeki görevlerin üstesinden gelmemiz çalışmalarımıza bağlı, çünkü bu çalışma bizi giderek devrimci proletaryanın öncülüğüne taşıyacaktır. Şu anda bizim gibi düşünen, devrimci bir müfreze oluşturacak çalışmalarını sürdüren grupların ve bireylerin varlığı bilinmekteyiz. Önümüzdeki süreç içerisinde bu grup ve bireylere ulaşmamız ve güçlerimizi daha etkin bir çalışma için birleştirmemiz için gerekli çabayı sürdürmeli ve arttırmalıyız. Yalnız başımıza kaldığımız sürece düşmanı yenmemiz olası değil.

Şimdi bu grup ve bireylerle ilişkinin kurulması, bizi bir araya getiren siyasal ilkelerin zenginleştirilmesi, teorik gelişmemizin sağlanması, aramızdaki ideolojik alışverişin disipline edilmesi ve pratik sorunların çözümüne yöneltilmesi, denilebilir ki parti literatürünün gerçek yerine oturması ve düşüncelerimizin söz konusu komünist ve devrimcilere ulaştırılması gerekmektedir. Yalnızca bu da değil, öncüler arasında birleştirici, militan bir çalışma için, egemen sınıflara yönelen her devrimci, demokratik eylemin ve örgütlenmenin içinde yer almak kaçınılmaz bir görev olarak önümüzde duruyor.

Biz bugün direncini ve davaya inancını yitirmemiş bireylerin oluşturduğu, örgütümüzde bizi tehdit eden tehlikeli tuzaklara elele durarak karşı koymak için birlikte yürüyen, Geleneğimizin tüm zaaflarının bilincinde olarak onun yiğit devrimci mirasına sahip çıkan parti üyelerden oluşan bir birliğiz. Gerçek anlamda proletaryanın çıkarlarını savunmayı önümüze önemli bir ilke olarak koyduk ve bu ilkeyi sonuna kadar savunmakta kararlıyız. Kendiliğindenci işçi hareketi önünde boyun eğmeyen, sınıf hareketine Marksizm-Leninizm’in ışığını düşürmek için yola çıkan devrimci bir müfrezeyiz. Lenin'in belirttiği gibi; “Bizim başlıca ve temel görevimiz işçi sınıfının politik örgütlenmesi ve politik gelişmesini kolaylaştırmaktır.”

Hareketimizin devrimci öncü kadrolara gereksiniminin olması önüne her gelenin örgütleneceği anlamını taşımamaktadır. Devrimci öncü “bin aptal yerine on akıllıdan oluşmalıdır” ilkesi üzerinde ısrarla duruyoruz. Yaşanan deneyler bu ısrarımızın maddi temelini oluşturmaktadır. Bu ilkeyi yaşama geçirdiğimiz oranda devrimci harekete oportünist, küçük burjuva dünya bakışlarının sızmalarını en aza İndirebiliriz. Devrimci hareketin her insana değil; özverili, çalışkan, profesyonel, genel sorunların çözümünü, öznel sorunların çözümünün önüne alabilen, elin­deki olanakları devrimci dava için sonuna kadar kullanan, yaratıcı, kendini ve bilgisini sürekli yenileyen kadrolara gereksinimi var.

Sermayenin azgın saldırısına karşı, Faşist Diktatörlüğün Terörüne ve yalanlarına karşı, devrimci proletaryanın başına musallat plan oportünist eğilimlere karşı ideolojik ve politik mücadelenin başarıyla sürdürülmesi ancak ve ancak militan kadrolara sahip olmakla olasıdır. Bu mücadeleden alnımızın akıyla çıkmamız, yaşamın belli günlerinde değil, yaşamın tümünü devrim davasına adayan, teorik ve pratik olarak bunu gerçekleştiren kadrolar olmamıza_bağlı. Bir siyasi hareketin yaşaması ve gelişmesi, o siyasi hareketin doğru politikası kadar, bu politikayı yaşama geçiren militan kadroların varlığıyla da yakından ilişkilidir.

İşçi sınıfının devrimci mücadelesi, olağanüstü çalışma azmini ve kararlılığı gerektiriyor. Yeterli devrimci enerji ve inanç olduktan sonra başarılmayacak iş yoktur. Kuşkusuz kararlılığımızın ve devrimci inançla çalışmamızın da heba edilmemesi gerekiyor. Kararlılığın güçlenmesinin bir yolu da düşmanın iyi tanınması ve elimizdeki maddi olanakların ve devrimci kadroların düşman tarafından ele geçirilmesinin ve yok edilmesinin engellenmesidir. Burjuvazinin toplumsal yaşamın tüm alanlarında tavizsiz üzerimize saldırdığı kuşku götürmez bir gerçek. Bu saldırıya, büyük kayıplar vermeden karşı durmak için hareketimizde gizlilik esas kılınmalıdır.

Bugün birçok arkadaşın düzene ve onun oyunlarına karşı reflekslerinin zayıfladığını görüyor ve biliyoruz. Bu yaşamsal sorunu yeteri kadar cid­diye atmamak oldukça tehlikeli sonuçlar doğuracaktır. Gerek genel devrimci hareketin bu konuda bir geleneğe ulaşamaması ve gerekse legal sosyaliz­min son günlerde özellikle gizlilik konusunda saldırıya geçmesi birçok arkadaşı etkisi altına alabilir. Legalizmin ve onun sonucu illegalitenin tasfiye edilmesinin görevini üstlenen yapıların illegal devrimci hareketlere verdiği zarar oldukça büyüktür. İllegalitenin karşısına konulan yasal mücadele anlayışı devrimci saflarda belli bir bozulmaya neden olmaktadır. Saflarımızda bu konudaki en küçük gevşemenin yaşamsal zararlara yol açması kaçınılmazdır. Gizlilik (illegalite) ilkesi örgüt içinde şekilsel değil, ama bir yaşam biçimi olarak ele alınmalıdır. İllegalitede esas olan örgütün düşmandan korunmasına yönelik kadroların gizliliğidir. Örgütün ve onun programının kitleler içerisinde duyulması onları mücadeleye çağırması için yapılan propagandanın gizliliği değildir.  Bu konuda şimdi gerekli tedbirleri ele almadığımız ve bir gelenek yaratmak için gerekli çalışmaya yönelmediğimiz zaman, daha sonra mücadelemizin boyutları ve hareketimizin sınırlan geliştiğinde, önüne geçemeyeceğimiz zararlara uğrayacağımız açık.

Önümüze önemli sorunlar koyduk ve bu doğrultuda sonuna kadar yürümekte kararlıyız, saflarımızda insan sayısını "neye mal olursa olsun artırmak" gibi bir kaygımız yok; bu nedenle salt yanımızda olsunlar diye hiçbir bireyin, devrimci ilkelerimizi gevşetici tutumuna açık kapı bırakmak niyetinde değiliz. İlkelerimize uymayanlarla hemen bağlarımızı koparmakta ısrar ediyoruz. Merak, üzerimize düşen İşlerin dışında işlere karışmak, acelecilik, tembellik, anarşizm, gevezelik, kitlelerin içinde erime yeteneğine sahip olmamak vb, devrimci gizliliğin en büyük düşmanıdır. Saflarımızda bu burjuva hastalıklara karşı etkin mücadele aramızdaki yoldaşça ilişkileri güçlendirecektir.

Sözünü ettiğimiz gizlilik deve kuşu gibi başımızı kuma gömmek anlamında bir gizlilik olmamalıdır. Biz aynı anda legal olanakları ve araçları da kullanmasını öğrenmek zorundayız. Tam da yasalcılığın ve sistem içi legalizmin boy attığı bir dönemde, gizlilikle legalite arasındaki bağları kurmakta çok daha dikkatli, cesur ve be­cerikli olmalıyız. Legal mücadele araçlarını illegal mücadeleye tabi ve bütünlük içinde ele almak ve bunu etkin bir biçimde sürdürmek bugün her zamandan daha da gerek­lidir. "Deneyimsiz devrimciler, çoğu kez legal mücadele araçlarının oportünizmin lekesini taşıdıklarım sanırlar, çünkü bu alanda burjuvazi, çok kez (Özellikle 'barış' zamanlarında, devrim zamanında değil) işçileri aldatmış, işçilerin güveniyle oynayabilmiştir ve bu devrimciler, illegal mücadele araçlarının en devrimci araçlar olduğunu sanırlar. Bu yanlıştır. Doğru olan örneğin en demokratik, en özgür ülkelerin burjuvazisi, savasın soyguncu niteliği konusunda doğrunun söylenmesini yasak ederek, işçilerin tarif edilmez bir cüret ve pişkinlikle aldattığı 1914-1918 emperyalist savaşında olduğu gibi bu durumda il­legal mücadele araçlarım kullanmayı bilmeyen ya da kullan­mak istemeyen ( 'yapamıyorum? demeyin, istemiyorum… deyin.) partilerin ve önderlerin oportünist oldukları ve işçi sınıfına ihanet ettikleridir. Ama illegal mücadele biçimleri ile legal mücadele biçimlerini birleştirmesini bilmeyen devrimciler de, pek kötü devrimciler sayılmalıdırlar." (Lenin)

Bugünkü dönemi, iyi bir niyetle tekelci sermayeye karşı, yeniden bir karşı saldırıya geçmek için, devrimci proletaryanın soluklandığı, gücünü toparladığı, yaralarını sardığı bir dönem olarak adlandırıyoruz. Bu dönemin gerektirdiği çalışmayı askıya alarak, keskin, kanlı savaş çığlıkları atan kişi ve grupların sesleri "hoş" ama zararlı birer ses olarak kalmaya mahkûmdur. Çünkü başta işçi sınıfı olmak üzere çalışan ve sömürülen emekçi yığınların devrimci eylemleri henüz gündemde değilse, veya kitlesel eylemlerin Ön belirtisi yoksa, en devrimci çağrı bile karşılıksız kalacaktır.

Zamanı geldiğinde ve kitlelerin devrimci coşkusu kabardığında, işçi sınıfının devrimci iktidarı için mücadeleyi yoğunlaştırarak sosyalist devrime kadar, savaşı sürdürecek örgütü ve onun entelijansiyasasını yaratmak zorundayız. Bizler muhalefet örgütlemek için değil iktidar olmak için yola çıkıyoruz. 

Birinci adımımız, işçi sınıfı öncülerini ideolojik ve pratik olarak kazanmak için gerekli çalışmayı zaman kaybet­meksizin, bütün gücümüzü ve olanaklarımızı kullanarak yapmaktır. Ancak bu adımı attıktan sonra, zafere ulaşmak İçin önümüzde çok uzun yolumuz var. Çünkü "öncü ile hasımı yenmek mümkün değildir. Bütün sınıf, büyük yığınlar öncüyü doğrudan doğruya destekleme durumuna gelmedikçe ya da öncüye karşı düşmanı destekleme olasılığı kesin olarak ortadan kalkmadıkça, öncüyü kesin savaşa sürmek sadece ahmaklık olmakla kalmaz, bir cinayet olur. Oysa bütün sınıfın, sermayenin ezdiği geniş emekçi yığınların, gerçekten böyle bir tutumu benimseyebilmeleri için sadece propaganda, sadece ajitasyon yetemez. Bunun için yığınların kendi siyasal öz deneyimleri gereklidir."[411]

İşçi sınıfının ve çalışan yığınların içine girdikleri hareketsizliğin, devrimci çalışma coşkusunu azalttığı ve militarizmin azgın saldırısının, devrimci saflarda "inançsızlık" ve "çaresizlik" eğilimlerinin yoğunlaşmasına yol açtığı bir gerçektir. Şimdi devrimci komünist hareketin içinde “yalnızım”, “kendi başıma bir şey yapamam”, "bugün hiçbir şey yapılamaz", “örgütü beklemek gerekiyor"tarzı duruşların yanında, oportünist ihanet çağrılarına yeşil ışık yakan kişilerin çokluğu ve bu kişilerin Çevrelerinde bu düşüncenin yaygınlaşmasına bilinçli bir Şekilde katkıda bulundukları ve devrimci harekete zarar ver­dikleri açıktır. Böylesi bir durumda, küçük ama kararlı ve ileriye yönelik atılan adımların gerektirdiği çalışma temposu bazı yoldaşları yılgınlığa itebilir. Bu mümkündür. Devrimci uyanıklık ve devrimci çalışma azmi, disiplini, bugün her zaman olduğundan daha çok gereklidir. Şu anda bizimle bir­likte gönüllü olarak yola çıkan yoldaşların en küçük hatası, işten kaytarması, disiplinsizliği saflarımızda derin yaralar açacağı anlamda, tahammül edilemeyecek eğilimler olarak ele alınmalıdır. Devrimci hareketin, olası tehlikelere karşı durması; çelik disiplini ve yoldaşça İlişkileri sözde değil, pratik olarak saflarımızda egemen kılmamızla sağlanacaktır. Miskinlikten kurtulamayan ve bu konuda kararlı bir çaba göstermeyen İnsanlarla birlikte yürümeye niyetimiz yok.

İşçi sınıfının sermayeye karşı savaşında önemli mev­ziler ele geçirmesi, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi ve sömürünün kaldırılması yolundaki mücadelenin, ancak güçlü siyasal bir irade yaratıldığı zaman başarıyla sonuçlanacağı doğrudur. Ve kuşku yok ki büyük amaçlar, büyük irade ve olağanüstü savaş gücünü gerektirir. Önümüze koyduğumuz görevleri yerine getirmek için bu gereklidir. Bu yolda en küçük tereddüde yer yok. Bugünün basit, küçük, zor ve sabır gerektiren görevlerini yerine getirmeyi Öğrenmeksizin, bunun İçin olağanüstü çaba göstermeksizin, yarının daha karmaşık ve daha zor görevlerini yerine getir­mek için hayaller kurarak ulaşacağımız yer devrim değil, bizi devrime ihanete sürükleyecek "çöküntü" olacaktır.

Bugün, baskı ve yenilgilerin devrim saflarında yarattığı paniğe ve oportünist eğilimlere karşı mücadele için olduğu kadar; bu “gerileme ve durgunluk” döneminde, sermayenin yalan ve düzenbazlıklarla aldatacağı işçileri ve emekçi yığınları bur­juva partilerin, burjuva ideologların ve genel olarak ser­mayenin etkisinden kurtarmak, “durgunluk” döneminin o çok bilinen yasalcı modacılık ve legal devrimcilik salgınının ortaya çıkaracağı daha sinsi hastalıklara ve eğilimlere karşı mücadeleyi de sıcak tutmak durumundayız. Bugünden çelik çekirdekli, disiplinli, özverili kadrolara sahip öncü müfrezesini oluşturamayan proleter devrimcilerin, bugünün olduğu kadar yarının da işçi sınıfını tehdit eden hastalıklarına karşı nasıl savaşım yürütebilecekleri düşünülmelidir. Mücadele gücünü yitirmiş ya da bu güce hiçbir zaman sahip olamamış "eski yol arkadaşları" ısrarla soruyor; "Faşist diktatörlüğün azgın saldırılan altında, polisin soluğunu devrimci kadroların ensesinde sürekli duyduğu bir dönemde örgütlenmenin riski büyük değil mi? Bu soruya vereceğimiz tek yanıt var; gerçek anlamda işçilerin çıkarlarını savunan Komünist bir örgütün riski her dönem için vardır ve var olacaktır da. Üstelik siyasi bir örgüt kurmayı bazı özel koşullara bağlamak kesinlikle yanlıştır. Örgüt eğer gerekliyse ki, -savaşmak için yola çıkmaya niyetli bütün sınıflar için gereklidir- her şart altında kurulmalıdır; çünkü örgütsüz en büyük güçler dahi yenilmeye mahkûmdur. Ve şu önemli bir gerçektir ki, zaferler ve siyasi başarılar riski gerektirir. Bütün büyük savaşlar; kişiler, önderler, sınıflar ve toplumlar, o savaşın riski altına girecek cesareti ve kararlığı gösterdikleri zaman, ancak o zaman zaferle sonuçlanmıştır.

Doğru politikayı saptamak kadar, bu politikayı, başta sanayii proletaryası olmak üzere tüm işçilere, çalışan kit­lelere ulaştırmak ve bu politikayı işçi sınıfının ve çalışan yığınların tüm devrimci atılımlarını örgütlemek Komünist Hareketin yaşam kaynağım oluşturur. Yalnızca politikayı saptamak ve onun en devrimci politika olduğuna inanmak yetmez. Devrimci teoriyi ajitasyon propaganda İle yaygınlaştırmak, işçi sınıfının öncülerine ulaşmak, onların siyasal Örgütlenmesinin yolunu açmak, devrimci proletaryanın politik bilincini artırıcı örgütsel çalışma yaparak, işçi sınıfının eylemini kolaylaştırıcı misyona ulaşmak zorunludur.

Bugün etkili ve birleşik devrimci bir çalışma yapmak için yeterli araçlara sahip değiliz. İçinde bulunduğumuz durum bu yönüyle hiç de iç açıcı değil. Bu doğru. Ancak her şeye rağmen bu araçlara ulaşmak mümkündür.Yeter ki bunu gerçekten isteyelim ve bu doğrultuda azimle yürüyelim. Bu araçlara ulaşmanın bir yolu var ve biz o yolu bulmak zorundayız.

Önümüzde duran görevler büyük ve biz amacımıza bugünün görevlerini, olağanüstü çalışarak ve özveri gerek­tiren görevlerini yerine getirerek ulaşabiliriz. Bu yolda yürümek için gerekli kararlılığı ve çalışma disiplinini gösteremeyecek "yol arkadaşlarının" şimdiden, bizi görevlerimizle baş başa bırakması en içten dileğimiz olacaktır.

TÜM YOLDAŞLARIN DÜŞÜNCELERİNİ VE KATKILARI İLE PROGRAMI OLUŞTURMAK VE NETLEŞTİRMEK VE KONGREYE GİTMEK İÇİN ÜZERİNDE TARTIŞILMASI GEREKEN PARTİ PROĞRAM TASLAĞI

 Kapitalizm

1-    Üretimin kapitalist biçimi, meta üretiminin ve dünya ticaretinin belli bir düzeyde gelişmesi, üreticilerin bir kısmının işgüçlerini meta olarak sürekli bir şekilde satışa çıkaran ücretli emekçi yani işçi haline gelmesiyle ortaya çıkmıştır. 

2-    Teknolojinin gelişimi üretimin, boyutlarını ve büyük işletmeler içinde yoğunlaşmasını arttırır. Bunun karşısında rekabet edemeyen önceki topluma ait sınıflar; dağılır ve yok olurken, küçük ve orta işletmeler; büyüklerin egemenliği altına girer, çoğunluğu ise iflas ederek işçi sınıfı saflarına itilirler. Kapitalizm kendisinin gelişmesinin gereği olarak, emekçinin (köylüler ve zanaatçılar) kendi emeğine ve üretim araçlarına dayalı küçük işletmesini sürekli bir biçimde yıkıma götürür. Emekçileri üretim araçlarından ayırarak mülksüz proleterlere dönüştürür. Üretim araçlarının en büyük ve belirleyici bölümünü az sayıda kapitalistin ve büyük toprak sahibinin elinde, onların özel mülkiyeti olarak yoğunlaştırır.

3-    Büyük çaplı üretimin teknik ve iktisadi üstünlüğü, rekabet süreci içinde sermayenin gittikçe büyüyen yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine yol açarken, her şeye rağmen yaşama gücünü korumaya çalışan köylüyü ve zanaatçıyı da sermayenin ezici egemenliği altına sokar.

4-    Kapitalist toplumu oluşturan üç sınıf vardır: İşçiler, kapitalistler ve büyük toprak sahipleri. Kapitalizmde işçiler, üretim araçlarını elinde bulunduran kapitalistler ve büyük toprak sahiplerine iktisadi olarak bağımlıdırlar. Ücretli emeğin sermayeye bu bağımlılığı ve onun tarafından sistematik sömürüsü, kapitalist toplum düzeninin temelidir.

