İkinci Dünya Savaşı diye bilinen İkinci Büyük Emperyalist Paylaşım Savaşı, 1 Eylül 1939 günü Nazilerin Polonya'yı işgaliyle ba...
İkinci Dünya Savaşı diye bilinen İkinci Büyük Emperyalist Paylaşım Savaşı, 1 Eylül 1939 günü Nazilerin Polonya'yı işgaliyle başladı. Ardında elli iki milyon ölü, milyonlarca yaralı, sakat ve moloz yığını haline gelmiş kentler ile acı ve gözyaşı bıraktı. Mayıs 1945’de son buldu. İnsanlık tarihinin bu en acımasız, en kanlı ve en kirli savaşının başladığı gün, yani 1 Eylül, Dünya Barış Günü olarak kabul edildi. Emperyalist paylaşım savaşının sonunda Almanya Faşizminin yenilgisini burjuvazi kendi amacı için kullanmakta hiçbir sakınca görmüyor. Kendi canavarının yarattığı yıkımı kendisi için faydalanılacak bir propaganda aracına dönüştürüyor ve herkesi peşine takıp barış nutukları attırıyor.
Dünya savaşı bir paylaşım savaşıydı ve bu paylaşımda taraflar ezilen/sömürülenler değil bizzat emperyalist devletlerdi. Katledilenler ve bir birlerine düşman olarak gösterilenler ise işçiler emekçilerdi.
Bu günde burjuvasından küçük-burjuva sola, birçok sol sosyaliste kadar herkesin bol bol barış nutukları attığı bir gündür 1 Eylül Dünya Barış Günü…
Emperyalist saldırı ve yeniden paylaşma dönük yayılmacılık ve savaş sadece orta doğuda değil dünyanın birçok bölgesinde açıktan saldırı veya saldırı politikaları ile sürmektedir. Şimdi görünürde olan ve öne çıkan durum ABD-İngiltere koalisyonunun başını çektiği emperyalist paylaşım kavgası, diğer büyük emperyalist güçlerle dönem dönem “sert” tartışmalar ve karşılıklı kuru gürültülerle, devam ediyor.
Paylaşım kavgasının açık savaşa dönüştüğü Irak ve Afganistan’da, Filistin’de, Lübnan’da her gün yüzlerce insan katlediliyor. Diğer taraftan, günümüzdeki emperyalist paylaşım savaşları, yalnızca direk savaşlar ve fiili işgallerle değil “renkli devrimler” diye anılan “halk ayaklanmaları” devreye sokuluyor. Diğer yandan dünya halkları üzerinden estirilen terör dalgası ile dünyanın şu ya da bu büyük kentinden ya da savaş bölgelerinden emekçi halkın üzerine atılan bombalama haberleri gelmesin. Tüm dünya emperyalist şiddetin baskısı altında her geçen gün daha da eziliyor.
Afganistan işgali Amerika ve bağlaşıkları tarafından gerçekleştirildiğinde Avrupalı emperyalistler bu duruma fazla ses çıkaramadılar. 11 Eylül saldırısı ve ardından Amerika’nın terörizme karşı savaş adı altında dünya ezilen halklarına açtığı açık savaşla birlikte Irak’taki işgal başlamadan önce ertelemeci politikalar izlemekle yetinen ikiyüzlü AB politikacıları, Birleşmiş Milletler (BM) onayı ve desteği olmaksızın girişilecek bir savaşın ya da işgalin meşru görülemeyeceğini iddia ediyorlardı. Bu süreçte milyonlarca emekçi ve genç Avrupa’da sokaklara dökülmüş, savaşlara karşı olduklarını haykırmışlardı. AB kodamanlarının savaşa karşıymış gibi pozlar takınarak mırın kırın etmesiyle gözleri boyanan küçük-burjuva sollar, reformistler ve sendika ağaları da, barışı korumak adına AB’nin politikalarının kuyruğuna takılmaktan, BM’yi barışın garantörü olarak görmekten ve düzenledikleri barış mitingleriyle savaşın engellenebileceği yalanını yaymaktan geri durmamışlardı.
