Barış mı? Neden ve Kiminle

  İkinci Dünya Savaşı diye bilinen İkinci Büyük Emperyalist Paylaşım Savaşı, 1 Eylül 1939 günü Nazilerin Polonya'yı işgaliyle başladı. A...

 


İkinci Dünya Savaşı diye bilinen İkinci Büyük Emperyalist Paylaşım Savaşı, 1 Eylül 1939 günü Nazilerin Polonya'yı işgaliyle başladı. Ardında elli iki milyon ölü, milyonlarca yaralı, sakat ve moloz yığını haline gelmiş kentler ile acı ve gözyaşı bıraktı. Mayıs 1945’de son buldu. İnsanlık tarihinin bu en acımasız, en kanlı ve en kirli savaşının başladığı gün, yani 1 Eylül, Dünya Barış Günü olarak kabul edildi
.  Emperyalist paylaşım savaşının sonunda Almanya Faşizminin yenilgisini burjuvazi kendi amacı için kullanmakta hiçbir sakınca görmüyor. Kendi canavarının yarattığı yıkımı kendisi için faydalanılacak bir propaganda aracına dönüştürüyor ve herkesi peşine takıp barış nutukları attırıyor.

Dünya savaşı bir paylaşım savaşıydı ve bu paylaşımda taraflar ezilen/sömürülenler değil bizzat emperyalist devletlerdi. Katledilenler ve bir birlerine düşman olarak gösterilenler ise işçiler emekçilerdi.

Bu günde burjuvasından küçük-burjuva sola, birçok sol sosyaliste kadar herkesin bol bol barış nutukları attığı bir gündür 1 Eylül Dünya Barış Günü…

Emperyalist saldırı ve yeniden paylaşma dönük yayılmacılık ve savaş sadece orta doğuda değil dünyanın birçok bölgesinde açıktan saldırı veya saldırı politikaları ile sürmektedir. Şimdi görünürde olan ve öne çıkan durum ABD-İngiltere koalisyonunun başını çektiği emperyalist paylaşım kavgası, diğer büyük emperyalist güçlerle dönem dönem “sert” tartışmalar ve karşılıklı kuru gürültülerle, devam ediyor.

Paylaşım kavgasının açık savaşa dönüştüğü Irak ve Afganistan’da, Filistin’de, Lübnan’da her gün yüzlerce insan katlediliyor. Diğer taraftan, günümüzdeki emperyalist paylaşım savaşları, yalnızca direk savaşlar ve fiili işgallerle değil “renkli devrimler” diye anılan “halk ayaklanmaları” devreye sokuluyor. Diğer yandan dünya halkları üzerinden estirilen terör dalgası ile dünyanın şu ya da bu büyük kentinden ya da savaş bölgelerinden emekçi halkın üzerine atılan bombalama haberleri gelmesin. Tüm dünya emperyalist şiddetin baskısı altında her geçen gün daha da eziliyor.

Afganistan işgali Amerika ve bağlaşıkları tarafından gerçekleştirildiğinde Avrupalı emperyalistler bu duruma fazla ses çıkaramadılar. 11 Eylül saldırısı ve ardından Amerika’nın terörizme karşı savaş adı altında dünya ezilen halklarına açtığı açık savaşla birlikte Irak’taki işgal başlamadan önce ertelemeci politikalar izlemekle yetinen ikiyüzlü AB politikacıları, Birleşmiş Milletler (BM) onayı ve desteği olmaksızın girişilecek bir savaşın ya da işgalin meşru görülemeyeceğini iddia ediyorlardı. Bu süreçte milyonlarca emekçi ve genç Avrupa’da sokaklara dökülmüş, savaşlara karşı olduklarını haykırmışlardı. AB kodamanlarının savaşa karşıymış gibi pozlar takınarak mırın kırın etmesiyle gözleri boyanan küçük-burjuva sollar, reformistler ve sendika ağaları da, barışı korumak adına AB’nin politikalarının kuyruğuna takılmaktan, BM’yi barışın garantörü olarak görmekten ve düzenledikleri barış mitingleriyle savaşın engellenebileceği yalanını yaymaktan geri durmamışlardı.

Genelde savaşın sorumlusu olarak emperyalist politikalar ve uluslar arası sermaye grupları yerine Bush ve onun aveneleri gösterilmeye çalışıldı. Küçük-burjuva romantik solun hareket ve onun ardından ilerleyen yasal reformist sol ulaşabildiği kesimleri sınıf savaşımına dayanmadan ve sınıfı unutarak dayandıklalar küçük burjuva tabanla “bu savaşı engelleyebiliriz”, “kahrolsun savaş”  tarzı sloganlarla, emperyalist savaşların önüne ancak proleter devrimlerle geçilebileceği gerçeğini ezilen/sömürülen kitlelerden ve işçilerden emekçi kitlelerden gizlediler.

Bugün de süren savaşlarda barış mı yapacağız? İşçi sınıfı ve emekçilerle emperyalist kapitalizm arasında süren savaşta barış ancak ezilen/sömürülen yığınların başarısı ile gelir.

1 Eylül ve “Barış” yalanı

İnsanlığın bugüne dek yaşadığı en büyük savaş olan II. Dünya Savaşının, 1 Eylül 1939 tarihinde Alman ordularının Polonya’nın batı kesimini işgal etmesiyle başladığı kabul edilir. 50 milyon insanın hayatına, en az bir o kadarının da yaralanmasına, sakatlanmasına, öksüz kalmasına yol açan bu savaşın başlama tarihi, savaşın bitiminden sonra ikiyüzlü dünya burjuvazisi tarafından Dünya Barış Günü ilân edilmişti. Burjuvazi bununla, savaş ile barış arasındaki ilişkiyi pek de güzel ortaya koymuş oluyor:

Savaşın galipleri kendi çıkarlarını tüm dünya işçi sınıfına, ezilen halklara ve kuşkusuz yenik emperyalist güçlere dayatmış, dünyayı nüfuz alanları temelinde aralarında bölüşmüş ve bu paylaşımı daimi kılmak üzere güya evrensel barışı tesis etmesi için BM’yi kurmuşlardı. BM’nin emperyalist savaşın sonucunda ulaşılan emperyalist bir barışın, yani nüfuz alanlarının nasıl paylaşılacağı hususunda şimdilik varılmış bir mutabakatın koruyucusu olduğu gerçeğini gözler önüne serer. Emperyalist kapitalizmin  “barış içinde bir arada yaşamak” gerçek bir barış dönemi olarak algılamasına yol açtı.

Oysa gerçek bundan ne kadar da uzaktı! İnsanlığın sömüren kapitalist sınıf ile sömürülen işçi sınıfı halinde bölündüğü, birçok ulusun bağımsızlık hakkı ve özgürlükten yoksun olarak varlığını sürdürdüğü, dünyanın nüfuz alanlarına göre paylaşımı ve bu alanlar üzerinde emperyalist rekabet devam ettiği sürece, emperyalist haksız savaşların ortadan kalkması mümkün değildir.

1945–2000 döneminde, II. Dünya Savaşı sonrasındaki bu 55 yıllık emperyalist barış sürecinde, dünyanın 90 ülkesinin dâhil olduğu savaşlarda 22 milyon 456 bin kişi yaşamını yitirdi. Bir başka deyişle bu dönem boyunca dünyanın her iki ülkesinden birinde haklı ya da haksız savaşlar yaşanmıştır. Birleşmiş Milletlerin gözetiminde ve denetiminde yürütülen 188 savaşta II. Dünya Savaşında ölenlerin yarısına yakın sayıda insan hayatı yok olmuştu. Emperyalistlerin insanlığa barış diye yutturduğu, daha doğrusu, insanlığa barış olarak verip verebilecekleri bundan ibarettir!

1 Eylül’ün Dünya Barış Günü olarak adlandırılması ve BM’nin de barışın garantörü olarak görülmesi, II. Dünya Savaşına ilişkin temel gerçeklerin unutturulmuş ve çarpıtılmış oluşundan kaynaklanıyor. 50 milyon insanın katledilişini mazur gösterebilmek için, kapitalistler, bu savaşın haklı ve faşizme karşı kaçınılmaz bir savaş olduğu yalanına geniş emekçi kitleleri ikna etmek zorundaydılar.

Bugün, bu gerçekleri önemsemeyip unutturmaya çalışanlardan, savaş-barış ve devrim konusunda Bolşevizm’e sadık yaklaşımlar beklemek hiç de gerçekçi bir beklenti olmayacaktır. “Gerçek düşman kendi evinde” şiarıyla emperyalist savaşı işçi sınıfının iktidarı almak için yürüteceği bir iç savaşa çevirme politikasını izleyen Bolşevizmin yaklaşımı şu tespitten yola çıkıyordu: Hele emperyalizm çağında hiçbir siyasal kavram sınıfsal bir sıfat olmaksızın bir anlam ifade etmez. Vatan, devlet, demokrasi, özgürlük, şiddet, savaş ve barış. Peki, ama hangi sınıfın?


Filistin Türkiye Sol’unu Kurtaracak mıdır?

Genel olarak insanlar kaçtıkları sorunlarını başkalarına yansıtarak veya başkalarını kendi sorunlarının kaynağı olarak belirleyerek veya kendi dışlarında duran sorunları aşırı abartarak ve kendi sorunlarının sorumlusu olarak göstererek sorumluluklarından kurtulmaya çalışırlar.

1980 sonrasında dünya solunda egemen olan yeni kavram keşmekeşinin ülkemiz solundaki yansısı, Amerikan emperyalizminin "demokrasi projesi"yle desteklenen yayın faaliyetleriyle birlikte çok daha yıkıcı noktalara ulaşmıştır. Marksist-Leninist ideolojik ve teorik belirlemelerin bir kalemde silindiği ve bir yana atıldığı, her şeyin "pratikte kaç askerin var"la ölçülür olduğu bir dönemde bu kavram keşmekeşi, pek çok samimî unsurun sağa sola savrulmasını getirdiği gibi, oportünizme ve pragmatizme karşı verilen ideolojik mücadeleyi de etkisizleştirmiştir.

Ama insanlığın gerekliliği devrimci hareketler için genel olarak bir hümanizmaya dönüşmüyorsa ve hümanizmanın sınırlarını aşmıyorsa problem bu noktada başlamaktadır. Devrimciliğin gerekliliği hümanizmayı kapsar fakat hümanizma devrimci olmayı ve onun mücadele gerekliliklerini içine alır emerse oturup kendimizi düşünmek zorundayız.

Türkiye’de savaşa hayır mitingleri bu noktada değerlendirilmeli ve ele alınmalıdır. Görünüşte Türkiye’de emperyalizme karşı mücadelede savaşa hayır mitingleri herkesin kitlendiği bir ana halka oldu. Bu ana halkadan kalkarak İsrail siyonizmi şahsında emperyalizm lânetlendi ve savaşa hayır şiarları atıldı. Görünen bu ama görünen ile gerçeklik aynı şey değildi. Türkiye’nin en büyük metropolü İstanbul’da yapılan savaşa hayır mitingine ve 1 Eylül Barış mitingine toplam katılım 5 -6 bin kişiyi ancak buldu. Bu kitlenin politik duyarlılığı mitinge katılanların dostlar alışverişte görsün misali protokol olarak kerhen katılmalarından kaynaklanmaktadır.
Kendisini En büyük komünist parti olarak görenler kendilerini işçi sınıfının öncüsü olarak görenlerin meydana taşıdıkları genel sayıları en güçlü katılımın bile 500 kişiyi geçmediği olarak ele alınırsa durumun vahimliği ortaya çıkmaktadır.

Bir yanda en büyük komünist partiler olarak burunlarından kıl aldırmayanların yaptıkları eylemlilikler örgütlülüklerinin de gücünü ortaya koymaktadır. Kendilerini dev aynalarında büyük görenler ancak gerçekler böyle günlerde üzerlerine devrildiğinde ayıltmaktadırlar. Ama Türkiye’de devrimci hareketler için bu söz konusu değildir; Bırakın gerçeklerin üzerlerine devrilmesi altında kalıp ezildiklerinin bilincine varamayacak kadar aymaz bir durumdalar.

Devrimci liberalizm budur, zevahiri kurtarmak ve orada bizde vardık demek ancak sağlarsa liberalizmin üstüne ince bir örtü örtmeye çalışır. Savaşa hayır mitingi İstanbul’da devrimcileri liberallerden ayrı durduğunun altını çizmek yerine onlarla eşitledi ne yazık ki. Devrimci hareket gövdesi çapı ve eylemliliğiyle bu miting bir kez daha göstermiştir ki devrimcilerin bastığı toprak kaymış ve gerçeklik üzerlerine devrilmiştir.

Mitinge katılanlar örgütler, sendikalar ve kitle örgütleri dâhil olmak üzere sorumluluk duyan ve kendince bir şeyler yapmaya çalışan devrimci kadrolardır. Onbeş milyonluk bir kentte meydana toplanan Beş bin insan oluşsa oluşsa örgütlerin kadrolarından oluşur. Bu sorumlu kadroların ortaya koyması gereken temel bilinç de bu topraklarda komünistlerin bir araya gelerek güçlü bir biçimde oluşturacağı bir komünist partisinden geçer.

Her kendine komünistim diyenin bir parti kurduğu ve kurduğu partiye devrimci komünistleri davet ettiği bir mecrada durumun vahameti eylemliliklerde ortaya çıkmaktadır. Her zaman olmazsa bile bu eylemler birer ayraç olarak kendisini bu parti davetkârı” komünistlerin gözüne batırmaktadır.

Kürt ulusal hareketinin durumu

Örneğin Newroz’da Şehir dışı bir alana 100 binleri taşıyan ulusal hareket, 1 Mayısta alanlara insan taşımaktan aciz kalırken, savaşa karşı ne yazık ki bu kadar duyarlı değil. Kedi ile çuvala girmeye çalışan ulusal hareketin akıbetinin ne olacağını kestirmek bugünden zor değil. Zira bu savaştan Kürt ulusu için Ortadoğu haritasında emperyalistlerden medet umuyorlar.

Kürt ulusal hareketi savaşa hayır mitingine kendi kitlesini taşımazken 1 Eylül Barış mitingine yaklaşık 3000 kişi taşıyarak bir önceki miting ile bu mitinge yaklaşımındaki farkını ortaya koydu.

Genel olarak Kürt kimliğinin tanınması ve barış ağrılıklı slogan atan kitleye egemen olanda barış talebi meydanda oldukça net görülüyordu.

Ortadoğu’da aradığını bir türlü bulamayan Türk burjuvazisi ve onun resmi sözcüsü Türk medyası ABD’den PKK’ya son verilmesinden orta doğuda kendilerine bir yer açılmasına varıncaya kadar sürekli bir şeyler dilenmektedirler. Hiç olmazsa birkaç PKK’ linin Türklere teslim edileceğini” yazıyorlar.