5-    Bu bağımlılık, İşçiler, geçinebilmek için, işgüçlerini, üretim araçlarını tekelinde tutan kapitalistlere satmak zorunda kalırlar. Böylece, kendi emekleriyle, sürekli bir biçimde kapitalistlerin sermayelerini ve servetlerini çoğaltırlar.

6-    İşçilerin toplumsal yoksulluğu, siyasi bağımlılığı, gelecek güvensizliğinin temel nedenidir. Kapitalist üretim biçiminin gereği, üretimin plansız ve anarşik gelişmesinin sonucu aşırı Üretimin sonucu sürekli kriz halindedir. Toplumsallaşmış üretimin mülk edinmenin özel biçimine başkaldırısının ifadesi olan bu bunalımlar, kitlelerin yoksulluk ve sefaletini çoğaltır. Yarınına güvensizlik tüm emekçiler için genel bir durum halini alır.

7-    Kapitalist üretimin temel amacı; işçileri karşılığında hiçbir şey almadan çalıştıkları süreyi uzatmak, artı-değer üretmektir. Kapitalizm bu nedenle ücretli köleliktir. Bunu ya işçilerin çalışma sürelerini doğrudan uzatarak ya da iş bölümü ve teknolojinin geliştirilmesiyle emek gücünün toplumsal üretkenliğini arttırarak gerçekleştirir. Kapitalistler arası rekabet onları emeğin üretkenliğini sürekli arttıracak teknik ve yöntemler bulmaya zorlar; Bu nedenle kapitalizm, gittikçe ağırlaşarak artan bir kölelik demektir.

8-    Bu bağımlılık aynı zamanda her iki cinsin, yozlaşması, aşağılanıp köleleştirilmesinin de nedenidir. Proleter ve yarı-proleter kitlelerin yaşadığı her türlü yoksulluğun, baskının, köleleşmenin, horlanmanın, cehaletin, gelecek güvensizliğinin, fiziki ve moral dejenerasyonun asıl kaynağıdır.

9-    Tekniğin sürekli bir biçimde gelişmesi, nitelikli emeği sürekli bir biçimde ortalama emek seviyesine çekerek ücretlerin düşmesini sağlarken diğer yandan üretim sürecinde kadın ve çocuk emeği kullanımını yaygınlaştırır. Nitelikli emeğin ortalama emek seviyesine gerilemesi, işgücüne olan talebi işgücü arzına göre nispi olarak azaltır. Yedek sanayi ordusunun bu büyümesi, işsizliği kapitalist düzenin yapısal bir özelliği haline getirir. Bu, işçilerin sermayeye bağımlılığını pekiştirir, gelecek güvensizliğini artırır, sömürüyü yoğunlaştırmanın dayanağı olur.

Emperyalizm

1-    Üretimin boyutlarının genişleyip yoğunlaşmasındaki artışın doğrudan sonucu tekellerin oluşmasıdır. Bu serbest rekabetin yok oluşudur. "Kapitalist tekeller, kapitalist özel mülkiyetin kapitalist temelde yok edilmesidir." Böylece kapitalizmin özgürlüğün ve gelişmenin temeli olarak ilan ettiği serbest rekabet ve kutsayıp dokunulmaz ilan ettiği özel mülkiyet bizzat kapitalizmin kendi gelişimi ile yok edilmiştir.

2-    Tekeller hızla farklı iş kolları ve ülkelere yaygınlaşırken aralarında da birleşmeler oluşmuştur. Sanayi ve banka sermayesinin kaynaşması ile mali sermaye tekelleri ortaya çıkmıştır. Böylece genel olarak sermaye egemenliğinden mali sermaye egemenliğine geçilmiş, kapitalizm, emperyalizm evresine girmiştir. Kapitalizmin temel eğilimlerinin ve gelişme yasalarının doğrudan bir ürünü olan emperyalizm, onun bütün çelişme ve çatışmalarını daha açık hale getirdi, şiddetlendirdi, dünya ölçüsünde genelleştirdi ve onlara temel önemde yenilerini ekledi.

3-     Emperyalizmle, dünyanın mali sermaye grupları tarafından paylaşılması tamamlanmış ve rekabet bu gruplar arasında dünyanın yeniden paylaşılması mücadelesine dönüşmüş ve şiddetlenmiştir. Emperyalist tekeller arasında dünya ölçüsünde süren kıyasıya rekabet, büyük emperyalist devletler arasında pazarlar, hammadde kaynakları, kârlı yatırım alanları ve genel olarak nüfuz alanları uğruna şiddetli mücadele biçimini aldı. Eşitsiz gelişmenin şiddetlendirdiği bu mücadele, dünya egemenliği uğruna verilen emperyalist savaşların kaynağı haline geldi.

4-    Zayıf ülkelerin ve ulusların bir avuç emperyalist devlet tarafından iktisadi, mali ve siyasi boyunduruk altına alınarak köleleştirilmesi, ulusal baskıyı ve sömürüyü evrenselleştirdi. Böylece ezilen ve sömürülen halkların emperyalist sömürüye ve köleliğe karşı başkaldırılarını ve kurtuluş mücadelelerini hazırladı.

5-    Emperyalizm bir şiddet ve gericilik eğilimidir; çağdaş dünyadaki her türlü gericiliğin temel dayanağıdır. Faşizm, burjuva gericiliğinin emperyalist aşamadaki yoğunlaşmış biçimidir. Devlet yapısında kurumlaşmayı başardığında, faşist diktatörlük biçimini alır.Emperyalizm çürüyen ve asalak kapitalizmdir.

6-    Emperyalist tekeller, azami kârın gerektirdiği her durumda teknik gelişmeyi sınırlayarak üretici güçlerin  özgürce gelişmesini engellerler. Bilim ve teknikteki muazzam gelişmelere rağmen, sermaye tekeli, bunu insanlığın yararına kullanılmasına engeldir. Açlık, hastalık ve bakımsızlıktan yüzmilyonlarca insanın perişan olması ve kitlesel ölümler, sistemdeki aşırı çürümenin trajik yansımalarıdır. Bilim ve tekniğin kapitalist kâr hırsı çerçevesindeki kullanımı, doğanın da sınırsızca ve acımazsızca yağmalanmasına yolaçtı.

7-    Emperyalizmle tekelleşme daha da hızlanır, üretimin boyutları tek tek tekellerin kontrol edemeyeceği kadar genişler, rekabetin şiddeti ve yıkıcılığı artar. Üretimin sürdürülebilmesi için , kapitalistlerin ortak çıkarlarının koruyucusu olan devlet üretim araçlarına doğrudan doğruya kapitalistler yararına el koyar.

8-    Bu el koyuş, üretimin, yani insanlığın devamı için üretim araçlarının ortaklaştırılmasının gerekliliğini bizzat kapitalizmin kendi gelişimiyle gösterilmesidir.

9-    Fakat ortaklaşma kapitalist bir temelde gerçekleştiği için , kapitalist devletin despotik özelliği daha da arttırmıştır. Üstelik kapitalist devlet tekeli devlet dışındaki tekellerle iç içedir. Bu durum kapitalizmin gelişimindeki eşitsizlikleri daha da arttırır. Tekeller arası rekabet daha da şiddetlenir, devlet içinde ve devletler arasında yeni bloklaşma ve çatışmalara yol açar. Böylece kapitalist devletlerin yüzünü örten ulusallık perdesi iyice yırtılmıştır.

10-  Emperyalizm çağındaki kapitalist temeldeki devletlerin şu ya da bu emperyalist bloğun yerel baskı aracı haline geldiği açıkça ortaya çıkmıştır. Emperyalist tekeller arasında kurulan birlikler bu geçeği giderek daha fazla doğrulamaktadır.

11- Aynı zaman da mali sermaye oluşturduğu yaygın ve sıkı bir ilişki ağıyla mülk sahibi sınıfların tümünü egemenliği altına alır. Dünyanın yeniden paylaşılması mücadelesinde onların ulusal maskeli şu ya da bu mali sermaye grubunun yanında yer alıp emperyalizm safına geçmesine neden olur.

12- Emperyalist kapitalizmin asalaklığı ve çürümesi işçi sınıfına da yansır. İşçi sınıfının dar bir kesimi emperyalist aşırı kârlardan verilen kırıntılarla yozlaştırılır. İşçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisinden oluşan bu ayrıcalıklı tabaka, işçi sınıfının geniş kesimlerini kontrol altında tutmada burjuvazinin en büyük yardımcısıdır. Bu tabaka oportünizm ya da revizyonizm biçiminde kendini gösteren sosyal-reformizmin toplumsal dayanağıdır. Bağımlı ülkelerde toplumsal tabanını daha çok orta sınıflar arasında bulan bu sosyal-reformist akımlara karşı etkin bir mücadele, işçi sınıfının devrimci iktidar mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır.

 

Kapitalizmin gelişimi ve emperyalizm karşısında farklı sınıfların tutumu.

1-   Kapitalizmin gelişmesi ile yok olmakta olan topluma ait sınıflar, kaybettikleri ayrıcalıkları elde etmek için kapitalizme ve emperyalizme karşı çıkarlar. Ama onlar, kendi temel çıkarları için mücadele eden işçi sınıfına karşı kapitalistlerin yanında yer alırlar . Onlar politik olarak gerici bir rol oynarlar.

2-   Kapitalizmin gelişmesi ve tekellerin baskısı altında ezilen, iktisadi gücünü yitiren orta ve küçük mülk sahipleri, kapitalizmin kötü sonuçlarından arındırılıp korunmasını, tekelciliğin önlenip serbest rekabetin geri getirilmesi, devletçiliğin güçlendirilmesi ve devletin kendilerine destek olması için mücadele eder, emperyalizme bu temelde karşı çıkarlar. Onlar politik olarak tutucu, hata gericidirler. Ancak kendi yok oluşlarının kaçınılmazlığını anladıkları oranda işçi sınıfının yanında yer alırlar, ve devrimci bir rol oynayabilirler.

1-    İşçiler
1- Kapitalizmde işçiler iş buldukları sürece yaşayabilirler. Onların iş bulması ise üretim araçlarını elinde bulunduran kapitalistler ve büyük toprak sahipleri hesabına bir süre bedava çalışıp artı-değer üretmeleri koşuluna bağlıdır. Bu nedenle onlar ücretli köledirler. Üretimin kapitalist biçiminde; işçiler ne kadar çok çalışır ve emek güçlerinin üretkenliği ne kadar çok artarsa kendilerinin toplumsal yoksulluğu aşağılanma ve geleceğe olan güvensizlikleri o kadar artar. Ama üretim araçlarını ellerinde bulunduran ve çalışmayan sınıfların ise zenginliği ve refahı sürekli artar. Bunun için işçilerin kapitalizmi yok etmekten başka çareleri yoktur ve emperyalizme karşı bu temelde mücadele etmek zorundadırlar.

2-    Kapitalizmin gelişmesi aynı zamanda gerek işçilerin kendi sayılarındaki artışla gerekse yıkılan sınıfların üyelerinin onun safına katılmasıyla, işçi sınıfının gücünü durmadan artırır ve işçilerin farklı kesimlerini birbirine yaklaştırır. Bütün kapitalist ülkelerdeki işçilerin çalışma ve yaşam koşullarını daha çok birbirine benzetir. Onlar aynı sorunlar için mücadele etmeye başlarlar.

3-    Onların mücadelesi karşısında ise farklı ülkelerdeki kapitalist devletler, açıkça ya da aralarında yaptıkları gizli anlaşmalarla, bir bütün halinde yer alırlar. Emperyalizm bu gerçeği daha açık bir hale getirmiştir

 Toplumsal devrim

1-    İşçi sınıfı kapitalizmin en ileri ürünüdür. Tüm öteki sınıflar, şu veya bu ölçüde, özel mülkiyet alanında bulunurlar. Sahip oldukları mülkiyet onları varolan ekonomik sistemin temellerinin korunmasından yana olmasını sağlar. İşte bu nedenlerle işçi sınıfı : Kapitalizme karşı sonuna kadar devrimci olan tek sınıftır, Kapitalizmin gelişme süreci, beraberinde, kendi mezar kazıcısı sınıfı ve kendi yıkılışının iktisadi koşullarını da yaratır. Kapitalist gelişmenin saflarını sürekli kalabalıklaştırdığı ve kapitalist üretim sürecinin birleştirip disipline ettiği proleterlerin dayanışması da güçlenir. Proleterlerin kapitalistlere karşı mücadelesi giderek burjuva toplumunun iki hasım sınıfı, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki çatışma biçimini alır. İşçi sınıfının kapitalizmin dayanılmaz köleliğinden kurtulma mücadelesine doğru büyür. Kapitalist gelişme emeği, üretim araçlarını ve üretim sürecini toplumsallaştırarak, sosyalist toplumun maddi-iktisadi önkoşullarını da yaratır.

2-    İşçi sınıfı, sınıf ayrıcalıkları elde etmek için değil her türlü sınıf ayrıcalığına son vermek için mücadele eder. -İşçi sınıfı, kurtuluşunu ancak kendisi başarabilir.  İşçi sınıfı ancak tüm insanlığın kurtuluşu uğruna mücadeleyle kendi gerçek kurtuluşuna ulaşabilir.

3-    -İşçi sınıfının kurtuluşu yerel bir sorun değil, uluslar arası bir sorundur ve bütün ülkelerin işçilerinin ortak mücadelesini gerektirir.

4-    -Her ülkenin işçileri, kendi kapitalistlerinin diğer ülkelerin kapitalistleriyle yaptıkları işbirliği ve emperyalist savaşlara karşı mücadele ederken, aynı zamanda bulunduğu her ülkede kendi kurtuluşunun politik ön koşulu olan kendi sınıf diktatörlüğünü kurmak için mücadele etmelidir.

5-    İşçi sınıfı, dünyanın herhangi bir yerinde kurduğu iktidarı onun yerel ya da bir kısmının değil, tümünün uluslararası egemenliğinin bir parçasıdır, ve hiçbir şekilde işçi sınıfının toplumsal köleliğiyle bağdaşmaz.

6-    İşçi sınıfını iktidarını kurduğu her yerde, sınıf egemenliğinin temelini yok etmek, üretimin toplum adına planlanıp yürütülerek sosyalist dönüşümünü sağlamak için; üretim araçlarının üreticilere devredilmesini sağlayacak ve çalışmaya yetenekli herkesi çalışmaya zorlayacaktır. Böylelikle kendisini ve kendisiyle birlikte tüm insanlığı kurtaracaktır. Onun tarihsel görevi budur.

7-    İşçi sınıfının kurtuluşu işçi sınıfının kendi eseri olabilir.  Proletaryanın bu nihai hedefe yürüyebilmesinin ilk koşulu, politik iktidarın ele geçirilmesidir. Burjuvazinin sınıf egemenliği şiddet yoluyla yıkılır, yerine bir geçiş dönemi devleti olan proletarya diktatörlüğü kurulur.

 Türkiye Devrimi

Türkiye, emperyalist-kapitalist dünya sisteminin bağımlı ülkeler kategorisinde yeralan, emperyalist sermaye ile geliştirdiği  yoğun bağ ile sermaye ihraç edebilen kapitalist bir ülkedir. Kapitalizmin ülkedeki hakimiyeti, yarı-feodal üretim ilişkilerine rağmen; Emek-sermaye çelişkisi, tüm toplumsal çelişki ve çatışmaları belirleyen ana eksendir.

Sermaye iktidarı; emperyalizme bütünleşmiş işbirlikçi tekelci burjuvazi, burjuvazinin tüm kesimlerinin ortak sınıf çıkarlarını temsilcisidir. Büyük burjuvaziye binlerce çıkar bağı ile bağlı kent ve kır orta burjuvazisi, karşı-devrimci bir tabakadır.

Tekelci burjuvazinin ve onun sözcülüğüne soyunan orta burjuvazinin işçi sınıfı ve kır yoksulları üzerindeki ideolojik, politik ve kültürel etkisini kırmak, devrimin başarısının temel bir koşuludur.

Türkiye’yi karakterize eden temel iktisadi, toplumsal ve siyasal gerçeklerden hareket eden TDKP, toplumumuzun öncelikle demokratik devrimi tarihi adımı ile karşı karşıya bulunduğunu saptar. Proletarya devrimi, sermaye egemenliğine son vererek sosyalizme geçişi sağlayacaktır. Tarihsel olarak çözümlenmemiş demokratik sorunları kesin ve kalıcı bir çözüme bağlayacaktır.

Proletarya devriminin zaferi, yalnızca işçi sınıfı, kent ve kır yoksulları için değil, sermayenin tahakkümü altında acı çeken kentin ve kırın ezilen köylü ve zanaatçı küçük-burjuva katmanları  ve diğer ezilenler için de tek kurtuluş yoludur.

Kentin ve kırın yarı-proleter ve yoksul yığınlarını ve diğer ezilenleri kendi önderliği altında birleştirecek olan işçi sınıfı, küçük-burjuva katmanları da mümkün mertebe kendine bağlayarak, üst kesimlerini ise en azından tarafsızlaştırarak, burjuvazinin sınıf egemenliğini yıkacak, emperyalist kölelik zincirini kıracak, proletarya devrimini zafere ulaştıracaktır.

Gerçekleştirmek için Mücadele edilecek Talepler

Genel İlkeler ve Çerçeve

1.Reşit olan herkesin politik iktidara doğrudan ve sürekli katılımına dayanan proletarya iktidarının politik yapının kurulması.

2.Herkes için en geniş ölçüde, koşulsuz, eşit ve güvenceye sahip politik ve sivil hak ve özgürlüklerin kurulması. Cinsiyete, etnisitiye, ulusallığa, vatandaşlığa, ırka, dine, yaşa vb. göre ayrımcılıkların yasaklanması.

3.Varolan kapitalist sisteme insanların yüksek yaşam standartları, refah ve ekonomik güvenliği için, ilerici iş kanunu gibi, genel ekonomik ve refah normlarının gerçekleştirilmesi

4.Gerici, ayrımcı ve küçültücü inanç ve geleneklerin kökten ve hızla kenara itilmesi ve  özgür ve açık bir kültürün, değerlerin ve insan ilişkilerinin gelişmesine yardım edecek yasa ve önlemlerin yürürlüğe sokulması.

5.Türkiye’nin dünyadaki işçi  ve sosyalist mücadeleler, ilerici toplumsal değer ve ilişkiler ve ilerici mücadeleler için dayanışma kaynağına dönüştürecek yasa ve politikaların sunulması.

Yukarıdaki genel ilkeler  aşağıdaki önlemlerle derhal yerine getirilecektir:

Yönetime doğrudan kitlesel katılım

1-   Bütün politik ve yönetsel organlar ve görevler seçilmeli ve seçmenlerin çoğunluğunun kararıyla geri alınabilir olmalıdır. Bu görevlere seçilenler ortalama işçi ücretinden yüksek maaş almamalıdır. Bütün yönetim organları konseyler aracılığıyla halkın doğrudan gözetiminde olmalıdır. Devlet dairelerinin, halkın bunlara müdahalelerini ve kontrollerini basit bir göreve dönüştürmek için, hiyerarşi, dil ve çalışma prosedürlerinin basitleştirilmelidir.

2-   Kamu hizmetlerinde vatandaşlar ve müşteriler için iş ahlakı ve saygının yükseltilmesi. Görevlilerce otoritenin kötüye kullanılması, rüşvet, kayırma, ayrımcılık, yasal olarak tanımlanmış kural ve prosedürlerden sapma vb. gibi, temel suçlar olarak umumi mahkemelerde kovuşturmalarla sonuçlanmalıdır. Kamu kaynaklarının özel amaçlar için kullanımının yasaklanmalıdır.