Genelde savaşın sorumlusu olarak emperyalist politikalar ve uluslar arası sermaye grupları yerine Bush ve onun aveneleri gösterilmeye çalışıldı. Küçük-burjuva romantik solun hareket ve onun ardından ilerleyen yasal reformist sol ulaşabildiği kesimleri sınıf savaşımına dayanmadan ve sınıfı unutarak dayandıklalar küçük burjuva tabanla “bu savaşı engelleyebiliriz”, “kahrolsun savaş” tarzı sloganlarla, emperyalist savaşların önüne ancak proleter devrimlerle geçilebileceği gerçeğini ezilen/sömürülen kitlelerden ve işçilerden emekçi kitlelerden gizlediler.
Bugün de süren savaşlarda barış mı yapacağız? İşçi sınıfı ve emekçilerle emperyalist kapitalizm arasında süren savaşta barış ancak ezilen/sömürülen yığınların başarısı ile gelir.
1 Eylül ve “Barış” yalanı
İnsanlığın bugüne dek yaşadığı en büyük savaş olan II. Dünya Savaşının, 1 Eylül 1939 tarihinde Alman ordularının Polonya’nın batı kesimini işgal etmesiyle başladığı kabul edilir. 50 milyon insanın hayatına, en az bir o kadarının da yaralanmasına, sakatlanmasına, öksüz kalmasına yol açan bu savaşın başlama tarihi, savaşın bitiminden sonra ikiyüzlü dünya burjuvazisi tarafından Dünya Barış Günü ilân edilmişti. Burjuvazi bununla, savaş ile barış arasındaki ilişkiyi pek de güzel ortaya koymuş oluyor:
Savaşın galipleri kendi çıkarlarını tüm dünya işçi sınıfına, ezilen halklara ve kuşkusuz yenik emperyalist güçlere dayatmış, dünyayı nüfuz alanları temelinde aralarında bölüşmüş ve bu paylaşımı daimi kılmak üzere güya evrensel barışı tesis etmesi için BM’yi kurmuşlardı. BM’nin emperyalist savaşın sonucunda ulaşılan emperyalist bir barışın, yani nüfuz alanlarının nasıl paylaşılacağı hususunda şimdilik varılmış bir mutabakatın koruyucusu olduğu gerçeğini gözler önüne serer. Emperyalist kapitalizmin “barış içinde bir arada yaşamak” gerçek bir barış dönemi olarak algılamasına yol açtı.
Oysa gerçek bundan ne kadar da uzaktı! İnsanlığın sömüren kapitalist sınıf ile sömürülen işçi sınıfı halinde bölündüğü, birçok ulusun bağımsızlık hakkı ve özgürlükten yoksun olarak varlığını sürdürdüğü, dünyanın nüfuz alanlarına göre paylaşımı ve bu alanlar üzerinde emperyalist rekabet devam ettiği sürece, emperyalist haksız savaşların ortadan kalkması mümkün değildir.
1945–2000 döneminde, II. Dünya Savaşı sonrasındaki bu 55 yıllık emperyalist barış sürecinde, dünyanın 90 ülkesinin dâhil olduğu savaşlarda 22 milyon 456 bin kişi yaşamını yitirdi. Bir başka deyişle bu dönem boyunca dünyanın her iki ülkesinden birinde haklı ya da haksız savaşlar yaşanmıştır. Birleşmiş Milletlerin gözetiminde ve denetiminde yürütülen 188 savaşta II. Dünya Savaşında ölenlerin yarısına yakın sayıda insan hayatı yok olmuştu. Emperyalistlerin insanlığa barış diye yutturduğu, daha doğrusu, insanlığa barış olarak verip verebilecekleri bundan ibarettir!
1 Eylül’ün Dünya Barış Günü olarak adlandırılması ve BM’nin de barışın garantörü olarak görülmesi, II. Dünya Savaşına ilişkin temel gerçeklerin unutturulmuş ve çarpıtılmış oluşundan kaynaklanıyor. 50 milyon insanın katledilişini mazur gösterebilmek için, kapitalistler, bu savaşın haklı ve faşizme karşı kaçınılmaz bir savaş olduğu yalanına geniş emekçi kitleleri ikna etmek zorundaydılar.
Bugün, bu gerçekleri önemsemeyip unutturmaya çalışanlardan, savaş-barış ve devrim konusunda Bolşevizm’e sadık yaklaşımlar beklemek hiç de gerçekçi bir beklenti olmayacaktır. “Gerçek düşman kendi evinde” şiarıyla emperyalist savaşı işçi sınıfının iktidarı almak için yürüteceği bir iç savaşa çevirme politikasını izleyen Bolşevizmin yaklaşımı şu tespitten yola çıkıyordu: Hele emperyalizm çağında hiçbir siyasal kavram sınıfsal bir sıfat olmaksızın bir anlam ifade etmez. Vatan, devlet, demokrasi, özgürlük, şiddet, savaş ve barış. Peki, ama hangi sınıfın?