Ortadoğu’nun bu köşesinde İsrail olmaya özenen Türkiye hâkim sınıfları için ünlü kalemeşörlerinden Yasemin Çongar şöyle yazıyor ve aktarıyor: “20 Temmuz'da istisnai bir zirve gerçekleşti; De Hoop Scheffer, Jones ve ABD Merkez Kuvvetler Komutanı Orgeneral John Abizaid, Kâbil'de buluşup sadece Afganistan'ı değil, bizi de konuştular. NATO'nun tepesi ile ABD'nin iki önemli komutanının gündemindeki sorular, "Türkiye, K. Irak'a operasyon tehdidinde ciddî mi? Bunu nasıl engelleriz?" diye özetlenebilir.

Oysa aynı gün, Brüksel'den gelen üst düzey bir NATO yetkilisi, toplantının ardından, şöyle diyordu: "Böyle bir operasyon, PKK tehdidini bitirmez ve bölgede katmerli sorun yaratır. ABD gibi, diğer NATO müttefiklerinizin de buna sıcak bakmadığından emin olabilirsiniz." Dikkat etmek gerekir: Türk burjuvazisi güç gösterisi yapmak ve bulunduğu coğrafyada “bağımsız bir güç” olduğunu ispat için Türk Özel Kuvvetleri 1979’den 2003-e kadar insanları, Ruslara karşı savaşmak için Afganistan’a gönderiyordu. Türkler, Afganistan için gösteri ve miting düzenliyordu. Bugün aynı Burjuvazi ve onun uşakları, NATO kuvveti olarak eski dostlarına karşı savaşmak için Afganistan’da bulunuyorlar. Kürdistan’a karşı sürekli olarak Musul -Kerkük üzerinden Türkmenleri yıllarca, kullandılar. T.C, kendisini bölgede emperyalist bir güç sayıyor, Tezkere, terör, Filistin, İsrail ve son 15 yılda attıkları her adım bunu sağlamak amaçlıydı. Burjuva basını İsrail’in yaptıklarından söz ederken Faşist Diktatörlüğün yaptıklarını görmüyor. Her ülkenin kendi karşıtlarına karşı kullandığı güç olağan sayılıyor ve buna onların dilinde meşru müdafaadır.

PKK’daki kimlik değişiminden beri Türkiye’deki Kürt ulusal hareketi, artık her türlü anti-emperyalist tutum ve duyarlılığı bir yana bırakarak Amerikancı ve AB’ci çizgide birleşmiş durumdadır. Bu, Türkiye’deki Kürt hareketinde köklü bir tutum ve kimlik değişimidir. Bu tutum ABD emperyalizminin kendi Ortadoğu politika ve plânları çerçevesinde Kürtlere kendi tam denetiminde bir siyasal varlık alanı açma çabasıdır. ABD’nin Kürtler üzerinde oynamak istediği oyun bir farlılık göstermiyor. Tarihte İsrailli Siyonistler Araplara karşı aynı yöntemi izlemediler mi? Örneğin İsrail Hizbullah saldırısı karşısında İsrail’in durumu ile TC. Ordusu PKK çatışması aynı şey olarak gösterilmektedir. Bu tutma destek olan emperyalistlerin tutumuna karşı ulusal mücadele içine yer alanlar nerede durduklarının hesabını verebilecekler midir?

Şu kadarını açık ve net olarak söyleyebiliriz:

Emperyalist ülkelerin desteğinde İsrail'in Lübnan'a saldırısı, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının, ulusların ve ulusal-devletlerin var olma hakkının açıkça çiğnenmesidir. Ulusal-devlet sınırları, eski koloni günlerinde olduğu gibi, emperyalizmin istediği zaman ortadan kaldırabileceği, istediği zaman cetvelle çizebileceği basit çizgiler haline dönüştürülmüştür. Bu nedenle, anti-emperyalist mücadelenin temel hedefi, ülkelerin emperyalist sömürüden kurtarılması ve bağımsız ulusal devletler olarak var olma ve kendi kaderini belirleme hakkının kayıtsız-şartsız tanınmasıdır.

Devrimci dinamik ve devrimcilerin düşü Filistin

Dünya ölçüsünde ve bugünün Türkiye’sinde mücadelenin ve dolayısıyla devrimci hareketin zayıflığı, Kürt ulusal akımlarının emperyalizmin ve siyonizmin tuzağına düşmelerine ve âleti haline gelmelerine uygun bir zemin oluşturmaktadır. Bu zeminin dışında kalanlar, tarihsel ve sınıfsal bir bilinçle hareket etmeyi başararak soluklu davranabilenlerdir. Yazık ki bunlar hâlihazırda çok küçük bir azınlığı oluşturmaktadırlar.

Diğer yandan devrimci sol hareket içinde burjuvazinin gündeminin dışın taşmayan ve sınırını hep burjuvazinin belirlediği bir propaganda ve ajitasyon çalışmasından öteye gidememektedir. Son İsrail protestolarında Türkiye 1970’lere döndü. Filistin davasında devrimci gruplar yine sokaklara döküldü. 1970’lerde de Filistin davası, anti emperyalizmin simge savaşlarından biri olarak Türkiye solunun ajandasında başı çekerdi.

Arap ülkeleri de “sol tandanslı” Filistin hareketini “Arap davası” ve “anti-Siyonizm” uğruna bağırlarına basmıştı. Ne zamanki dünyada sol çöktü, Filistin davası da iyice Araplara ve Müslümanlara kaldı. Şimdi “nostaljik dönüş”le, Türk solu sokaklara çıkarak yine Filistin davasına el attı.
Devrimcilerin mecrasında Filistin ve Kürt sorunlarını Ortadoğu’nun temel önemde iki devrimci dinamiğidir. Gelinen yerde Kürt sorunu için ileri sürmek artık eskisi kadar kolay değildir. Tam tersine, Kürt sorunu, Ortadoğu’nun karmaşık ilişki ve dengeleri içinde, yukarıda belirttiğimiz gibi emperyalizm tarafından kolayca istismar edilebilen bir sorun haline gelmiştir.

Oysa Filistin sorunu, Kürdistan sorunundan farklı olarak, Orta doğu’ya yönelik emperyalist politika ve plânların önünde ona bu niteliği kazandıran, Siyonist ideoloji ve projenin kendisidir. “Halksız bir vatan” saydığı Filistin’e “vatansız bir halk”ı yerleştirmeyi kendine temel hedef olarak seçen, Emperyalizmin çok yönlü desteğiyle devlet kimliği kazanan Siyonist hareket, Filistin halkının kendi öz topraklarından kitlesel çapta sürülmesi ve herşeye rağmen tutunmayı başarabildiği sınırlı bir alanda 35 yıldır her türlü zulme katliama ve vahşete rağmen direnmektedir.

Bu olgu, Filistin sorununu, Siyonist İsrail’den öteye bizzat emperyalizmin kendisiyle de karşı karşıya getirmekte, onun nesnel devrimci niteliğini evrensel bir çerçeveye oturmaktadır. Filistin sorununun çözümü orta doğuda Emperyalizm kovulmasıdır. Bu olmadan Filistin halkının haklı ve meşru talepleri net bir çözüme ulaşamaz.

Bugün Filistin direniş hareketi içerisinde uzlaşmacı burjuva akım ile dinsel gerici akım etkin durumdadır. Filistin halkının özgürlük ve bağımsızlık mücadelesini devrimci anti-emperyalist bir çizgide savunan ve siyonizmi karşıtlığını Yahudi halkına düşmanlıktan net bir tutumla ayıran, dahası Filistin emekçileriyle Yahudi emekçilerinin devrimci birliğini hedefleyen akım son derece güçsüzdür, sesi neredeyse hiç duyulmamaktadır. Bu, başka nedenler yanında, ‘89 yıkılışını izleyen tarihi gelişmelerin Filistin hareketi üzerindeki yıkıcı etkisinin bir sonucudur.

Fakat öznel unsurlar alanındaki bu belirgin zafiyete rağmen, işaret ettiğimiz özellikleri nedeniyle, Filistin sorunu nesnel devrimci karakterini korumaktadır. Bundan dolayıdır ki Filistin davası tüm dünya halklarının, ilerici ve devrimci güçlerinin haklı desteğini almaktadır. Yine aynı nedenlerle, Filistin direnişi, güncel emperyalist politikaların, somut olarak Irak’a karşı emperyalist bir savaşın önünde, etkisizleştirilmesi kolay olmayan bir engel olarak durmaktadır.

1920 yılında Komintern tarafından onaylanan Lenin'in ulusal sorunlar karşısında proletaryanın tutumuna ilişkin olarak yaptığı şu saptamalar gerçeği açıkça ortaya koymaktadır:

"Geri ülkelerdeki burjuva-demokratik hareket sorununu özellikle vurgulamak istiyorum. Bu sorun bazı görüş ayrılıklarına yol açmıştır. Komünist Enternasyonal'in ve komünist partilerin, geri ülkelerdeki burjuva-demokratik hareketi desteklemeleri gerektiğini ifade etmenin, ilke ve teori açısından doğru mu, yanlış mı olduğunu tartıştık. Görüşmemizin sonunda, 'burjuva demokratik hareketten' çok, ulusal devrimci hareketten söz etmeye oybirliğiyle karar verdik... Burjuva-demokratik hareketten söz edersek, reformcu ve devrimci hareketler arasındaki bütün farklılıkları ortadan kaldırmış olacağımız itirazı öne sürülmüştür. Oysa emperyalist burjuvazi, boyunduruk altındaki ülkelerde de reformcu bir hareket aşılamak için elinden gelen her şeyi yaptığı için, geri ve sömürge ülkelerde bu farklılık son zamanlarda çok açıkça gözler önüne serilmiştir. Sömüren ülkelerin burjuvazisiyle, sömürge ülkeler burjuvazisi arasında belli bir rapprochement (uzlaşma) görülmektedir. Öyle ki, ezilen ülkeler burjuvazisi, sık sık -belki hemen her durumda- bir yandan ulusal hareketi desteklerken, bir yandan da emperyalist burjuvaziyle tam bir uyuşum içindedir, yani bütün devrimci hareketlere ve devrimci sınıflara karşı emperyalist burjuvaziyle güç birliği yapmaktadır. Bu durum, komisyonda reddedilemeyecek biçimde kanıtlandı ve biz, tek doğru davranışın, söz konusu farklılığı dikkate alarak, hemen her durumda 'burjuva-demokratik' terimi yerine, 'ulusal-devrimci' terimini koymak olduğuna karar verdik. Bu değişikliğin önemi şuradadır: Komünistler olarak biz, sömürgelerdeki burjuva-kurtuluş hareketlerini, bu hareketler ancak gerçekten devrimci olduğu ve bizim, sömürülen yığınlarla köylüleri devrimci bir ruhla örgütleyip eğitme çalışmalarımızı engellemediği ölçüde desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz."[1]

Sendikaların tasfiyesi ve sendikal kriz

2. dünya savaşı sonrasında pazarın daralması ve kar oranlarındaki düşüşle birlikte kapitalizm yeni yapılanma içerisine girme zorunluluğu ile baş başa kaldı. Sermaye birikiminde yavaşlama, krizlerin getirdiği tıkanıklar ve krizlerin en uç pazardan merkeze doğru geri tepmesiyle sermayenin sistematik problemleri karşısında uygulamaya sokulan yeni ekonomik program, bütün emperyalistlerin ve işbirlikçi iktidarların ortak programına dönüşmüştür. Bu ekonomik program, siyasî ve sosyal dengeleri yeniden sermaye için biçimlendirmeyi ön görmektedir. Standartlaştırma ve birbirine benzeştirme aynı zamanda programın uygulanabilmesinin de koşuludur.

Reformist sendikalar, kapitalist ülkelerde, burjuva demokratik yapılar içerisinde siyasal sosyal dengelerin oluşturulmasındaki eski rollerini de kaybetmişlerdir. Geleneksel sendika yapıları çökmektedir. Nispî ve mutlak artı-değer sömürüsünü had düzeyde artırmayı, sermaye birikim ve hızlı artış süreçlerini engelleyen tüm bağlardan kurtulmayı amaçlayan ve bunun için stratejik bir saldırıyı örgütleyen emperyalist burjuvazi sendikaların önceki var oluş koşullarını ortadan kaldırmaktadır.

Bundan dolayı salt bir ekonomik program olarak değil emperyalistler ve işbirlikçi hükümetlerin merkezi ve eşgüdümlü stratejik olarak düzenlenmiş kapsamlı bir siyasal saldırı plânıyla birlikte sürdürülüyor. Önceki siyasal sosyal dengeleri de çözerek ve dağıtarak uygulanmakta olan ekonomik ve siyasal saldırı programı karşısında hiç bir direnen güç istememektedir. İlk elden İşçi sınıfı cephesinde ekonomik mücadele araçlarını ve sınıfın mücadele okulları olan sendikaları sistemli bir biçimde,  işçileştirilmiş sendika-toplu sözleşme-grev mekanizmasını da fiilen tasfiye ediyorlar.

Sendika ağalarının, yeni sisteme uyum gösterme gayretkeşlikleri ve salya-sümük akıtarak yalvarışlarına karşın tasfiye ve imha saldırısı kesintisiz bir şekilde sürüyor. Son aşamasına gelinen özelleştirme saldırısıyla birlikte devlet fabrika ve işletmelerinde örgütlü olan sendikal örgütlülüğün ana gövdesini hatta neredeyse bütününü oluşturan sendikalar da hızlı bir etkisizleşme ve çözülme sürecine girdiler. Bir hareket üzerinden gelişen, uzun bir mücadele süreci sonrasında kazanımlarıyla birlikte kendisini ileriye doğru örgütleyemeyerek kapsamlı bir yeni saldırı ile karşı karşıya iken bir duraksama, gerileme ve iç dağınıklık içerisine giren emekçi memur hareketinin bu durumu da göz önüne alındığında işçi sınıf cephesinde sıkı bir kriz yaşanmaktadır. Toplam işçi sayısında kitlesel artışlar olmasına karşın sendikalı işçilerin toplam kitlesinde azalma ve hızlı bir düşüş yaşanmaktadır.

Bölüşüm ilişkilerinin de yeniden düzenlenmesini içeren bu saldırı, işçi sınıfının nispî ücret artışı ve sosyal hakları içeren kazanımlarını da yok etmeyi amaçlamakta, bunun için karşısında bir mücadele güç ve potansiyeline sahip sınıf örgütü kimliği taşıyan temsili bir kurum dahi bırakmak istememektedir.

Sermayenin yeni yapılanması ile birlikte karşısındaki sendikal yapıları tasfiye ederek toplu sözleşmeler yerine, işyeriyle sınırlı, grupsal ve bireysel sözleşmeye dayalı yeni bir akit düzenine doğru geçilmektedir. Burjuvazi kendi tarihinden ilk sanayinin ortaya çıktığı dönemdeki yarı köle durumunda olduğu serflikten kurtulmuş, işgücünü serbestçe kiralayabilme özgürlüğüne sahip işçi ile sözleşme yaptığı döneme denk gelen bir yapılanma istemektedir.