3-   Bireylerin herhangi devlet memurunu genel mahkemelerde koşulsuz dava etme hakkı vardır.

4-   Yerel düzeyden ulusal düzeye iktidarın uygulanması halkın yasama ve yürütmeyi birleştiren kendi konseylerince yürütülmesi gerekir. Ana yönetim organı konseylerin temsilcilerinin ulusal kongresi olacaktır. 18 yaşından büyük herkes yerel konseylerde oy kullanma ve bütün konumlarda çalışma ve üst konseylerde temsilci olma hakkına sahip olacaktır.

Ordunun dağıtılması

1-        Egemen sınıfın ücretli silahlı çeteleri olan ordu ve profesyonel silahlı kuvvetler, bir ülkenin burjuvazisinin ekonomik çıkarlarını ve pazarını diğerine karşı korumak ve çalışanlara boyun eğdirmek için örgütlenmiştir. Egemen sınıfların orduyu toplumun bütününe hizmet eden bir halk organı olarak sunarak ordunun gerçek fonksiyonunu ve sınıfsal doğasını gözlerden gizlemeye çalışmasına rağmen ordunun egemen sınıflarla yakın ilişkisi ve toplumun efendilerinin çıkarlarını korumadaki rolleri insanların çoğunluğu için açıktır.

2-        Komünist Partisi  ordu ve profesyonel silahlı kuvvetlerin dağıtılmasını savunmaktadır. Ordu,  ve diğer profesyonel kuvvetler, bütün gizli askeri ve istihbarat örgütleri dağıtılmalıdır.

3-        İnsanlardan ayrı ve üstlerinde duran profesyonel ordunun yerini genel askeri eğitime ve güvenlik ve savunmaya genel katılıma dayanan halk konseylerinin milis gücü alacaktır.

4-        Ek olarak parti silahlı kuvvetler olduğu sürece aşağıdaki ilkelerin her durumda ve koşulda uygulanması gerektiğine inanmaktadır:

5-        Silahlı kuvvetlere sorgusuz itaatin kaldırılması. Bütün askeri personel ülkenin yasaları ve kendi vicdanları ve ilkeleriyle çatışma içinde olduklarını düşündükleri emirleri uygulamayı reddetme hakkına sahiptir.

6-        Görevliler her zaman üniformalarını giymek ve silahlarını açıkta taşımak zorundadırlar. Üniformasız silahlı kuvvetler ve sivil polis oluşturmak yasaktır. Her vatandaşın çevresinde ve topluluğunda silahlı görevlilerin olduğunu bilme hakkına sahiptir.

7-        Askeri kuvvetlerin üyeleri politik etkinliklerde yer alma ve politik partilere üye olma hakkına sahiptir. Politik partiler, sendikalar ve diğer örgütlenmeler askeri kuvvetler içinde etkinlik yapma hakkına sahiptir.

Herkes için adalet

Her toplumda yargı sistemi ve yasal adalet o toplumun toplumsal ilişkilerinin ve ekonomik ve politik temellerinin yansımasıdır. Yargı alanı –kanunlardan ve baskın adalet, doğruluk, hak kavramlarının yorumundan yargı gücünün prosedür ve yönetimine kadar– varolan toplumun ekonomik ve sınıfsal temellerini koruyan politik üstyapının parçasıdır. Bu yüzden herkes için gerçek yasal adalet ve eşit uygulaması ve tam bağımsız ve adil bir yargı yönetimi varolan sınıflı toplumun köklü yeniden biçimlendirilmesini gerektirmektedir.

Bu amaca bir adım olarak ve varolan toplumda daha adaletli yargılanmanın oluşturulması için Komünist-işçi partisi aşağıdaki temel ilkelerin derhal uygulanması için çağrıda bulunur:

1-        Hakimlerin, mahkemelerin ve yargı sisteminin yürütmeden tam yasal bağımsızlığı

2-        Hakimler ve diğer yargı görevlileri seçimle işbaşına gelmeli, çoğunluğun kararıyla geri çağırabilir olmalıdır.

3-        Özel mahkemelerin yasaklanması ve bütün davaların halka açık mahkemelerde yapılması.

4-        Bütün davalar kamuya açık olmalıdır. Bütün temel suçlarda jürili duruşmalar yapılmalı. Sanıkların ve avukatların hakimleri ve jüri üyelerini kabul ya da reddetme hakkı.

5-        Bütün duruşmalarda sanık suçluluğu kanıtlanana kadar masumdur ve  kanıtlama zorunluluğu davacınındır.

6-        Ülkenin yargı ilkeleri ve yargı sisteminden önce birey hakları detaylı olarak Programın diğer kesimlerinde anlatılmıştır.

Bireysel Haklar ve Özgürlükler

Burjuva ideologları bireye saygı ve sivil hakların bu sistemin ayırdedici özelliği olduğunu iddia ederler. Gerçek ise sermayenin iktidarı altında yaşayan beş milyardan fazla insanın dışında sadece küçük bir kesimin bir avuç ülkede az çok kararlı bireysel ve sivil haklarını kullanabildiğidir. Kapitalist dünya da ezici çoğunluğun yazgısı daha çok ya da daha az politik haklardan tam yoksunluğu, despotik rejimler ve devlet terörizmi ve şiddetidir.

Sermaye tarafından çalışanların ekonomik köleleştirilmesi ve sivil haklar ve mülkiyet arasındaki doğrudan ilişki bu hakları herhangi ciddi ve gerçek anlamdan yoksun bırakmaktadır. Ekonomik kriz zamanlarında bu ülkelerin deneyimleri bu sözde hakların yaşamasının dahi kapitalist sınıfın ekonomik koşullarına bağlı olduğunu göstermekte ve sermayenin karlılığı ve birikimine engel olduğu sürece bu haklar saldırıya uğramaktadır.

Gerçek bireysel ve sivil özgürlükler sadece özgür bir toplumda gerçekleşebilir. Ekonomik ve sınıfsal kölelikleri yok ederek işçilerin komünist devrimi yaşamın farklı alanlarında bireyin kendini ifade edebilmesi için en geniş özgürlüklere ve fırsatlara yol açacaktır.

 Aynı zamanda komünist partisi günümüz toplumunda en geniş bireysel ve sivil hakların gerçekleştirilmesi ve korunması için mücadele eder.

1-           Yaşama hakkı. Beden ve zihnin saldırılara karşı dokunulmazlığı.

2-            Günümüz toplumunda normal bir yaşamın gerekliliklerini sağlayan bir gelire sahip olma hakkı.

3-           Boş zaman, dinlenme, eğlenme hakkı.

4-           Eğitim hakkı. Bütün eğitim kaynaklarına ulaşma hakkı.

5-        Sağlık hakkı. Hastalık ve rahatsızlıklardan korunma için varolan bütün imkanlardan yararlanma hakkı. Bütün sağlık bakımı ve tıbbi imkanlardan yararlanma hakkı.

6-        Bireysel bağımsızlık hakkı. Herhangi bir maske ya da mazeret altında kölelik ve zorla çalıştırmanın yasaklanması.

7-        Sosyalleşme ve sosyal bir yaşama sahip olma hakkı. Diğer insanlarla ilişki kurmanın engellenmesinin ve insanların toplumsal çevreden yalıtılmasının yasaklanması.

8-        Toplumsal bütün alanları hakkındaki gerçekleri araştırma ve bilme hakkı. Sansürün ve kamuya açık bilgi üzerinde medya yöneticilerinin ve devletin kontrolünün yasaklanması.

9-        Sağlıklı ve güvenli bir ortamda yaşama hakkı. İnsanların ve onların temsilcilerinin devletin ve özel girişimlerin etkinliklerinin çevreye etkilerini kontrol etme hakkı.

10-     Koşulsuz inanç, ifade, toplanma, basın, gösteri, grev, örgütlenme ve politik parti kurma özgürlüğü.

11-     Tam ve koşulsuz eleştiri özgürlüğü. Toplumdaki bütün politik, kültürel, etik ve ideolojik görüşleri eleştirme hakkı. Eleştiri ve ifade özgürlüğünün kısıtlanması için çağrıda bulunan ulusal, dinsel, yurtsever ve diğer kutsallıkların yasaklanması ve illegal ilan edilmesi.

12-     Din ve ateizm özgürlüğü.

13-     Cinsiyet, din, etnisite, ulus, meslek, vatandaşlık, inanç ya da politik inançlardan bağımsız olarak 18 yaşın üzerindeki herkes için eşit ve genel oy hakkı. 18 yaşın üzerindeki herkesin temsili organlarda ve seçilmiş görevlerde çalışma hakkı.

14-     Sorgulamanın yasaklanması. Kendilerinin suçlanmasından sakınmak için ifade vermeyi reddetme hakkı. Kişisel görüşleri ve inançları hakkında sessiz kalma hakkı.

15-     Koşulsuz yaşayacağı yeri seçme hakkı. Erkek ve kadın 18 yaş üzerindeki herkes için seyahat özgürlüğü. Ülke içindeki hareketlerin devlet tarafından sürekli kontrolünün (sürgünlerin) yasaklanması. Ülkeden çıkışlardaki herhangi bir sınırlamanın kaldırılması. İstek üzerine derhal ve koşulsuz pasaport hakkı.

16-     Vatandaşlığa giriş ve çıkışlarda herhangi bir sınırlamanın yasaklanması. Vatandaşlığın yasal zorunluluklarını kabul eden herkesin vatandaşlığa kabulü. Türkiye’ye yerleşmek için başvuranlara koşulsuz yer ve iş sağlanması .

17-     Özel hayatın dokunulmazlığı. Kişinin ev, ilişki ve konuşmalarının dokunulmazlığı ve herhangi bir otoritenin saldırısına karşı korunması. Takip, izleme ve dinlemenin yasaklanması.

18-     Özel izinleri alınmadan kişiler hakkında bilgi toplanmasının yasaklanması. Herkesin devletin kendileri hakkında sahip olduğu bilgileri elde etme hakkı.

19-     İş seçme özgürlüğü.

20-     Koşulsuz giyinme özgürlüğü. Kamuda erkek ya da kadının kıyafeti üzerinde resmi ya da zımni isteklerin yasaklanması. Kişilerin kıyafet ya da dış görünüşüne göre ayrımcılık ya da sınırlamalara uğramasının yasaklanması.

21-     Halkın seçilmiş temsilcilerinin devlet kurumlarını, etkinliklerini ve dökümanlarını kontrol etme hakkı. Gizli diplomasinin yasaklanması.

Ayrımcılığın Kaldırılması ve Eşitlik

İnsan eşitliği, işçi sınıfı iktidarı için yaşamsal önemde olan, sınıfların, sömürücü ve ayrımcı kapitalist sistemin kaldırılmasıyla kurulacak özgür sosyalist toplumun temel ilkesidir. Komünist eşitlik bütün insanların ekonomik, politik, toplumsal alanlardaki gerçek eşitliğidir bu nedenden dolayı yasa önünde eşitlikten daha geniştir. Komünist eşitlik Sadece politik haklarda eşitlik değil insanlığın kollektif çabasının ürünleri ve maddi kaynaklarına ulaşmada, toplumsal konum ve ekonomik ilişkilerde insanların birbirleriyle ilişkilerinde eşitliktir. İnsanların farklı yeteneklerini geliştirebilmeleri ve toplumun maddi ve entelektüel canlılığı için gerekli koşul olan komünist eşitlik sadece insanların sınıflara bölünmesine son verilerek gerçekleştirilebilir. Sınıflı toplum özgür ve eşit bir toplum olamaz.

Kapitalist toplumda eşitlik ve ayrımcılığı kaldırmak için verdiğimiz mücadele toplumsal devrimi ilerletmek ve özgür ve eşit bir komünist toplum kurmak için verdiğimiz temel mücadelenin bütünleyici parçasıdır. Partimiz eşitsizlik ve ayrımcılığa karşı verilen her toplumsal mücadelenin en ön cephesinde yer alır ve cinsiyet, ulus, din, ırk, inanç, meslek, statü, vatandaşlıktan bağımsız olarak herkes için eşit haklar ve kanunların eşit uygulanmasının bütün kanunların arkasındaki dokunulamaz temel ilkesi olması gerektiğine inanır.

Bu ilkeye uymayan her kanun ve düzenleme geçersiz kılınmalı ve bireyler, kurumlar, devlet ya da özel girişimler tarafından uygulanan herhangi bir ayrımcılık  ceza soruşturmasına uğramalıdır.

Cinsiyet ayrımcılığının yasaklanması.

Kadınlara uygulanan ayrımcılık bugünkü dünyanın özelliğidir. Dünyanın büyük bölümünde kadınlar erkekler için tanınmış en önemsiz haklardan bile resmi ve yasal olarak yaralanmaları engellenmiştir. Ekonomik olarak geri ülkelerde din ve eski geleneklerin toplumun politik, yönetsel ve kültürel yapısında güçlü yer tuttuğu yerlerde kadınlara yapılan baskı en şiddetli ve rezil biçimler almaktadır. İleri ülkelerde, hatta kadın hakları hareketleri ve sosyalist-işçi mücadelesinin sonucu olarak cinsel ayrımcılığın yasa metinlerinden silindiği toplumlarda dahi, kadın kapitalist ekonominin mekanizmaları ve varolan erkek şovenist gelenek ve inançlar aracılığıyla pratikte birçok alanda ayrımcılığa uğramaktadır.

Kadınlara yapılan baskı kapitalizmin icadı değildir. Bununla birlikte, kapitalizm tarihin bu iğrenç mirasını çağdaş ekonomik ve toplumsal ilişkilerin köşe taşına dönüştürmüştür. Kadın eşitsizliğinin biçimi bu gün üretim sürecindeki cinsel bölünmeyi sermayenin karlılığını sağlamada önemli bir ekonomik ve politik faktör olarak gören bugünün modern ve sanayileşmiş kapitalist toplumunda görülmelidir.

İşe almada ve işten atmada emek esnekliği yaratmak, işçiler arasına bölünme, rekabet ve sürtüşme sokmak, bütün olarak işçi sınıfının yaşam standartlarını düşürmenin yolu olarak işçi sınıfı içindeki en avantajsız kesimini kadın ve çocuklar oluşturmaktadır. Bütün bunlar bugün kapitalist birikimin sütunları ve modern çağdaş kapitalizm için kadınlara yapılan baskının nimetleridir. Kapitalizm bu eşitsizliğe dayanmaktadır, şiddetli ve sert direniş göstermeden bundan vazgeçmeyecektir.

Kadın ve erkek eşitliği

1-           Kadın erkek eşitliğine aykırı yasa ve düzenlemelerin yürürlükten kaldırılması için tam ve koşulsuz kadın ve erkek haklarının eşitliğinin ilanı.

2-           Politik yaşama katılımda tam olarak kadın erkek eşitliğinin sağlanması için acil önlemlerin sağlanması. Kadınların her düzeyde koşulsuz olarak seçimlerde yer alabilme ve politik, yönetsel, yargı konumlarında çalışabilme hakkı. Kadınların yönetim ve politikaya katılımını sınırlayan yasa ve düzenlemelerin kaldırılması.

3-           Ailede kadın ve erkek için tam eşit hak ve statünün sağlanması. Sözde evin reisi olarak erkeğe tanınan imtiyazların kaldırılması ve çocukların bakımı ve büyütülmesinde, aile harcamalarının, mirasın kontrolünde, ikametgah seçiminde, ev işinde, profesyonel iş vermede, boşanmada, ayrılma durumunda çocukların gözetimi ve aile mülkiyetinin bölünmesinde kadın ve erkek için eşit hak ve zorunlulukların koyulması.

4-           Eski geleneklerin erkeğin yararına buyurduğu bütün köleci zorunlulukların yasaklanması. Şiddet kullanmasa dahi kocanın eşiyle rızası olmadan cinsel ilişki kurmasının yasaklanması. Kadın üzerindeki baskıcı zorlamalar tecavüz olarak kovuşturmaya uğramalıdır. Ailede kadına ev işi empoze edilmesinin yasaklanması. Ailede kadına ve kız çocuklarına küçültücü, özgürlüğü kısıtlayıcı, tehditkar ve şiddet içeren davranışların ağır biçimde cezalandırılması.

5-           Ekonomik yaşam ve istihdamda tam kadın ve erkek eşitliği. Kadın ve erkeğe eşit iş ve sosyal güvenlik uygulanması. Benzer işler için kadın ve erkeğe eşit ücret. İşe almada kadınlara yönelik herhangi bir kısıtlamanın kaldırılması. Kadın ve erkeğin ücretlerde, sigortada, tatillerde,  çalışma saatlerinde, iş vardiyalarında, terfilerde, işçi temsilciliğinde tam eşitliği.

6-           Hamile kadının işten çıkarılmasının yasaklanması, hamile kadına ağır iş verilmesinin yasaklanması ve işyerinde kadınların özel ihtiyaç duyduğu önlemlerin alınması gibi kadınların güvenli iş ve profesyonel kariyer yapmalarını sağlayacak özel kural ve standartların yürürlüğe sokulması. 16 haftalık hamilelik izni ve 1 yıllık çocuk bakım izni. Kendi kararlarına göre 1 yıllık çocuk bakım izni kadın ve erkek tarafından birlikte kullanılabilir. Girişimlerin bu düzenlemelere uygunluğunu kontrol etmek için denetleme konseylerinin oluşturulması.

7-           Ticari ya da ticari olmayan, devlet ya da özel işyerlerinde ve çalışma yaşamında kadın eşitliğini sağlamak için yetkileri olan fırsat eşitliği mahkemelerinin oluşturulması. İstihdamda kadın ve erkeğin tam eşitliği ilkesini çiğneyen kurumların ağır cezalandırılması ve kovuşturulması.

8-           Kadınların üzerine gereğinden fazla yük getiren ev işi ve çocuk bakımı gibi şeylerden kurtulması ve kadınlara ev dışında farklı etkinliklere girme imkanını sağlayacak günlük bakım merkezleri, kreşler, çocuk klüpleri gibi parasız merkezlerin oluşturulması.

9-           Kadınların özel yaşamlarına ve kişisel,  duygusal ve cinsel ilişkilerine herhangi bir otoritenin, aile üyeleri veya akrabaların ya da resmi otoritelerin karışmasının yasaklanması. Kamu kurumlarında kadınlara küçültücü, erkek şovenist, ataerkil ve eşitsiz davranışların yasaklanması. İş ilanlarında cinsiyete referansın yasaklanması.

10-        Eğitim materyallerinden kadınlara önyargılı ve küçültücü referansların kaldırılması ve yerine kadın eşitliği ile ilgili özel derslerin ve eğitim materyallerinin dahil edilmesi. Kadınlara karşı ayrımcılık ve taciz durumlarıyla ilgilenecek özel, yasal bölümlerin ve denetleyici kurulların oluşturulması.

11-        Toplumdaki erkek şovenist ve kadın düşmanı kültüre karşı savaşmak için ilgili devlet otoriteleri tarafından doğrudan eylem, Hükümet dışı kadın hakları gruplarını destekleme ve teşvik etme.

Yabancı hakları

1-           Vatandaş olup olmamasından bağımsız olarak bütün bireysel, sivil, politik, toplumsal ve refah haklarında Türkiye’ye  yerleşmiş herkes için tam koşulsuz eşitlik.

2-           Vatandaş olup olmamasında bağımsız olarak bütün işçiler için iş ve toplumsal refah kanunlarının eşit uygulanması.

3-           Türkiye’ye yerleşme başvurusu yapan herkese giriş, ikamet ve iş izini ve sigorta kartları vb. sağlanması.

4-           Irkçılık ve herhangi ırkçı önyargıya karşı kararlılıkla mücadele edilmelidir. Ülke kanunlarının ırk ayrımcılığını yasaklaması yanında dünyadaki ırk ayrımcılığına karşı etkili muhalefet dış politikanın sürekli bir parçası olmalıdır.