Filistin Türkiye Sol’unu Kurtaracak mıdır?
Genel olarak insanlar kaçtıkları sorunlarını başkalarına yansıtarak veya başkalarını kendi sorunlarının kaynağı olarak belirleyerek veya kendi dışlarında duran sorunları aşırı abartarak ve kendi sorunlarının sorumlusu olarak göstererek sorumluluklarından kurtulmaya çalışırlar.
1980 sonrasında dünya solunda egemen olan yeni kavram keşmekeşinin ülkemiz solundaki yansısı, Amerikan emperyalizminin "demokrasi projesi"yle desteklenen yayın faaliyetleriyle birlikte çok daha yıkıcı noktalara ulaşmıştır. Marksist-Leninist ideolojik ve teorik belirlemelerin bir kalemde silindiği ve bir yana atıldığı, her şeyin "pratikte kaç askerin var"la ölçülür olduğu bir dönemde bu kavram keşmekeşi, pek çok samimî unsurun sağa sola savrulmasını getirdiği gibi, oportünizme ve pragmatizme karşı verilen ideolojik mücadeleyi de etkisizleştirmiştir.
Ama insanlığın gerekliliği devrimci hareketler için genel olarak bir hümanizmaya dönüşmüyorsa ve hümanizmanın sınırlarını aşmıyorsa problem bu noktada başlamaktadır. Devrimciliğin gerekliliği hümanizmayı kapsar fakat hümanizma devrimci olmayı ve onun mücadele gerekliliklerini içine alır emerse oturup kendimizi düşünmek zorundayız.
Türkiye’de savaşa hayır mitingleri bu noktada değerlendirilmeli ve ele alınmalıdır. Görünüşte Türkiye’de emperyalizme karşı mücadelede savaşa hayır mitingleri herkesin kitlendiği bir ana halka oldu. Bu ana halkadan kalkarak İsrail siyonizmi şahsında emperyalizm lânetlendi ve savaşa hayır şiarları atıldı. Görünen bu ama görünen ile gerçeklik aynı şey değildi. Türkiye’nin en büyük metropolü İstanbul’da yapılan savaşa hayır mitingine ve 1 Eylül Barış mitingine toplam katılım 5 -6 bin kişiyi ancak buldu. Bu kitlenin politik duyarlılığı mitinge katılanların dostlar alışverişte görsün misali protokol olarak kerhen katılmalarından kaynaklanmaktadır.
Kendisini En büyük komünist parti olarak görenler kendilerini işçi sınıfının öncüsü olarak görenlerin meydana taşıdıkları genel sayıları en güçlü katılımın bile 500 kişiyi geçmediği olarak ele alınırsa durumun vahimliği ortaya çıkmaktadır.
Bir yanda en büyük komünist partiler olarak burunlarından kıl aldırmayanların yaptıkları eylemlilikler örgütlülüklerinin de gücünü ortaya koymaktadır. Kendilerini dev aynalarında büyük görenler ancak gerçekler böyle günlerde üzerlerine devrildiğinde ayıltmaktadırlar. Ama Türkiye’de devrimci hareketler için bu söz konusu değildir; Bırakın gerçeklerin üzerlerine devrilmesi altında kalıp ezildiklerinin bilincine varamayacak kadar aymaz bir durumdalar.
Devrimci liberalizm budur, zevahiri kurtarmak ve orada bizde vardık demek ancak sağlarsa liberalizmin üstüne ince bir örtü örtmeye çalışır. Savaşa hayır mitingi İstanbul’da devrimcileri liberallerden ayrı durduğunun altını çizmek yerine onlarla eşitledi ne yazık ki. Devrimci hareket gövdesi çapı ve eylemliliğiyle bu miting bir kez daha göstermiştir ki devrimcilerin bastığı toprak kaymış ve gerçeklik üzerlerine devrilmiştir.