Bugün bireysel sözleşmeler, performans ödemeleri ile birlikte sözleşmeli çalışma olarak dayatılmaktadır. Bu saldırıyla birlikte işçi sınıfı örgütsüzleştirilerek ve mücadele haklarından yoksun bırakılarak en geri ve ağır koşullarda çalışma ve yaşamaya mahkûm edilmek istenmektedir. İşçi sınıfı sermayenin tarihinin derinliklerinden bulup çıkardığı bu saldırısına aynı tarihsellikle, eskisinden de köklü ve kapsamlı bir yanıtla, onu bir kez daha tekrarlamasına fırsat vermeyecek bir biçimde örgütlenerek ve örgütlenmesini daha da güçlendirerek karşılık vermek durumundadır.

İşçilerin birbirleriyle ilişki kurmalarını önleyen, aralarındaki bağları kopartan üretimin parçalanması (fason üretim, işin bazı bölümlerinin taşeron firmalara yaptırılması, bir ürünün üretiminin ayrı parçalara ayrılarak coğrafî ve yönetim olarak birbirinden ayrı, farklı kapitalistlere ait fabrika ve işyerlerinde gerçekleştirilmesi), bir ürünün üretimi süreci içerisinde farklı üretim kollarının iç içe geçmesi, işçileri bir değil birçok kapitalistle karşı karşıya bırakan bu durum ve sınıf içerisindeki heterojenliğin çalışma koşulları ve ücret düzeylerinde, beklenti ve istemlerde ortaya farklılıklar çıkarmıştır.

Üretimin örgütlenişindeki değişim, işyeri ve işkolu temelinde örgütlenmiş geleneksel sendikal yapıları ve işçi örgütlenmelerini etkisizleştirmekte ve çözmektedir. Üretimin önceki örgütlenişi; Fordist üretim düz aşamalı ve tek biçimli, standart ve zincirseldi. Daha homojen ve standart bir fabrika üretim örgütlenme modeli vardı. İşkolları arasındaki ayrımlar da daha netti. Sendikalar da buna uygun bir şekilde iş kolu düzeyinde, dikey bir yapıda örgütleniyorlardı. Üretim, fabrika içinde ve dışında daha parçalı hale gelip, dağıtıldığı gibi, bir ürünün nihaî üretimi en az birkaç sektörün daha katkı ve katılımlarıyla gerçekleşir hale getirmiştir. Ürün tasarım ve bilgisinin önem kazandığı, kol-beden işçiliğinin neredeyse eşit dağıldığı üretimde, bir bütün olarak sermayenin karar ve kontrol süreçlerindeki hâkimiyetinin artması, üretimin örgütlenmesindeki değişimin belirtilen etki ve sonuçları, sendikaları ve sınıf hareketini çözen başlıca faktörlerdir.

Yeni tarza karşı örgütlenme koşulları var mıdır?

Kapitalizmin yeni yapılanmasına ve üretimdeki yeni örgütlenmemsinin yarattığı dağıtıcı bozucu etkiyi yenmek ve yeniden örgütlenmek mümkün müdür? Sorusuna acil cevap vermek proleter devrimciler için büyük önem taşımaktadır. Önceki mücadele ve örgütlenme biçimlerini etkisiz kılan bu durum, işçi sınıfı hareketinin ve sendikaların yeni bir temelde örgütlenmesinin zorunluluğunu da göstermektedir.

Üretim parçalı ve dağınık olması karşısında üretim tek elde ve merkezîleşmektedir. Burjuvazi üretimi yeniden örgütleme çabasına karşılık karar mekanizmasında hala kendisinin durması ısrarı onun yumuşak karnını oluşturmaktadır. Bu yumuşak karın aynı zamanda toplumsal olarak büyüyen ve gelişen üretim hala tek elde merkezîleşmektedir.

İşçi sınıfının düşüncelerini bulanıklaştıran çok kapitaliste karşı karşıya kalmak ve “merkezin bilenemezliği” yalanları açığa çıkarılmalıdır. Üretimin dağılıp çok paçalı olmasının bir avanajı da her yerde kapitalizme karşı savaşmak ve ona darbeler vurmayı mümkün kılmaktadır.

İşçi sınıfının farklı iş kollarında olmakla birlikte çalışma ve yaşam koşulları, ücret düzeyleri açılarından benzer koşullarda olan kesimlerinin ortak talepler etrafında örgütlenmelerini ve birlikte eylemlerini olanaklı kılmaktadır. Özellikle aynı üretim birimi için çalışan taşeron ve taşeron altı işçilerin birlikte örgütlenmesinin önü açılmıştır. Zira biçimsel sektörler kendi altlarında parçalanarak alt enformel sektörler yaratmaları alt sektörlerin aslında üst sektör için çalıştığının bilince çıkarılmasını sağlar.

Meta üretiminin nihaî, hedefi pazar için üretimdir üretim kimin için nasıl yapıldığının takip edilmesi gereksizdir. Mutlak olan üretilen ne olursa olsun metadır ve Pazar için üretilmektedir. İşçi sınıfı için kapitaliste ve kapitalizme karşı mücadelesi pazara çıkacak üretimin engellenmesine dönük olmalıdır. Sendikaların üretimi durdurma gücünü ellerinde tutabilmeleri toplu pazarlık ve grevlerin başarısı için, üretiminin bütün safhalarını bilmeleri gerekmez. Üretimin nihaî gerçekleşmesinin Pazar için olduğu bilinciyle katı iş kolu ayrımlarını aşan ve alt sektörleri de kapsayan yatay bir mücadele ve örgütlenme yaklaşımını ortaya koymalıdırlar.

Bu aynı zamanda üretimin parçalanması karşısında gerek yerel gerek uluslar arası plânda anı üretim kolu için çalışan işçiler arasında bağ kurmayı ve onları bu noktada bir araya getirerek aynı merkezi işaret etmeleri anlamında da önem içeriyor.  Farklı sektörleri kapsayan, ülke ve uluslar arası düzeylerde birlikte grev ve direnişleri örgütleyebilecek işlevselliğe sahip yeni örgütlenme model ve stratejilerinin geliştirilmesi gerekiyor.

Özellikle alt sektörlerde çalıştırılan büyük çoğunluğu geçici işlerde, iş güvencesinden yoksun, daha düşük ücretle ve daha kötü ve daha ağır koşullarda, sigortasız-sendikasız çalışmak zorunda bırakılan kadın, çocukların özgül taleplerini ifade eden ve sınıf eyleminin organik bir parçası haline getiren bir yaklaşım ve işsizlerin örgütlenmesi; herkese iş ve çalışma olanaklarının yaratılması ve işsizlik sigortası için mücadelenin de bizzat sendikalar tarafından yaratılması gerekmektedir.

Çok büyük sayılarda işsiz kitlelerin varlığı, az vasıflı ve orta vasıflılıktaki emek türlerinin ülke düzeyinde ve küresel ölçeklerde kolaylıkla bulunabiliyor oluşu ve vasıflı yeni emek türlerinin de vasıfsızlaştırılması yönünde sürecin işlemesi, ücretlerin sistematik olarak düşürülmesini sınıfın bütün kesimlerini etkileyen ve ilgilendiren ortak bir sorun haline getiriyor emeğin korunması mücadelesi, işçiyle birlikte ailesini, sınıfın bütün bölüklerini ilgilendiren bir mücadele olarak yürütülmelidir.

Emeğin korunması mücadelesi, sadece fabrika ve iş yerlerinde işçi sağlığı ve çalışma koşullarının iyileştirilmesiyle de sınırlı bir mücadele değildir; işçinin ailesiyle birlikte barınma, beslenme, sağlık, eğitim, kültürel gelişme, ulaşım, iletişim, yaşam çevresi, gelecek, hepsini kapsayan sosyal ve bireysel haklar bütünlüğünü de içerir. Bunlar, günümüzdeki ekonomik, sosyal gelişim düzeyinde, iş gücünün yeniden üretimi için zorunlu haklardır. İşçinin ücretini ailesini de dışta bırakarak yaşamını en alt düzeyde sürdüreceği asgarî ücretle sınırlandıran saldırıya karşı işçi ve ailesinin sadece ekonomik değil sosyal ve kültürel gelişim gereksinimleri de ileri süren bir mücadele ve bunların tekrar ve daha ileri düzeyde kazanılması gerekmektedir. Bu aynı zamanda işyeri ve semti birbirine bağlayacak ana dişli olma görevini de üstlenecektir. Böylelikle iş birimlerinden semtlere semtlerden iş birimlerine doğru örgütlenmenin de önünün açılmasını sağlayarak işçi sadece iş biriminde sıkışıp kalan bireyler topluluğu olmaktan çıkar.

Sadece ücretler ve fabrika koşullarıyla sınırlı olmayan, işçi ve ailesinin yaşam koşullarının bütün yönleriyle iyileştirilmesini içeren bir mücadele, işçinin yaşam alanını ve çevresini de içermelidir.

Bu yön ve içerikteki örgütlenme ve çalışmalar, kapitalist düzene vatandaş bireyler kazandırmak için işçilere etkili iletişim kursları adı altında “mesleksel ve kültürel eğitim”ler yanında nasıl iyi birer anne baba olunur” gibi sivil toplumcu kurslar veren çağdaş sendikacılıkla mücadeleci sendikacılık arasına net çizgiler çekmek önem kazanmaktadır.

Yeni dönem sendikacılığı içinde memur sendikaları da dâhil olmak üzere kendi içlerindeki iş kolu düzeyindeki parçalanmışlığa son vererek

İşkolu ve işyeri ayrımı yapmadan bölgesel-yerel düzeyden başlayarak işçi ve memur sendikalarını bir bütün olarak kucaklayacak bölge birlikleri/kurulları, sanayi bölgelerinde işçi birlikleri, işçi koordinasyonları, aynı bölgedeki memur ve diğer ezilen sömürülen birlikleri oluşturulmalı ve sendikalarda bir araya getirilmelidir. Yatay, esnek, sınıfı farklı düzeylerden saran sorunlarına ortak noktaları yakalayıp merkezden dışa doğru sorunlara daha geniş açılı çözüm arayan, bazen tek bir sorunun çözümü için örgütlenen çeşitli tipte sınıf örgütlülükleri geliştirilmelidir.

Bugün sanayi havzalarında çalışan işçiler aynı fabrika veya işletmenin çatısı altında daimi ve geçici işçiler; taşeron işçileri, sözleşmeliler. hatta ayrı ayrı kapitalistlere bağlı olarak yer alabiliyorlar. Aynı birime hizmet götüren elektrik işletmesi memurları ve işçileri iletişim işçileri ve memurları veya maliye memurları gibi memur kesimleri de aynı kapitaliste/kapitalistlere hizmet etmektedirler. İşçilerin büyük bir bölümü sendikasız ya da ayrı sendikalarda örgütlü olabiliyor. Tümünü kapsayacak biçimde fabrika/işyeri meclis ya da kurulları oluşturulmalıdır.

Sınıfın içerisindeki meslek-statü, gelir düzeyi ve çalışma koşullarına dayalı ayrımlar ne olursa olsun bir bütün olarak sermaye karşısında sınıfın çıkarları ortaktır. Sınıfın bu perspektif dâhilinde örgütlenmesi, verili durumdaki iç bölünme ve rekabeti aşmak ancak ortak ve genel talep ve hedefler üzerinde bileşilerek olur. Bu, sınıf hareketinin siyasal mücadele düzeyine yükselmesinin gerekliliğini gösterir. Dünya çapında standartlaştırma ve benzeştirme operasyonları ve üretimin yeniden örgütlenişinden ibaret değildir. Artı-değer sömürüsünün artırılması ve yoğunlaştırılması üzerine kurulu olan saldırı, emperyalist ülke ve tekellerin hâkimiyetindeki uluslararası kurumlar ve devletler tarafından yönlendirilen ve yönetilen stratejik bir ekonomik ve politik programın uygulanması temelinde kapsamlı bir saldırı olarak yürütülmektedir.

Bu kapsamlı saldırıda büyük burjuvazi üretimin parçalanmasıyla beslediği orta sınıfların da desteğini alarak sınıf mücadelesinin, grevlerin ve direnişlerin etkisiz kılınmasıyla, işçilerin üretim sürecine, yeniden yapılanmaya uygun olarak üretimi kesintisiz kılacak ve artıracak bir performansla katılmaları hedeflenmekte ve sağlanmaktadır. Sistemin saldırısını politik ve ekonomik düzeylerde merkezîleştirerek ve şiddetini artırarak gerçekleştirdiği koşullarda, işçi sınıfının bu düzeydeki saldırı karşısında, neredeyse tümüyle savunmasız ve etkisiz kalmasının başta gelen nedeni, ekonomik ve siyasal mücadelenin ayrılması, siyasal mücadelenin sınırlı reform talepleri düzeyine indirilmesi kendisini işçi partisi veya örgütü olarak görenlerin de sendikacılık eğilimlerinin güçlenerek politik mücadeleyi de sendikalar üzerinden sürdürme çabaları da eklenince ortaya çıkan manzara politikadan kaçan sendikalar, sendika olmaya çalışan politik örgütler karmaşasında, sendikaların reformist uzlaşmacı eğilimlere bırakılması ve sendikaların kendilerini yalıtarak kurumsal olarak düzenin parçaları haline gelmeleridir.

Siyasal bir perspektif ve stratejiye sahip olmayan politik örgütlenmelerin, ekonomik-sendikal mücadele anlayışının günümüzde hiçbir başarı şansı olmadığı ortadadır. Sermayenin emek üzerindeki baskı ve saldırısını ağırlaştırdığı, işçi sınıfını dağıtıp sindirmeye, çalışıldığı koşullarda sınıfın mücadele tarihindeki örneklerde de görüldüğü gibi, ancak bu saldırılara karşı bir sertlikle yanıt veren direnişçi ve militan bir sınıf hareketi başarıya ulaşabilir.

Devrimci sınıf sendikaları, kendi başlarına kapitalist sömürüyü yok etmek, onu sona erdirmek için, proletaryanın tam kurtuluşu için mücadele edemezler. Bunun için, sınıf sendikaları emek/sermaye çelişkisini merkeze koyan bu çelişkinin çözümü hedefleyen komünist bir partinin perspektifiyle mücadele yürütürler. Devrimci sınıf sendikacılığı çizgisine damgasını vuran, genel olarak “halk“, “ezilenler“, “toplumsal hareket” gibi farklı sınıfları içerisinde barındıran kategoriler değil işçi sınıfıdır. Proletarya hareketinin bağımsızlığı, halkçılık çizgisine karşı ısrarlı duruşla korunmalıdır. Dolayısıyla, sınıfın tam kurtuluşunu sağlayacak emek-sermaye çelişkisinin çözümü için mücadele eden komünist partisi çizgisi, sınıf sendikalarını sadece burjuva reformist sendikalizmden değil, “toplumsal hareket sendikacılığı“, “ezilenlerin hareketi” gibi halkçılığın yeni versiyonu olan kategorilerden de ayırır. Sınıf içi bölünmeleri aşmanın en etkin ve birleştirici biçim ve düzeyi, sınıfın tam kurtuluşu için yürütülecek mücadele, politik mücadeledir.