Ulusal baskının yok edilmesi

Genel ilke olarak komünist partisi farklı ulusal kökenlerden insanların eşit haklara sahip özgür vatandaşlar olarak büyük ülkelerde yaşamasını savunur. Bu sınıf mücadelesinde işçilerin saflarını güçlendirir. Varolan devletlerde ulusal baskı ve çekişmelerin tarihi birlikte yaşamayı zorlaştırdığı durumlarda parti ezilen ulusallıkların, eğer doğrudan ve özgür referandumla seçerlerse, ayrılma ve bağımsız devlet kurma haklarını tanır.

Kürt sorunu

Bölgedeki bütün ülkelerde Kürtlere karşı uygulanan ulusal baskının uzun tarihi, faşist diktatörlük altında Türkiye Kürdistan’ındaki özerklik için yapılan protesto hareketleri ve mücadelelerinin kanla bastırılması yüzünden komünist partisi ilke olarak Kürtlerin özgür referandumla Türkiye’den ayrılma ve bağımsız devlet kurma haklarını tanır. Parti bu özgür seçimi önleyecek herhangi bir askeri ve şiddet eylemlerini kesinkes mahkum eder. Komünist partisi uluslararası organların denetimi altında Kürt yerleşim bölgelerinde özgür bir referandum ile Kürt sorununun acil çözümü için çağrıda bulunur. Böyle bir referandum merkezi hükümetin askeri kuvvetlerinin geri çekilmesinden ve Kürdistan’daki bütün politik partilerin insanları  kendi programları doğrultusunda bilgilendirecekleri özgür etkinlik döneminden sonra gerçekleştirilmelidir. İlke olarak komünist partisi herhangi bir zamanda Kürdistan’ın ayrılmasını sadece bu durum Kürdistan’daki işçiler için daha ilerici sivil haklar ve daha adil ve güvenli ekonomik ve toplumsal çevre sağlayacaksa savunur. Partinin resmi konumu bütün olarak işçi sınıfının çıkarları ve özel olarak Kürdistan’daki işçilerin çıkarları doğrultusunda durumun somut değerlendirilmesiyle belirlenecektir. Komünist partisi Kürdistan’daki ulusal güçler tarafından sunulan Kürt özerkliği fikrini Kürt ve Kürt olmayan ulusal kimliklerin tek bir ulusal çerçeve içinde varlıklarının sürdürülmesini amaçlayan bir reçete olarak görür. Ulusal özerklik ulusal bölünmeleri ölümsüzleştirmekle ve resmi olarak meşrulaştırmakla sınırlıdır ve sahneyi gelecek yıllardaki ulusal çatışmalara hazırlar.

Komünist parti Kürdistan’ın politik geleceğinin açık ve özgür bir referandumla Kürdistan halkının açık rızası olmadan merkezi hükümet ve yerel partiler arasındaki görüşmelerin sonucu ya da hükümetin tek taraflı kararı ile belirlenmesini geçersiz tümden reddeder.

Toplumsal ve Kültürel Normlar

Komünist parti aşağıdakilerin derhal yürürlüğe konması için çağrıda bulunur.

Din , ulusallık ve etnisite

1-           Din ve ateizm özgürlüğü. Dinin devletten tamamen ayrılması. Bütün dinsel ya da dinden etkilenmiş kavram ve referansların bütün yasalardan atılması. Din bireyin özel meselesi olarak ilan edilecektir. Yasalardan, kimlik kartlarından ve resmi evraklardan kişinin dinine ait referansların çıkartılması. İnsanları bireysel ya da toplu olarak resmi dokümanlarda, medyada vb. herhangi bir etnik gruba ya da dine ait göstermenin yasaklanması.

2-           Dinin eğitimden tamamen ayrılması. Dinsel konuların ve dogmaların ya da konuların dinsel yorumunu okul ve eğitim kurumlarında öğretiminin yasaklanması. Dinsel olmayan laik eğitim ilkesini ihlal eden herhangi yasa ve düzenleme derhal kaldırılmalıdır.

3-           Din ve dinsel etkinliklere, kurumlara ve mezheplere devlet ya da devlet kurumları tarafından mali, maddi ya da ahlaki desteğin yasaklanması. Resmi takvimde dinsel olay ya da günlere referansın iptali.

4-           İnsanların sivil hakları ve özgürlükleriyle ve herkes için eşitlik ilkesiyle bağdaşmayan dinsel etkinlik, seremoni ya da törenlerin yasaklanması. İnsanların barış ve güvenliğini bozan dinsel gösterilerin yasaklanması.

5-           Çocukların ve 18 yaşın altındaki bütün kişilerin din ve dinsel kurumlar tarafından maddi ve manevi manipülasyonundan korunması. 18 yaşın altındaki kişilerin dinsel mezheplere ya da dinsel seremoni ve kurumlara çekiminin yasaklanması.

6-           Din özgürlüğüne bağlı olarak; Bütün dinsel tarikatlar resmi düzeyde özel girişim olarak kaydedilecektir. Dinsel kuruluşların ticari firma olarak ticaret kanunları ve düzenlemelerine bağlanması. Dinsel toplulukların  hesaplarının ve ticari işlemlerinin yasal otoriteler tarafından denetlenmesi. Bu kurumların diğer girişimlere uygulanan vergi kanunlarına bağlanması .

7-           Dinin kabul edilmesi için herhangi bir fiziksel ya da psikolojik zorlamanın yasaklanması. Kişilerin hak, eşitlik ve özgürlüğünü, yasa tarafından tanınmış sivil, kültürel, politik ve ekonomik haklarını kullanmalarını ve toplumsal yaşama özgür katılımlarını çiğneyen dinsel, etnik, geleneksel, yerel geleneklerin yasaklanması.

8-           Birey ya da grupları açık izinleri olmadan kamuda, medya da, devlet kuruluşlarında özel bir ulusa ait olarak göstermenin yasaklanması.

9-           Kimlik kartlarında , resmi dokümanlarda ve resmi işlerde kişilerin ulusuna referansın iptali.

10-        Dinsel, ulusal, etnik, ırkçı ve cinsel nefretin kışkırtılmasının yasaklanması. Açıkça ve resmen bir grup insanın diğerlerinden ulus, etnisite, ırk, din ve cinsiyet temellerinde üstünlüğünü iddia eden politik örgütlenmelerin kurulmasının yasaklanması.

aile, evlilik ve boşanma

1-           18 yaşın üzerindeki her çift kendi seçimleriyle birlikte yaşama hakkına sahiptir. Bireylerin herhangi bir kişi ya da otorite tarafından partner seçimine ya da ayrılmaya zorlaması yasaktır.

2-           Eğer taraflar isterse, resmen tanınmak ve aile kanunları tarafından korunmak için birlikte yaşayanların basit bir kaydı yeterlidir. Evlilik için dinsel ya da laik özel seremonilerin yapılmasının kanun önünde geçerliliği yoktur.

3-           Evliliğin ön şartları olarak başlık parası, iki taraf arasındaki çeşitli ödeme şekilleri, çeyiz gibi mali işlemlerin yasaklanması .

4-           Yasalarla yasaklanmış gibi görünen ama yaşamda yoğun uygulamaları olan erkeklerin İslami hakkı olarak gördükleri çok evlilik yapmanın yasaklanması.

5-           Ailede kadın ve erkek için ikamet seçiminde, çocukların eğitim ve bakımında, aile mülkleri ve maliyesini ilgilendiren kararlarda ve birlikte yaşamayı ilgilendiren bütün durumlarda eşit haklar. Bütün kanun ve düzenlemelerde evin reisi olarak erkeğe verilen özel statünün kaldırılması ve aile meselelerinde kadın ve erkek için eşit haklar.

6-           Kadın ve erkek için koşulsuz ayrılma (boşanma) hakkı. Ayrıldıktan sonra çocukların bakımında kadın ve erkek için eşit haklar ve zorunluluklar.

7-           Birlikte yaşama süresince aile tarafından kullanılmış ya da elde edilmiş mülk ve kaynaklar ile ilgili olarak ayrılmada çiftler için eşit haklar.

8-           Babanın aile isminin çocuklara otomatik transferinin kaldırılması. Çocuğun soyadı ebeveynlerin ortak kararına bırakılacaktır. Eğer bir karara varılamazsa çocuk annenin soyadını alacaktır. Kimlik kartlarında ve pasaport, ehliyet gibi diğer resmi kimlik dokümanlarında ebeveynlerin isimlerine referansların iptali.

9-           Tek ebeveynlere maddi ve manevi devlet yardımı. Gerici kültürel ve ahlaki baskılar ya da ekonomik zorluklar durumunda ayrılmış ya da evlilik dışı çocuk doğurmuş annelere özel destek.

10-        Kadın ve erkeğin eşleri dışındaki kişilerle cinsel ilişkilerini  suç olarak gören bütün tarihe aykırı ve gerici kanun ve düzenlemelerin kaldırılması.

Çocuk hakları

1-           Her çocuğun mutlu, güvenli ve yaratıcı bir yaşam hakkıdır.

2-           Toplum ailesinin imkanları ve koşullarından bağımsız olarak her çocuğun mutluluğunu sağlamakla sorumludur. Devlet çocuklar için en olası refah ve gelişme standartlarını sağlamak zorundadır.

3-           Aile koşulları ne olursa olsun çocuklar ve gençler için yüksek yaşam standardı sağlayacak parasız sağlık, eğitim ve kültür hizmetleri ve harçlıkların sağlanması.

4-           Aile bakımı altında olmayan bütün çocukların devletin vasiliği altına yerleştirilmesi ve yaşamlarını ve eğitimlerini modern, ileri ve iyi donanımlı merkezlerde sürdürmeleri.

5-           Aile koşulları ne olursa olsun bütün çocuklara yaratıcı eğitim ve toplumsal çevre sağlayacak iyi donanımlı modern kreşlerin yaratılması.

6-           Evlilik içi ya da dışı doğmuş bütün çocuklar için eşit haklar

7-           18 yaşın altındaki gençler ve çocuklar için profesyonel işlerin yasaklanması.

8-           Çocukların evde, okulda ve toplumda hor kullanılmalarının yasaklanması. Bedensel cezalandırmanın yasaklanması. Çocukları psikolojik baskı ve tehditlere maruz bırakmanın yasaklanması.

9-           Çocukların cinsel tacizine karşı kararlı yasal eylem. Çocukların cinsel tacizi ağır ceza olarak yargılanacaktır.

10-        Çocukların, kız ya da erkek, eğitim, eğlenme ve çocukların sosyal etkinliklerine katılım gibi sivil ve toplumsal haklarını kullanmalarını herhangi bir bahaneyle engelleyen kimse dava edilecek ve cezalandırılacaktır.

Cinsel ilişkiler

1-           Özgür ve rızaya bağlı cinsel ilişki reşit olma yaşına ulaşmış herkesin inkar edilemez hakkıdır. Kadın ve erkek için yasal reşit olma yaşı 18’dir. Yetişkinlerin (reşit olma yaşının üstündekilerin) bu yasal reşit olma yaşından küçük olanlarla, rızaları olsa dahi, cinsel ilişkileri yasal değildir ve yetişkin taraf yasal kovuşturmaya uğrayacaktır.

2-           Bütün yetişkinler, kadın ya da erkek, diğer yetişkinlerle olan cinsel ilişkilerinde tamamen özgürdürler. Yetişkinlerin birbirleriyle gönüllü ilişkileri onların özel konularıdır, hiçbir kimse ya da otoritenin buna karışmaya veya da bunu kamuya açmaya hakkı yoktur.

3-           Herkes, özellikle gençler, cinsel eğitim ve doğum kontrol yöntemleri ve güvenli seksle ilgili eğitim alacaklardır. Cinsel eğitim okul müfredatının zorunlu kısımlarından biri olacaktır. Devlet, klinikler ve ilgili herkesin ulaşabileceği danışma hizmetleri oluşturarak, özel radyo ve televizyonları ve diğer bütün etkili yöntemleri kullanarak bireylerin cinsel ilişkideki hakları ve cinsel konulardaki bilimsel bilinçliliğini hızla yükseltmekle sorumludur.

4-           Doğum kontrol araçları ve zührevi hastalıklardan korunma araçları bütün yetişkinlere ulaşılabilir ve parasız olmalıdır.

5-           Kültürel ve ekonomik baskılar sonucu insan embriyosunun kasten yok edilmesi olan kürtaj gibi çok az olay  insan yaşamının hor görülmesinin günümüz toplumunun asli öğesi olduğunu ve varolan sınıflı toplumun ve sömürücü ilişkilerin insan yaşamı ve mutluluğuyla bağdaşmazlığını gösterir. Kürtaj, insanların kendine yabancılaşmasına ve varolan sınıflı toplumun onlara dayattığı yoksunluk ve zorluklara karşı savunmasız olduklarına bir kanıttır.

6-            Kürtaj olup olmama kararı yalnız kadına aittir. Bununla birlikte devlet sosyal danışmanlar ve bilimsel yetkililerin caydırıcı tavsiye ve kanıtlarıyla olduğu kadar devletin kendisine ve çocuğuna mali, maddi ve moral taahhütleriyle kadını son kararından önce bilgilendirmekle yükümlüdür.

7-           Kadını kürtaja sürükleyen ön yargı ve ahlaki baskılara karşı kararlı kampanyaların örgütlenmesi. Bu gibi baskılara, önyargılara ve tehditlere karşı kadınlara etkin devlet desteği.

8-           Hamileliğin 12. haftasına kadar kürtajın yasallaştırılması. 12. Haftadan sonra kürtaja eğer annenin sağlığı tehlikedeyse yasal izin verilecektir (sezaryen ve son tıbbi rapor tarafından belirtilen fetüsü korumanın olası zamanına kadar). Bu gibi durumlar yetenekli tıp otoriteleri tarafından tahkik edilecektir.

9-           Hamilelik testleri için geniş ve parasız imkanların sağlanması. Kişilere istenmeyen hamileliklerin çabuk keşfinin sağlanması için bu testleri kullanmanın öğretilmesi.

10-        Jinekologlar tarafından ruhsatlı kliniklerde parasız kürtaj ve kürtaj sonrası bakım.

11-        Doğum kontrol yöntemleri ve konunun önemiyle ilgili insanların geniş çapta cinsel eğitimi. Yaygın biçimde ulaşılabilir danışma hizmetleri.

12-        Doğum kontrol yöntemlerine yaygın ve parasız ulaşım.

13-        Ekonomik baskı yüzünden kürtaja karar vermiş kadınlara yardım için yeterli fon ve kaynakların ayrılması. Eğer anne çocuğu doğurmaya karar verirse çocuğun bakımına hazır olduğunu bildirmek devletin görevidir.

14-        İnsanların cinsel bilinçliliğinin gelişimini ve özellikle kadınların ve gençlerin doğum kontrol yöntemleri ve güvenli seks araçlarını kullanmalarını engelleyen dinsel, erkek şovenist ve gerici davranışlara karşı kampanya.

 Uyuşturucu bağımlılığı ve ticaretine karşı mücadele

1-           Uyuşturucuların alış ve satışının yasaklanması ve uyuşturucuların kanun dışı üretimi ve ticaretinden sorumlu olanların kovuşturulması ve ağır cezalandırılması.

2-           İnsanları uyuşturucuya iten sosyal ve ekonomik koşulları ortadan kaldırarak ve uyuşturucu bağımlılarını uyuşturucu satıcılarından koruyarak uyuşturucu bağımlılığına karşı mücadeleye yardım.

3-           Uyuşturucu bağımlılarının yaşamlarının suç olmaktan çıkarılması. Uyuşturucu kullanıcılarının uyuşturucuyu bırakmalarına: Rehabilitasyon programlarında yer almayı kabul etmeleri şartıyla uyuşturucu kullanıcılarının ihtiyaçlarını karşılayacak devlet kliniklerinin kurulması.

4-           Kişisel kullanım için gereken belli miktarlarda bazı uyuşturucuların kullanımının yasallaştırılması. Uyuşturucu kullanıcılarına, onları AIDS  ve Hepatit gibi hastalıklardan korumak ve bu hastalıkların yayılmasını engellemek için, eczaneler ve klinikler yoluyla parasız hipodermik iğne ve şırıngaların sağlanması.

5-           Bağımlılıkları yüzünden uyuşturucu kullanıcılarının izolasyonunun, hapsedilmesinin, dışlanmasının yasaklanması. Uyuşturucu bağımlılığı kendi başına bir suç değildir.

Fuhşa karşı mücadele

Ekonomik, sosyal ve kültürel nedenlerini ortadan kaldırarak fahişeliğe karşı aktif mücadele ve fahişeliği örgütleyen şebekelere, komisyonculara ve şantajcılara karşı kararlı hareket. Fahişeliğin örgütlenmesi ve fahişeleri çalıştırarak kar  elde etmenin yasaklanması.

1-           Fahişelerinin çalışmalarının ve yaşamlarının suç olmaktan çıkarılması. Fahişelere tekrar sosyal saygınlıklarını ve kendilerine güvenlerini kazanmalarını ve suç şebekelerinden kurtulmalarını sağlamak amacıyla yardım:

2-            Fahişelere fahişelikten vazgeçmeleri ve diğer alanlarda çalışmak için mesleki eğitim almalarını sağlamaya yardım etmek için sorumlu devlet organları tarafından devamlı eğitici iş teşviki ve pratik yardımı.

3-           Kendi işi olarak kişinin cinselliğini satışının yasallaşması. Yasaların fahişeleri şantajcılara, çetelere, haraççılara karşı koruyacak şekilde genişletilmesi.

4-           Fahişe olarak çalışanlara iş izninin verilmesi. Toplumun üyeleri olarak aşağılanmalarına ve horlanmalarına karşı önlem almak şeref ve prestijlerinin yükseltilmesi ve kendi sendikalarında örgütlenmeleri için yardım.

5-           Bu meslekte çalışmalarından dolayı olabilecek hastalık ve rahatsızlıklardan korunmaları için fahişelere parasız özel koruyucu ve tıbbi tedavi hizmetlerinin sunulması.

Yargılanma prensipleri

1-           Sanık suçluluğu kanıtlanana kadar suçsuzdur.

2-           Yargılanmalar önceden hükümler ve provokasyonlardan arı ve adil koşullarda gerçekleşmelidir. Dava yeri, hakim ve jürinin bileşimi bu koşulları sağlayacak şekilde belirlenmelidir.

3-           Sanık ve avukatları davadan önce davacının bütün  tanıkları ve kanıtlarını bilme ve inceleme hakkına sahiptir.

4-           Mahkemenin kararı en az bir kez sanık, davacı ya da her iki grup tarafından temiz edilebilir.

5-           Dava süresince kişi hakkında ve dava hakkında halkın önyargılarının tahrikinin yasaklanması.

6-           Kamu oyunun  baskısının tarafsız bir dava görülmesini engellediği durumlardaki davanın yasaklanması.

7-           Polisin tanıklığı diğer tanıklarla aynı ağırlığa sahiptir.

8-           Hakimler ve mahkemeler soruşturma sürecinden tamamen bağımsız olmalıdır. Soruşturma sürecinin yasal doğruluğu özel hakimler tarafından denetlenmeli ve kanıtlanmalıdır.

9-           Ceza kanunlarında kişinin beden ve zihninin zarar görmesi, çocuklara karşı şiddet, kadınlara karşı işlenen sözde aşk suçları, ev içi şiddet, belli gruplara karşı nefret suçları ve genel olarak şiddet ve tehdit içeren suçlar mülkiyet haklarının zarar görmesinden daha ciddi suçlar olarak muamele edilecektir. İntikam güden ve sözde ibret verici cezaların yerini toplumun bu suçların tekrarından koruyucu ve ıslah edici cezalar alacaktır.