Mitinge katılanlar örgütler, sendikalar ve kitle örgütleri dâhil olmak üzere sorumluluk duyan ve kendince bir şeyler yapmaya çalışan devrimci kadrolardır. Onbeş milyonluk bir kentte meydana toplanan Beş bin insan oluşsa oluşsa örgütlerin kadrolarından oluşur. Bu sorumlu kadroların ortaya koyması gereken temel bilinç de bu topraklarda komünistlerin bir araya gelerek güçlü bir biçimde oluşturacağı bir komünist partisinden geçer.
Her kendine komünistim diyenin bir parti kurduğu ve kurduğu partiye devrimci komünistleri davet ettiği bir mecrada durumun vahameti eylemliliklerde ortaya çıkmaktadır. Her zaman olmazsa bile bu eylemler birer ayraç olarak kendisini bu parti davetkârı” komünistlerin gözüne batırmaktadır.
Kürt ulusal hareketinin durumu
Örneğin Newroz’da Şehir dışı bir alana 100 binleri taşıyan ulusal hareket, 1 Mayısta alanlara insan taşımaktan aciz kalırken, savaşa karşı ne yazık ki bu kadar duyarlı değil. Kedi ile çuvala girmeye çalışan ulusal hareketin akıbetinin ne olacağını kestirmek bugünden zor değil. Zira bu savaştan Kürt ulusu için Ortadoğu haritasında emperyalistlerden medet umuyorlar.
Kürt ulusal hareketi savaşa hayır mitingine kendi kitlesini taşımazken 1 Eylül Barış mitingine yaklaşık 3000 kişi taşıyarak bir önceki miting ile bu mitinge yaklaşımındaki farkını ortaya koydu.
Genel olarak Kürt kimliğinin tanınması ve barış ağrılıklı slogan atan kitleye egemen olanda barış talebi meydanda oldukça net görülüyordu.
Ortadoğu’da aradığını bir türlü bulamayan Türk burjuvazisi ve onun resmi sözcüsü Türk medyası ABD’den PKK’ya son verilmesinden orta doğuda kendilerine bir yer açılmasına varıncaya kadar sürekli bir şeyler dilenmektedirler. Hiç olmazsa birkaç PKK’ linin Türklere teslim edileceğini” yazıyorlar.
Ortadoğu’nun bu köşesinde İsrail olmaya özenen Türkiye hâkim sınıfları için ünlü kalemeşörlerinden Yasemin Çongar şöyle yazıyor ve aktarıyor: “20 Temmuz'da istisnai bir zirve gerçekleşti; De Hoop Scheffer, Jones ve ABD Merkez Kuvvetler Komutanı Orgeneral John Abizaid, Kâbil'de buluşup sadece Afganistan'ı değil, bizi de konuştular. NATO'nun tepesi ile ABD'nin iki önemli komutanının gündemindeki sorular, "Türkiye, K. Irak'a operasyon tehdidinde ciddî mi? Bunu nasıl engelleriz?" diye özetlenebilir.
Oysa aynı gün, Brüksel'den gelen üst düzey bir NATO yetkilisi, toplantının ardından, şöyle diyordu: "Böyle bir operasyon, PKK tehdidini bitirmez ve bölgede katmerli sorun yaratır. ABD gibi, diğer NATO müttefiklerinizin de buna sıcak bakmadığından emin olabilirsiniz." Dikkat etmek gerekir: Türk burjuvazisi güç gösterisi yapmak ve bulunduğu coğrafyada “bağımsız bir güç” olduğunu ispat için Türk Özel Kuvvetleri 1979’den 2003-e kadar insanları, Ruslara karşı savaşmak için Afganistan’a gönderiyordu. Türkler, Afganistan için gösteri ve miting düzenliyordu. Bugün aynı Burjuvazi ve onun uşakları, NATO kuvveti olarak eski dostlarına karşı savaşmak için Afganistan’da bulunuyorlar. Kürdistan’a karşı sürekli olarak Musul -Kerkük üzerinden Türkmenleri yıllarca, kullandılar. T.C, kendisini bölgede emperyalist bir güç sayıyor, Tezkere, terör, Filistin, İsrail ve son 15 yılda attıkları her adım bunu sağlamak amaçlıydı. Burjuva basını İsrail’in yaptıklarından söz ederken Faşist Diktatörlüğün yaptıklarını görmüyor. Her ülkenin kendi karşıtlarına karşı kullandığı güç olağan sayılıyor ve buna onların dilinde meşru müdafaadır.