Mücadelenin biçim ve kapsamı

Üretimin parçalanması ile birlikte aynı fabrika içinde bile yapılan üretim içinde karşı konulacak kapitalistlerin sayısının artması ve işçi sınıfının küçük birimlere parçalanması ile birlikte sermayenin eline geçen en büyük kozlardan birisi grev ve direnişlerin etki ve önemini yitirmesidir. İşçi sınıfı ardı ardına alınan çok sayıda yenilgiden ve uzlaşmacı sendikaların sürekli olarak mücadeleleri siteme içselleştirmeleri karşısında sonra âdeta grev ve eylem yapamaz hale gelmiş; bu, sınıfın hak kayıplarını hızlandırdığı, her dönemde daha fazla hak kaybına uğramamak için haklarından bir bölümünü kaybetmeye rıza göstermesine yol açtığı gibi, işçi sınıfına ait bir silâh olarak grevin kullanılmayışı sınıfın iç çözülümünü hızlandırmıştır.

Ortaya çıkan görünümün ürünü olan “yeni toplumsal hareketler” ”çokluk” gibi kavramlaştırmalarla da ifade olunan yeni “sınıf”  ve halkçılık dünün köylü, yarı-köylü, bugünün yarı-köylü varoş devrimciliği üzerinden gerçekleştirilen teoriler, sınıf dışı sıra dışı öğelere yaslanan Marcus‘cü ve halkçılığa yaslanan önceki teoriler gibi içerik taşımaktadır. Bu tarz mücadeleyi kitle hareketi ve kitle örgütlenmesi olarak gören ve sınıf mücadelesini öz olarak dıştalayan örgütlenmeyi savunan güçlerin mücadele çizgileri ister istemez düzen içi muhalefet olmanın ötesine geçemedikleri ve geçemeyecekleri bir noktaya varır.

Devrimci ezilen perspektifiyle getirilmeye çalışılan radikalizmin stratejik perspektif geliştiremeyen ve dar bir çizgiye hatta kendi içine hapsolan etkisiz karşı çıkışlarına ve kendiliğinden radikal çıkışlara rağmen, derinleşen devrimci mücadele krizi ile birlikte sisteme teslimiyet artmakta, etkisini genişleten ve derinleştiren kapitalist ilişkilerin içinde kaybolunmaktadır.

Kendinde sınıftan, kendi için sınıfa doğru gidişte mücadelenin grev ve direnişlerin sınıfın bilincinin gelişiminde önemli bir yeri vardır. Ekim devrimi sonrasında ortaya çıkan politik durumda modern revizyonizm sendikaları da yanına alarak sınıf mücadelesini sisteme içselleştirmesi, devrimci bir politik stratejiden, sendikal, hatta sosyal ve siyasal mücadelelerin sonucunda kazanılan her hak da işçileri varolana bağlı kılmanın, sisteme daha bağlı ve bağımlı hale getirmenin aracı haline getirildi.

1980′ erin başından itibaren, sermaye devlet politikalarıyla, sistemli bir ekonomik ve siyasal saldırı yürütüyor. Bu durumda onu püskürtmenin tek yol ve biçimi militan siyasal direniş ve genel grev çizgisiyken kendisini işçi sınıf partisi sayanlar ve sınıf sendikacılığı yaptığını iddia edenlerin, sistem içi icazetçi muhalefet çizgisinin ötesine geçmedikleri gibi uyum ve standartlaşma politikalarına uyum gösterip yeniden yapılanma içerisinde yer bulma arayışına girdiler. Kapitalizme eklemlenmiş sendikal çizgiyle “ücret sendikacılığı yapmama“, “işçilere mesleksel, kültürel eğitim vererek yetilerini geliştirme“, “kapitalist üretime istikrar kazandırma ve üretimi artırarak pay alma” tarzı yaklaşımlar kendiliğinden standartlaşmayı kabul etmektir.

Geçirdiği krizlerle batma noktasına gelmiş İngiliz ekonomisini sıkı ekonomik politikalarla ayağa kaldırmak için başa geçen Margaret Thatcher, 1985‘deki İngiliz madencilerinin zorlu ve güçlü direnişine devletin bütün gücünü kullanarak saldırmıştır. Maden işçilerinin özveriyle ve yiğitçe sürdürdükleri uzun grev, geniş bir halk desteği de almasına rağmen karşı saldırının büyüklüğü karşısında uluslararası destek bulamadığından yenilgiye uğradı. Sadece ekonomik düzeyde değil merkezi olarak yürütülen devlet politikalarıyla kapsamlı ve sistematik bir siyasal saldırı olarak da uygulanan politikalar karşısında direniş, işçi sınıfının diğer emekçi sınıfları da peşine taktığı bir siyasal eylem düzeyine çıkamadığı için sınırlı kalan, direnişler ayrı ayrı ve birbirinden kopuk gerçekleştiği için yenilgiye uğradı, uğruyor. Başta Avrupa ülkeleri olmak üzere ekonomik-sendikal, siyasal, sosyal mücadelelerde büyük tecrübe birikimine, ekonomik, sosyal, siyasal pek çok kazanıma sahip olan işçi sınıfının giderek artan hak kayıplarına uğramasına yol açan, sendikal hareketi gerileten, tasfiyeye doğru götüren süreç de budur.

Yeni bilimsel buluşların teknolojiye uyarlanması ve bu teknolojilerin üretim süreçlerine sokulması, üretimin örgütlenişini değiştirmektedir. Üretim alanından başlayıp genişleyen büyük bir dönüşümdür bu. Yepyeni üretim dalları ortaya çıkmakta, üretim dalları arasındaki önem ve öncelik sıralaması değişmekte, üretim bütünüyle yeni bir temelde ve yeni bir biçimlenişle örgütlenmektedir. Bilgisayarların üretimin teknik altyapısına yerleştirilmesi, kafa ve kol emeği arasındaki açıyı daralttığı gibi üretim, kontrol ve denetim süreçlerinin bütününde, kapitaliste, belirleyici ve stratejik bir üstünlük kurma ve üretimi bütünüyle buna uygun yeniden biçimlendirme olanağını da kazandırmaktadır. Bu üstünlük diğer yandan, üretimin yeni bir temelde örgütlenmesini gerçekleşmesine de olanak sağlamaktadır.

Bu, üretimi parçalara ayırıp üretim süreçlerinin de bölünmesi ve birbirinden ayrılmasıyla (fabrika içi-dışı, bir ülkede veya ülkeler arasında) gerçekleştirmenin koşullarını sağladığı gibi, üretim sürecinin üretim öncesi ve sonrasına, pazar süreçlerine bağlanmasının koşul ve olanaklarını da yaratmakta, bunların toplamı kapitaliste daha üst bir stratejik hâkimiyet kurma olanağını kazandırmaktadır. Üretimde ölçek değişimleri, üretimi parçalara ayırarak gerçekleştirme, üretimi farklı bölgelere ve ülkelere kaydırarak gerçekleştirme, genel bir eğilim olarak üretimin işgücü fiyatının en düşük olduğu ülkelere doğru kaydırılması, işçi sınıfının yeni oluşum süreci gibi, kapitaliste dönemsel-tarihsel stratejik bir üstünlük ve esneklik kazandıran, her biri kapitalist sınıf için başlı başına bir avantaj olan işçi sınıfının aleyhine birçok faktör de bulunmaktadır bu süreçte.

Bununla birlikte, bütünüyle kafa emeğine dayalı veya kafa emeğinin ağırlıkta olduğu yeni bazı iş birimlerinde nitelikli emek sahibi işçileri de üretim sürecinde belli bir süre ayrı ve ayrıcalıklı konumlandırmaktadır. Bununla birlikte orta nitelikte, hatta daha nitelikli emek türleri daha alta doğru itilmekte, niteliksiz emekle birlikte bu emek türleri de hemen her yerde bulunabilir hale gelmektedir. Kol-beden emeğine dayalı emek türlerinin, geleneksel makine işçiliğine dayalı nitelikli emek türlerinin konum kaybı -ayrıca sektörel hiyerarşideki değişiklikler- üretim süreçlerinde oynadıkları roldeki değişim mücadeleye yansımakta; sadece onların katıldığı grev ve direnişler yetersiz kalmakta, etkin darbeyi indirememektedir. Grev ve direnişlerin günümüzde ve gelecekteki başarısı, sadece üretim alanında değil üretiminde bağlı olduğu sosyal hizmet alanlarındaki, üretim, kontrol, denetim ve dağıtım süreçlerinin bir arada örgütlenmesine ve mücadeleye katılmasına bağlıdır. Şalterler indirilmesi veya bilgisayarların durması yanında çöpler toplanmamalı elektrik şebekesi çalışmamalı iletişim koparılmalı ve ulaşım durmalıdır; grev ve direnişlerin başarısı bunlardan ayrı düşünülemez.

Grev ve mücadelelerin yeni örgüsü bunların her birini ve bütününü göz önünde tutarak kurulmalıdır. Grev ve direnişler, parçalı üretim yapılan işyerlerinin hepsinde birlikte örgütlenmeli, grev ve direnişler, sektörel grev ve direnişler, işyerleri ve sektörel farklılıklar olsa dahi ücretler ve çalışma koşullarının, pek çok sınıfsal sorunun ortak paydalar oluşturduğu direnişleri, uluslararası tekellerin örgütlendikleri her ülkeyi ve sektörlerin bütününü kapsayan grev, direniş ve dayanışma eylemleri olarak sınıfın bütününü kapsayan paydalar üzerinden gerçekleştirilecek grev ve direnişler, politik grevler, genel grevler olmak üzere örgütlemekle karşı karşıyayız. Önümüzdeki süreçte grev ve direnişlerin başarısı, üretim ve bağlantılı süreçlerin bütününü durdurabilme, yerelliği aşan, aynı üretim içinde diğer ülkelerdeki parçaları ile sınıfsal ve toplumsal destekler oluşturabilen, direngen ve kararalı sınıf militanlığı olacaktır. Bir mücadele silâhı olarak önceki biçimiyle etkisini yitiren grevin tekrar etkin bir sınıf silâhı haline gelebilmesi, onun yeni bir temelde tanımladığımız bir tarzda ve geniş bir perspektif içerisinde örgütlenmesine bağlıdır.

Bu sınıf örgütlenmesi, geleneksel işçi örgütlenmesinde ve sendika örgütlenmedeki işyeri, sektörel ve ulusal sınırlılıkların aşılmasını içeren, bir yaklaşımı da gerektirdiği gibi, dar ve sınırlı bir ekonomik mücadele çizgisini aşmış, uluslararası plânda diğer işçi örgütleri ve sendikalarla ortak eylemlilikleri ve bunların kaçınılmaz ve zorunlu politik sonuçlarını önden kucaklayabilecek bir örgütsel perspektifi de gerekli kılar. Ekonomik mücadelelerin ekonomik mücadeleyle sınırlı kalan bir bakış açısıyla kazanılabilmesinin koşulları kalmamıştır.

Sınıfa yeni katılan kafa emeğine dayalı emek türlerinin boyutlandırdığı sınıf içerisinde bölünmeye yol açan ücret, statü, çalışma yer ve koşullarındaki büyük farklılıklar ve bunlardan kaynaklı ayrımlar, sınıf içi kademelenmelerden doğan farklılıklar, günümüzde, kapitalistin elindeki en etkin silâhlardan biridir ve sınıf hareketinin başarısı bu yeni duruma uygun, sınıf içerisindeki boyutlanan bölünmeyi aşacak örgütlenme ve mücadele biçimlerinin geliştirilmesine bağlıdır. İşçi sınıfının, bir bölümü de henüz sınıf oluşum süreçlerinin başlarında olan farklı özellikler gösteren bölüklerinin, kesimsel nitelikte ve özellik farklılıkları içeren birbirinden ayrı istemleri temelinde örgütlenmeleri ve mücadele etmeleri, yeni bir örgütsel perspektif olarak düşünülmelidir. Yeni sendikaların önceki sektörel ve işyeri temelinde örgütlenmesinden farklı, onu dıştalamayan yatay ve dikey olanın birleştirileceği yeni bir örgütlenme perspektifidir.

Sermayenin en vasıflı emek türleri dâhil her türden emeği vasıfsız emek türüne doğru dönüştürme yönündeki dürtüsü, bu süreçte artmış olan sınıf içi kademelenme ve ayrımlara yeni bir homojenlik kazandırma yönünde ilerleyecektir. Dünün üst vasıflılıktaki bazı emek türleri -makine, inşaat gibi geleneksel sektörlerdeki mühendis ve mimarların emekleri gibi- orta vasıflılıktaki emek olmaya doğru gerilemişlerdir. Bugünün üst vasıflı yeni ve az bulunur bazı emek türlerini de sistem mühendis ve uzmanları gibi nitelikli emeklerinde sonu benzer bir gelişim beklemektedir.

İşçi sınıfı içerisinde vasıf, statü, gelir düzeyleri bakımından farklar olsa da, kapitalist düzende işçi sınıfının çıkarları bir bütün olarak burjuvaziyle çatışmaktadır. İşçi sınıfı mücadelesi, sınıfın ortak talepleri üzerinden geliştirildiği, proletarya-burjuvazi çelişkisi eksen olarak alınıp yürütüldüğü ve sınıf bilinci bu yönde ilerletilip siyasal bir bilinç düzeyine yükseldiği ölçüde sınıf içerisindeki iç ayrım ve farklar da önemsizleşerek geriye itilecektir.

Proletaryanın tarihsel rolü üzerine

Kapitalist üretim ilişkilerinin girilmedik hiçbir alan bırakmadan küresel ölçekte etki ve egemenlik alanını genişletmesi, değer ve artı-değer yasalarının etki ve egemenlik alanlarını genişletmelerini gösterir ve bunlar çerçevesinde toplumsal ilişkilerin bütününe, hiçbir alanı boş bırakmaksızın girerek hâkimiyet kurmuş olmasıdır. Toplam toplumsal sermayenin artışıyla birlikte büyüyen sermayenin değerlenme sorunu da büyümüş, sermaye, krizler ve yeni sıçramalar içerisinde, sermayenin üretim alanlarını fabrika dışına -geleneksel sınaî üretim alanının- çıkarak/taşırarak birçok alanda artı değer ve her türlü değer üretimiyle artı değer ve değer yasalarının etkime alanını büyüterek ve genişleterek bu sorunun çözümü yolunu tutmuştur. Bu süreçte, sermayenin büyüme ve genişleme hareketi, artı değer üretim alanlarının genişletilmesiyle sınırlı kalmamakta üretim öncesini de kapsamakta, dolaşım süreci ve bölüşüm ilişkileri de yeniden düzenlenmektedir. Üretim öncesinin yeniden düzenlenmesi üretimle ilgili kaynakların, başta ‘insan kaynakları’ olmak üzere etkin kullanımı, dolaşım alanının yeniden düzenlenmesiyle mal ve para dolaşımındaki akışkanlığı artırıp olabildiğince kesintisizleştirerek çevrimleri düzenlileştirme ve hızlandırmayı amaçlar ve belli düzeyde gerçekleştirirken, bölüşüm ilişkilerinde de toplumsal-sınıfsal durumları sarsan ve çözen yeni bir düzenlemeye gitmektedir.