Sanık ve suçluların hakları

1-    Bir kişi suçlanmadan en fazla 24 saat tutulabilir. Gözaltı yeri hapishane yerine yasaları uygulamakla görevli olanların genel makamlarının bir bölümü olmalıdır.

2-    Gözaltına alınanlar tutuklanmadan önce hakları hakkında bilgilendirilmelidir.

3-    Herkes tutuklanmaları ve sorgulanmalarında avukat ya da tanık çağırma hakkına sahiptir. Herkes gözaltının ilk saati içerisinde avukatlarına, akrabalarına ya da istedikleri kimseye iki telefon konuşması yapma hakkına sahiptir.

4-    Görevlilerin bir kimse suçlanmadan parmak izlerini almaya ya da fotoğraflarını çekmeye ya da izinleri olmadan tıbbi kontrol ya da DNA testi yaptırma hakları yoktur.

5-   Tutuklanana kadar gözaltına alınanın en yakın akrabası ya da herhangi bir kimse derhal gözaltından haberdar edilmelidir.

6-   Gözaltındakilere, sanıklara ya da mahkumlara tehdit, işkence, küçük düşürme ya da psikolojik baskı uygulanması yasaktır ve ağır bir suç olarak kabul edilecektir.

7-   Tehdit ya da ikna yoluyla itiraf almak yasaklanmıştır.

8-   Tutuklanmaya  barışçıl direniş, hapisten kaçmaya barışçıl kalkışma ya da tutuklamadan kaçmak kendi başlarına suç değildir.

9-   Görevlilerin kişilerin kendilerinin veya yetkili yargı otoritelerinin izinleri olmadan  özel mekanlarına girme hakları yoktur.

10-        Sorgu yargıcı ve adli tıp kurumları yasaları uygulamakla görevli organlardan bağımsız olmalıdır. Bu kurumlar doğrudan yargının denetimi altında çalışacaktır.

11-        Polisi şikayet mahkemeleri polis ve yasaları uygulamakla görevli olanlardan bağımsız olmalıdır. Mahkemenin kararı kamuya bildirilmelidir.

12-        Herhangi bir bireyle ilgili yasaları uygulamakla görevli olanlar tarafından saklanan dosya ve bilgilerin kişinin incelemesine her an açık olmalıdır.

13-        Mahkumlar iş kanunu ve genel toplumsal refah ve sağlık bakımı hakları tarafından korunur.

14-        Hapishaneler polis ve yasa uygulayıcı otoritelerden bağımsız kurumlar ile yönetilmeli ve yargının doğrudan denetiminde olmalıdır.

15-        Seçilmiş müfettişlerin haber vermeden hapishaneleri teftiş hakkı.

16-        Ölüm cezası derhal kaldırılmalıdır. İdam ve bedensel zarara yol açan her çeşit ceza her koşulda yasaktır. Ömür boyu hapis de kaldırılmalıdır.

İnsanlara saygı

1-       Açık ya da dolaylı olarak rütbe, konum, din, ulus, vatandaşlık, cinsiyet, gelir düzeyi, görünüş, fiziksel özellikler, eğitim vb. temellerde insanların toplumsal değerini ve saygınlığının sınıflandırılmasının yasaklanması.

2-       Toplumda kişileri küçük düşüren ve insanları toplumdan soyutlayan her türlü İftiranın yasaklanması.

3-       Bireylerin bilgileri ve açık rızaları olmadan üzerlerinde tıbbi, kimyasal veya  çevresel deneylerin ve testlerin yapılmasının yasaklanması. Bireyin bilgisi ve rızası dışında kişinin fiziksel bütünlüğüne herhangi bir zararın (sterilizasyon, organ nakli ya da alınması, genetik manipülasyon, kürtaj,sünnet vb.) yasaklanması.

4-       Mesleki çevre dışında akademik, dinsel, devlet ya da askeri unvanların kullanılmasının yasaklanması. Resmi ve devlet haberleşmelerinde her kişinin sadece ad ve soyadlarına göndermede bulunulmalı. Çeşitli toplumsal grupları tanımlamada herhangi bir otoritenin küçük düşürücü unvanları kullanmasının yasaklanması.

5-       Kamu taşımacılığında, demiryolları, havayolları, devlet otelleri, eğlence merkezleri, tatil yerleri vb. yerlerde birinci ve ikinci sınıf, lüks ve standart gibi bölümlerin oluşturulmasının yasaklanması.

İş ve Toplumsal Refah Kanunları

Sermaye insan toplumuna hükmettikçe, insanlar emek güçlerini üretim araçlarının sahiplerine satmak zorunda ve yaşamak için sermaye için çalışmak zorunda oldukça ve ücretli emek sistemi ve insan emek gücünün alım satımı sürdükçe hiçbir iş kanunu işçiler yararına ne kadar cümle içerirse içersin gerçek bir özgür iş kanunu, işçilerin iş kanunu olamaz. İşçilerin gerçek iş kanunun ücretli emek sisteminin kaldırılması ve herkesin yeteneklerine göre ve gönüllü olarak yaşamın gereklerinin üretimine katkıda bulunacağı ve ihtiyaçlarına göre bu kollektif çalışmanın ürünlerinden pay alacağı bir toplumu yaratmaktır.

Bununla birlikte ücretli emek sistemi sürdüğü sürece Komünist-işçi partisi, insanları ücretli emek sisteminin yıkıcı etkilerinden korumak, işçiler için en iyi çalışma koşullarını ve olanaklı en yüksek refah seviyesini sağlamak için bu sistemdeki iş ilişkileri ve iş kanunlarına belli şartları yerleştirmeyi amaçlamaktadır. Bu mücadelede işçi komünizmi ayrıca işçilerin sınıf olarak bilinçliliğini, örgütlerini ve mücadelelerini geliştirecek iş standartlarının uygulanmasını amaçlar.

İş ve toplumsal refah kanunları vatandaşların bütün hakları ve zorunluluklarında olduğu gibi yabancı işçiler ve ülkede ikamet eden diğer yabancılar için de uygulanmalıdır. Komünist-işçi partisi vatandaşlık, ulus, din, cinsiyet ayrımı yapmadan bütün işçiler için eşit hakları savunur. Partinin iş ve toplumsal refah kanunlarıyla ilgili temel talepleri aşağıdadır:

İşçi sınıfının fiziki ve zihinsel yozlaşmasını önlemek ve sınıf çıkarı için mücadele yeteneğini geliştirmek için

1-    Ücretlerin aylık ve peşin ödenmesi

2-    Özelliği nedeniyle daha az çalışması gereken işler dışında, normal çalışma süresinin haftada 5 gün, günlük iş süresinin yolda geçen süreler ve çalışma esnasında verilen molalar dahil olmak üzere 7 saate indirilmesi.

3-    Niteliği gereği sürekli olması gereken işler dışında gece vardiyalarının yasaklanıp, gece çalışmasının 6 saate indirilmesi.

4-     Fazla mesailerin yasaklanması

5-    Yıllık izinlerin bir aydan başlaması her çalışılan yıl için 1 gün eklenmesi ve izin sürelerinin en az bir parçasının 1 aydan az kullanımının önlenmesi.

6-    Ana ve Babaya doğum öncesi 3 ay, doğum sonrası 6 ay ücretli izin verilmesi ve bunun doktor raporuyla uzatılabilmesi.

7-    Ücretli çalışanların tümü için sendika kurma, toplu sözleşme ve her tür grev yapma hakkı

8-    Yetkili sendikaların işyerlerinde referandumla belirlenmesi

9-     Her işyerinin ayrı veya birleşerek yeterli işyeri hekimi bulundurulması, ayrıca her işyerinin işçi sağlığı ve güvenliğinin işçilerin seçtiği ve görevden alabildikleri doktor ve müfettişler tarafından denetlenmesi.

10-  İşyeri disiplin kurullarının kaldırılıp her türlü iş uyuşmazlıklarının iş mahkemelerinde görüşülmesi.

11-  Her türlü iş kazasından doğrudan kapitalistin sorumlu olması. Bu konudaki tazminatların sigorta tarafından belirlenmesi.

12-  İş görmezliğin bütün biçimlerinin ve süresini kapsayan primleri kapitalistlerce ödenen işçiler tarafından yönetilen genel bir sigortanın kurulması ve bu sigortanın kişisel bir hak olması.

13- Sigorta alacaklarının birinci dereceden alacak olması, ödemeyenlere karşı işçilerin grev ve dayanışma grevi hakkı

14- İş ve işçi bulma kurumunun sigortaya bağlanması her kişi ya da kuruluşun bu kurum aracılığıyla işçi alması

15- Herhangi bir nedenle göz altına alınan ve ya tutuklanan işçinin bu süre içinde işyerinden ücretli izinli sayılması

16- Tam ve koşulsuz işçilerin örgütlenme özgürlüğü.

17- Tam ve koşulsuz grev özgürlüğü. Grevlerden önce herhangi bir devlet otoritesinden izin alma zorunluluğu yoktur. Grev süresince tam ücret ödenmesi. Grevcilerin devlet ve işverenlerin iddialarını yanıtlayabilmeleri için medyaya eşit ulaşım hakkı. Grevlerin “ulusun ve vatanın çıkarları”, “olağanüstü hal”, “savaş” vb. bahanelerle yasaklanması ret edilecektir.

18- Devlet ya da özel bütün girişimlerde grevcilerin yerine grev kırıcılarının, polisin ya da ordu personelinin çalıştırılmasının yasaklanması.

19- İş yerindeki beklenmedik sorunlar, güvenlik konuları, işveren ve yetkililerinin eylemleriyle ilgili şikayetleri ile ilgilenilirken işçilerin iş bırakma hakkı.

20- Grev gözcülüğü özgürlüğü. Girişimin çalışanı olsun olmasın herkesin gözcü olma hakkı.

21- Derhal en fazla 30 saatlik çalışma haftası (6 saatlik 5 çalışma günü), ağır işlerde 25 saatlik iş haftası ve her beş yılda iş saatlerinde düzenli indirim. Öğle aralarının, işten sonra duş almanın, okuma yazma derslerinin, teknik eğitimin ve genel toplantı mitinglerinin iş saatlerine dahi edilmesi.

22- Haftada art arda iki gün tatil .Özellikle endüstride ileri ülkelerdeki standartlara uygun hale getirmek için hafta sonları Cumartesi ve Pazar (bugünkü cumadan) olarak değiştirilecektir. En az 30 günlük yıllık izin.Yıllık tatile ek olarak ve ücretlerde indirime ek olarak beklenmedik kişisel sorunlarını çözebilmeleri için acil durumlarda kısa izinler. Kadın işçiler için menstruasyon dönemlerinde 2 gün izin alma fırsatı.

23- Fazla mesainin yasaklanması. Normal işçi ücretleri hiçbir işçiyi fazla mesai yapmaya zorlamayacak düzeyde olmalıdır.

24- Uluslararası İşçi Günü olarak 1 Mayıs resmi tatil olmalıdır.

25- Uluslararası Kadınlar Günü olarak 8 Mart resmi tatil olmalıdır.

26- Parça başı işin ve sözleşmeli işin yasaklanması.

27- Asgari ücretin işçi temsilcileri tarafından belirlenmesi.

28- Enflasyon oranına göre asgari ücrette artış.

29- Ücretlerdeki asgari yıllık artışın ulusal düzeyde işçi temsilcileri, devlet ve işveren temsilcileri arsında toplu pazarlıkla belirlenmesi.

30- Kadın ve erkek için eşit işe eşit ücret.

31- Ücretlerin para yerine mal olarak ödenmesinin yasaklanması. Ücretlerde gecikmenin yasaklanması. Çeşitli bahanelerle ücretlerde indirimin ya da para cezalarının yasaklanması. Hastalık ve tedavi dönemlerinde, grev veya çeşitli nedenlerle ya da işverenden dolayı üretimin durması durumlarında ücretlerin ödenmesi.

32- İşçi ücretlerinin üretimde, üretkenlikteki, verimdeki, üretim hedeflerindeki vb. artışlar dışında başka koşullara ve faktörlere bağlanmasının yasaklanması. İşçi ödemeleri tek parça  ve ücret olarak yapılmalıdır.

33- Çocuk işçiliğinin yasaklanması. 16 yaşın altındaki gençlerin ve çocukların çalıştırılmasının yasaklanması.

34- Hamile işçilere ve özel fiziksel durumlarından dolayı sağlıkları risk altında olan işçilerin ağır işlerde çalıştırılmasının yasaklanması. Her işçinin fiziksel ve ruhsal kendilerine zarar vereceğini düşündükleri işleri yapmayı reddetmeye hakkı vardır.

35- İşten çıkarmaların yasaklanması. İşyerleri kapanan işçilere yeni iş bulunana kadar son aldıkları ücret düzeyinde tam ücret ödenmesi. Devlet işyerlerinin kapanmasından dolayı işlerini kaybeden işçilere uygun bir iş bulmakla sorumludur. Teknolojideki gelişmelere bağlı olarak mesleklerinin modası geçen işçilerin devletin finansmanıyla yeniden mesleki eğitimleri.

36- 16 yaşın üzerindeki çalışmaya hazır her işsiz için alınan son ücrete göre yeterli işsizlik yardımı. Fiziksel ve psikolojik nedenlerle çalışamayacak durumda olanlara yeterli işsizlik ve diğer gerekli  harçlıkların sağlanması.

37- Emekli yaşının kadın ve erkek için 55 yaşına indirilmesi ve 25 yıllık çalışmadan (ağır işler için 18 yıl) sonra emeklilik. Çalışırken alınmış en yüksek ücrete eşit emekli maaşının ödenmesi. Ücretlerdeki genel artışa bağlı olarak emekli maaşlarında artış.

38- Dünyada kullanılan en ileri araçların kullanılmasıyla iş tehlikelerinin en aza indirilmesi ve güvenli ve sağlıklı bir işyerinin sağlanması. İşverenlerden bağımsız ve işverenlerin ve devletin finanse ettiği tıbbi kuruluşlar tarafından mesleki tehlikelere karşı düzenli sağlık kontrolleri ve check-upların yapılması.

39- İşyerinde olsun olmasın, işçinin işveren ve yönetimin ihmali olduğunu kanıtlama zorunluluğu olmaksızın işe bağlı zararlara karşı işçilerin tam sigortası. İşten kaynaklanan zararlar sonucu iş yapamaz hale gelen işçilere tam emekli maaşı ödenmesi.

40- İşçiler tarafından seçilmiş hakem konseylerinin oluşturulması.

41- İşçi temsilcileri tarafından iş yerleri, ekonomi ve üretim birimlerinin iç düzenlemelerinin yapılması.

42- Ülkedeki bütün işyerleri ve kuruluşlarda iş kanunun doğru uygulanıp uygulanmadığını denetleyecek işçi denetleme komisyonlarının oluşturulması.

43- İşverenin çalışma yöntemlerini, iş saatlerini, işyerini ve çalışan sayısını değiştirmeyle ilgili kararlarda işçi temsilcilerine danışma zorunluluğu.

44- İşçi temsilcilerinin çalıştıkları girişimin kayıtlarını denetleme hakkı. İşveren gözetim sırasında işçilerin ihtiyaç duyduğu bütün bilgileri sağlamak zorundadır.

Toplumsal refah ve sigorta

1-    16 yaşın üzerindeki bütün işsizler için resmi, asgari ücrete eşit işsizlik yardımı.

2-    Emekli maaşı olmayan 55 yaşın üzerindeki bütün herkese resmi asgari ücrete eşit devlet tarafından emekli maaşının ödenmesi.

3-    İhtiyaçları ailesi tarafından sağlanamayan 16 yaşın altındaki bütün genç ve çocukların devlet gözetimine yerleştirilmesi.

4-    Parasız ve genel sağlık bakımı. Çocukların düzenli olarak check-up yapılmaları ve aşılanmaları. Aile geliri, bölgesi ve yaşam yerinden bağımsız olarak bütün çocuklar için yeterli ve uygun diyetin garanti edilmesi. Temiz olmayan çevre koşullarından doğan salgın ve bulaşıcı hastalıkların kökünün kurutulması.

5-     Herkesin kalp hastalıklarına, kanserlere ve zamanında teşhisi etkili tedaviler için zorunlu olan hastalıklara karşı düzenli muayenesi. Halkın sağlık standartlarının ve halkın sağlık bilincinin ilerletilmesi. Herkesin doktor, ilaç ve tedaviye acil ulaşımını sağlayacak tıbbi imkanların örgütlenmesi ve genişletilmesi.

6-    16 yaşına kadar zorunlu ve genel parasız eğitim. Parasız ve genel yüksek eğitim (üniversite ve uzmanlaşma).Öğrencilere yeterli burs. Okuma yazma bilmemenin kökünün kurutulması ve halkın eğitim ve bilimsel teknik bilinçlilik seviyesinin sürekli yükseltilmesi. Eğitim herkesin hakkıdır ve eğitime ulaşma aile gelirinden tamamen bağımsız olmalıdır.

7-    Herkese genişlik, hijyen, güvenlik, hizmet (elektrik, sıcak soğuk su, banyo, havalandırma, ısıtma, telefon ve TV şebekelerine bağlanma ve yerel kamu hizmetlerine ulaşma) konularında uygun koşullara sahip konut hakkı. Ev masrafları bireyin ya da ailenin gelirinin % 10’unu aşmamalıdır ve ek harcamalar devlet tarafından karşılanmalıdır. Evsizlik veya standartların altında bir konutta yaşamak kanun dışıdır ve devlet otoriteleri yasalara göre derhal bütün vatandaşlara uygun konut sağlamak zorundadır.

8-    Bütün insanların sosyal etkinliklerine katılımını kolaylaştırmak ve ev işi yüklerinden kurtarmak için kreş, kantin, self servis restoranları, modern çamaşırhaneler vb. özel hizmet merkezlerinin oluşturulması.

9-    Yerel düzeyde eğitmenleri de olan parasız spor, sanat  ve kültürel kuruluşlarının (spor salonlar , tiyatrolar, kütüphaneler vb.) kurulması.

10- Engellilerin toplumsal yaşamın bütün alanlarına etkin katılımını sağlayacak olanakların oluşturulması. Halka açık yerlerde, caddelerde, evlerde fiziksel engelliler için özel donanımların sağlanması. Engellilerin günlük yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli teknik araçların parasız sağlanması.

11- Yaşlıların ihtiyaçlarını karşılayacak ve yaşam standartlarını ilerletecek hizmet kuruluşlarının oluşturulması. Yaşlıların toplumsal yaşama yaratıcı ve etkin katılımlarının sürdürülmesine yardım için gerekli olanakların sağlanması.

12- Parasız şehir otobüsü ve metro ağlarının oluşturulması.

13- Şehir hizmetlerinin (elektrik, su, telefon, eğitim, tıbbi ve kültürel ) bütün kırsal alanlara yayılması ve kır ile şehir arasındaki refah eşitsizliğinin ortadan kaldırılması.

14- Kent merkezlerindeki arazilere ve kişisel kullanım fazlası binalara el konulması ve belediyelere devredilmesi. Konut kiralarının belediyelerde halk temsilcilerinden oluşacak, kira tespit komisyonlarınca belirlenmesi, herkese sağlıklı konut temin edilmesi.

15- Dolaylı vergilerin kaldırılıp artan oranlı gelir vergisinin uygulanması

16- Zorunlu temel eğitimin 12 yıla çıkarılması, çok yönlü teknik, kültürel ve spor eğitiminin yaptırılması, öğretim giderlerinin genel bütçeden karşılanması, Eğitimin niteliği, dalları ve kadrosunun yasa ile düzenlenip müfettişlerce denetlenmesi

17- Okullarda din eğitiminin yasaklanması din eğitimi veren her düzeyde devlet okulun kapatılması.