PKK’daki kimlik değişiminden beri Türkiye’deki Kürt ulusal hareketi, artık her türlü anti-emperyalist tutum ve duyarlılığı bir yana bırakarak Amerikancı ve AB’ci çizgide birleşmiş durumdadır. Bu, Türkiye’deki Kürt hareketinde köklü bir tutum ve kimlik değişimidir. Bu tutum ABD emperyalizminin kendi Ortadoğu politika ve plânları çerçevesinde Kürtlere kendi tam denetiminde bir siyasal varlık alanı açma çabasıdır. ABD’nin Kürtler üzerinde oynamak istediği oyun bir farlılık göstermiyor. Tarihte İsrailli Siyonistler Araplara karşı aynı yöntemi izlemediler mi? Örneğin İsrail Hizbullah saldırısı karşısında İsrail’in durumu ile TC. Ordusu PKK çatışması aynı şey olarak gösterilmektedir. Bu tutma destek olan emperyalistlerin tutumuna karşı ulusal mücadele içine yer alanlar nerede durduklarının hesabını verebilecekler midir?
Şu kadarını açık ve net olarak söyleyebiliriz:
Emperyalist ülkelerin desteğinde İsrail'in Lübnan'a saldırısı, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının, ulusların ve ulusal-devletlerin var olma hakkının açıkça çiğnenmesidir. Ulusal-devlet sınırları, eski koloni günlerinde olduğu gibi, emperyalizmin istediği zaman ortadan kaldırabileceği, istediği zaman cetvelle çizebileceği basit çizgiler haline dönüştürülmüştür. Bu nedenle, anti-emperyalist mücadelenin temel hedefi, ülkelerin emperyalist sömürüden kurtarılması ve bağımsız ulusal devletler olarak var olma ve kendi kaderini belirleme hakkının kayıtsız-şartsız tanınmasıdır.
Devrimci dinamik ve devrimcilerin düşü Filistin
Dünya ölçüsünde ve bugünün Türkiye’sinde mücadelenin ve dolayısıyla devrimci hareketin zayıflığı, Kürt ulusal akımlarının emperyalizmin ve siyonizmin tuzağına düşmelerine ve âleti haline gelmelerine uygun bir zemin oluşturmaktadır. Bu zeminin dışında kalanlar, tarihsel ve sınıfsal bir bilinçle hareket etmeyi başararak soluklu davranabilenlerdir. Yazık ki bunlar hâlihazırda çok küçük bir azınlığı oluşturmaktadırlar.
Diğer yandan devrimci sol hareket içinde burjuvazinin gündeminin dışın taşmayan ve sınırını hep burjuvazinin belirlediği bir propaganda ve ajitasyon çalışmasından öteye gidememektedir. Son İsrail protestolarında Türkiye 1970’lere döndü. Filistin davasında devrimci gruplar yine sokaklara döküldü. 1970’lerde de Filistin davası, anti emperyalizmin simge savaşlarından biri olarak Türkiye solunun ajandasında başı çekerdi.
Arap ülkeleri de “sol tandanslı” Filistin hareketini “Arap davası” ve “anti-Siyonizm” uğruna bağırlarına basmıştı. Ne zamanki dünyada sol çöktü, Filistin davası da iyice Araplara ve Müslümanlara kaldı. Şimdi “nostaljik dönüş”le, Türk solu sokaklara çıkarak yine Filistin davasına el attı.
Devrimcilerin mecrasında Filistin ve Kürt sorunlarını Ortadoğu’nun temel önemde iki devrimci dinamiğidir. Gelinen yerde Kürt sorunu için ileri sürmek artık eskisi kadar kolay değildir. Tam tersine, Kürt sorunu, Ortadoğu’nun karmaşık ilişki ve dengeleri içinde, yukarıda belirttiğimiz gibi emperyalizm tarafından kolayca istismar edilebilen bir sorun haline gelmiştir.
Oysa Filistin sorunu, Kürdistan sorunundan farklı olarak, Orta doğu’ya yönelik emperyalist politika ve plânların önünde ona bu niteliği kazandıran, Siyonist ideoloji ve projenin kendisidir. “Halksız bir vatan” saydığı Filistin’e “vatansız bir halk”ı yerleştirmeyi kendine temel hedef olarak seçen, Emperyalizmin çok yönlü desteğiyle devlet kimliği kazanan Siyonist hareket, Filistin halkının kendi öz topraklarından kitlesel çapta sürülmesi ve herşeye rağmen tutunmayı başarabildiği sınırlı bir alanda 35 yıldır her türlü zulme katliama ve vahşete rağmen direnmektedir.