Kapitalistlerle işçi sınıf arasında süren ekonomik ve politik mücadele her dönem güçler dengesine bağlı olarak iniş ve çıkışlar yaşar.  Burjuvazinin son dönemdeki ekonomik ve politik saldırıyla işçilerin ve diğer emekçi sınıfların toplam toplumsal üretimden aldıkları pay artan ölçüde azaltılmaktadır. İşçilerin birim ücret olarak saat ücretleri düşürülürken ilk budanan sınıfın büyük bedeller ödediği, gerisinde büyük işçi ayaklanmaları ve devrimler olan, burjuvazinin hunharca katlettiği binlerce işçinin kanının aktığı zorlu mücadeleler sonrasında, yeni bir toplumsal denge oluşturarak kabul ettirdiği işçi ücretinin ailesiyle birlikte ve asgarî düzeyde de olsa sosyal gereksinimlerini de karşılayacak düzeyde olmasını sağlayan sosyal ücret ve sosyal haklar kalemleri ve 8 saatlik işgünü olmaktadır.

Değer ve artı değer yasalarının etkime alanının genişlemesi ve artmasının sonuçları sadece üretim alanları ve ekonomik ilişkiler alanıyla sınırlı kalmamakta toplumsal ilişkiler alanının bütününü etkileyip tümüyle belirler hale gelmektedir. Sermayenin değerlenme alanını genişletmesi ve bunun büyüyen -krizlerle birlikte yıkıcı sonuçlar da üreten- sorunları, ekonomik alanın yanı sıra sosyal, siyasal, kültürel, ahlâkî sorun ve depremlere yol açan sonuçlar da üretmektedir. Ekolojik dengelerin bozulmasından kültürel hegemonyaya, günlük yaşamın dışardan ve içeriden kuşatılmasına, toplumsal ilişkiler alanının bütününü belirler hale gelmeye…

Artı değeri arttırmak uğruna kapitalistler hemen her alada yabancılaştırıcı ve yıkıcı sistemik değerlerle sadece proletaryanın değil farklı sınıfların, değişik toplum kesimlerinin de giderek büyüyen hoşnutsuzluk ve tepkisini çekmektedir. Son dönemde ortaya çıkan genellikle ara sınıflara ait toplumsal tabakalardan oluşan ‘yeni toplumsal hareketleri doğuran nesnel zemin, hoşnutsuzluk ve tepki zemini budur. Kapitalizmin içsel gelişiminin doğal sonucu ve bütünüyle ona ait olan bu koşul ve ürünler, nihaî sonuçlarını da gösterir niteliktedir

‘Yeni toplumsal hareketler’ emperyalist kapitalizmin baskı ve sömürüsünün çeşitli biçimlerine karşı, ona maruz kalan toplumsal kesimlerin, sonuçlardan başlayan bir karşı çıkışı olarak biçimlenmekte, heterojen bir toplam oluşturmaktadırlar.

Genellikle üretim alanının dışından, toplumsal ilişkiler alanından bir muhalefet oluşturan ya da ‘genel bir tahakküm ve sömürü’ kavramı etrafında toplanarak ifade edilen her biri diğerinden ayrı, otonom ve sınırlı bir dinamiği ifade eden, heterojen bir yapı oluşturan ‘yeni toplumsal hareketlerin sistem içi sınırlı muhalefet olmanın ötesine geçmeleri ve toplumsal bir “özne” rolü oynamaları mümkün ve olanaklı değildir. Ancak kapitalizmin standartlaştırma çabaları bu ara tabakaların yaşam alanlarındaki yansımaları belirginleştikçe orta sınıf ara katmanların tepkileri artmış, işçi sınıfı hareketinin büyük bir gerileme gösterdiği koşullarda bu ara sınıf refleksi daha göze çarpan bir görünüm kazanmıştır. Değer yasasının etkime alanının genişleyip boyutlanmasının dolayımdaki sonuçları üzerinden geliştirilen ve sınıflar mücadelesini eksen olarak alıp yürütülmeyen bu tepkiler, sivil toplumcu kanıtlara yaslanan reformist, liberter anarşist bir kapitalizm eleştirisi olmanın ötesine geçememektedirler. İşçi sınıfının sınıf ve öncü kimliğiyle değil ‘işçiler’ olarak, toplumsal bir tabaka olarak dâhil edildiği, halk sınıf ve tabakaları ile iç içe geçirilmiş ‘yeni toplumsal hareketler’ -sendikal hareketin halkçılık yönünde bir kırılmasından başkaca bir şey değildir.

Proletaryanın kendisiyle birlikte tüm toplumu da kurtuluşa götürecek sınıf olması, diğer deyişle proletaryanın tarihsel toplumsal özne oluşu, felsefî çıkışlı bir kanıt olmadığı gibi proletarya hareketinin konjonktürel yükselişine bağlı olgusal bir kanıt da değildir. Proletarya, modern sanayinin has ürünü olarak, kapitalist üretimin merkezinde yer alır. Büyük çaplı üretimin gelişimiyle niceliksel olarak da büyük bir artış gösteren bu sınıf, toplumsal konumu itibarîyle modern kapitalist üretim ilişkileri içerisinde burjuvazinin tam karşısında yer almaktadır. Kapitalist üretim içerisinde bulunduğu yer, gelişmekte olan modern bir sınıf oluşu ve bir bütün olarak toplumsal konumu -sadece burjuvazinin karşısında yer alması değil, diğer sınıflar karşısındaki durumu ve onlarla olan ilişkileri de- ona sınıfsal kurtuluşun olduğu gibi toplumsal kurtuluşun da öznesi rolünü yükler.

Proletaryanın öncü sınıfsal konumu bizzat kapitalizmin ekonomik ilişkilerinden, kapitalist üretimin örgütlenişinden doğmaktadır. Kapitalist üretim artı değer üretimidir. Kapitalist üretimin temel ekonomik yasası artı değer yasasıdır. Proletarya artı değeri üreten, sermayeyi çoğaltan sınıftır. Sermaye birikiminin, sermayenin çoğaltılabilmesinin koşulu meta değişimine dayalı genel bir sömürü değil artı değer üretimi, işçinin ürettiği artı değere el konulmasıdır.

 Modern kapitalist üretimin maddî ürün meta ile sınırlı bir üretim olmaktan çıkması, sınaî üretim alanının ötesine geçişiyle kapitalist üretim, artı değer üretimi alanları çok genişlemiş, artı değer yasasının etkime alanı büyümüştür. Değer yasasının etkime alanını genişletip büyüten başlıca ve belirleyici etken/neden de budur.

Artı değer yasası emek-sermaye çelişkisinin kapsama alanının toplumsal ilişkilerin bütününe doğru genişlediğini gösterir; bütün toplumsal ilişkiler, dolaşım süreçlerini ve bölüşüm ilişkilerini de içererek/kapsamına almış olarak dolaylı ve dolaysız bu temel çelişkinin çözümüne bağlı hale gelir. ‘yeni toplumsal hareketler’ de bu temel çelişkiye göre genel halkçı, emekçi veya ezilen ifadelerinde kendisini bulan köylülük, küçük esnaf vb. kapsayan çelişkiler, kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsal ilişkiler içerisindeki biçimlenişinden doğan çelişkilerin ürünü olan biçimlenmektedirler, onları doğuran sorunların çözümleri de bu temel çelişkinin çözümüne bağlıdır.

 Artı değer sömürüsünü sona erdirecek olan emek-sermaye çelişkisinin çözümü olacaktır. Sınıfsal karşılığı burjuvazi-proletarya çelişkisi olan bu temel çelişkiyi çözecek olan sınıf ise çelişkinin karşı kutbunda yer alan proletaryadır. Proleter devrimciler bu konuda ısrarlı ve tavizsiz olmak durumundadırlar. Bundan dolayı proletarya kendisiyle birlikte en yakınındaki sınıflardan başlayarak bütün toplumu/insanlığı kurtuluşa götürecek olan yegâne sınıftır. Proletaryayı toplumun öncüsü yapan emeğin sermaye karşısındaki konumu ve bundan doğan kapitalizmi yıkacak uzlaşmaz karşıtlık eksenidir. Proletarya dışında hiçbir sınıf, kapitalizmi nihaî olarak sonlandıracak, kendisiyle birlikte bütün toplumu kurtuluşa götürecek olan bir devrime öncülük edemez.

Proletaryayı en devrimci kılan üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun bir sınıf olarak kapitalist mülk edinmenin ve kapitalist temelde üretimi gerçekleştirme ve geliştirmenin her şekline karşı oluşudur. Ürünlerin genel olarak meta özelliği kazanması, işgücünün meta olarak ortaya çıkmasının sonrasında olmuştur; işgücünü meta olmaktan çıkartacak tarihsel adım, ürünlerin meta niteliğini sona erdirmenin de tarihsel adımı olacaktır. Proletarya devrimi, kapitalist sömürünün en özsel ve temel biçimini, artı değer sömürüsünü ve artı değer yasasının etkimesini sona erdirmekle kalmaz, değer yasasının etkime alanını da daraltır ve giderek de -komünizme doğru uzanan süreçte- sonlandırır. Üretim ve bölüşüm ilişkilerinin bütünüyle yeni bir temelde örgütleneceği, bütün toplumsal ilişkilerin de bu yeni temele göre yeniden biçimleneceği yeni ve daha üst bir toplumsal düzleme -komünizme- geçilir. Proletaryanın üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun oluşu durumu, proletaryayı diğer sınıflardan ayıran, ayrı bir sınıf yapan, üretim süreci içerisindeki yer alış durumunu belirleyen, maddî koşullarından gelen bir özellik ve niteliksel farktır. Ve bu fark, proletaryanın sonuna kadar gitme kararlılığını engelleyecek, onu bağlayacak hiçbir nedenin bulunmadığını, kendisiyle birlikte tüm toplumu nihaî kurtuluşa götürecek tek sınıf oluşunu açıklar.

Bugün üretim süreçlerinin parçalanması, eski biçimiyle büyük fabrika temelinin kalkması, sınıf hareketinin önceki biraraya geliş ve birlikte eylem koşullarını da zayıflatıyor, diğer etkenlerle birlikte bu temelde gerçekleştirilen grev ve direnişler kazanmak için yeterli olamıyor. Büyük çaplı üretimin ortaya çıkması, üretimin ve emeğin toplumsallaşma ve sermayenin toplumsal sermaye haline geliş süreçleridir. Bu süreçte bütün emek biçimleri, kolektif emeğin bir parçası haline gelirler ve bütün üretim ve bütün ürünler, bileşik toplumsal emeğin üretimi ve ürünleridir. Proletaryanın nicel ve nitel yeni durumu ve tarihsel rolünü belirleyen ve açıklayacak olan da bu ilişkilerin gelişimi olacaktır. Kapitalist üretim ilişkilerinin dünyada girilmedik bir alan bırakmaması, artı değeri yoğunlaştırıp artırmaları, kapitalizmin gitgide bütün toplumu karşısına alan nitelik ve özellikleriyle açığa çıkması, bütün toplumu kendisiyle birlikte kurtuluşa götürecek sınıf olarak proletaryanın öncü rol ve konumunu ve bunu yerine getirme görevini büyütmekte, tarihsel olarak daha kaçınılmaz ve zorunlu kılmaktadır.

Devrimci sınıf neden proletaryadır?

Kapitalist üretim ilişkilerinin dünyada egemen hale gelişini sadece ekonomik olarak tanımlamak yetersizdir. Bunu sosyal sonuçlarıyla değerlendirdiğimizde; toplam sermayedeki artışın sonucu olan yeni yatırım ve değerlenme alanları oluşturmasının karşılığı yeni üretim dallarının ortaya çıkmış, bunlara ait alt sektör oluşumları ile üretimin parçalanmış kendi içindeki uzmanlık ve uzmanlık gerektirmeyen alanların da artması ile işçi sınıfı saflarına nitelikli ve niteliksiz emek olarak yoğun bir iş gücü katılımı ile toplam işçi sayısında büyük bir artış gerçekleşmektedir.

Küçük üretime bağlı sınıflar, bir yandan meslek değiştirerek varlıklarını sürdürmeye çalışırken diğer yandan değişemeyenlerin kır ve kentlerdeki çözülmesi sürerken bu kesimlerden proletarya saflarına büyük sayılarda katılım olmaktadır. Küçük burjuvazinin dağılması yanında işçi sınıfının diğer bir kesimi olan kafa emeği harcayanlar, kafa emeğinin üretim süreçlerinde daha geniş ve yaygın kullanılmaya başlanmasıyla birlikte kendisini proletarya saflarında görmeye başlarken sol devrimcilerde bu kesimin küçük burjuvaziden işçi sınıfına terfilerini sağlamışlardır. Sol devrimciler için sadece üretimde kafa emeğinin artması ile proleterleşenleşenler dün daha a kullanıldığı için proleter sayılmıyorlardır. Ortada değişen bir şey yok ama küçük burjuvazi olarak sol devrimcilerden terfi almışlardır.

Proletarya, üretimdeki her artışla ve her ilerlemeyle birlikte emeğinin niteliği değişirken sayısal olarak büyük bir artış göstermekte, toplumun bütünü içerisinde artan niceliğiyle daha büyük bir yer tutmaktadır. Yeni istihdam dalgası, işçi sınıfı saflarında bir çözülme ve dağılma, bölünmeler yaratırken, emekteki değişim ve gelişmeler bileşimi daha güçlü, bilinç gelişimine daha açık yeni bir işçi sınıfı yapısının ve işçi hareketinin nüvelerini oluşturuyor.

Kapitalist üretim ilişkilerinin diğer sonucu, emek-sermaye, burjuvazi-proletarya çelişkisini merkeze taşıması, bu çelişkinin temel çelişki niteliğini korumasıdır. Diğer deyişle, diğer bütün çelişkiler bu çelişkinin çözümü temelinde, ona bağlı olarak çözülebilirler. Bu, proletaryanın tüm toplumun öncüsü olma, diğer bütün sınıflara öncülük edecek sınıf olma konumunu güçlendiren bir durumdur. Emek-sermaye çelişkisinin çözümünü merkeze koymayıp bu çelişkinin kutbunda yer alan proletaryanın öncü rolünü kabul etmeyen, “genel tahakküm ve sömürü”ye son vermek için özerk ve çoğul özneler oluşturma çabasında olanlar, kendilerini kapitalizm karşıtı ilân eden hareketlerin hiç birisinin ve bütününün, bu görüş ve eylemleriyle, sisteme karşıt ve onu yıkacak bir konumda olmaları, olabilmeleri mümkün değildir.

Sonuç olarak; modern sanayinin özel ve esas ürünü olarak proletarya, modern sanayinin gelişimiyle çözülüp dağılan diğer sınıflardan ayrı olarak artan sayısı ve gücüyle, yüzü ileriye dönük tek sınıftır. Günümüzde işçi sınıfının kapitalist üretim ilişkileri içerisinde tuttuğu yer değişmediği gibi, kapitalist üretim ilişkilerin proletaryanın toplumsal sınıfsal konumunu güçlendirmektedir. Kapitalist üretimdeki büyüme ve genişleme ve üretimin yeni örgütleniş biçimi, emek dağılımını genişletir, proletaryayı sayısal olarak büyütürken, üretimin teknik bileşimindeki değişim, yeni emek türlerinin katılımıyla da emek bileşimini de değiştirmekte, niteliksel olarak da çok daha gelişkin bir proletarya hareketinin maddî koşullarını ortaya çıkartmaktadır. Tarihsel eğilimin, bugün açık bir ayrım oluşturan kafa ve kol emeği arasındaki ayrımların azalması ve silinmesi yönünde oluşu ve kolektif emekçi kimliğiyle işçi sınıfı, sadece artan sayısının kazandırdığı güçle değil toplumsal konumunun kazandırdığı niteliksel güçle de egemen kapitalist sistemi yıkmaya aday ve bu güce sahip olan tek sınıftır.