 Tarım ve köylü sorunu

1-   Türkiye’de kapitalist ilişkilerin egemenliği kırsal alanı da kapsamaktadır. Yarı-feodal kalıntılar, özellikle Kürdistan’da, kapitalist ilişkilere bağlanmış biçimde varlığını sürdürmektedir. Kapitalist sömürü ve soygun mekanizmalarının kıskacı içinde yaşam mücadelesi veren küçük ölçekli tarımsal işletmenin nispi yaygınlığı, Türkiye tarımının belirgin özelliklerinden biridir.

2-   Küçük üretici köylülük, yerli ve yabancı tekeller, büyük toprak sahipleri, bankalar, tüccar ve tefeciler, ve nihayet kapitalist sınıfın tümü adına devlet tarafından, sistematik biçimde sömürülmektedir. Küçük toprak parçası, yetersiz ve ilkel üretim araçları, kıt ve elverişsiz para ve kredi kaynakları ile birleşen bu ağır ve çok yönlü sömürü, bu emekçi köylü katmanını günden güne yoksullaştırmakta ve yıkıma sürüklemektedir. Kırların emekçi yığınlarını sermayenin sömürü ve köleliğinden, ancak proletarya devrimi kurtarabilir.

3-   Tarım proletaryası, yarı-proleter köylüler ve küçük köylülerden oluşan geniş kırsal emekçiler kitlesinin desteği alınmaksızın proleter devrimin zaferinin düşünülemeyeceğinin bilincinde olan KP, bu katmanlar içinde sistematik bir faaliyet yürütür. Sermayenin baskı ve sömürüsüne karşı mücadelelerine önderlik eder.

4-   KP kırsal alanda örgütlenme ve mücadelesinde tarım proletaryasına dayanır. Onu öteki kırsal emekçi katmanlardan bağımsız olarak örgütler. Başta tarım proletaryası ve yarı-proleterler olmak üzere kır emekçilerinin desteğini almaya ve orta köylülüğün üst tabakalarını tarafsızlaştırmaya çalışan KP, devrimin zaferiyle birlikte tarım alanında aşağıdaki istemleri ve önlemleri gerçekleştirir:

1-    Bölgeler esas alınarak kapitalist işletme niteliğindeki tüm toprakların merkezi iktidar tarafından kamulaştırılması.

2-    Toprak sahibi olmak isteyen köylünün toprak talebinin karşılanması yanında miras hakkının korunması ve gelir vergisinin burada da geçerli olması; toprağın satılması durumunda tek alıcının devlet olması.

3-    Kırsal alanda ortaçağ artığı her türlü feodal kalıntının ve tefeciliğin tasfiyesi. Yarı-feodal sömürü ilişkilerine konu olan ağalara ait  toprakların,  bizzat merkezi iktidar tarafından örgütlenen organ ve yerel devrimci köylü komiteleri aracılığıyla bunları işleyen köylülere dağıtılması.

4-     Köylülüğün devlete, bankalara, tekellere, toprak sahiplerine, tefeci ve tüccarlara olan her türlü borç yükünün geçersiz sayılması. Tüm ipoteklerin kaldırılması.

5-    Tüm büyük kapitalist tarım işletmelerinin her türlü canlı ve cansız demirbaşlarıyla birlikte kamulaştırılması. Bunların tarımda sosyalist ekonominin ilk dayanakları olarak proletarya iktidarı organlarının ve işletmelerdeki işçi meclislerinin yönetimine devredilmesi.

6-    Tarımın ve hayvancılığın geliştirilmesi ve modernleştirilmesi için sistematik çaba. İşlenmeyen toprakların tarıma açılması, toprağın ıslahı için sistematik önlemler.

7-    Tarımsal komünlerin teşviki. Köylülüğün kooperatifleşmesi için eğitim, ikna, teşvik, kredi, tarımsal araç-gereç ve girdi yardımı.

8-    Kapitalizmin birbirinden ayırdığı ve karşıtlık içine soktuğu tarım ile sanayinin ileri bir düzeyde yeniden birliğini kurmayı hedefleyen bir tarım politikası.

Ulusal sorun

Bugünkü düzen altında Kürt ulusunun temel ulusal hakları inkar edilmekte, Kürtler ve tüm azınlık milliyetler (Araplar, Ermeniler, Rumlar, Lazlar, Çerkezler, Gürcüler vb.) sistematik olarak ulusal baskı altında tutulmaktadır. Türk burjuvazisinin Kürdistan üzerindeki köleci egemenliği içte Kürt burjuva-feodal sınıflara, dışta emperyalizme dayanmaktadır. Bu, ulusal özgürlük sorununu Kürt köylülüğünün özgürleşmesi sorununa bağlamakta ve ona anti-emperyalist bir karakter kazandırmaktadır.

1-    Ulusal baskı ve eşitsizliğin sınıfsal baskı ve eşitsizliğin bir yansıması olduğunu göz önünde bulunduran KP, ulusal sorunun köklü ve kalıcı çözümünün ancak proletarya devrimi tabanında olanaklı olduğu gerçeğine dayanır. Proletarya devrimi programının bir parçası olarak, aşağıdaki istemler uğruna bugünden kararlılıkla mücadele eder ve iktidara gelir gelmez bunları derhal gerçekleştirir:

2-    Her türlü ulusal baskı, eşitsizlik ve ayrıcalığın ortadan kaldırılması.

3-    Kürt ulusuna kendi kaderini tayin hakkı.

4-    Zorunlu resmi dilin yasaklanması. Devlet, diğer dilleri konuşanların politik, toplumsal ve eğitim yaşamlarında gerekli araçları kullanabilmelerini sağlamaları ve bütün sosyal etkinliklerde kendi anadillerini kullanabilmeleri ve bütün kamu imkanlarından yararlanabilme imkanlarının korunması koşuluyla geçerli dillerden birini yönetim ve eğitim işlerinde ana dil olarak seçebilir.

5-    Tüm dillerin tam hak eşitliği. Zorunlu devlet dilinin kaldırılması. Herkese kendi anadilinde eğitim hakkı.

6-    Tüm azınlık milliyetlere kendi dillerini ve kültürlerini kullanma, koruma ve geliştirme olanağı.

7-   TDKP, mevcut devletin sınırları içindeki tüm uluslardan işçilerin her alanda ve düzeyde devrimci sınıfsal birliği ve örgütlenmesi için çalışır. Türk, Kürt ve tüm azınlık milliyetlerden emekçilerin birleşik devrimci mücadelesini savunur, örgütler ve yönetir.

8-    Ezen ulus şovenizmine olduğu kadar ezilen ulus dar görüşlülüğüne ve milliyetçiliğine karşı da sistematik bir mücadele yürütür. Tüm öteki koşullar eşit olmak kaydıyla, ulusların özgür ve gönüllü birliğini savunur.Proletarya iktidarı, ulusların özgürlüğünü ve tam hak eşitliğini tanımak ve gerçekleştirmekle yetinmez; kapitalizmden miras çok yönlü fiili eşitsizliklerin giderilmesi için sistematik bir çaba harcar.

Uluslararası İlişkiler

Türkiye Devrimci Komünist Partisi uluslararası ilişkilerde aşağıdaki ilkeleri hükümet politikasının temelleri olarak kabul eder:

1-    Gizli diplomasinin kaldırılması. Dış politika ve diplomatik konuların seçilmiş yasama organlarının kararlarına ve kanunlarına bağlanması.

2-    Bu programda belirtilen benzer hak ve özgürlükler için mücadele eden farklı ülkelerdeki bütün toplumsal hareketler, işçi sınıfı ve sosyalist hareketler ile maddi ve manevi dayanışma. Vatandaşlarının temel, bireysel ve sivil haklarını reddeden bütün rejimlere politik ve diplomatik baskı uygulama.

3-    Dünya çapında insanların haklarını ve refahını ilerletmeyi amaçlayan ve insanların özgür iradelerini temsil eden uluslararası organların kurulmasına ve güçlendirilmesine yardım. Farklı ülkelerdeki insanların özgür iradesine ve eşitliğine zarar veren bütün uluslararası emperyalist ve militarist organların, paktların ve kurumların kaldırılması için mücadele.

4-    Dünyanın yoksul bölgelerindeki insanların ekonomik ve kültürel yaşamlarının ilerletilmesi amacına yönelik olarak ülkenin insan, teknik ve uzman olanaklarının bir kısmının sürekli tahsisi.

5-    Ülkenin insan düşmanı, baskıcı paktlara girmesinin yasaklanması.

Türkiye Devrimci Komünist Partisi; bu talepleri gerçekleştirmek için mevcut toplumsal ve siyasal düzene muhalif ve devrimci tüm hareketleri destekler.  İşçi sınıfını bu talepler için en önde mücadele etmeye çağırır. Ama işçi sınıfına kendi kurtuluşu için bu talepleri gerçekleşmesinin yeterli olmayacağını, kurtuluşunun sosyalizmle olacağını ve bunu da yalnız kendisinin başarabileceğini sürekli anlatır.



[1] Dürüst Bir Fransız Sosyalistinin Sesi'nde Paul Golay'dan alıntı, Lenin, Tüm Eserler, c.21, sf.350-351

[2]  K. Marx, F. Engels, Alman ideolojisi, çev..Sevim Belli, Sol yay s.92

[3] Lenin, Marx-Engels-Marksizm, Sol Yayınları, s. 222-235

[4] F. Engels'in İngiltere'de İşçi Sınıfının Durumu

[5] Karl Marx, Kapital, C, I, s. 412-413

* Sınıflı toplumlarda egemenler ile ezilenler arasındaki mücadele hiçbir zaman sona ermez. Bugünün dünyasında emperyalist tekeller elde ettikleri muazzam karlarından ve mevcut sömürü ve soygun düzeninden vazgeçmeyecekleri için bu mücadele de devam edecektir. Bu mücadelenin savaşa dönüşmesi ise zorunludur. Savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değildir. Öyleyse ezilen sınıflar için bu politika gelip egemen sınıfların baskı ve katliamlarıyla karşı karşıya kalacak ve bir çatışmayı zorunlu kılacaktır.

[6] Bkz. Lenin, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması çev.,Cemal Süreyya, Sol Yayınları, Ankara 1989, s. 108

[7] Zygumunt Bauman, Küreselleşme, çev.,Abdullah Yılmaz, Ayrntı Yay., İst. 1999, s.70

[8] K. Marx, F. Engels, Komünist Manifesto, Çev.,Süleyman Arslan, Bilim ve ssoyalizm Yay., Ankara-1976, s. 32

[9] K. Marx, F. Engels, a.g.e., s. 33

[10] Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Forumu, 5.1

[11] Üçüncü dünyanın önde gelen iktisatçıları, devlet planlama uzmanları, dini liderler ve diğer bazı kişilerden oluşan hükümet-dışı Güney Komisyonu. Noam Chomsky, Dünya Düzeni, Eskisi Yenisi, Çev., A. Çakıroğlu, T. Birkan, Metis Yayınları, İst. 2000, s.13

[12] Noam Chomsky, Dünya Düzeni, Eskisi Yenisi, Çev., A. Çakıroğlu, T. Birkan, Metis Yayınları, İst. 2000, s.14

[13] W. Churchill, İkinci Dünya Savaşı, Aktaran, Noam Chomsky, a.g.e., s.14

[14] Korkut Boratav, Emperyalizmin Küreselleşmesi, Derleyen Ahmet Tonak, Küreselleşme, İmge Yay., Ankara-2000, s. 28

[15] World Economy, Aktaran, Dünya gazetesi 22 şubat 1999

[16] Korkut Boratav, a.g.e., s. 22

[17] Lenin, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması çev.,Cemal Süreyya, Sol Yayınları, Ankara 1989, s. 150

[18] Michel Vakaloulis, Bugün Marx-Toplumsal Eleştiri ve Kapitalist Düzen, Aktaran, F. Başkaya Küreselleşme mi? Emperyaliz mi? Ütopya Yay. Ankara 1999, s. 196

[19] Elen Meiksins Wood, Küreselleşme Post-modernite, Derleyen F. Başkaya Küreselleşme mi? Emperyaliz mi? Ütopya Yay., s. 74

[20] Elen Meiksins Wood, a.g.e., s. 71

[21] Komutan Marcos. Aktaran, Zygumunt Bauman, Küreselleşme, çev.,Abdullah Yılmaz, Ayrntı Yay., s.77

[22] Tempo dergisi, sayı:42, 2005

[23] Lenin, Marx-Engels-Marksizm, Sol Yayınları, s. 293

[24] Lenin, SE, C. 4, s.285

· Zira tüm politikalarını ulusal harekete ve onun kuyruğuna bağlayan “Sol” kendi içinde Türk ve Kürt solu kavramları üreterek sol anlayışı milliyet meselesine de bağlamış oldular. Devrimciliği Marksizmin önüne çıkarmak ancak, bu yöntemle gerçekleşebilirdi ve sol da bunu başardı. Kürt ulusal hareketin dayattığı Kürt solu ve Türk solu gibi bir ayrım Türkiye’de kendisine Marksist diyenlerce de peşinen kabul edildi. Marksist olduğunu olduğunu söyleyenler ulusal hareketin kuyruğunda salınmaya başladılar. Bu aynı zamanda Ulusal soruna yaklaşımdaki ilk oportünist görüntüdür .

[25] Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, s. 7-10

[26] Lenin, Junius Broşürü Üzerine, SE, C. 5, s.292

[27] Sosyal-demokrasinin krizi, Akt, P. Nettl, Rosa Luxemburg-2, Ataol yay., s. 302.

[28] RKP/ B VIII. Parti Kongresinde Parti Programı Üzerine Rapor-1919, SE, c.8, s. 358-5

[29] Lenin, Programımızda Ulusal Sorun, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Hareketleri, s. 12, 19

[30] Engels, 7 Şubat 1882 tarihli Kautsky’e mektup, aktaran B. Davis, İşçi Hareketi Marksizm ve ulusal sorun Belge yay., s. 27 (sol yayınlarının Marx-Engel’in seçme yazışmalarında bu belge yoktur.)

[31] Lenin, Ulusal Topluluklar ya da “Özerkleştirme” Sorunu. 31 Aralık 1922. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, s.243-244

[32] Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı Üzerine, Ulusal Sorunda “Pratiklik” SE, C. 4, s. 275

[33]Lenin, Emperyalist Ekonomizm-Marksizmin Bir Karikütürü, Sol yay., s. 73

[34] Marx, Engels, Seçme eserler, C.II., s.611-614

[35] Lenin, Programımızda Ulusal Sorun, SE, C.2, s. 322

[36] Lenin, Ulusların kendi Kaderini Tayin Hakkı Üzerine, Şubat-1914. SE, c. 4, s. 302-303

[37] Lenin, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, s. 10

[38] Lenin, Ulusal Sorun Üzerine Eleştirici Notlar, Ekim-Aralık 1914. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, Sol yay., s. 21.23

[39] Ekim 1. G.Konferansı , eksen yayıncılık, s. 170

[40] Ekim 1. G.Konferansı , eksen yayıncılık, s. 193

[41] Lenin,  Ulusal sorun üzerine tezler (Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları ), Çev.: Yurdakul Fincancı , Sol Yay., s: 85

[42] Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yayınları,  s. 198

[43] Lenin,  Ulusal sorun üzerine tezler (Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları , Çev.: Yurdakul Fincancı , Sol Yay., s.84

[44] Lenin,  Ulusal sorun üzerine tezler (Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları , Çev.: Yurdakul Fincancı , Sol Yay., s. 83-84

[45] Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yayınları, Ekim 1993, İkinci Baskı, s. 199-200

[46] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., s.49

[47] Lenin,  Ulusal sorun üzerine tezler (Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları) , Çev.: Yurdakul Fincancı , Sol Yay., s: 81-82

[48] Lenin,  Ulusal sorun üzerine tezler (Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları) , Çev.: Yurdakul Fincancı , Sol Yay., s: 82

[49] Lenin,  Ulusal sorun üzerine tezler (Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları ), Çev.: Yurdakul Fincancı , Sol Yay., s.86

[50] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., s.20

[51] Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Sol Yay., s.23

[52] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., s.24

[53] Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yay., s.198

[54] Lenin, Son Yazılar Son Mektuplar, Ekim Yay., s.27

[55] Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yay., s.343

[56] Lenin, Son Yazılar Son Mektuplar, Ekim Yay., s.27

[57] Lenin, Son Yazılar Son Mektuplar, Ekim Yay., s.27

[58] K. Marx, Komünist Manifesto, s. 33

[59] K. Marx, Komünist Manifesto, s. 27

[60] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., s.49

[61] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., s.49

[62] H. B. Davis, sosyalizm ve ulusallık, çev, Kudret Emiroğlu, belge yayınları, ist 1991, S. 34

[63] Lenin, Seçme Eserler, İnter yayınları, C. 4, s.285

[64] Marx-Engels, Alman ideolojisi, s.45

[65] Marx-Engels, K. Manifesto, s. 11-26

[66] H. Fırat, Devrimci Harekette Reformist Eğilim, 1. Baskı, Eksen Yay.,  s. 54

* Türkiye'de sol hareketin 1960 sonrası yeniden oluşumunda, uluslararası durum ve gelişmelerin, özellikle SSCB’nin politik etkileri yanında, 27 Mayıs darbesinin geliştirdiği ordu ve TKP'nin geliştirdiği “kapitalist olmayan yol” yanılsamalarını da dikkate almak gerekir.

[67] R. N. İleri, TKP Gerçeği ve Bilimsellik, Anadolu Yay., s. 123

[68] Türkiye Devriminin Yolu ve Görevleri, Der.. Selahattin Erdem, , Zagros Yay., s. 163

[69] TİP Programı, s. 14

[70] S. Yerasimos, Türkiye Tarihi Üzerine, C. III, Gözlem Yay., 3. Basım, s. 905

[71] Aktaran. Abdurrahman Atalay, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, No. 63, s. 2143

[72] TİP Program ve Tüzüğü,  s. 73

[73]  Merdan Yanardağ, a.g.e., s. 16

[74]  İ. Akdere , Z. Karadeniz, Türkiye Solunun Eleştirel Tarihi-1, Evrensel Yay., s. 221

[75] İ. Akdere , Z. Karadeniz, a.g.e., s. 242

[76] Aydınlık’tan (Aralık 1968, Sayı. 2, s.10) aktaran Erkin Eralp, "Türkiye Sol Hareketi", Ekimler, S. 1, s. 124

[77] E. Tüfekçi (M. Belli)’den, (Yön, 5 Ağustos 1966) aktaran. S. Yerasimos, a.g.e., s. 907

[78] M. Belli’den (Türk Solu, 15 Aralık 1967) aktaran. S. Yerasimos, a.g.e., s. 908

[79] M. Belli’den (Türk Solu, 14 Mayıs 1968) aktaran. A.g.e., s. 908

[80] A.g.e., s. 910

[81] Behice Boran, Sosyalizm ve Türkiye Sosyalizmi, s. 71

[82] M. Ali Aybar'dan aktaran. S. Yerasimos, a.g.e., s. 914

[83] Yön'den (7 Mayıs 1965, Sayı 10) aktaran. Erkin Eralp, a.g.e., s. 130

[84] M. Belli'den ("Her Devrim Milli Bir Yol İzler", Türk Solu, 27 Şubat 1968) aktaran. E. Eralp, a.g.e., s. 130

[85] İ. Akdere, Z. Karadeniz, a.g.e., s.162

[86] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Yol 1, 1. Basım, Biblotek Yay., s. 5

* Hikmet Kıvılcımlı’nın Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi adlı eserinde bellirttiği temel tezler, radikal solun Türkiye tahlillerine ve bunun üzerinde yükselen programlarına esas oluşturmuştur. 1980 sonrası döneme kadar Kıvılcımlı dışında, “ülkeyi ekonomik yönden araştıran" bir yazar çıkmamıştır.