Bu olgu, Filistin sorununu, Siyonist İsrail’den öteye bizzat emperyalizmin kendisiyle de karşı karşıya getirmekte, onun nesnel devrimci niteliğini evrensel bir çerçeveye oturmaktadır. Filistin sorununun çözümü orta doğuda Emperyalizm kovulmasıdır. Bu olmadan Filistin halkının haklı ve meşru talepleri net bir çözüme ulaşamaz.
Bugün Filistin direniş hareketi içerisinde uzlaşmacı burjuva akım ile dinsel gerici akım etkin durumdadır. Filistin halkının özgürlük ve bağımsızlık mücadelesini devrimci anti-emperyalist bir çizgide savunan ve siyonizmi karşıtlığını Yahudi halkına düşmanlıktan net bir tutumla ayıran, dahası Filistin emekçileriyle Yahudi emekçilerinin devrimci birliğini hedefleyen akım son derece güçsüzdür, sesi neredeyse hiç duyulmamaktadır. Bu, başka nedenler yanında, ‘89 yıkılışını izleyen tarihi gelişmelerin Filistin hareketi üzerindeki yıkıcı etkisinin bir sonucudur.
Fakat öznel unsurlar alanındaki bu belirgin zafiyete rağmen, işaret ettiğimiz özellikleri nedeniyle, Filistin sorunu nesnel devrimci karakterini korumaktadır. Bundan dolayıdır ki Filistin davası tüm dünya halklarının, ilerici ve devrimci güçlerinin haklı desteğini almaktadır. Yine aynı nedenlerle, Filistin direnişi, güncel emperyalist politikaların, somut olarak Irak’a karşı emperyalist bir savaşın önünde, etkisizleştirilmesi kolay olmayan bir engel olarak durmaktadır.
1920 yılında Komintern tarafından onaylanan Lenin'in ulusal sorunlar karşısında proletaryanın tutumuna ilişkin olarak yaptığı şu saptamalar gerçeği açıkça ortaya koymaktadır:
"Geri ülkelerdeki burjuva-demokratik hareket sorununu özellikle vurgulamak istiyorum. Bu sorun bazı görüş ayrılıklarına yol açmıştır. Komünist Enternasyonal'in ve komünist partilerin, geri ülkelerdeki burjuva-demokratik hareketi desteklemeleri gerektiğini ifade etmenin, ilke ve teori açısından doğru mu, yanlış mı olduğunu tartıştık. Görüşmemizin sonunda, 'burjuva demokratik hareketten' çok, ulusal devrimci hareketten söz etmeye oybirliğiyle karar verdik... Burjuva-demokratik hareketten söz edersek, reformcu ve devrimci hareketler arasındaki bütün farklılıkları ortadan kaldırmış olacağımız itirazı öne sürülmüştür. Oysa emperyalist burjuvazi, boyunduruk altındaki ülkelerde de reformcu bir hareket aşılamak için elinden gelen her şeyi yaptığı için, geri ve sömürge ülkelerde bu farklılık son zamanlarda çok açıkça gözler önüne serilmiştir. Sömüren ülkelerin burjuvazisiyle, sömürge ülkeler burjuvazisi arasında belli bir rapprochement (uzlaşma) görülmektedir. Öyle ki, ezilen ülkeler burjuvazisi, sık sık -belki hemen her durumda- bir yandan ulusal hareketi desteklerken, bir yandan da emperyalist burjuvaziyle tam bir uyuşum içindedir, yani bütün devrimci hareketlere ve devrimci sınıflara karşı emperyalist burjuvaziyle güç birliği yapmaktadır. Bu durum, komisyonda reddedilemeyecek biçimde kanıtlandı ve biz, tek doğru davranışın, söz konusu farklılığı dikkate alarak, hemen her durumda 'burjuva-demokratik' terimi yerine, 'ulusal-devrimci' terimini koymak olduğuna karar verdik. Bu değişikliğin önemi şuradadır: Komünistler olarak biz, sömürgelerdeki burjuva-kurtuluş hareketlerini, bu hareketler ancak gerçekten devrimci olduğu ve bizim, sömürülen yığınlarla köylüleri devrimci bir ruhla örgütleyip eğitme çalışmalarımızı engellemediği ölçüde desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz."[1]
[1] Lenin: Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s: 404-405
YORUMLAR