Proletarya, üretimin ve emeğin toplumsallaşmasının sonucu olarak kazandığı kolektif emekçi niteliğiyle, mülkiyetin gitgide daha az sayıda kapitalistin elinde toplanması karşısında, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirerek hareket eder. Üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun, artı-değer sömürüsüne tabi ücretli köleler, bu sömürü biçimine son vererek sınıfsal olduğu gibi toplumsal kurtuluşun önünü açarlar. Dolayısıyla proletarya, bir sınıfın egemenliğinin yerine bir başka sınıfın, egemenliğini geçirmek değil, her türlü sınıf egemenliğine son vermek gibi bir amaçla hareket ederek, sınıfsız bir dünyanın yolunu açar. Proletaryayı tarihin gördüğü diğer devrimci sınıflardan ayıran, onların içerisinde de en devrimci sınıf kılan da bu özelliğidir. Tarihin gördüğü diğer devrimci sınıflardan da ayrı olarak proletarya, kendi sınıf olma durumuna da son vererek ve kendi iktidarına karşı başka bir devrime ihtiyaç duymadan yok olan bir sınıf egemenliğinin önünü açarak her türlü sınıf egemenliğini sona erdirecek evrensel kurtuluşun yolunu açacaktır.

Proletarya hareketinin bugünkü durumu

Yeni üretim teknolojileriyle birlikte üretimin dağılımı yeni iş bölümleri ve üretimin bu örgütlenişi proletarya saflarında geçici olarak dağıtıcı ve çözücü bir etki yapmaktadır. Öncelikle dağılma ve çözülmeye yol açan birinci etken, yeni kitlesel katılımlarla sınıfta emek niteliğinde sıçramalı değişimlerle yeni işbölümlerinin ortaya çıkması ile bu yeni oluşumun yarattığı değişim ve farklılaşmaların kavranmamasının yol açtığı karışıklıklar; ikinci olarak, kır ve kent küçük burjuvazisinden kitlesel düzeyde daha çok vasıfsız veya az vasıflı emek biçimiyle katılımların yarattığı küçük burjuva etki hala çözücü ve kafa karıştırıcı bir rol oynamaktadır. Bugüne kadar küçük burjuvazi içinde sayılan ve dışlanan çok kafa emeği -vasıflı ve daha üst vasıflı emek- biçimlerine sahip proletarya kesimlerinin emeğin niteliğinin yükselmesi ile ortalama emek seviyesine düşmesinin beraberinde getirdiği statü kaybıyla sınıfın diğer kesimleri arasında hala kabul görmemesinin getirdiği bir çekingenlik ortaya çıkmaktadır. Yani sınıfın kendi içinde bir kesiminin diğer bir kesimine karşı duyduğu güvensizlikler dağıtıcı ve moral bozucu bir etki yaratmaktadır.

Özellikle nitelikli emek sahiplerinin kendilerini işçi sınıfına ait görmeyip kendi sınıfsal durumlarına uygun bir bilinçsel yönelim içerisinde olmamaları, küçük burjuvaziye ait yaşam biçimine saplanıp düşünce ve duygularıyla, özlem ve beklentileriyle toplumsal statülerini sınıfsal bir konum gibi değerlendirmeleri sonucunda önceki gibi düşünmeleri ve onu sürdürme ve geriye dönebilme arayışı içerisinde olmalarıdır. Nesnel olarak, üretim süreci ve iş bölümü içerisinde bulundukları yer itibarîyle işçi sınıfının bir parçası olmalarına karşın, duygu ve düşünce ve özlemleriyle küçük burjuva sınıf konumlanışlarından kopabilmiş değildirler. Sektörel olarak genişleyip büyüyen, hizmet alanının birçok alt sektörü içerisine (turizm, mağazalarda tezgâhtarlık, kapıda pazarlama vs. alanlarda) çalışanların dağınık iş yapısı ve bunun getirdiği yozlaştırıcı etki onları sınıftan ve onun mücadelesinden uzak durmalarını sağlamaktadır.

İşçi sınıfı saflarına sayısal ve kitlesel büyük bir katılım sağlayan her iki durum da bu katılımlarla nesnel olarak sınıfın durumunu güçlendirirken sınıfı bilinçsel olarak zayıflatan, önceki görece homojenliğini bozan, dağıtan ve çözen bir rol oynamaktadırlar. Sınıfı kategorik olarak daha fazla bölündüğü gibi, bilinç düzeyinde de sınıf tutum ve davranışından uzak durmaktadırlar. Ekonomik, sosyal, siyasal sınıf mücadelesi temelinde, birlik ve dayanışmadaki gerileme, sınıf içindeki patronaj ilişkileri özellikle işçi semtlerinde ve varoşlarda sınıf kimliğinin önüne geçirebilmektedir.

Türkiye’de özellikle 1990larda başlayan ve sınıfın dışında tutulup küçük burjuva sayılan politik anlamda atıl duran büyük bir kesimi memurlar artık kendilerini sınıftan sayarak sınıf mücadelesi yolunda oldukça hızlı adımlar attılar. Sendikalaşmaları ve bu sendikalarda sınıf sendikacılığını öne çıkarmaları onların uzun zamandır dışında durdukları işçi sınıfı ile yeniden bir araya gelmelerinin önünü açmıştır. Bu küçük burjuvazinin işçileşmesi değil sınıfın bir kesiminin yeniden mücadeleye katılması olarak görülmelidir.

Bu ilerleme hiç de sol devrimcilerin memurların küçük burjuvazi saflarında yoksullaşarak işçi sınıfı saflarına katılması olarak belirledikleri şey değildir. Bu genel iş dağılımının genişlemesi ve memur denilen kesimin bugün için işçileşmesi de değildir. (Bu konuda detaylı yazımız memur kimdir olarak oldukça detaylı bir biçimde tartışılmıştır.) İşçi sınıfının bir parçası olan memurların işçi sınıfının diğer kesimi ile bilinç olarak da buluşması ve birleşmeye çalışmasıdır. Bu ilerleme niteliksel yönden de daha güçlü bir proletarya hareketinin doğması yönünde olacaktır. Bu yöndeki çözüm geliştikçe de hem niceliksel olarak çok daha büyük sayılara ulaşmış, hem de niteliksel olarak daha eğitimli ve aydınlanmaya daha yatkın olan güçlü bir işçi sınıfı hareketi doğacaktır.

Günümüzde işçi sınıfı üretim olarak, dünya işçi sınıfıdır. Bütün dünya proleterleri birleşin, çağrısının yanıt alabileceği tarihsel zemin, maddî-sınıfsal toplumsal temelleri güçlenerek ortaya çıkmaktadır. Örneğin Almanya’da Mercedes’te çalışan işçi ile Türkiye’de veya Çin’de veya başka bir ülkede Mercedes’te çalışan işçi arasında bir fark yoktur. Her ikisini de artı değer sömürüsü ile sömüren kapitalist veya kapitalistler aynıdır.

Kapitalist artı değerin artması uğruna attığı her adımda işten çıkardığı bir işçi diğer ülkedeki işçiyi etkilemektedir. Çin’de veya Türkiye’de işten atılan bir işçinin Almanya’daki ekonomik yansıması daha fazla işçinin işten atılmasını sağlar. Zira merkez dışındaki işçinin maliyeti merkezdeki işçiye göre çok ucuzdur. Almanya’daki bir işçinin maliyeti bugünün koşullarında Türkiye’de 6 işçi Çin’de ortalama 30 işçiye denk gelir. Bu göz önüne alınarak yeni örgütlenme biçimi merkez ve merkez dışı ülkeler olmak üzere proleter sınıf mücadeleleri, tek tek ülkelerle sınırlı olmaktan çıkıp bölgesel ve hatta uluslararası düzeylere çıkarılmalıdır.

Kapitalizm bize bunun şimdiden öncüllerini vermektedir. Kapitalim kendi artı değeri için geliştirdiği üretim biçimini işçi sınıfı örgütlenmesine yansıması tıpkı onun üretimi örgütlediği biçim ve arayışlarla gelişmektedir. Sınıf, gerek siyasal öncü olarak parti düzleminde, gerekse sınıfı hareketi ve sendikal örgütlenme düzleminde, gelişkin tarihsel deneyimlerin de ışığında uluslararası devrim ordusu olarak, dünya proletaryası olarak örgütlenişi kendisini şimdiden dayatmaktadır. Emperyalist Kapitalist sermayenin uluslararası hâkimiyet üzerinden güçlendirdiği egemenliğine karşı uluslararası bir mücadele çizgisinden ve dünya proletaryası olarak evrensel bir bilinçle yanıt verilmediğinde başarı kazanılamaz. Bu görev komünistlerin önüne küçük büyük komünist bir parti demeden acil olarak yeni bir Marksist-Leninist Enternasyonal örgütlenmesini şart koşmaktadır.

Ulusal etkilerden uluslararası etkilere doğru sıçramanın koşullarını uluslararası sermaye kendiliğinden yaratmaktadır. Tarihsel konum itibarîyle proletaryayı güçlendiren bu gelişmeler, aynı zamanda uluslar, ülkeler ve bölgeler arasında eşitsizliklerin daha da büyüdüğü dünya da burjuvazi tarafından ideolojik bombardımanlarla proletaryayı da saran tarihsel, ulusal, ekonomik, sosyal, kültürel ayrım ve farkları körükleyerek sınıfı içerden vurmaktadır.

Özellikle burjuvazinin yedek işsizler ordusu içinde alçakça beslediği ve her daim ulusal proletaryaya karşı gizliden desteklediği göçmen işçiler sorunu kendisini ulusal işçi sınıfına dayatmaktadır. Bu dayatmada öncelikle kendi içerisinde ulusal ayrımları silememiş, burjuva ulus bilinciyle düşünen ve bunun sürekli körüklendiği bir ortamda proleterlerin içerisinde bulundukları bilinçsel durum, yerli işçilerle göçmen işçileri birbirlerinden uzaklaştırmakta, değişik ülkelerin proleterleri, milliyetçi önyargılarla, çalışma, yaşam koşulları ve ücret düzeylerinden gelen farklar da kullanılarak birbirlerine karşı düşmanlaştırılmaktadırlar. Bu konuda da göçmen işçiler içindede kimlik ve aidiyet tanımlamalarının cemaatsel, grupsal ve bireysel temellerde yapılması ve körüklenmesi ulusal ve göçmen işçiler arasında sınıf içi ayrım ve düşmanlığı körüklemektedir. Göçmen işçiler ucuz işgücü olmaktan kurtarılmalı bu görev ulusal işçi sınıfına düşerken göçmenlerde ulusal işçi sınıf ile bütünleşmeli ve ulusal işçi sınıfının yanında mücadeleye katılarak savaşmak zorunda olmalıdır.

Kapitalistler yeni iş bölümü içinde artı değer uğruna üretim alanını değiştirme ve fabrika taşıma şantajı ve uygulamalarıyla, yeni sermaye yatırımlarının işgücü fiyatının en ucuz olduğu ülkelere doğru kaydırılmasıyla artık ulusal ve göçmen işçi arasındaki ayrım da daha alt seviyelere doğru düşme eğilimindedir. Göçmen işçinin de merkezlerden merkez dışına doğru bir kayması söz konusu olurken merkezdeki işçilerin durumu daha da kötüleşme eğilimindedir.

Kapitalizm kendi yasaları içinde her ülkede kendine özgü bir biçim içinde ilerleme sağlamış ve bu biçimler içinde benzer yanlarına rağmen, girdiği ülkelerdeki tarihi, ekonomik, sosyal, kültürel gelişim düzeyi farklarına bağlı olarak o alandaki ihtiyaçların yapısına göre ülkelere göre farklılıklar göstermiştir.

Günümüzde bu gelişimini artık yeni gelişme adına değil, artı değeri arttırmak için yeni sermaye yatırımlarını, emek gücünün daha ucuz olduğu ülkelere doğru kaydırmaktadır. Bu da sınıf içerisindeki rekabeti ulusal düzeyden çıkararak uluslararası bir düzeye çıkararak sınıf üzerinde baskısını daha da arttırmaktadır. Böylelikle işçi sınıfının içine çekildiği uluslararası rekabet ortamı kapitalistleri rahatlatırken işçi sınıfının ulusalar arası niteliğini daha da güçlendirdiğinin üzerine bir sis perdesi çekmektedir. Sermayenin bu tarz hareketi emeği yerel ulusal nitelikte göstermeye çalışmaktadır. Bu yerellik içinde enternasyonal hareket olmayacağı bilinci yaratılıp ideolojik olarak pompalanırken bunu etkisizleştirecek bir örgütlülük ve eylemlilik önünde de ciddî engel oluşturmaktadır. Özellikle son gelişmelerin Avrupa işçi sınıfını etkilediği ortadadır. İşçi sınıfının uzun direnmeler ve savaşlarla elde ettiği kazanımları hızla kaybetmektedir.

Farklı ülkelerin işçilerinin karşı karşıya oldukları sorunların ortak yanı aynı sermayeye çalışıyor olmalarıdır. İşçilerin çalıştığı kişi taşeron, alt firma veya o sermaye grubu adına çalışan bağımlı ve bağımsız işyerleri için temel hedef çalışılan sermaye grubudur ve vurulacak darbe öncelikle bu sermaye grubuna(larına) yönelmelidir. İşçilerin ülkeden ülkeye hatta aynı ülkedeki ilden ile farklılıklar gösteren, çalışma, ücret ve sosyal yaşam koşul ve düzeyleri arasındaki farkları sermayenin en düşük ücrete doğru hareket etme eğilimine karşı, ancak gelişmiş ülke ve gelişen ülkeler arasındaki ayrımı bir kenara koyarak her noktadan karşı direnişlerle sermayenin tutumu kırılabilir. İşçi sınıfını, ulusal plânda içerden yedek işsizler ordusu veya mülteciler ve göçmen işçiler yolu ile birbirine düşürerek;  uluslararası plânda teknoloji transferleri yoluyla kendi içerisinde rekabete sokarak bölen sermayeye karşı bu durumu aşacak eylem perspektifi uluslararası düzeyde geliştirilmelidir. Hiç bir ülkenin işçisi diğer ülkenin işçisinden ayrı değildir. Sermaye, sermaye olarak uluslararası plânda örgütlenip birlikler ve saldırılar gerçekleştirilirken işçi sınıfının hala bölünmüş ve çok parçalı durumu mücadeleyi zayıflatan ana unsurdur.