[87] İ. Akdere, Z. Karadeniz, a.g.e., s. 162

[88] TİF (TKP) Programı’ndan. Bkz TKP Programları ve Mustafa Suphi  Tezleri, Ürün Yayınları,  s. 147-149

[89] N. Menekşe, “Türkiye’de Komünizm”den aktaran Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar -TSA-, s. 176

[90] Orak Çekiç, akt, TSET, s.159

[91]   Komünist Enternasyonal Belgeleri’nde Türkiye Dizisi, 2. kitap, Aydınlık Yay.

[92]   Komünist Enternasyonal Belgeleri’nde Türkiye Dizisi, 2. kitap, Aydınlık Yay.

[93] Komüntern Or­ganlarında Konuşmalar, s. 50

[94] Aynı yer, s. 218

[95] TKP Programları ve Mustafa Suphi Tezleri, Ürün Yayınları, 1997, s. 58

[96] TKP Programları ve Mustafa Suphi Tezleri, Ürün Yayınları, 1997, s. 53

[97] TKP Programları ve Mustafa Suphi Tezleri, Ürün Yayınları, 1997, s. 73-74

[98] TİP Programından aktaran Sosyalizm Ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, cilt 7, s. 522- 523

[99] Ş. Hüsnü, Türkiye'de Sınıflar, Ülke Yayınlan, 2. Baskı. 1975 s:63

[100] Ş. Hüsnü, Türkiye'de Sınıflar, Ülke Yayınlan, 2. Baskı. 1975 s:94-95

[101] Ş. Hüsnü, Türkiye'de Sınıflar, Ülke Yayınlan, 2. Baskı. 1975 s:201

[102] Ş. Hüsnü, Türkiye'de Sınıflar, Ülke Yayınlan, 2. Baskı. 1975 s:201

[103] Ş. Hüsnü, Türkiye'de Sınıflar, Ülke Yayınlan, 2. Baskı. 1975 s:231

[104] Ş. Hüsnü, Türkiye'de Sınıflar, Ülke Yayınlan, 2. Baskı. 1975 s:236-237

[105] Ş. Hüsnü, Türkiye'de Sınıflar, Ülke Yayınlan, 2. Baskı. 1975 s:237

[106] Ş. Hüsnü, Türkiye'de Sınıflar, Ülke Yayınlan, 2. Baskı. 1975 s:241

[107] Ş. Hüsnü, Türkiye'de Sınıflar, Ülke Yayınlan, 2. Baskı. 1975 s:300-301

[108] İşçi Sınıfı Cumhuriyet Hakkında Ne Düşünüyor, Aydınlık, 21 Mayıs 1924. Ş. Hüsnü, Yaşamı, Yazıları, Sosyalist Yay. s. 150

[109] Ş. Hüsnü, Seçim ve Yoksul ve Orta Halli Sınıflar, Yaşamı, Yazıları, Sosyalist Yay. , s.139

[110] Ş. Hüsnü, Türk Burjuvazisinin Aile Kavgaları, Yaşamı, Yazıları, Sosyalist Yay.,  s.156

[111] TKP 1926 Programı. Ş. Hüsnü, Yaşamı ve Yazıları, Sosyalist yayınları, s. 255,

[112] 3. Enternasyonal’de Devrim Aşamaları, Dönüşüm Yay., s.127.

[113] 3. Enternasyonal’de Devrim Aşamaları, Dönüşüm Yay., s.130-131

[114] H. Kıvılcımlı, Türkiyede Kapitalizmin gelişimi, Tarih ve Devrim yayınevi, s.30

[115] H. Kıvılcımlı, Türkiyede Kapitalizmin gelişimi, Tarih ve Devrim yayınevi, s.12

[116] İşçi katılımı denilen şeyin kesinlikle proletarya diktatörlüğü olmadığı burada bir kez daha açığa çıkıyor

[117] TİP Programı

[118] TİP Programı

[119] TİP Programı

[120] TİP Programı

[121] TİP Programı

[122] TİP Programı

[123] İ.Akdere, Z. Karadeniz Türkiye olu’nun Eleştirel Tarihi_1, Evrensel Basım Yayın , s.258

[124] TİP Programı’ndan aktaran Behice Boran, Savunma, Sosyalist Yayınlar 1992, s24

[125] İ.Akdere, Z. Karadeniz Türkiye olu’nun Eleştirel Tarihi_1, Evrensel Basım Yayın , s. 130

[126] Behice Boran, Savunma, Sosyalist Yayınlar 1992, s. 28

[127] TİP Programı ,1964, s. 20

[128] TİP Programı ,1964, s. 14

* YÖN dergisi ve DEVRİM gazetesi D. Avıoğlu ve onun içinde bulunan Kemalist grubun çıkardıkları yayınlardır. Grup genelde YÖN’cüler olarak adlandırılmışlardır.

[129] İ.Akdere, Z. Karadeniz Türkiye olu’nun Eleştirel Tarihi_1, Evrensel Basım Yayın , s.242

[130] D. Avcıoğlu, Yön, Sayı.39, s. 20

[131] D. Avcıoğlu, Yön, Sayı.39, s. 32

[132] D. Avcıoğlu, Yön, Sayı.39, s. 32

[133] D. Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, Tekin Yayınevi, , s. 1224

[134] Mihri Belli, Yazılar 1965-1970, Sol Yayınları 1970, s. 31

[135] Mihri Belli, Yazılar 1965-1970, Sol Yayınları 1970, s.30

[136] Lenin, İki Taktik, s. 21 Aktaran, Mihri Belli, Yazılar 1965-1970, Sol Yayınları 1970, s. 58

[137] İ.Akdere, Z. Karadeniz Türkiye Sol’unun Eleştirel Tarihi 1. Evrensel yayınları, s.245

[138] İ.Akdere, Z. Karadeniz Türkiye Sol’unun Eleştirel Tarihi 1. Evrensel yayınları, s.246

[139] Mihri Belli, Yazılar 1965-1970, Sol Yayınları 1970, s. 15

[140] Mihri Belli, Yazılar 1965-1970, Sol Yayınları 1970, s. 14

[141] Mihri Belli, Yazılar 1965-1970, Sol Yayınları 1970, s. 18

[142] Mihri Belli, Yazılar 1965-1970, Sol Yayınları 1970, s. 19

[143] Mihri Belli, Yazılar 1965-1970, Sol Yayınları 1970, s. 20

[144] Mihri Belli, Yazılar 1965-1970, Sol Yayınları 1970, s.263

* Bu yazının amacı “Mao-Zedung düşüncesini” eleştirmek kaygısını taşımamaktadır. Sadece Türkiye devrimci hareketinin çıkışında güçlü etkileri  belirtmek için vurgu yapılmaktadır. Bir devrimci olarak Mao-Zedung tarihte en tutarlı en kapsamlı demokratik devrimlerden birinin yaratıcı beyni olmuştur. Mao-Zedung, feodal, yarı-feodal bir ülkede demokratik devrim gerçekleştirmekle kalmamış sosyalizan önlemler de almıştı. Türkiye solunda ve Arnavutluk Emek Partisinin etkisi ile bir çırpıda Devrim mücadelesi saflarının dışına atılan maoculuk; 75 yılları itibarı ile gelişen sol hareket içindeki Maocu etki ve yönelim herzaman devrimci bir duruşu sergilemiştir. Diğer yandan dünya genelinde Mao’nun, SSCB revizyonizmine karşı duruşu Marksizmin genel ilkelerini ve devrimi savunması dünyada önemli bir ayrım noktasının altını çizmiştir. Bu gelişme ve duruş teorik yanlışlamaların ötesinde Devrimci marksistler için özel bir öneme sahip olmak durumundadır.

[145] Doğu Perincek, aktaran, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, s. 2145

[146] M. Çayan, Bütün Yazılar, Atılım Yay., s. 99

[147] İ. Akdere, Z. Karadeniz, a.g.e., s. 291

[148] İ. Akdere, Z. Karadeniz, a.g.e., s. 292

[149] İ. Akdere, Z. Karadeniz, a.g.e., s. 293

[150] İ. Akdere, Z. Karadeniz, a.g.e., s. 289

[151] İ. Akdere, Z. Karadeniz, a.g.e., s. 294

[152] M. Çayan, a.g.e., s. 264

[153] Erkin Eralp, a.g.e., s. 137

[154] M. Çayan, a.g.e., s. 271-72

[155] İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yay., s.

* Görece de olsa gelişen işçi hareketlerinin bu hareketlerdeki bir yansıması gelişme olarak kendisini gösterdi.

[156] M.Kara, İ.Mert, S.Sahra, Bir girişim için Genel Çerçeve Taslağı, s. 37

[157] Lenin, "Sol" Komünizm,Komünizmin Çocukluk Hastalığı, , Sol Yayınları, s. 51-52

[158] M.Memduh, Özel  Savunmadan Türkiye sorunları dizisi  sayı:1989-2 s.31

[159] Sosyalist Devrim Yazıları, Gelenek Seçkisi, arka kapaktaki tanıtım yazısından

[160] Sonradan TKİH’e dönüştü TKP/ML-Hareketi ile birleşip MLKP’ olarak partileşti.

[161] Yaşar Ayaşlı, Küçük Ama Bolşevik Bir Müfreze. TİKB, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, cilt 7 s2274

[162] M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s: 163

[163] M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978,s. 243

[164] M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978,s:165)

[165] M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s:189

[166]  M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s: 164)

 

[167] M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978,s.280

[168] M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s.230

[169] M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978,s: 281-82)

[170] M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s.282

[171] M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s.283

[172] M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s.283

[173] M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s. 161

[174] M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s. 86

[175] M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s. 169

[176] M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s. 170-171

[177] M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s. 187

[178] M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s. 300

[179] M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s. 311-312

[180] M. Cayan, Toplu Yazılar, Devrimci Yol Yayınlan Ekim 1978, s. 311-312

[181] "Örgüt Platformu", Halkın Yolu, Sayı.1, Mart 1976

* Bu ifadeler, diğer örgütlerin programlarında aynı tarzda ve ilginçtir, bazen aynı sözcüklerle yer almaktadır.

[182] Devrimci Teori, S. 2, s. 98

[183] Devrimci Teori, S. 3, s. 22

[184] Devrimci Teori, S. 3, s. 21

[185] Devrimci Teori, S. 2, s. 105

[186] Devrimci Teori, S. 5, s. 80

[187] Devrimci Teori, S. 5, s. 83

[188] Proleter Devrimci Halkın Yolu, S. 94

[189] İşçinin Yolu, S. 5,

[190] MLKP-K Programı, Derleyen. G. Altınoğlu, Varyos Yay., İstanbul 1994, s. 1

* MLKP-K Programında “Türkiye’nin Sosyo Ekonomik Tahlili ve Stratejik Planımızın Ana Özellikleri” başlığıyla yer alan bölüm (s. 69) ile Hikmet Kıvılcımlı’nın Yol - 2 , Bibliotek Yay., adlı çalışmasında yer alan “Devrim Kuvvetleri” başlıklı yazısının (s. 13) karşılaştırılması ilgi çekecektir.

[191] MLKP-K Programı, a.g.y., s. 45

[192] A. Can, Türkiye'nin Maddi Toplumsal Gerçeği ve Devrimci Strateji, Varyos Yay., 1. Basım, İstanbul 1991, s. 14

[193] İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 329

[194] İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 333

[195] İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 333

[196] İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 362

[197] İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s.129

[198] İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 135

[199] İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 134

[200] İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 141

[201] İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 425-426

[202] İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 147

[203] İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 148- 149

[204] İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 215

[205] İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 215

[206] İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 216 -217

[207] İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s.219-221

[208] İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 298-299

[209] İ. Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Ocak Yayınları, s. 367

[210] Seksenlerin ortasında bu ikinci gerekçe de terk edilecek komprador-milli burjuvazi ayrımı kaldırılacak yerine siyasal örgütlenme özgürlüğü için demokratik devrim tezi kabul edilecekti.

[211] İ. Kaypakkaya, a.g.e., s. 90

[212] Aktaran H.Fırat, Devrimci Demokrasi ve Sosyalizm, Eksen Yayıncılık, s.127

* O dönemde var olan TDKP-İÖ, THKP-C/ML, TİKB, Kawa gibi. örgütleri küçük burjuva hareketler olarak adlandırıyordu. Bu sadece TKP/ML Hareketi’ne özgü değildi, dönemin diğer hareketleri de kendi dışındakilere aynı şekilde bakıyordu.

[213] TKP-ML Hareketi II. Konferans Belgeleri, s. 63 ve Partinin Yolu, S. 9, 1986, s. 24-26

[214] Doğru Seçenek, S. 1, sunuş yazısı

[215] Bu dönemde MahirÇayanın Kesintisiz çalışmaları ve İbrahim Kaypakkaya’nın çalışmaları göz önüne alındığında THKO liderlerinin tüm gelişmiş entelektüel yanlarına rağmen bu tarz çalışma ortaya koy(a)mamaları üzerinden tartışma sürdürülmelidir. Zira günümüzde THKO kurucularının entelektüel birikimleri ve haklılıkları yeni hatırlanmaktadır.

[216] TDKP 1 Kongre Belgeleri, s. 9- 60 , 58 Yıllık sol hareketin değerlendirmesi,  Parti Bayrağı, s. 1-2-3,

[217] TDKP 1. Kongre Belgeleri, s. 9- 60 , Parti Bayrağı, s. 1-2-3, 58 Yıllık sol hareketin değerlendirmesi

[218] TDKP 1. Kongre Belgeleri, s. 9- 60 , Parti Bayrağı, s. 1-2-3, 58 Yıllık sol hareketin değerlendirmesi

[219] Parti bayrağı sayı 8 s. 5

[220] A.g.y.s 5

[221] A.g.e., s.5

[222] TDKP 1. Kongre Belgeleri, s.9- 60 , Parti Bayrağı, s. 1-2-3, 58 Yıllık sol hareketin değerlendirmesi

[223] TDKP 1. Kongre Belgeleri, s.9- 60 , Parti Bayrağı, s. 1-2-3, 58 Yıllık sol hareketin değerlendirmesi

[224] TDKP 1. Kongre Belgeleri, s.9- 60 , Parti Bayrağı, s. 1-2-3, 58 Yıllık sol hareketin değerlendirmesi

[225] TDKP 1. Kongre Belgeleri, s.9- 60 , Parti Bayrağı, s. 1-2-3, 58 Yıllık sol hareketin değerlendirmesi

[226] TDKP 1. Kongre Belgeleri, 1980, s.5

[227] Ulusal Demokratik Halk Devrimi, Halkın Kurtuluşu Yay., 1978, s. 38-41

[228] TDKP 1. Kongre Belgeleri, 1980, s.9-60

[229] TDKP 1. Kongre Belgeleri, 1980, s.9-60

[230] TDKP 1. Kongre Belgeleri, 1980, s.9-60

[231] TDKP 1. Kongre Belgeleri, 1980, s.9-60

[232] TDKP 1. Kongre Belgeleri, 1980, s. 48-49

[233] TDKP 1. Kongre Belgeleri, 1980, s.9-60

[234] TDKP 1. Kongre Belgeleri, 1980, s.9-60

[235] Parti Bayrağı, Sayı 15, s. 6

[236] Parti Bayrağı, S. 15, s. 6

[237] Parti Bayrağı, S. 15, s. 6

[238] M.Kara, İ.Mert, S.Sahra, Bir girişim için Genel Çerçeve Taslağı, s. 51

[239] Lenin, "Sol" Komünizm..., s.58

[240] TDKP 1. Kongre Belgeleri, s.9- 60

[241] TDKP 1. Kongre Belgeleri, s.9- 60

[242] TDKP 1. Kongre Belgeleri, s.9- 60

[243] Komintern’in Üçüncü Dünya kongresi’ndeki Taktik Üzerine Tezler

[244] Naciye Babalık, Türkiye Komünist Partisinin Sönümlenmesi, imge yay., s. 170

[245] Naciye Babalık, Türkiye Komünist Partisinin Sönümlenmesi, imge yay., s. 170

[246] Naciye Babalık, Türkiye Komünist Partisinin Sönümlenmesi, imge yay., s. 228

[247] Naciye Babalık, Türkiye Komünist Partisinin Sönümlenmesi, imge yay., s. 228-229

[248] Naciye Babalık, Türkiye Komünist Partisinin Sönümlenmesi, imge yay., s. 228

[249] Naciye Babalık, Türkiye Komünist Partisinin Sönümlenmesi, imge yay., s. 372

[250] Mehmet Karaca yeni açılım dergisi sayı:7, s.78

[251] Mehmet Karaca yeni açılım dergisi sayı:7, s.79

[252] B.Boran, H. Kutlu,N. Sargın, Niye Dönüyoruz, Yeni Açılım Yay., s. 15

[253] B.Boran, H. Kutlu,N. Sargın, Niye Dönüyoruz, Yeni Açılım Yay., s. 15

[254] B.Boran, H. Kutlu,N. Sargın, Niye Dönüyoruz, Yeni Açılım Yay., s. 25

[255] B.Boran, H. Kutlu,N. Sargın, Niye Dönüyoruz, Yeni Açılım Yay., s. 12

[256] Lenin, Devlet ve Devrim, s. 47

[257] B.Boran, H. Kutlu,N. Sargın, Niye Dönüyoruz, Yeni Açılım Yay., s. 11

[258] Lenin, Devlet ve Devrim s.114

[259] B.Boran, H. Kutlu,N. Sargın, Niye Dönüyoruz, Yeni Açılım Yay., s. 12

[260] Lenin, Devlet ve Devrim s.112

[261] Mahir Çayan, Toplu yazılar, Devrimci yol yay., s.366

[262] Mahir Çayan, Toplu yazılar, Devrimci yol yay., s.361

[263] Devrimci yol toplu savunması s. 448

[264] Devrimci yol Ana savunması s. 448

[265] Devrici Yol dergisi sayı 29

[266]  Erdal Utku, 12 Eylül iki Türkiye, Türkiye sorunları dizisi,sayı 1989-2, s. 13

[267] Erdal Utku, 12 Eylül iki Türkiye, Türkiye sorunları dizisi,sayı 1989-2, s. 13

[268]  Lenin,  Tasfiyecilik  Üzerine, s. 250

[269] Lenin,  Tasfiyecilik Üzerine, s. 255,

[270] Özgürlük Dünyası, sayı: 64

[271]  Özgürlük Dünyası, sayı: 85, s.29

[272] Lenin, 'Sol' Komünizm, s. 127

[273] Özgürlük Dünyası, sayı: 78, s.20

[274] Lenin, Ne Yapmalı, Sol Yayınları, s.151-152

[275] Lenin, Ne Yapmalı, Sol Yayınları,  s.151-152

[276] Lenin, Ne Yapmalı, Sol Yayınları, s. 132–133

[277] Lenin, Tasfiyecilik Üzerine. s.297

[278] Lenin,  Ne Yapmalı, s. 145–146

[279] Lenin. Ne Yapmalı, s. 89

[280] Lenin,  Ne Yapmalı , s. 89

[281] Lenin,  Ne Yapmalı,  s. 90

[282] TDKP 1. Kongre Belgeleri, 1980,

[283] TDKP 1. Kongre Belgeleri, 1980,

[284] Özgürlük Dünyası, sayı:86, s.29

[285] Evrensel Gazetesi 22 Nisan, 2004

[286] Evrensel Gazetesi 22 Nisan, 2004

[287] Lenin, İki taktik, Sol yay., s. 56

[288] Özgürlük Dünyası, sayı: 86, s.29

[289] TDKP 1. Kongre Belgeleri s. 229

[290] Özgürlük Dünyası, sayı: 76. ve 77

[291] Özgürlük Dünyası, sayı: 77, s.28

[292] Özgürlük Dünyası, sayı: 77, s.8 - 30

[293] Ulusal Demokratik Halk Devrimi, Halkın Kurtuluşu Yay., 1978, s. 38-41

[294] Özgürlük Dünyası, sayı: 77, s.27

[295] Özgürlük Dünyası, sayı: 78, s.3

[296] Özgürlük Dünyası, sayı: 77, s.8 - 30

[297] Stalin,  Leninizm’in İlkeleri, ,s.15

[298] Özgürlük Dünyası, sayı: 77, s.35

[299] Marks-Engels-Lenin, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, s.74

[300]  Marks-Engels-Lenin, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, s.303

[301] Emek gazetesi, 31 Mart '97

[302] TDKP, 1. Kongre Belgeleri, s.277

[303] TDKP, 1. Kongre Belgeleri, s.298

[304] TDKP, 1. Kongre Belgeleri, s.283

[305] TDKP, 1. Kongre Belgeleri, s.299

[306] Halkın Birliği'nin Yarı-Feodalizm Anlayışının Eleştirisi, s. 47-48

[307] Partinin Yolu, sayı: 3, s. 16-17

[308] Partinin Yolu, sayı: 3, s.. 46

[309] Halkın Birliği, sayı: 1

[310] Partinin Yolu, sayı: 3, s. 19

[311] Ulusal Demokratik Halk Devrimi, s. 94-95.