İşçi sınıfı mücadele ve örgütlenme biçimini kapitalistlerden öğrenir. Kapitalistler kendileri iççin gerekli yapılanması işçi sınıf için ön açıcıdır. Sermayenin birleşik eylemlerine karşı, uluslararası plânda birleşik eylemlilikler, destek eylemlilikleri uluslararası ortak bilincin gelişimi oldukça önemlidir. Uluslararası plânda burjuvazinin kendi içinde deney aktarımları ve karşılıklı bilgilendirme çabaları onları güçlendirmektedir. Aynı tarzı işçi sınıfının göstermesi için hiç bir engel yoktur. Proleter devrimcilerin önündeki temel görevlerden biriside bu uluslar arası bilinci yakalayabilmek ve örgütsel anlamda da harekete geçebilmektir.

 Bu noktada komünist parti ve örgütlerin oynayacakları rol önemlidir. Sınıfın örgütlerini yaratmasının ana koşullarından birisi de budur. İşçi sınıfının vatansızlığı sermayenin vatansızlığına denktir. İşçi sınıfının vatansızlığı sermaye ile tanımlanmalıdır, işçinin ulusal kimliği, yaşadığı toprak parçası veya mülteciliği ile değil. Çoğalan, büyüyen, yoğunlaşıp merkezîleşen sermayenin daha da genişleyebilmesi, hiç bir engel ve sınır tanımadan, önüne çıkan her türlü engeli yok etmesine bağlıdır. Bu nedenle işçi sınıfı ve komünist partiler ulusal değil uluslararası düzeyde örgütlenme perspektifine sahip olmalıdırlar. Zincirinden kaybedecek başka bir şeyinin de olmaması bu yüzdendir. Proletaryanın amacı sınıfların ve sınırların olmadığı bir dünyadır. Sınırlar, halklar arasında değil sınıflar arasındadır. Kapitalizmin yarattığı gelişim eşitsizliklerine karşı mücadele edildiğinde dünya işçi sınıfı iç ayrımlarını gidermiş olarak tek bir sınıf halinde sermayenin karşısına dikilebilir.

Gelişmiş ülkelerin büyük bir tarihsel tecrübe birikimine sahip işçi sınıfı zorlu mücadelelerle elde ettiği kazanımları sermayeye kaptırmamak için yürüttükleri mücadele, diğer ülkelerin işçilerinin ağır çalışma koşulları, düşük ücret ve kötü yaşam koşullarına karşı yürüttükleri mücadele ile birleşmek zorundadır Mücadelenin şimdiki ilerleme yönü de budur. Dünya işçi sınıfının kapitalizmin gelişim eşitsizliklerinden doğan ulusal farklılıklardan doğan yaşam koşulları ve istemler ve değişik ulusların proleterleri arasındaki ücretleri, arasındaki farklar, kapitalistlerin artı değeri arttırmak noktasında nitelikli emeği ortalama emeğe doğru çekilmesi çabaları sayesinde, işçi sınıfı için tek bir dünya proletarya hareketinin doğuşu yönündeki eğilime hız kazanacaktır.

Sermayenin bu eğilimi, bütün dünya proletaryasını ortak bir temelde birleştirecek ve giderek ortaklaşacak hedefler doğrultusunda birleşik bir mücadele yönünde eğilimin önünü açacaktır, bu kaçınılmazdır. Sermayenin en geri ücrete veya ortalama ücrete doğru eşitleme hareketinin başarı kazanması sınıftaki çözülmeyi derinleştirir. Bu çözülme aynı zamanda işçi sınıfının ortaklaşabilmesinin yönünü gösterdiği gibi, birleşik bir sınıf hareketinin kaçınılmaz doğuşunu da yaratmış olacaktır. Proletaryanın uluslararası plânda mücadelesini örgütleyecek örgütlerinin bugünden oluşturulması, proletaryanın bilinç ve eyleminin her durum ve koşulda bu yönde geliştirilmesi zorunludur.

Emeğin ortalama emek seviyesine çekilmesinin sonuçları

Üretimde her teknolojik gelişme ve eğitim seviyesinin yükselmesi bir önceki üretim teknolojisine dayalı biçimde nitelikli emek biçimlerinin ortalama emek, hatta niteliksiz emek sayılacak emek türlerine doğru çekilmesi ve yeni nitelikli emek biçimlerinin ortaya çıkması ile birlikte derinleşen iç ayrımlar ve daha heterojenleşen bir işçi sınıfı yapısının şekillenmektedir. İşçi sınıfını zayıf kılan, sınıf olarak birleşik hareket etmesini önleyen başlıca etkenlerden birisi olan Kafa ve kol emeği arasındaki ayrımları gittikçe silikleşmektedir. Kafa emeği kullanımı önceki dönemlere göre büyük bir artış göstermektedir.

Kafa emeği kullanan işçiler bilgi ağırlıklı üretimin kazandığı önemden dolayı daha fazla artı değer üretmektedirler.  Üretimdeki yerleri ve iş bölümü içindeki durumları nedeniyle ücret düzeyleri ve statü olarak kol emeği kullanan işçilerden daha iyi durumdadırlar. Bu durum onların kendilerini daha ayrıcalıklı bir konuma sahip zannetmelerine yol açmaktadır. Sahip oldukları emeğin biçimi, onların sınıf olarak küçük burjuvazinin içinde onun farklı tabakaları olarak değerlendirilmesine neden olmaktadır. Burjuvazi işçi sınıfının bu nitelikli emek sahibi kesimini sınıfın genel kitlesinden ayırmak için özel önem göstermektedir. Sınıf hareketinin genelleşmesi ve kapsayıcılığının artarak başarılı olabilmesi için bu kesimlerin de grev ve direnişlere çekilmeleri belirleyici öneme sahipken sınıf içerisinde bilinçli yaratılan konum farkı onu içerden vurmaktadır. Sınıf içerisinde bir çelişki ve gerilim yaratan bu etki burjuvazi içinde yeni işçi aristokrasisinin sosyal tabanını oluşturmaktadır.

Burjuvazi bir yandan işçi aristokrasisi ve nitelikli emek sahibi işçilerin zorlandığı ayrıcalık konumları yine burjuvazi tarafından emeklerinin niteliği ortalama emek seviyesine çekilerek yok edilmektedir. Zira yeni iş alanları için gerekli istihdam açığını giderip uzman işgücü arzı fazlası yaratmak için eğitim sistemi değişikliği dâhil köklü ve hızlı atılımlar gerçekleştirmek zorundadır. Dolayısıyla bu yeni işçilerin farklı konumlarını ve ayrıksı tutumlarını aynı şekilde sürdürmeleri mümkün değildir. Pazarın daralmasına, teknolojik gelişmelere bağlı olarak sermayenin bir yandan değişen sermayenin olarak belirlenen işçilik yatırımının toplamında bir azaltma sağlayarak, diğer yandan üretimde gerekli emek süresinin kısalmasıyla daha fazla ürün elde edilebilmesinin beraberinde getirdiği artı değer miktarını çoğaltma yönündeki hareketi, sadece kol-beden değil, kafa emeğiyle gerçekleştirilen işlerin bir bölümünün de yeni teknolojilerin gelişmesi ile makineler tarafından yapılmasına doğru bir gidiş yaşanmaktadır. Yeni emek organizasyonlarıyla derinleştirilen ve daha heterojen hale gelen sınıf içerisindeki iç ayrım ve bölümlenmeler, sermayenin yeni vasıfsızlaştırma dalgalarıyla azalacaktır.

İşçi sınıfının doğuşundan bu yana hiçbir zaman bütünüyle homojen bir sınıf olmadı; bugün sınıfı daha kitleseldir ve dolayısıyla iç ayrımları daha fazladır. Fakat gözden kaçırılmaması gereken bir nokta sermayenin nitelikli emekten de aynı zamanda mutlak artı değer elde etmek, bunun çalışma sürelerini uzatarak ya da birim üretim süredeki çalışma hızını artırarak artı değeri artırma çabaları, çalışma koşulları açısından sınıfın bütününü birbirine yaklaştırmaktadır. Dünyada bir çok ülkede yatırım yapan uluslar arası sermaye gruplarına bağlı işçiler için hedeflenebilecek mücadele noktalarından birisi çalışma süre ve koşullarını hedefleyen eylemler, aynı sermaye grup/grupları için çalışan işçilerin bütününü kesen, ortak talepli eylemlerdir. Böylelikle işçi sınıfının farklı kesimlerinin aralarındaki ayrım ve farklar, ortak düşmana karşı sınıfsal bilinç ve davranışı yönünde azalıp silikleşecek, sermayeye karşı birleşik bir sınıf tutumuyla direnebilecek ve savaşabilecektir.

Sermaye bir yandan işçi sınıfı saflarını çözüp dağıtırken diğer yandan karşı yöndeki gelişimi de tetiklemektedir. Proletaryayı yeni katılımlarla daha da kitleselleştirip büyütürken, kafa emeğiyle kol emeğinin birleşmesinden doğacak sınıfsal bilinç yönüyle de çok daha güçlü ve gelişkin bir proletaryayı tarih sahnesine çıkartmaktadır. Bu aynı zamanda işçi sınıfına yeni katılan nitelikli emek sahibi işçilerle, sınıfın önceki kitlesi arasında ve çok daha geniş olarak düzenli, düzensiz, (dağınık) işlerde çalışan veya tümüyle işsiz durumda olan işçiler arasındaki ayrım ve çelişkiler, birleşik bir sınıf mücadelesiyle giderilip azaltıldığı ölçüde proletarya burjuvaziye karşı gücünü gösterebilecektir.

 

Kapitalist üretim ilişkileri geliştiği, genişlediği, etkinlik alanını genişlettiği ölçüde proletaryanın toplumsal sınıfsal konumu da büyüyüp güç kazanmaktadır. Proletarya, tarihsel rolünü çok daha güçlü yerine getirebilecek bir toplumsal konumu nicel yönden kazandığı gibi, kafa-kol emeği bileşimiyle nitelik yönünden de daha ileri ve daha gelişkin bir öncü sınıfın doğumunu müjdelemektedir.

Üretim ve emeğin toplumsallaşması

Büyük çaplı üretim, sermayenin yoğunlaşması ve merkezîleşmesini, az sayıda elde toplanmasını hızlandırdığı gibi, sınırlı sayıda işçinin bir arada dağınık bir yapıda üretimi gerçekleştirdikleri önceki manifaktür yapısından farklı olarak işçilerin büyük sayılarda daha düzenli olarak bir arada bulundukları ve çok daha büyük miktarlarda üretimde bulundukları fabrika, üretimi ve emeği toplumsallaştırıcı bir rol de oynamaktaydı. Büyük ölçekli üretime geçiş, kapitalist üretimin fabrika temelinde örgütlenişi, kapitalist üretim ve emeğin önceki toplumsallaşmasının bir görünümü olarak fabrikanın, daha büyük fabrikaların ortaya çıkması, bu üretim koşulları içerisinde yer alan işçilerin aralarındaki dayanışma ve birliğin gelişiminde, sınıf içi bağların güçlenmesinde, birlikte eyleme geçmelerinde elverişli bir zemin oluştururken, fabrika koşulları işçilerin güçlerinin bilincine varmalarını ve sınıf bilincinin gelişimini kolaylaştırıyordu.

Kapitalist üretim koşullarında; üretimin örgütlenişi ve emek organizasyonlarında ortaya çıkan değişikliklere karşın sermayenin yoğunlaşıp merkezîleşmesi süreci, bununla birlikte üretimin ve emeğin toplumsallaşması süreci genişleyerek ve hızlanarak sürmektedir. Kapitalist üretim, yeni yeni üretim dallarını da ortaya çıkartarak ve önceki üretim dallarının da alt ve yan sektör oluşumlarıyla genişlemesiyle birlikte çok daha genişleyen bir temele oturmaktadır. Kapitalist üretimin fabrika temeli korunmakla birlikte üretim ve emek organizasyonlarının farklılaşması ile ortaya çıkan gelişmeler işçi sınıfının mücadele ve eylemlerinin gelişimine, ekonomik mücadelenin gerektirdiği sendikal hareketin de doğuşuna zemin oluşturan önceki elverişli koşulların zayıflamasına yol açtı. Birbirlerinden oldukça farklı özellikler taşıyan üretim dallarının, üretimin, ulusal yapıda bölgeler ve uluslararası plânda ülkeler temelinde parçalara ayrılarak gerçekleştirilmesi, ekonomik koşullar, ulusal kültürel fark ve gelişim eşitsizlikleri gibi etkenlerin de eklenmesiyle sınıfı bölen, kendi içerisinde rekabete sokan ve zayıflatan bir dizi gelişme oldu.

Kapitalist üretimdeki genişleme ve büyümenin sonucu, üretim dallarının artması ve aralarındaki ilişkilerin çok daha yoğun ve karmaşık hale gelişiyle birlikte her bir ürünün üretimi ve üretimle ilgili süreçler de daha bileşik hale gelen emeğin de daha toplumsallaştığı süreçler oluyor. Her türlü emek ürünü de bileşik toplumsal emeğin ürünü oluyor. Kapitalist üretimin başlangıcından itibaren, meta üretimiyle başlayan üretimin ve emeğin toplumsallaşması süreci, çok ileri düzeylere ulaşmıştır; bugün, üretim çok daha toplumsal üretimdir, emek de çok daha toplumsal emektir.

Üretim ve emeğin gitgide artan ölçüde toplumsallaşması, sermaye birikim ve yoğunlaşmasına bağlı olarak gerçekleşen nesnel bir süreçtir. Sermayenin, uluslararası tekeller gibi biçimlerle ortaya çıkması, AB gibi üst kapitalist birlik oluşumlarının gerçekleşmesi, bu gelişimi, aldığı biçimleri ve ulaştığı düzeyi gösterir. Üretim ve emeğin toplumsallaşmasının geldiği bu düzey ve aldığı biçimler, mülkiyetin özel kapitalist şekliyle olan çelişkisini daha da belirgin hale getirir.

Sermayenin merkezîleşip yoğunlaşması ve giderek daha az sayıda elde toplanması süreciyle birlikte üretimin ve emeğin toplumsallaşması süreci de hızlanarak sürmektedir; kapitalist üretim koşullarındaki değişmelerin daha karmaşık, parçalara ayrılmış bir işbölümünü ortaya çıkartmış olması ve yeni hiyerarşik bölünmeler, üretim dallarındaki çoğalma ve alt sektör oluşumları, üretim ve emeğin toplumsallaşması olgusunu ortadan kaldırmadığı gibi eskisinden de hızlı ve geniş ölçeklerde bir toplumsallaşma gerçekleşmekte ve bununla birlikte emek de daha toplumsal bir emek niteliği kazanmaktadır.

Üretim ve emeğin toplumsallaşması, her türlü emek ürününün bileşik toplumsal emeğin ürünü olarak gerçekleşmesi süreci, proletaryanın sınıf olarak gelişiminin yeni sürecinin özgül biçimlenmesini, birleşik ve daha gelişkin ve güçlü bir proletarya hareketinin gelişiminin nesnel tarihsel, toplumsal temelini gösterir. Bir ürünün üretimi, kafa ve kol emeğinin ayrı ayrı veya birleşik, değişik düzeylerde dâhil olduğu çeşitli emek türlerinin toplamı olarak, bileşik toplumsal emeğin ürünü olarak gerçekleşmektedir.

Gerek maddî ürün meta üretimi biçimiyle gerekse yararlı etki biçimiyle üretim süreci içerisinde yer alan farklı emek türleri kolektif emek niteliği kazanıp birbirini izleyen ve iç içe geçmiş olarak üretim süreçlerinde yer almakta ve hep birlikte kolektif emeği oluşturmaktadırlar. Emek süreçlerinin ortaklaşa bir nitelik kazanmasıyla her bir ürün kolektif emeğin ürettiği toplumsal bir ürün özelliği kazanmaktadır. İşçi sınıfı içerisinde temel bir ayrım oluşturan kafa ve kol emekçileri de dâhil olmak üzere farklı işleri yapan, farklı üretim dallarında yer alan işçiler işin değişik parçalarını yerine getiriyor olmalarıyla kolektif emekçinin bir parçasıdırlar. Marx’ın deyimi ile “üretken biçimde çalışmak için artık el ile çalışmanız da gerekmez, kolektif emekçinin bir parçası olmanız ve onun yerine getireceği alt işlevlerden bir tanesini yapmanız yeterlidir.”(Marx, Kapital C-I)

Sermaye, sermaye olarak kendi içindeki birleşmeler ve üst yapılanmalarla oluşturduğu birliklerle işçi sınıfına toplu olarak saldırmaktadır. Herhangi bir ülkedeki işçi eylemlilikleri sadece o ülke burjuvazisini değil uluslararası bağlantılarını ve ortaklarını da ilgilendirmemektedir. Sermaye, sermaye olarak kolektif bir yapılanma içinde ise;  Kolektif emekçi kimliği ve kolektif emekçinin bir parçası olan işçiler, emek türü, yaptığı işin niteliği, bulunduğu üretim dalı\işkolu ne olursa olsun bir işçinin üretim süreci içerisindeki yer alışı kolektif emekçinin bir parçası olarak yer alıştır. Toplamda o kolektif davranan sermayenin karşısındadır. Üretimin ve emeğin toplumsallaştığı ve her bir ürünün toplumsal emeğin ürünü haline geldiği bu koşullarda, proletarya hareketi açısından en önemli sorun, karşıtlıklar içerisinde gerçekleşen bu sürecin gelişim yönünden kavranılması ve bu gelişime uygun bir bilinç gelişiminin sağlanmasıdır.

Üretimin ve emeğin toplumsallaşması süreci, ulusal sınırları da yıkarak sürmektedir. Üretimin ve emeğin, ulusal, etnik, dinsel, sektörel hiçbir sınır tanımadan toplumsallaşması nesnel bir süreçtir. Kendi mezar kazıcısı olarak kendisiyle birlikte proletaryayı ortaya çıkartan burjuvazi bu sürecin de mimarıdır.

Daha fazla ve çok daha büyük miktarlarda artı değer elde edebilmek ve sermayenin emeğe karşı üstünlüğünü yeni koşullarda da sürdürebilmek için gerçekleştirilen sermayenin küresel düzeydeki genişleme hareketi, ulusal, etnik, dinsel, kültürel sınırları aşındırır, yıkar. Diğer yandan da toplumun tüm kesimleri önüne ulusal, dinsel, etnik ideolojik sınırlar koyar İşçilerin bilinci bu burjuva ideolojisinin geleneksel sınırlarına takılır.

Sınıf birliğinin kurulabilmesinin ve işçi sınıfının kendisini ileri düzeyden örgütleyebilmesinin koşulu işçi sınıfını sektörel, ulusal, uluslararası ölçeklerde bölen, parçalayan, kendi içerisinde rekabete sokan gerek üretim sürecinden gerek ulusal farklardan kaynaklı ayrımcılıklara açıklık kazandırılıp, karşı yönde bir bilinç oluşturularak mücadele edilmelidir. İşçi sınıfının örgütlenme perspektifi, gerek sendikal, gerekse siyasal düzeyde yerel, sektörel ve ulusal olanı aşmalı ve bunu gerçekleştirecek bir stratejiye sahip olmalıdır. Emek süreçlerinin organik bir yapı kazanması, bunu bilince çıkartacak işyeri, işkolu ve ulusal sınırlılıkları aşan yeni örgütlenme biçimlerini geliştirmeyi gerektiriyor. Salt ulusal düzeyde kalmayıp uluslararası düzeyi de kapsayacak yeni mücadele eksenleri oluşturulmalı, enternasyonal bir işçi örgütlenmesi olarak da birleşik emek hareketi örgütlenmelidir.

İşçi sınıfını işkolu, ulusal, uluslararası düzeyde bölen ve bundan doğan mücadele zayıflıklarının aşılmasında uluslararası planda sermayenin örgütlenmesine uygun geliştirilecek bir örgütlenme perspektifi ile kolektif emekçi bilincinin kavratılması ve bu doğrultuda bir hareketlilik belirleyici olacaktır. Kolektif emekçi olarak işçi sınıfının, karşısında (yaygın alt yapılar kurarak, dağınık yaygınlık görüntüsü verilerek merkezleri karartan) sermayenin yoğunlaşıp merkezîleşmesi ve giderek daha az sayıda elde toplanmasıyla da sayıları azalmış bir kapitalist sınıfı vardır. Birçok işkolunda birlikte faaliyet yürüten, dev uluslararası tekeller, bu gelişimin günümüzdeki görünümleridir. Bu görünümün üzeri iş süreci parçalanarak kapatılmaktadır. Ortalıkta irili ufaklı yüzlerce kapitalist görünmektedir. Oysa bu irili ufaklı sermayeleri yöneten ve kendisine bağlayanlar çok az sayıdadırlar.

İşçi sınıfının kollektif emekçi olarak uluslararası plânda örgütlenmesi ve mücadele etmesi, sermayenin oluşturduğu dağınıklık ve görünüm farklılıklarını ortadan kaldırır. Dünyada aynı sermaye grup/gruplarına çalışan ve farklı emek türlerine sahip emekçilerin kolektif emekçi kimliği uluslararası plânda da belirginleşir, daha açık hale gelir. Dünya çapında gelişen kolektif emekçi, emek-sermaye çelişkisini de bütün açıklığıyla, daha net bir uzlaşmaz karşıtlık zemininde ortaya çıkartır.

Kolektif işçi bilincinin kazanılması, bugün için gerek yerel planlardaa gerek uluslararası plânda proletaryanın sınıf deneyimleriyle yeniden öğrenmesini sağlayacak sermaye merkezlerine karşı hak mücadeleleri ile yönlendirilecek ve kazanılacaktır. Kendiliğinden ve örgütsüz eylemler uluslararası mücadeleden kopuk kalmakta, kazanımlar olmasına rağmen bu kazanımları diğer ülke proletaryasına aktarmamakta onlarla ortak kazanımlar elde etmede başarısızlığa neden olurken, ülkeler burjuvazisi tarafından kolaylıkla içselleştirilmektedirler.

Üretimin toplumsallaşması ve ürünlerin toplumsal ürün halini alması, mal üretiminin yanı sıra “hizmetlerin, kapsamındaki gelişme, üretim yanında üretim ve ürün bilgisinin meta olarak kendisini daha net bir biçimde ortaya koyması, kafa ve kol emeğini de içeren, üretimin farklı kollarında yer alan, farklı işlevleri yerine getiren emek türlerinin tümünü kapsayarak üretken emek ve üretken emekçi kavramını genişletmektedir.

İşçi sınıfı örgütlenmeleri aracılığı ile ulusallığı yenerek ve aşarak burjuvaziyi bir kez daha mahkûm etmek, uluslararası dayanışma içerisinde olmak olarak değil sermayeye karşı ortak düşmana karşı ortak mücadele ve eylemler örgütlemenin koşullarını yaratmak durumundadır. Her türden ürünü, bileşik toplumsal emeğin ürünü haline getiren ve işçi sınıfının kollektif emekçi niteliğini daha belirginleştiren bu süreç, işçi sınıfı içerisinde ayrımlar yaratan ve bugünkü koşullar itibarîyle onu zayıflatan kafa-kol emeği ayrım ve çelişkisinin tarihsel çözümü için nesnel bir zemin oluşturmaktadır.

Kolektif emekçi kimliği, her işçinin ve sınıf olarak proletaryanın işkolu ve ulusal sınırların ötesine geçebilmesini, burjuvazinin kendi üzerindeki ideolojik politik etkilerini kırılabilmesini ve süreçteki sınıfı parçalayıcı etkenleri aşılabilmesini olanaklı kılar. Bu, proletaryanın uluslararası düzeyde de tarihsel rolünü oynayabilmesinin koşuludur. Proletarya, enternasyonalist sınıf kimliğine uygun koşullar bugün için daha belirginleşmiştir. Bu kimliğiyle dar sınıfsal ve dar ulusal sınırların ötesine geçebilen bir proletarya, kendisini uluslararası plânda konumlandırıp uluslararası bir bilinç ve davranış gösterebilir.

 İşçi sınıfının günümüzdeki, dağınık ve parçalı görünümünün içerisinde kollektif emekçi olmanın daha da belirginleşmesi yönünde yeni bir biçimlenme gerçekleşmektedir. Proletaryayı tek yanlılıktan kurtaracak, daha bütünsel ve birleşik eylem olanağı kazandıracak olanda budur.

İşçilere nasıl sömürüldüklerini anlatmanın ötesine geçmeyen bir ekonomik çırpıntı, tümüyle yetersizdir. Bugün işçilerin ve bütün emekçilerin sadece sömürüldüklerini, ezildiklerini ve baskı altında tutulduklarını bilmeleri yeterli değildir. Belirli bir mücadele tarihine sahip ülkelerin emekçileri bunları şu veya bu düzeyde bilirler, onlara sadece bunların anlatılması varolanın tekrarlanmasından öteye gitmez.

Proletaryanın kendi sınıf durumunun bilincine varması, bu koşulların bilince çıkmasına, sınıfsal bilinç haline gelmesine bağlıdır. Her işçinin kolektif emekçinin bir parçası olduğu bilinci, ortak bilinç haline getirilip proleter sınıf bilincinin temeline yerleştirilmelidir. Yeni bölümlenmeler ve iç içe geçmelerle çok daha karmaşık biçim ve görünümler kazanarak gerçekleşen, üretim ve emeğin toplumsallaşmasının bugünkü düzeyden kavranması, her işçiye kolektif emekçinin bir parçası olduğunun bilincinin kazandırılması, proletaryanın sınıfsal tutum ve davranışını belirleyecektir.

İşçi sınıfının içinde bulunduğu durgunluğu ve zayıflayan mücadelesini yükseltmesinin biricik yolu bugün ulusal alandan başlayarak uluslararası tekellere karşı aynı sermayeye karşı mücadelede ortak talepler belirleyerek ve her ülkede diğer ülkenin durumunu göz önüne alan ortak mücadele alanlar yaratılması ile karşı karşıyayız. Örneğin bir ülkede bir sermaye grubuna karşı başlatılan hak mücadelesinde aynı sermaye grubunun diğer işyerleri ve bağlı kuruluşlarında çalışan işçilerde destek vermek zorunda olmalıdırlar. Mücadeleyi bir üst aşamaya sıçratmanın yolu budur. Buna bağlı olarak bir ülkede yapılacak ileri bir hak kazancı diğer ülke işçilerine de uygulanmalıdır.

Modern bir sınıf olarak, kapitalist üretimin ve sermaye egemenliğinin ulaştığı en son düzeyde üretken sınıf olarak kendi sınıfsal-toplumsal konumunu ve sahip olduğu gücü görmesini, bu gücün bilince çıkışını sağlar. Kolektif emekçi kimliğini bilince çıkartmış bir sınıf olarak proletarya, sadece bir veya bazı ülkelerde değil küresel düzeyde kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kuracaktır.

Bunu sağlamanın biricik yolu da yeni bir örgütlülük ve eylem stratejileri gerektiren bir mücadele ve bunun için sınıfın öncülerinin bilinçli faaliyetinin gerekli oluşunun yanı sıra, işçi sınıfının siyasal bilinç gelişimini sağlayacak propaganda ve ajitasyonun içerik yönüyle geliştirilmesi ve yeni bir düzeye çıkartılması da gereklidir. Üretim ve emeğin bugün ortaya çıkan görünüm ve şekillenişler işçi sınıfı açısından bilince çıkartılmadan sınıf hareketi geliştirilemez. Bunların bilince çıkması ise, sürece damgasını vuracak, eylem stratejileri ve örgütlenmesiyle, özgün taktiklerle, yeni bir öncü parti ile olur.

YORUMLAR

Ad

devrimci teori,3,Editorden,10,isci-sendika,2,Karl Marx,1,
ltr
item
Onyedililer Hareketi: Barış mı? Neden ve Kiminle
Barış mı? Neden ve Kiminle
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgzY7hPzuxclskHL0du6tYjvgMDYDRY6VOF4C_YOja2DdmIHMeTuTJqfR3Wg9fsV_CLYZpqxf9J-UDLEhzfvtYNt6SsbowqBNaU3GZbppltAQgRMuvwpH91EzUJ_8lKkjwhZ_B2d0arvPOLOE0--1yibpIAYVG3WEyW5XNUbgEkqEsJhwceU8OBRwa9/s1600/devrimciteori.gif
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgzY7hPzuxclskHL0du6tYjvgMDYDRY6VOF4C_YOja2DdmIHMeTuTJqfR3Wg9fsV_CLYZpqxf9J-UDLEhzfvtYNt6SsbowqBNaU3GZbppltAQgRMuvwpH91EzUJ_8lKkjwhZ_B2d0arvPOLOE0--1yibpIAYVG3WEyW5XNUbgEkqEsJhwceU8OBRwa9/s72-c/devrimciteori.gif
Onyedililer Hareketi
https://onyedililerhareketi.blogspot.com/2022/04/bars-m-neden-ve-kiminle.html
https://onyedililerhareketi.blogspot.com/
https://onyedililerhareketi.blogspot.com/
https://onyedililerhareketi.blogspot.com/2022/04/bars-m-neden-ve-kiminle.html
true
1362123614531399
UTF-8
Loaded All Posts Not found any posts Tümünü Göster Readmore Reply Cancel reply Delete By Home PAGES POSTS View All RECOMMENDED FOR YOU LABEL ARCHIVE ARAYINIZ ALL POSTS Not found any post match with your request Back Home Sunday Pazartesi Tuesday Carsamba Thursday Cuma Cumartesi Pazar Pzts Sal Çar Per Cum Cmt Ocak Şubat Mart Nisan Mayıs Haziran Temmuz Ağustos Eylül Ekim Kasım Aralık Oca Şub Mar Nis Mayıs Jun Jul Ağu Sep Oct Nov Ara just now 1 minute ago $$1$$ minutes ago 1 hour ago $$1$$ hours ago Yesterday $$1$$ days ago $$1$$ weeks ago more than 5 weeks ago Followers Follow THIS PREMIUM CONTENT IS LOCKED STEP 1: Share to a social network STEP 2: Click the link on your social network Copy All Code Select All Code All codes were copied to your clipboard Can not copy the codes / texts, please press [CTRL]+[C] (or CMD+C with Mac) to copy Table of Content