[312] İşçi Kitle Partisi Özerine, s.65-68

[313] TDKP 1. Kongre Belgeleri, s. 279

[314] TDKP 1. Kongre Belgeleri, s.171

[315] Devrimin Sesi, sayı:12, Mart '81

[316] Özgürlük Dünyası, sayı: 77, s.28

[317] Özgürlük Dünyası, sayı: 77, s.29

[318] Özgürlük Dünyası, sayı: 77, s.28

[319] İşçi Kitle Partisi üzerine , s.28

[320] İşçi Kitle Partisi üzerine , s. 13

[321] İşçi Kitle Partisi üzerine, s.29

[322] J. Stalin, SBKP  XVII. Kongresine Sunulan Merkez Komite Çalışma Raporu  26 Ocak 1934

* Buradaki konjonktür sözü sadece belli bir anın içindeki bir anı değil bir geniş zamanı da kapsayacağı iddia edilebilinir. Ama politika anda yapılır ve konjonktüreldir denildiğinde an içinde özel durumlardan söz edildiği açıktır. Diğer durumda ikisinin farklı ve ayrı  kullanılmasını gerektirir. Diğer bir yan ise politikayı ana indirgemek sınıf partisinin sürekli burjuvazinin kuyruğunda ve onun belirlediği politikalarla uğraşmasının önünü açmaktadır.Politika andadır ve güçle yapılır. Güçlü değilseniz politika yapamazsınız ve anı yakalamanız da mümkün değildir, zira  kafanız o kadar çalışmaz demenin başka bir şeklidir.

[323]  J. Stalin, SSCB Komünist (Bolşevik) Partisi XVII. Kongresine Sunulan Merkez Komite Çalışma Raporu  26 Ocak 1934

* Kemalist hareketten umulan destekle başlayan “icazetçi” yaklaşım; TKP lideri Ş. Hüsnü’nün Kemalistlerden icazet alarak Karadeniz bölgesinde devlet adına resmi doktorluk yapmasına, yıllarca hapishanelerde kalmasına rağmen orducu darbelere güven duyan H. Kıvılcımlı’ya kadar uzanır. 

* Bütün sol hareketin programlarında yazılan “iktidara gelince yapacaklarımız” bölümüne sayılan işler (sol hareketin hiçbir zaman yönetmek üzere örgütlenme anlayışının bulunmamasına rağmen) kendini muhalif olarak ispatlamaya çalışmanın bir ürünüdür. Çünkü bu ifade, “Yapılacakları devrimle (ancak) biz başarabiliriz, bu koşullarda  başka türlü olamaz"ın anlatımıdır. Bu, Leninist anlamda “talepler için mücadele etmek” değil, savunulan düşüncelerin düzen içinde çözülemeyecek sorunlar olarak gösterilmesidir. Oysa savunulan devrim anlayışının “burjuva demokratik devrim” olması onların elindeki (teorik gibi görünen) silahları da almaktadır. Her özeleştiri dönemi sol hareketler içinde yeni yapıların çıkmasının nedenlerinden birisi budur. Hizip olarak adlandırılan yeni grupların ifadeleri genel olarak “ben daha iyi yaparım" olmaktadır. Bir dönem büyüyen ve gelişen yapılar zaman içinde katılaşmakta ve örgütsel bütünlüğü koruma çabasına girmektedirler.

[324] A. Can, a.g.e., s. 14

[325] K. Marx, Kapital, C.1, Çev.. Alaattin Bilgi, Sol Yay., 3. Baskı, İstanbul 1986, s. 22

[326] M.Kara, İ.Mert, S.Sahra, Bir girişim için Genel Çerçeve Taslağı, s. 48

[327] M. Çulhaoğlu, "Solda İdeolojik Silkiniş İçin Düşünceler", Gelenek , S. 35, s.15

* Türkiye’nin sosyo-ekonomik anlamda ilk incelenmesini H. Kıvılcımlı gerçekleştirmiştir. Sol hareketin tüm araştırmalarda vardığı sonuç, kapitalizmin Türkiye’de tekelci olarak başladığı yönündeki ortak ifadedir. Bu ifade H. Kıvılcımlı’da da olduğu gibi vardır. Birçok farklı araştırmadan sonra aynı sonuca varması devletçi, küçük burjuva sınıfsal bakış açısından kopamamanın sonucudur. 

[328] M.Kara, İ.Mert, S.Sahra, Bir girişim için Genel Çerçeve Taslağı,  s. 46

* Sol hareketlerin programlarında yan yana kullandıkları “işçi sınıfı ve emekçi halk” kavramları (sol hareketlerin halk kavramlarına bağlı olarak) küçük burjuvazi ve işçi sınıfı arasında yaşanan çelişmelerin uzlaşır çelişmeler olduğunun ideolojik kabulüdür. Bu küçük burjuvaziden sosyalizm kurmak talebinde bulunmak; sol politik örgütlerin sınıfsal durumlarının işçi sınıfı karşısındaki anlatımıdır.

[329] G. Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci, Çev.. Yılmaz Öner, 1. Baskı, Belge Yay., İstanbul 1998, s. 55

[330] Ö. Bedri Canatan, "Muhafazakar Marksistler ve Marksist Muhafazakarlık", Görüş, S. 11,1991, s. 18-19

[331] Lenin, RSDİP’in Ulusal Programı-1913, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, s.11-12

[332]  Lenin, Ulusların kendi Kaderini Tayin Hakkı Üzerine, Şubat-1914. , s.261

[333]  H. B. Davis,  a.g.e., s. 67

[334] Lenin, RSDİP Nisan Konferansı Ulusal Sorun Üzerine Konuşma. SE, C. 5, s. 348

[335] Marx’ın Meyer ve Vogt’a 9 Nisan 1870 tarihli mektubu. Marks-Engels Seçme Yazışmalar-2, s. 15. Sol yay.

[336] Programımızda Ulusal Sorun, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Hareketleri, s. 12, 1903

(*) Burada Stalin’in “emperyalist baskı koşullarında ulusal hareketlerin devrimci niteliği, harekette kesinkes proleter unsurların varlığını, hareketin demokratik bir temelinin varlığını gerektirmez” saptamasının emperyalizmin açık işgal koşullarına ilişkin olduğu unutulmamalıdır.

[337] RKP/ B VIII. Parti Kongresinde Parti Programı Üzerine Rapor-1919, SE, c.8, s. 358-59

[338] K. Marx, "Önsöz", Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev., Sevim Belli, , Sol Yay., s. 25.

* Marx-Engels'de “sivil toplum”, Hegelcilikten tam bir kopuşla birlikte “toplumsal yapı” (dar ve geniş anlamıyla) ya da “toplumsal oluşum” kavramları haline gelerek, literatürden çıkmıştır. Ama yine de Marx-Engels, kullandıkları sürece, “sivil toplum” kavramını Hegelci anlamda ele almamışlardır.

[339] E. Balibar , "Dünyayı Değiştirmek, Praksisten Üretime", Çev., Boran Çiçekli, Teori ve Politika, S. 3, Yaz 96, s.123.

[340] K. Marx, Kapital, C. III, Çev., Alaattin Bilgi,  Sol Yay., s. 829-30.

[341] Henri Denis, Ekonomik Doktrinler Tarihi- C.2 , Çev., Attila Tokatlı, Sosyal Yay., s. 486.

[342]  K. Marx, F. Engels, Alman ideolojisi, Çev., Sevim Belli, , Sol Yay. s.59.

[343] K. Marx, F. Engels, Alman ideolojisi, s. 91-92.

[344] F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Çev., Sevim Belli, , Sol Yay., s. 49.

[345] Henri Lefebvre, Marx’ın Sosyolojisi, Çev., Selahattin Hilav, Gökkuşağı Yay., s. 77.

[346] K. Marx, 1844 Elyazmaları, Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev., Kenan Somer, , Sol Yayınları, s. 154.

[347] Karl Löwith, a.g.e., s. 82.

[348] K. Marx, a.g.e., s. 154.

[349] M.Hardt, A. Negri, İmparatorluk, Çev.. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay. s s.370

[350] M.Hardt, A. Negri, İmparatorluk, Çev.. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay. s. 19

[351] André Gorz, Elveda Proletarya, Afa Yay., Mart 1986, s.45-47

[352] Marx-Engels. Alman İdeolojisi, çev..Sevim Belli, Sol yay., s. 63

[353] M.Hardt, A. Negri, İmparatorluk, Çev.. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yay. s. 48

[354] Post-Marksizmin Eleştirisi, James Petras, Çev., H. Kumru Barikat dergisi

[355] Lenin, Bir Adım İleri İki Adım Geri, s. 53

[356] Lenin, "Sol" Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı, s: 114

[357] Stalin, Leninizmin İlkeleri, s. 30

[358] Stalin, Leninizmin İlkeleri, s. 31

[359] Lenin: Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, , Bilim ve Sosyalizm Yay., Beşinci Baskı, s. 136-137

[360] Lenin: Ne Yapmalı?, s: 90

[361] Lenin: Ne Yapmalı?, s: 89

[362] Stalin, Leninizmin İlkeleri, s. 19

[363] Stalin, Leninizmin İlkeleri, s. 31

[364] Lenin: Ne Yapmalı?, s: 90

[365] Stalin, Leninizmin İlkeleri, s. 33

[366] Lenin, Rusya'da Kapitalizmin Gelişmesi, İkinci Baskıya Önsöz

[367] Lenin, Bir Adım İleri İki Adım Geri, s. 224

[368] Lenin, Komünist Enternasyonalin 2. Kongresinde Komünist Partinin Rolü Üzerine Konuşma, Kitle İçinde Parti Çalışması, s. 134-35

[369] Lenin, Kitle İçinde Parti Çalışması, s. 7

[370] Lenin, Kitle İçinde Parti Çaloşması, s. 163

[371] Lenin, Yeni Görevler Yeni Güçler, Kitle İçinde Parti Çalışması, s. 21

[372] Lenin, Yeni Görevler Yeni Güçler, Kitle İçinde Parti Çalışması, s. 22

[373] Lenin, Bir Adım İleri İki Adım Geri, s. 233

[374]  Lenin, Bir Adım İleri İki Adım Geri, s. 88

[375] Lenin, Ne Yapmalı, s. 101

[376] Lenin, Ne Yapmalı, s. 89

[377] Lenin, Ne Yapmalı, s. 88

[378] Lenin, Proletarya ve Köylüler, İşçi ve Köylü İttifakı, s. 10, Birinci Baskı

[379] Lenin, Yeni Görevler Yeni Güçler, Kitle İçinde Parti Çalışması, s. 23

[380] Lenin, Yeni Görevler Yeni Güçler, Kitle İçinde Parti Çalışması, s. 24

[381] Altuhsser, A.g.e., s. 25

[382] Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri, Sosyal Yay., çev.,?, 1.Bası. İst. 1991, s.199

[383] Osman Albayrak, Özgürlük, Terör ve Devlet, Teori ve Politika, Güz 96, sayı 4, s.26

[384] H. Lefebvre, Marx’ın Sosyolojisi, Çev.,S. Hilav,  Sorun Yay., 3. Bası, İst. 1996, s. 111

[385] Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev., Kenan Somer, Sol Yay., 10. Bası, Ankara, 1992, s.175

[386]Bu bakış tarafsız devletin sağladığı bireyin özgürlüğünü anlatır.Özgürlük eylem dışında kendisini felsefede insan topluluğu içerisinde, tek tek bireylerde somutlar. Tarih içerisinde ise sınıflar arası ilişkilerde belirlenir. Burjuvazi özgürlük düşüncesini tarih felsefesinden ödünç alıp kullanırken Marksizm  özgürlüğü tarih bilminden alarak gerçek anlamda sınıf mücadelesinin yasalara bağlı gelişen bir  sonucu olarak ortaya koyar. Bu yaklaşımlardır ki Marksizmde ütopyacılığı görememekteyiz. Marksizm tarihin somut gelişimi ile toplumu tasarlamıştır. Eski toplumun bağrından çıkan yeni topluma geçişin doğal bir tarihi süreç olarak incelenmesi  ve sonuçlarını ortaya koyması ile tarih felsefesinden ayrılmıştır.

[387] N. Poulantsaz, A.g.e.,s.40

[388] Engels. A.g.e. s. 175

[389] Stanley W. Moore, Marx, Engels, Lenin’de Devlet Kuramı , Çev., A. C. Aytulun, Simge Yay., s.21

[390] Marx, Engels, Seçme Yazışmalar, Çev.,Yurakul Fidancı, Sol Yay. C.2,  s. 235-236

[391] Althusser, A.g.e., s. 34

[392] J.P. Sartre, Denemeler, Çev., S. Eyuboğlu, V. Günyol, Say Kit. Pazarlama, İst., s. 65

[393] Althusser, A.g.e., s. 29

[394] K. Popper, Açık Toplum ve Düşmanları, Çev., Harun Rızatepe, Remzi Kitapevi, c.2,s.115

[395] K. Marx, F. Engels, A.g.e., s. 75

[396] K. Marx, F. Engels, A.g.e., C. 2, S. 84

[397] Clara Zetkin, Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar

[398] Clara Zetkin, Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar

[399] Clara Zetkin, Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar

[400] Clara Zetkin, Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar

* Türkiye soluna ilişkin dşüncelerimiz aynı zamanda ulusal mücadele içinde olan ve bunu sürdüren örgütlerr içinde geçerlilidir. Bu hareketler içinde PKK’yi ayrıksı tutmakta fayda vardır. Zira çıkışı itibarı ile devrimcilere yönelik güttüğü şiddet politikası onu kürdistanda büyümesini sağlarken diğer yandan TC devletine de devrimci ve Marksist örgütleri ezmesinde yardımcı olarak iki yönlü düzene hizmet etmiştir. PKK çıkışı itibarı ile sosyalist söylemleri kullanarak hareket etmesi onun sosyalist olmasına asla yetmemiş ve düzen içi kalmasına da engel olmamıştır. PKK’nin devrimciler olan şiddeti sadece yerellikler düzeyinde değil aynı zamnada da örgüt içinde de Marksist ve sosyalist söylemlere sahip devrimcileri katletmeye kadar varan bir sistematikle tasfiye ederek TC’ye karşı TC ile birlikte davranmış sosyalistlerin gelişiminin önünü keserek sosyalist decvrrim düşüncesine düşmanlığını her zaman korumuştur. PKK’nin bu gelişim başka bir yazı konusu olduğu için bunu ilerde tartışacağız.

[401] 3. Komünist Enternasyonal, Komintern’in İkinci Kongresince Kabul Edilen Proleter Devrimde Komünist Partinin Rolü Üzerine Tezler 24 Temmuz 1920

[402] a.g.y

[403] a.g.y

[404] Lenin Devrimci Maceracılık Bütün Eserler, Cilt, 6

[405] Lenin Devrimci Maceracılık Bütün Eserler, Cilt, 6

* Bu yazı TDKP 1. kongre Belgelerinden alınmıştır.

[406]  3. Komünist Enternasyonal, Komintern’in İkinci Kongresince Kabul Edilen Proleter Devrimde Komünist Partinin Rolü Üzerine Tezler 24 Temmuz 1920

[407] Marks-Engels, Komünist Parti Manifestosu,  s.4-5

[408] K. Marx Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s: 24

[409] K. Marx, Kapital, c. 1, s. 175

[410] Engels, Marks-Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt: III, Sol Yayınları, s. 70-79

[411] Lenin, Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, Sol Yay., s.106

YORUMLAR

Ad

devrimci teori,3,Editorden,10,isci-sendika,2,Karl Marx,1,
ltr
item
Onyedililer Hareketi: EKİM DEVRİMİ YOLUMUZU AYDINLATMAYA DEVAM DİYOR. BU YOLDA REHBERİMİZ MARKSİZM-LENİNİZM’DİR!
EKİM DEVRİMİ YOLUMUZU AYDINLATMAYA DEVAM DİYOR. BU YOLDA REHBERİMİZ MARKSİZM-LENİNİZM’DİR!
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg7iKGlswNuSIo6jGuev03TKEHeMd2xxYA3O4IU31jlNFFOjv-roMwd7UwCbAFF1g869Vv0QptBWbmUfHSqQNzXB2IT-3xWbm2etIv2YEAVkZpZD8vAmDx2pK_pppmfsHsX6qNDaF5QpP0QncFn6UQXaB-DqTBT8lYl8Lga6ATGHWbKKgmkL1Rh1Qdp/w320-h224/ekim.jpg
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg7iKGlswNuSIo6jGuev03TKEHeMd2xxYA3O4IU31jlNFFOjv-roMwd7UwCbAFF1g869Vv0QptBWbmUfHSqQNzXB2IT-3xWbm2etIv2YEAVkZpZD8vAmDx2pK_pppmfsHsX6qNDaF5QpP0QncFn6UQXaB-DqTBT8lYl8Lga6ATGHWbKKgmkL1Rh1Qdp/s72-w320-c-h224/ekim.jpg
Onyedililer Hareketi
https://onyedililerhareketi.blogspot.com/2022/04/ekim-devrimi-yolumuzu-aydinlatmaya.html
https://onyedililerhareketi.blogspot.com/
https://onyedililerhareketi.blogspot.com/
https://onyedililerhareketi.blogspot.com/2022/04/ekim-devrimi-yolumuzu-aydinlatmaya.html
true
1362123614531399
UTF-8
Loaded All Posts Not found any posts Tümünü Göster Readmore Reply Cancel reply Delete By Home PAGES POSTS View All RECOMMENDED FOR YOU LABEL ARCHIVE ARAYINIZ ALL POSTS Not found any post match with your request Back Home Sunday Pazartesi Tuesday Carsamba Thursday Cuma Cumartesi Pazar Pzts Sal Çar Per Cum Cmt Ocak Şubat Mart Nisan Mayıs Haziran Temmuz Ağustos Eylül Ekim Kasım Aralık Oca Şub Mar Nis Mayıs Jun Jul Ağu Sep Oct Nov Ara just now 1 minute ago $$1$$ minutes ago 1 hour ago $$1$$ hours ago Yesterday $$1$$ days ago $$1$$ weeks ago more than 5 weeks ago Followers Follow THIS PREMIUM CONTENT IS LOCKED STEP 1: Share to a social network STEP 2: Click the link on your social network Copy All Code Select All Code All codes were copied to your clipboard Can not copy the codes / texts, please press [CTRL]+[C] (or CMD+C with Mac) to copy Table of Content